AŞKIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AŞKIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Nisan 2012

Sabah Sabah

Erken kalkmanın keyfini sürüyorum. Duş sonrası yapılan  gülümseten bir kahvaltının neşesi güne yayılacak gibi. Mutluyum. Hayatın bana sunduklarını anlıyor ve beni test ettiği durumlarda yılmadan ve hatta gülümseyerek yola devam etmeyi öğrendiğimden beri daha sakinim. Dün gece attığım bir mailde, "uzun ve garip bir hikayenin sonunda Bursa'ya geri döndüm." yazdım. Uzun ve garip hikaye parça parça da olsa bu blog sayfalarında bazen hikaye bazen bir şiir bazen sadece duygunun dile gelişi ile yerini aldı. Onca kelimenin arasına sıkıştırılmış olan an(ı)lar... Hepsi bugün, olduğu yerden hayata bakan Evren'in yapı taşları... İyi kilerim...

Geçen hafta raporlu olmanın verdiği rahatlıkla ve biraz da zorunluluktan uzanıp uzun saatlerimi; düşünme, yeniden planlama, hayal etme ve teşekkür etmek için değerlendirmiş oldum.  İyi de oldu. Böyle bir zaman dilimine ne kadar ihtiyacım olduğunu fark ettim. Hayatın keşmekeşi içerisinde nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Nefes almak... Yaşamak...

Sorularım her geçen yıl azalıyor. Hayatın sunduklarını cevap olarak kabul ediyor ve geriye dönüp soruları bulmaya çalışıyorum. Bunu bir oyuna dönüştürdüm. Steve Jobs bir konuşmasında, geriye dönüp noktaları birleştirin diyordu, cevaplar asıl orada.Orada olduklarını biliyorum, noktaları birleştirmeyi çocukken de çok severdim. Bazılarının içlerini boyardık, ben kendi renklerime boyamayı hep daha çok sevmişimdir.

Geçen hafta evde olmak ve küçük aptal kutuyla barışık olmamaktan kaynaklanan durum beni, daha da küçük ve aptallaştırma oranını teslim olmanızla orantılı telefon üzerinden internet kullanımına itti. İtti de ne oldu derseniz, birincisi hizmeti satın aldığım kuruma maaş kartımı göndermek zorunda kaldım. Ama beni asıl dertlendiren bu değildi. Blogger android telefon uygulamasının ülkemizde kullanılamaması yapmayı planladığım kutlama hevesini kursağımda bıraktı: Sokaklarımı, göğümü, içimi, dışımı renklere boyayan; aşkı, sevgiyi çiçek bahçelerine döndürmeyi başaran; "kocaman yüreğimin" duygu sellerine kapılmasına sebep "yürekli adam"a söylemek istediklerimi kelimelere bir türlü dökemedim.

Dinleyeceğiniz şarkıyı geceye bırakın derim;  hava kuzguni bir siyaha teslim etsin bulutlarını, güneş aya yansıtsın ışığını, yıldızlar eşlik etsin düşlerinize...
Hem belli mi olur, belki biri kayıverir siz sevdiğinizi düşünürken ve dilekleriniz gerçek olur hiç beklemeden. 




Au Di


dilerim
gökyüzüne saldığın balonların çoşkusunda geçsin günler



20 Mart 2012

Dalıp Gitmek

Aslında çalışmalıyım... Ama nedense aklımın bir ucunda ve yüreğimin orta yerindeki kişiye "seni seviyorum" dediğimden beri, bir yanılgının içinde olup olmadığımı sorgulayan kendimle binanın sessizliği arasındaki boşluğa sığınmak ister gibiyim. O nasıl bir boşluk dersen; sen bağırıyorsun, sesinin yankısı her seferinde sana dönüyor, ama sessizlik öylesine derinki aslında ses sana gelene kadar boğulup kalıyor ve sen o boğulma sesini kendi sesin sanıyorsun, oysa ki geri dönen tek şeyin sözün söylediği o anda, çarpıp da geri gelen dudak altı bir sessizlik olduğunu da çok iyi biliyorsun.

Bir gemi düşün sonsuz denizlerde, ve aniden, sen ona bakıp da düşlere kapılmış bir martı gibi süzülürken, o koca gemi, o koca cüssesi ile denizin orta yerinde, aniden, hiç bir şey yokken, yani bir fırtına mesela, evet, bir bir fırtına bile yokken kaybolsa... Geriye ne kalır? Boşluk! 

Kelimelerime öyle bakma, pek ala sen de biliyorsun ki, kafam böylesine karışık olduğunda imgelemler, rüyalar ve düşünceler birbiri ile uyumlu olamıyor. Yaşadığım his garip, söylendiği an, söylenirken ki his... Ve o garip suçluluk duygusu... Öylesine elle tutulabilirdi ki... Bunu bana anlat dersen; sen bağırıyorsun, kelimeler ağzından çıktı sanıyorsun ama meğerse çıkmıyormuş. Duvara vuruyorum sanıyormuşsun da, aslında duvar falan yokmuş. Biri oturmuş göğsünün orta yerine, biri gelip boğazını sıkmış, sen öylesine çırpınıp, bağırıp, öylesine duvarları yumrukluyormuşsun ki, sesin kısılmış, parmakların acımış, takatin kalmamış. Oysa her şey bir karabasanmış. 

Evet! Suçluluk duygusu bir karabasanmış, gerçek olan o boşluğun hiç dolmayacak olmasıymış. Ne anlatmak istiyorsun dersen, ki deme, n'olur deme... Diyelim ki dedin, ben susardım biliyor musun? Susar ve ağlardım... 


***




Bir "trans siberian" belgeseli sonrası, okunmuş bir yazıya istinaden, söylenmiş bir sözün yarattığı his... "Sen ne güzel bir adamsın" diyen kadının gülümsemesinde saklıdır. Ve yukarıda okumuş olduğunuz karmaşa, bir yüreğin çırpınışıdır. O geziye bir gün mutlaka gidilecektir. Gezi boyunca yürekte taşınacak his... "Sen ne güzel bir adamsın" diyen kadının gülümsemesinde saklı olacaktır. O diyarlar gönül gözüyle görülecek, o şarap gönül sesiyle dinlenen bir şarkı ile yudumlanacaktır. İyi ki...


görsel / buradan 


17 Ocak 2012

Masal Gibi Zamanlar

İnsan isterse masal tadında yaşıyormuş zamanı... Düne bir masal üzerinden bakabiliyormuş. Yarını bir masal tadında ümit edebiliyormuş. Buna kimi zaman düş diyormuş. Yüreğinin çocuk yanı masal dinlemeyi seviyorsa, içinde cadılar, zehirli elmalar, yedi cüceler, kurbağa bir prensin olduğu bir hayatı kendine kurabiliyormuş. Saraylara uzaktan bakıp, güneşin batışında yeniden bir doğuş bulabiliyormuş.


Velhasıl İstanbul...
Yaptın gene yapacağını. 
Sana olan aşkımı, karşılıksız bırakmadın.
Aşkımı tazeledin. 
İçime su serptin. 
Gözüme fer ekledin.
Yüzümde bir gülümseme,
Beni gerçeğe döndürdün

.

13 Ocak 2012

Aşk-ı İstanbul



"Şimdiler de ben sadece adını içime sayıklarken, sen nerede, nasıl, neden bilmediğim bir uzaklığı büyütüyorsun" dedim önce. Sonra düşündüm, gitmeyi ben seçmişken, nasıl oluyor da "uzak kalmayı" sana bir elbise gibi biçip giydirebiliyorum, allayıp da pullayıp bir suçu sana, kelimelerine, zekana, hayata baktığın yere, duruşuna, kahverengi gözlerine, gülüşüne... yüreğine... nasıl oluyor da yamayabiliyorum inan hiç bilmiyorum. 

Çılgınca bir fikre kapılıyorum bazen, düşünü kurduğumuz onca zamana yakışır bir karşılaşma olacak belki  bir gün o şehirde, evet! İstanbul'da o tren garında bir yolculuğa hazırlanacağız seninle. Ben bir kompartımanda, sen diğerinde, birbirimizden habersiz, ama düşünerek ve iç çekerek bir yolculuk yapacağız seninle. İçimiz hop edecek andıran birini görünce. Daha derinleşecek o vakit iç çekmeler. Bir şarkı gelip takılacak dilimize. Dönüp duracak nakaratı kırık bir pikap hüznünde... 

Bunları düşünerek çevirdim telefonunu... Ah bir bilsen sevgili... İçimin uçuşan yanı çığlık çığlık gene... İstanbul'a gidiyorum sevgili... İstanbul'a. Aşka. Bilirsin bazı şehirler ile olan aşkım hep bir başka. İçimin kuşları havalanıyor. Denizimin dalgaları çoşuyor. Gözümden akan bir çift yaş var ya, işte mutluluk orada çoğalıyor.

İstanbul'a gidiyorum sevgili, bir tren yolculuğu düşünü taktım yakama, sanırsın bembeyaz bir papatya.  Adını bağırıyorum her defasında içim acıyor böyle zamanlarda. Adın İstanbul oluyor, kokun deniz... Tenin sevgilim, tenin tütüyor burnuma... Biliyorum gene papatya falı bakacağım yol boyunca. Göreceğim, görmeyeceğim... Göreceğim, görmeyeceğim... Bilmek istemediğim bir masal sonu papatya falı... ne kadarı kaldıysa elimde, öylece takacağım gene yakama. Boynu bükük papatya... Beyazı kırık papatya... Canı gitmiş papatya... Ağlama.

İstanbul'a gidiyorum sevgili... Aşk olsun yol bana...Yakamda ne kadarını kurtarabildiysem işte o kadar bir papatya. 


28 Aralık 2011

Kurabiye Tadında Bir Aşktır Hayat



Hayat bugünlerde aşkla yapılmış bir kurabiye tadında, diyorum. Gülümsüyor. İlle aşkı karıştıracaksın değil mi, diyor. Aşk karışmazsa olmaz ki, diyorum. Aşksız olmaz. Yine gülümsüyor. Aşk ona hiç uğramamış gibi, belki de bu yüzden beni anlamıyor. Yeni bir yıl geliyor. Dileğim AŞK oluyor... Çünkü aşk olunca, sağlık da, huzur da, mutluluk da gelip seni buluyor. Ben buna inanıyorum. AŞKa... 




görsel buradan

27 Aralık 2011

Küçük Bir Not




Ara verdim. Yorgun gözlerimi dinlendirmek için kısacık bir ara. Önümde duran not kağıtları arasından pembe olanı seçtim. Küçük bir not kağıdına sığdıramadığım onlarca kelimenin özeti gibiydi: Özledim. Yazdım ve kağıdın üzerini ellerimle kapattım. Düşüncelere daldım: 

Kaç mevsim önceydi,
Sararmış yaprakların sesleri eşlik ediyordu yüreğimize
Kaç mevsim önceydi söylesene...
Ses gelmeyecekti. Aramayacağım artık seni demişti. Arayamam. Anla beni.
Meraktadır şimdi.
Neyler benim yüreğim kış soğuğunda diye meraktadır.
Oysa her yürek ısınır o da bilir. Bilir de işte yine de meraktadır gözleri: Durgun sulara dalgın bir bakış...
Akşam olunca bulutsuz gökyüzünün tek yıldızı belirir: Aşk
Hep orada durmasını ister, ister istemesine de o da bilir: Yıldızlar da bazen ölür.

Ellerimi küçük not kağıdının üzerinden çektim. Aklımdan geçen cümleleri, aklıma geldikleri gibi ardı ardına sıraladım. Not kağıdı doldu, taştı. Kalan ne varsa masaya yazdım. Yazdıkça ağırlaştı dünyam, dönmez oldu. Durdu. 

Ağladım... Az önce kahkahalarla gülen kendim değilmişcesine, ağladım. Küçük bir not kağıdına, "özledim"i tam da o anda yazdım. Sonra masaya baktım, boştu. Dünyaya baktım, dönüyordu. Gökyüzüne baktım, güneş vardı. Gündü, aydındı... 

Güne dair gerçek olan şey: elimde küçük bir not kağıdı, yüreğimde sadece özlem vardı. 

Not kağıdını buruşturup attım. Telefonda tuşlara basarken yüreğimin sarı yaprakları çıtırdadı. Diren Collection Shiraz ödül almış duydun mu dedim. Sesimi duymuş olmaktan rahatlamış sesiyle: Şapşahane der gibiydi... Biliyorum bunu derken "en" gözleriyle bana gülümsedi. Aramızda ipince, uzunca ve yüksekçe bir bar vardı. Fonda o şarkı çalıyordu. Gözlerimi kapadım. Anın beni kanatlandırıp da hiç bilmediğim o kıyılara kadar götürmesini diledim. Gözlerimi açtığımda bilgisayarın başında raporumun sonuç kısmına gelmiştim. Sonuç yazıp iki noktayı -bir noktayı sen, diğerini ben niyetine- özenle üst üste koydum. Usulca öpmekti seni. Öptüm ve anın aralık kalan pencereden uçup gitmesine izin verdim. 

Güne dair bir not düşüp kaldığım yerden devam ettim: 
Hayal etmek özlemenin fotoğrafıdır...



15 Aralık 2011

Kıskanmak Üzerine Bir Deneme

Sabah uyandığımda akşamdan kalma kelimeleri cümlelerdeki yerlerine koymaya çalışıyordum. Yüzümü yıkamam da pek çözüm olmadı. Kahvaltı ederken takılıverdi çatalıma bir bordo rengi "en", zeytine uzandığımda bıçağımın ucundaydı "sen" kelimesi. Akla yığılan kelimelerle yüreğe sızanları bir araya getirip, birikmiş onca kelimenin ağırlığında, yazanın yazdığı gibi eksiksiz bir cümle kurmanın ne zor olduğunu o zaman fark ettim. Belki de akşam akşam o mektubu okur okumaz telefona sarılsam, ya da atlayıp da yanına gidip, tek başına demlendiği masada karşısına otursam ve "kıskanıyorum ulan" desem... sabah bu baş belası ağrı ile uyanmış olmayacaktım. Siz ulanı bir kadının ağzına yakıştırmayabilirsiniz, ama bazı tavırlar "kıskanıyorum" kelimesinin sonuna ekleyiverir "ulan"ı... Tıpkı kadehi kaldırırken gözlerinin içine dik dik baktığımı hayal ettiğimdeki ben gibi... Evet! Ben bu cümleyi böyle kurardım: "kıskanıyorum seni" ve o duyumsardı "ulan" kelimesini. 


Mevlana boşuna dememiş "kıskançlık ateşten meydana gelir" diye... O ateş bütün gece yaktı düşlerimi. Aşka mı aitti duygum yoksa çok sevmeye mi diye düşünürken, düşüverdiler avuçlarıma bir cümleye bağlaç bile yapmayı beceremediğim kelimeler. Ah o kelimeler! Başından beri kıskanılan, bana söylense, yazılsa, okunsa dediğim kelimeler... Böylesine yazabilsem, anlatabilsem derdimi dediğim kelimeler... Böylesine öpülüp okşansa duygularım dediğim haller... Her bir kelimede, her bir cümlede hayaller... hayaller... hayaller... nasıl da bir anda gelip bir anda geldikleri gibi yitip gittiler...

Mektubu yırtılmaya yüz tutmuş kat yerlerinden özenle katlayıp yerine kaldırdım. Zaten bende bulunmaması gereken bir anı-kanıt üzerine fırtınalar koparamayacak oluşumun gururumla bir alakasını kuramadım. Olası bir  gururun, "ne olursa olsun, açıp okuma içindekileri" diye güvenle bırakılan o ahşap kutuyu  açtıran merakıma dil uzatmasına izin veremezdim. Açmıştım, okumuştum, kıskanmıştım... Evden çıkarken, Moilere'e kulak kabartıp; "kıskançlar daha çok sever ama kıskanç olmayan daha iyi sever" cümlesini arabaya bininceye kadar tekrarladım. Onu hem çok sevmek hem de iyi sevmek istiyordum, aramak üzere telefonu elime aldığımda sanki karşımdaymışcasına, gözlerine dimdik ama sevecenlikle baktığımı hayal ettim: "seni böyle bir adam olduğun için hep çok seveceğim" cümlesindeki, "ulan"ı o duydu mu bilemedim.



09 Ekim 2011

O Şehir




O şehre hiç gitmemişsinizdir... Ama o şehri, sokak sokak bilirsiniz. O şehrin denize sıfır sayılabilecek bahçelerinden birindeki buram buram çiçek kokularına uyanacak kadar seversiniz o şehri. Yürümediğiniz sokaklarında ağlarsınız bir gece vakti. O şehri öyle çok seversiniz ki, güneş rakı burcuna o şehrin gün batımında girer sizin balkonunuzda da...

Başka bir vakit; öğleninin sıcağı, denizinin rüzgarı vurur yüzünüze... Öyle çok seversiniz ki o şehri, adını duydukça birikir gözünüzde bir damla taşımı gözyaşı hiç akmamacasına. O şehirle nefes alır, o şehrin düşünü kurar, o şehre yakıştırırsınız en büyük aşkları. Ve bir gün gelir bir şerh düşersiniz hayatın ortasına, o şehri görmeden ölmemek adına. 




görsel / devianatart

01 Ekim 2011

Evrenin Dünyasındaki 1000 İnci



Bu sabah bir yazı yazayım dedim... Taslaklara ve ardından da yayınlanmış olan yazılarıma şöyle bir göz gezdirdim. O sırada fark ettim. Şu anda okumakta olduğunuz yazı yayınlanan bininci yazım... Bir kaç yazı -ki sanırım iki elin parmaklarını geçmez- birden fazla yayınlanmış olsa da, 2006 yılından beri -dile kolay- yazıyorum. 

Onlarca başlık altında duygularımı karalamışım kelimelerin ışığında, bugün geriye dönüp baktığımda - kuşkusuz benim için- hepsi birer inci tanesi. Bazıları umutlarım, bazıları aşklarım, bazıları korkularım, bazıları düşlerim adına akıvermiş kalemimin ucundan. Bir elin parmaklarını geçecek kadar veda mektubu bırakmışım bu yazıların arasına... Hatta öyle ki bir gidişimde pek kararlıymışım ki; şöyle yazmışım:

Her kaçışımda çok geçmezdi geri dönüşüm. Bazen bir fısıltı, bazen bir rüzgar alıp getirirdi gene beni tamamlanmamış çemberimin içine. Ben hep olmam gereken yere, merkeze geri dönerdim: Evrenin Dünyası. Kendi turunu tamamladı.

Dolayısıyla bugünkü gidişim bir kaçış değil. Bu blog yani benim dünyamı yansıtan bu evren ömrünü tamamladı artık. İçine; kırık bir sevda öyküsünü, gündelik yaşamın sıradan yansımalarını, bir aşkın yeşermesindeki sonsuz heyecanları sığdırdı. Kendime yenik üzüntülerimi, yaşama tutkun mutluluklarımı, yarına panik kaygılarımı ve daha nicelerini taşıdı sizlere.

74'ü taslak olmak üzere 998 yazı ve 7000'e yakın yorum kalacak bu evrende. Ne çok yer kaplamışım. Ne çok sözcük eşlik etmiş gelişimime. Ne çok yürek atmış yüreğimle birlikte.

İnsan kendini ararken türlü çeşitli yollar, patikalar ve kapılarla karşılaşıyor. Arayışın tükenmeyişinden yolların, patikaların ve kapıların çokluğu. Oysa insan gün geliyor kendine kavuşuyor. Belki de bu yüzden Evrenin Dünyası yeni bir tura başladı -günler aylar öncesinden- sessizce ve kendiliğinden... 

Tut Ellerimi blogunda yazmaya başladığımda içimde bir acı vardı, Novellada ise umut... Değişmeyen tek şeyin yüreğimdeki aşk olduğunu fark etmem zaman aldı. Kendimden ne kadar kaçarsam kaçayım kendime dönüşümün tek açıklaması da bu belki de; yüreği kocaman bir kadınım ben -İYİ Kİ- Bunu ben söylediğim için değil, bunun bana böyle olduğunu söyleyenler çoğaldığı için inanıyorum buna. İnanmanın ötesinde artık bunu biliyorum. Belki de sırf bu yüzden kendimden kaçmamayı, kendime sığınmayı, kendime sarılmayı, güvenmeyi ve sevmeyi ve hatta kendimle barışmayı da başardım. 

Bir başka veda yazısını şöyle bitirmişim; 

Rüzgar esmezse yapacak bir şey yok ama eserse gene görüşürüz buralarda...


Emin olduğum bir şey var, rüzgar esiyor... Sen kuytularına saklansan da, rüzgar seni buluyor. Sen bazen yıldıza, bazen poyraza, bazen lodosa, karayele, bazen keşişlemeye, kıbleye, bazense gündoğusuna ya da batısına denk gelebilirsin bu hayatta. Yeter ki, yüreğini AŞKa kapatma... Anlayacağınız sıklıkla görüşeceğiz bu dünyada. 


Bu yazı, yazıyla binincidir. 1000 inci diye okunur. 





görsel / deviantart

07 Eylül 2011

Aynadaki Aşk



İnsanın en büyük mutluluğu unuttuğu kendiyle karşılaşması galiba hiç beklemediği bir anda... 
Adına ne dersen de, AŞK olunca içinde bir başka bakıyorsun hayata. 
Anlamlandırdığından çok başka yere götürüyor seni gördüklerin. 
Sen heyecanlarına yenik düşüp, içindeki yeni yetmeye söz geçiremezsen de, içinin başka bir yerinde soluklanan kadını dürtüveriyor köşe başında oyun oynamak isteyen çocuk... 
Gülümsüyorsun hayatın denkliğine; bir gün bir yerde unuttuğun bir sesle çıkıveriyor hayat yine karşına. 
Ve sen seviyorsun kendini, ilk günkü gibi... 
AŞKla... 



ne güzel bir aynasın bir bilsen...




görsel / deviantart

04 Eylül 2011

İki Kişi




"İki kişi birbirini çok sevse bile bu yetmeyebilir mi?"

Seyrettiğim diziden bir replik... Seyrettiğim dediysem ne adını biliyorum ne de konusunu... Oradan oraya gezinirken denk geldi cümle... Yazdım bir kenara, üzerine bir gün yazmak için. Kaldı öylece... 

Balkonda oturmuş Eylül'ün gelişine, onun az önce ellerimi tutup "ben istemez miydim bu gece sen de olasın" deyişine, havalar serinlediği için üzerime aldığım şala tutunan anılara gülümserken aklıma düşüyor cümle:

"İki kişi birbirini çok sevse bile bu yetmeyebilir mi?"

Üzerine ne çok şey düşündüm... En çok da geçen yıl bu zamanları... Sevmenin, ve hatta aşık olmanın tek başına yetemediği o zamanları. Balkonda -artık manzarası boş bir araziden okula dönen o balkonda- oturmuş; Eylül'ün gelişine, onun az önce ellerimi tutup "ben istemez miydim bu gece sen de olasın" deyişine, havalar serinlediği için üzerime aldığım şala tutunan anılara gülümserken çok sevdiğim bir adamın da dediği gibi, akıp giden zamana not alıyorum. Zamansızca aklıma düşüşüne bir anlam yüklemek istesem, bu kesinlikle özlemek olurdu biliyorum.  Ya da onun hep dillendirdiği gibi, özlemek bir bütünü ve parça parça her bir anı... 

"İki kişi birbirini çok sevse bile bu yetmeyebilir mi?"
Yetmeyebilir...
Yetmez!
Sevmek;
özlemek gibidir,
bir bütünde ve parça parça her bir an'dadır.




görsel / deviantart



22 Ağustos 2011

Şanslı Olmak




Ortak bir arkadaşımızdan dönerken uğramak istemiş.

"Buyur gel" diyorum. Kahve kokusu evi sardığında kapı çalıyor. Kahve dediğinin hatrı 40 yıl, içmesi bilemedin 10 dakika... Kahveler biter bitmez neredeyse yanyana uzanmış sohbet ederken buluyoruz kendimizi. Aramızdaki kıvılcımları görmezden gelmemizin sebebi, konuştuğumuz konunun ağırlığı: çocuk

"Nasıl olur da anne olmayı istemezsin" diyor. Gülümsüyorum. "Ben şanslı bir çocuktum. Hayat bana torpil yaptı hep. Güzel şeyler sunuldu bana. Anlayacağın kim olsa ben olurdu, hatta şöyle bir değerlendirirsen ben vasat bile sayılırım. Galiba bu vasatlıkla bir çocuğa tek başına annelik yapamayacağıma kendimi inandırdım. Beni tanısan bazen ne kadar ikna edeci olabildiğime şaşardın" diyorum. Dönüp ona sarılmak istesem de, uzandığım yere biraz daha gömülüyorum. 

"Kendine haksızlık etme" diyor. "Hayatın sana sundukları değil, sunulanlar içinde senin tercihlerindir seni sen yapan. Sen iyi tercihler yapmışsın." Hatalarımı üst üste koyarken ondan gelen masum bir öpücük ile yayılıveriyor sımsıcak bir duygu: şefkat

Uzun saatler geçiyor. Konu konuyu açıyor. Eski karısını, çocuklarını ve kendini anlatıyor... Saatler geçiyor... Kendimi anlatıyorum. Eski eşimi, hayallerimi... Yıkıntılarım bu sefer hiç mevzu bahis olmuyor. O dinliyor. Ben kendi kendime seviniyorum. Geçip gitmişim köprülerden, bir su gibi akabilmişim. Yıkıntılarımın yerinde sonsuz bir çimen filizi. İnsan kaç kez yeşerir sahi?

Saatler geçiyor, öylesine ki, sabahın ilk ışıkları yarı açık pencereden süzülüp geliyor. Yüzümde bir gülümseme ile ona bakıyorum... "İnsanın sol yanıyla derdi ne biliyor musun" diye soruyorum. "Senin bildiğini bilmediğime eminim" diyor. "Sol yanına güvenmek istiyor insan" diyorum. Sözün bittiği yerde, o güçlü kolları ile "biliyormuşum" der gibi beni sarıyor. Pencereden süzülüp gelen güneş gözümün içindeyken, usulca bir hareketle dudaklarını dudaklarıma değdiriyor. "Gün aydı" diyor.... Alışılmadık bir ses tonuyla selamlıyor sabahı, o tondan devam ediyorum günü misafir etmeye... Uzandığımız yer kayıp gidiyor altımızdan, güneş çekiliyor huzurdan... Usulca kalkıyorum yataktan, el değmemiş bir duyguyu büyütüyoruz beraberce: saygı

Onu kapıdan uğurlarken, gittiği yeri biliyorum. Mantığımın söylediği o süslü kelimelere sırtını dönüveriyor yürek, oyun bozanlık ediyor. Elleri yüzümde öylece duruyoruz kapı önünde.Yüreğinin ucundaki çıkmıyor, çıksın diye ben ısrar etmiyorum. Duruyoruz, zamanın durmasını dileyecek kadar bir süre geçiyor. Dudaklarını dudaklarıma belli belirsiz dokundururken; "Şimdi git" diyorum, "dönersen bana, gidersen kendine ulaş." 

Kapıyı kapatır kapatmaz, elimi yüreğimin üzerine koyup şükrediyorum: Ben şanslı bir çocuğum. Senin şanslı çocuğun.

Telefonumun çalması ile kendime geliyorum. Zaman şimdiyi gösteriyor. Beni çekip alıyor geçmişin izinden, "dün gece" diyor telefondaki ses heyecanla..."Senle ilgili öyle güzel şeyler söyledi ki... Saate aldırmadan arayacaktım ama uyandırmaya kıyamadım." O, onun bana geldiğini bilmiyor. Sabaha varan sohbetten habersiz... Az önce onu uğurlarken ki sesimin titremesi geçmiş, gülümsüyorum, susup dinlemeyi öğrendim. Heyecanı kursağında kalsın istemedim. "Bu iş kesin olacak" diye devam ediyor. "Oldu" diyemiyorum. Olan şeyden onun mutlu olmayacağını hissediyorum. Susuyorum. Olan şeylerin sonuçlarını zaman geçince gördüğümü öğrendiğimden beri, ağlamayı bıraktım. Olan benim yüreğimden geçtiği gibi olmuyorsa, bir sebebi vardır, buna inanıyorum. Ben sadece, o sebebi, en yakında zamanda görebilmeyi diliyorum. Telefonu kapatırken "hayırlısı" diyorum. "Hayırlısı" diyor. Gülüşüyoruz. Onun hayrı ile benim hayrım aynı yere çıkacak mı sorusunu, bir işaret ile çengel gibi günün ortasına asıyorum. 




görsel / deviantart

10 Ağustos 2011

Sadece Sen Ol Yüreğimde


Yaşamın kendi rutin akışında,  bazen bir kahve içimlik sohbetlere karışıyoruz seninle, bazen uzun sahil yürüyüşlerinin iyotu oluyorsun buram buram... Rakı sofrasında gelip karşıma oturuyorsun en çok… Ya da bir kadeh kırmızı şarabı elime alıp köşe koltuğuma uzanınca, uzanıveriyorsun yanıma... İyi dileklerimizi esirgemeyip yolumuza devam ediyoruz kaldığımız yerden. Yaralar açarken birlikteydik diye herhalde, kapatırken de karşılaşıyoruz her seferinde…


Olur olmadık zamanlarda düşüyorsun aklıma;
İçimden geçense hep aynı:
Gene mi çıktın karşıma...



Durup dururken bir köşeden gülümsüyorsun
İçimi kıpırdatıyorsun aniden
İyi yapıyorsun be yüreğimin sevgisi
Her şeye rağmen iyi geliyorsun sen bana…
Hep ol yarınlarımda...
Hep ol, şimdiki gibi...





________________________________
Fotoğraf  / deviantART

İlk Yayın Tarihi - Şubat 2010

30 Temmuz 2011

Güneş Az Önce Battı

 "Öyle çok yanar ki canın, 
dünyadaki bütün suçları işlediğini sanırsın; 
oysa sadece sevmişsindir." 
Damdaki Kemancı - 1971.





Güneşin batışına denk geldim... 
Turuncusunu görsen söverdin,
sırf senden daha güzel diye.


Hoş ben bu aralar elime diken batsa sövüyorum.
Yüreğimin nasırı elimde bile yok diye.





28 Temmuz 2011

Nihayet

İnsanın kendi ile konuşmaları da bir yere kadar... 
Mantık denen şey, yok! 
Yüreğini dinle. 
Onca cümle arasından altı çizilenin, 
"yeterince istemiyorsundur da ondandır olmayışı"nı bi' düşün. 


Bugün güzel bir sabaha uyandım. Aklımda yukarıdaki cümle. (aşağı yukarı böyle bir cümleydi.) Sonra Newyork fotoğraflarına baktım. Neden oraya dair yazmayı bırakmıştım ki... (üzerinde pek durmadım, zamanını bekle dedim) Brooklyn Bridge'de yürüdüm sabah sabah. İyi geldi. Newyork yazısını bulayım derken, yolum St. Croix'ya düştü. Yüzümde alabildiğine bir gülümseme. Hemen ardından Newberyport... (ah! aşık olduğum kasaba...) 

Bu sabah güzel başladı demiş miydim? (demişim, bu iyi bir şey...) Aklımda gecenin heyecanı. Yüzümde kocaman bir gülümseme. Gönlümün kırık yanını pamuklara sarıp sarmaladım. O'na emanet ettim. Hayırlısı dedim, güne başladım. Güzel geçer mi dersiniz... (Hayırlısına inanırsan, güzel olduğunu fark edersin. Ama istediğim olsun dersen, hayırlısı ise bile mutlu olman zor be canım kendim)



26 Temmuz 2011

Sahipsiz Kalan Duygular




Ne çok duygum sahipsiz kalmış diyorum... Susuyor.
Hayallerimin yarınları yok gibi diyorum... Susuyor.

Sahipsiz mektuplarımın kelimeleri, deniz kıyısına vurmuş yıldızlar gibi... Belki bir gün biri bulur diyorum. Ya bulmazsa diyor. Ne garip, tam da susması gerekirken, o en can acıtacak olanından söze giriyor. Ben susuyorum, içim, bulur diyor. 

O bunu hiç bilmeyecek. Susmak bilmeyi istememektir. Konuşmaksa bilmediğin ne varsa yüzleşebilmek. Cesareti kırık insanla, kanadı kırık kuşu birbirine benzetmem boşuna değil benim. İkisi de bir çırpınış öteye gidemez. 

Günlerin sıcağı içimin kavrukluğu ile birleştiğinden midir bilmem... Yüreğimin turuncusunda saklı kahverengi bir hüzün var. Ne kadar üzerini örtersem örteyim, an geliyor çıkıveriyor filizlenme telaşında olan fasulyeler gibi...    Pamukların arasında baş veren filizler, neden soruları gibi peşi sıra birbirini kovalıyor. 

Ben böyle düşünürken ve elbet bazılarını dillendirirken, bunu sadece sevdaya yükleyenler oluyor. Susuyorum. Öfkemin de sahipsiz kalan duygularımdan biri olduğunun altını çizmek istemiyorum. Hem kim karşısındakini tam olarak anlayabilir ki... 

Hayatın müşterek yanını seviyorum... Kimden, nasıl ve hangi yüreğe hizmet geçti bu duygu bana bilmiyorum. Bugünlerde sıklıkla hayatın müşterek yanından kendime çıkaramadığım paylara kızıyorum. Kendimle yaptığım hesapların, hayatla denk gelmeyişi; muhasebeye olmayan yatkınlığımla açıklanabilecekse de...  Artık bir şeylerin hesabını yapabilmeyi, hayatı müşterek yaşarken kefenin ağırlığını üzerimde hissetmemeyi diliyorum. Sen buna önemsenmek, düşünülmek, aranmak, sorulmak, merak edildiği için uykusuz kalmak falan da diyebilirsin. Ben buna birilerini düşünmekten, çaba harcamaktan, özenmekten, sakınmaktan, aramaktan, merak etmekten yorulmak diyorum. Hayat müşterekse... Benim uzatmaktan yorgun düşen elim burada. Yüreğiminse yeri hiç değişmedi. Bunu fark etmeni bekliyor ve susuyorum. 



07 Temmuz 2011

Mavi

maviliklerde kaybolsam... 

ya da uyuyup kalsam o kanepede
sen gördüğüm düş değil de gerçeğim olsan

bir düşünürsen eğer sonsuz denizleri
ya da gökyüzünün bulutsuz günlerini

benim dileğim bir toz zerreciği






27 Nisan 2011

Aşk Üzerine*



hiç duymamıştım sesini... hiç bilmiyordum adını. blog yazmayı bu yüzden seviyorum. öyle zenginleştirdi ki dünyamı. sevdiğim adam da sevince kadını, işte belki de herşey o zaman başladı. bütün albümleri hediye geldi önce, sonra dinlendi defalarca. defalarca ezberi yapıldı tınıların, köpükleri alındı kabaran duyguların... dün gece konserdeydim. ve eğer merak ederseniz, buradan buyrun ve okuyun bir geceden geriye nasıl olup da bir tek aşk kaldığını.



* yasmin levy konseri sonrası bende kalanlar üzerine...

31 Aralık 2010

Üzerine Yürek Pulu Konulan (Son) Mektup...



sevgili,

söylenecek onca sözün içinden, hep bilineni, defalarca söyleneni seçtim sana. seni sevmekle geçsin bir yıl daha. bir yıl daha bak gözlerime. bir yıl daha saçlarım dağılsın omuzlarında. sen bir yıl daha sev beni. bin yıl daha... seveceğim ben seni... hep, AŞKla...


Görsel

27 Ekim 2010

Sıyırmak


Sıyırmaya beş kaldı diyorum, halbuki üç kaldığını biliyorum. Kendime o iki skorluk torpili çok görmüyorum. Dikiş bilmeyen ellerimle oturup kıyılmış yürek parçalarımdan kendime bir gömlek dikiyorum. Saçımın tellerindeki beyazları yapıştırıyorum tek tek üzerine. Beyaz, gözümü alıyor. Ağlıyorum.

Kollarını bir karışın kadar uzun tutuyorum. Yürek parçalarım kıymık kıymık dağılmış sağa sola, topluyorum. O parçaları birbirine ekleyip ince uzun bir kemer yapıyorum. İlk gelin misali, parmak uçlarımın kesiğinden damlayan gözümün kanlarıyla özenle kemerimi boyuyorum. Kırmızı, canımı yakıyor. Ağlıyorum.

Gömleğimi giyip bağını ince belime doluyorum, kollarımı arkadan bağlaman için sırtım dönük kapına varıyorum. Kırmızı kuşağımı görünce, gelin mi oldun, diyorsun. Kollarımı gösterip, hayır delin, diyorum. Gülüyorsun. Gülüyorsun çünkü kendime yaptığım torpili anlamıyorsun. O kadar dürüst değilim, bilmiyorsun.

Ellerimi arkadan bağlıyorlar üç zaman sonra tanımadığım adamların sesleri, sen daha iki vardı diyorsun. Senin sesini tanıyorum. Arkamdan el sallıyorsun. Duyuyorum. Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde tüm ışıkları kapatıp ağlıyorsun. Hissediyorum. Gidişime bir anlam veremiyorsun. Sana diyecek iki lafı olan sesimi bırakıyorum kafesli camdan dışarı. Süzüle süzüle gelip konuyor yüreğine, bir kar tanesi zarifliğinde:

Arkamdan salladığın sol eline iyi bak sevgilim. Sıyırıp bütün kederlerimi, soyunup acılarımı, gözlerim kahvenin en güzeli, tenim pembe beyaz olduğunda, ben sana çırılçıplak geleceğim.  Sen, sol elinle seveceksin beni sol yanımdan başlayarak. Sevgin, yüreğimi dağlayacak. Ağlayacağız. Biliyorum. Seni benle ağlayabileceğin için bu kadar deli seviyorum.