14 Şubat 2009

KOYU KIRMIZI



dışarıda garip puslu bir İstanbul havası, elinde kahvesi, camı açıyor sabahın kör karanlığında kadın... içine çekiyor yağmurun kokusunu, nemini alıyor üzerine... şemsiyesi ile yürüyen bir kadın, balkonunu yıkayan bir başka kadın ve kendisi dışında günü karşılayan yok o anda...

şemsiyesi ile yürüyen incecik kadın;
elindeki şemsiye belli ki kocasının. öyle bir sarılmış ki sapına sanırsın kocasının elinden tutuyor yürürken. kendi kendine mırıldanıyor, kafasında sanki sabahki tartışmayı sürdürüyor. yüzünde şaşkın, küskün bir ifade ile adım sayıyor. çizgilere basmıyor ve kare taşların tam ortasına denk geleek şekilde adımlarını dengeliyor. öyle garip bir temposu var ki sanki her an koşmaya hazırlanıyor, derken şemsiyeyi atıyor elinden, bağırmaya başlıyor, önce eşofman üstünü ardından tişörtünü çıkartıyor, bedeninin kirlenmişliğini yağmurla yıkar hali camdan seyretmekte olan kadının içine dokunuyor...

balkonunu yıkayan başı örtülü kilolu kadın;
elinde bir süpürge, bir kova su yağan yağmura inat balkonunu yıkıyor. oğlu camın arkasında mutfaktaki masada oturmuş, kokusu buğu olup yağmura karışan pişileri yiyor. belli annesi sabah erkenden kalkıp hamur açmış oğluna, aklı çalışsın okullar okusun babası gibi kütük olmasın diye oğluna pişi yapıp umutlarıyla tatlandırmış. balkonu yıkaması bitince sırtını dönüyor kadın mutfağın penceresine. memelerine sıkıştırdığı sigarayı yakıyor, bir nefes çekiyor kaçamak. öyle derindi ki çektiği nefes kızlığına gidiyor aklı. anasını kırmayıp, köyün zenginlerinden birinin şeherde yaşayan oğluna varacağı an geliyor gözünün önüne. köyün yükünü taşıması gerekmeyeceği için kabul edişi bu adamı, koynuna alışı sonra. boğazı bile görmediğine üzülüyor, gözünü kapatıyor. sigarasının son nefesinden sonra izmariti atacak gibi yaptığında, kendini boşluğa bırakır hali camdan seyretmekte olan kadının içine dokunuyor.

penceden bakan balık etli, güzel gözlü kadın;
elinde kahve fincanı ile öylece duruyor, aniden neden olduğunu bilmediği bir biçimde fincanı camın dış kenarına koyuyor, içine dokunuyor eliyle. avucundaki kan ağır geliyor kendini boşluğa bırakıyor kadın...

şemsiyeli kadınla balkonunu yıkamakta olan kadın sesin geldiği yere doğru bakışlarını çeviriyorlar ve birbirlerinin selamlıyorlar, tebessümle...
kadın yürüyor,
balkon yıkıyor,
ölüyor
yağmurda
kimse farkına varmıyor


yağmur
yürüyen kadının isyanını
balkon yıkayan kadının pişmanlığını
ölen kadının kan kokusunu
şehrin kanalizasyonuna karıştırıyor
o gün bütün denizler
koyu kırmızı oluyor
akıllara ölen kadınlar gelmiyor



_________



GEÇMİŞ ZAMAN OLUR


İlk defa karşılaşmıştık hatırlıyor musun, O bisiklete binelim dediğinde… 10 yaşında bile değildim daha… Anneme günlerce ağlamıştım bir bisikletim olsaydı O da severdi beni diye. Dayanamadı aldı kırmızı bir bisiklet… O gün ilk defa bisiklete bindiğimde o kumdan bir basketbol sahasında bisikletinin önünü kaldırıyordu ve ellerini bırakıyordu, sen anlamıştın benden önce, yani görünce biliyordun, hava atıyordu mahalleye yeni taşınan Ayşe Teyze’nin adını hiç bilmek istemediğim yeni yetmesine…

Büyüdüm sandığım bir zamanda karşımı çıkmıştın sonra hatırlıyor musun o günü…Camdan bakınca camını görürdüm mahallenin en yakışıklısının. Gecelerce sabahlara kadar cama yazardık duygularımızın en masumunu, en içtenini… Sonra bir gün o beni öptüğünde yanağımla dudağımın arasındaki kalan o küçücük boşluğa bırakmıştı delikanlılığını anlamıştın kızarmış yanaklarımla genç kız oluşumu… Koşarak gidiyordum bir gün sonra ona hatırlasana, sen cesaretlendiriyordun beni. İçimde tarifsiz çığlıklarla destek oluyordun bana… O okula yeni kayıt olmuş Almanya’dan gelen adını hiç bilmek istemediğim kısa saçlı kıza kur yapıyordu spor salonunun kapısında… Ve benim öpücüğümdü yanağına kondurduğu, içimdeki çığlık koptu attı kendini dışarı ancak o zaman fark ettin kırılacağını…

Bir daha inanmam dediğim bir zamandı bir sonraki karşılaşmamız… Bilardo oynuyordu, gözleri, öyle kara öyle güzeldi ki dokunmak istemiştim. Kalkıp yanına gittiğimde, gülümsedi bana, elimi tuttu, öğrenmek ister misin dedi. Karşı koyamadım ve sen o günden sonra hayatı öğrendin onda. Araba kullanmayı, öpüşmeyi, sevişmeyi, süt ve kekle kahvaltı etmeyi mesela… Giden ben oldum bu sefer, canım yanmasın diye arkasına bakmadan giden. Farkındaydım bu sefer de ben kırmıştım seni istemeden… Bir çığlık yükselmiş benden sonra kentin sokaklarında, rivayet odur ki hala dolanırmış. Gidemedim zaten ben bir daha onunla yürüdüğümüz o sokaklara… Sen üzülme bir daha kırılma diye…

Hayatı anladım dediğim bir zamanda, bir adam vardı başka bir kadına içerken rakısını sıcak sıcak şişesinden ve dolaşırken elinde açacakla “açacağım ulan o kırmızı arabanın tavanını” diye bağırırken yanındaydık adamın sen var mıydın o zamanda acaba… Günler sonra adam en kötü zamanlarımda tuttuğunda anlamıştım bir kez daha hayatımdaydın işte… Bir ölüyü gömdük beraber, bir kardeşi verdik mahpusa… Yükü ağır gelince kaçtım ben seni yanıma alıp uzaklara…Seni üzdüm kırdım bir kere daha…

Sabahtı, yüzümü bile yıkamamıştım daha, sen tekrar girdin hayatıma. Bir sabahtı çok iyi hatırlıyorum. Buldum sanmıştım, en büyük yanılgımdı oysa… Çıktı gitti sonunda geldiği gibi bir sabahtı, yüzümü bile yıkamamıştım daha…

Sonra adını hiç bilmediğim bir çocukla çıktın karşıma, tanıdıktı gelişin biliyordun gelme desem de gelecektin… Hayatı anlamakta zorluk çekiyor tut ellerinden dediğinde korkmalıydım aslında. Önce uzaktan sevdim çok uzaktan hiç bilmesin istedim… Sonra bir sabah o bilmek istedi beni. İtiraz etmedim. Bir şey olacağından değil, sevilmek güzel şeydir anlasın diye açtım kapılarımı, buyur ettim içeri. Çocuktu daha durur mu yanımda bir iki oynadı, hevesi geçince gitmek istedi. Anlıyordum ben onu, o daha hayatının oyun çağındaydı. Saldım kendisini şehrin karanlık sokaklarına, biliyorum pis bir rock barın köşesinde sövüyordur gene hayata… Senin sövdüğün gibi…

Hayatın kendi akışı içinde, bazen karşılaşıyoruz bazen bir kahve içimlik sohbetlere karışıyoruz seninle, rakı sofrasında gelip karşıma oturuyorsun en çok…
İyi dileklerimizi esirgemeden çıkıp gidiyoruz, yolumuza devam ediyoruz kaldığımız yerden. Yaralar açarken birlikteydik diye herhalde, kapatırken de karşılaşıyoruz her seferinde…


Bir bisiklet oluyorsun en kırmızından
Bir öpüş masum bir kaçamak
Bir kek oluyorsun fırından yeni çıkmış yanında soğuk bir sütle
Bir açacak alıyorum elime en asitlisinden soğuk bir içecek için
Bazen bir yanılsamasın gündüz niyetine gördüğüm
Bir oyun oynuyor hayat bana durup dururken sorulara neden
Sen geliyorsun aklıma
İçimden geçense hep aynı:
Gene mi çıktın karşıma
Durup dururken bir köşeden
İçimi kıpırdatıyorsun aniden
İyi yapıyorsun be yüreğimin sevgisi
Her şeye rağmen iyi geliyorsun sen bana…
Hep ol şimdiki gibi
Hep ol yarınlarımda da…

TUHAF DURUMLAR/İSYANKAR BİR BAKIŞ - Vol.6

sana yazılmış onca sahibine mektup arasından
sen gene de bu blog için yazdığım yazılarda arıyorsun ya seni...
varsın elbet ve olacaksın da...
ama sadece bir izsin sen...
diğerleri gibi...
yaşamıma deyip de iz bırakan nice, çocuk, kadın, adam, sokak satıcısı, hayat kadını, abi, abla, teyze, arkadaş, eş , dost, kedi, köpek, ağaç, çiçek gibi...
sadece bir izsin, inceden rahatsız etmeyen...
derin olduğun zamanların mektuplarını oku...
oradasın işte apaçık ortadasın...
sevmedin mi kendini... benim suçum değil...
bıraktığın derin iz sadece senin eserin...
ben senin eserini aktaran anlatıcıdan başka bir şey değilim o mektuplarda.
her satırı, her kelimesi sana yazıldı onların
bendeki seni anlattılar sana
beni anlattılar
aşkı anlattılar, gözyaşlarını da...
buradaki kırıntılara bakıp da izim o kadar da derin değilmiş diye sevinme...
iyi olanları üzerine alıp yerinme
ve acıtanları sana saplanmış bir bıçak olarak görme
senin izin de bir zamanlar
derindi,
o zamanlar sahibine mektuplar yazıldı, sen bil istendi,
başkalarının gözünde küçülüp alçalıp yok olma diye,
başkalarının gözünde benim sana verdiğim değeri değer bilip kral olma diye
sahibine mektup olarak atıldı izlerin teker teker...
şimdi ne mektup var sahibine yazılan senin adına
ne de derin bir iz...
dedim ya;
ama sadece ince bir izsin sen... diğerleri gibi...


_________
isyankar bir bakış oldu yanlış anlamalarına biliyorum ama burada yazılan herşeyi üzerine alınma

13 Şubat 2009

CUMA



Krem rengi koltuklar, sahibinin titiz olduğunu söylemiyor mu sana… Kare bir salon, ferah, sıkıştırılmamış eşyalar… Özgürlüğü sevdiğinin bir kanıtı sanki… Fark ettin mi aslında eşyaların arasındaki anlamlı boşluklar, uzak kalmadan ama çok da yaklaşmadan nefes almak istediğini anlatmıyor mu içten içe… Renklerin kendi içindeki dağılımında garip bir denge var huzuru aradığına dair… Nedense masa yuvarlak, keskin hatları kaldırılmış samimi dostlukları karşılar gibi… 4 sandalye olması dikkatini çekmedi mi? Doğal ağaç oluşları, doğayı sevdiğini söylemek için yeterli mi? Peki o köşede duran çiçek bahçesi, ormanda kaybolmak isteyen ama yanına koyduğu yerden aydınlatmalarla her seferinde evine dönmek isteyen bir kız çocuğunu hatırlatmıyor mu sana… Camda perde olmaması çekmedi mi dikkatini. Tuhaf aslında, kendini gizlemiyor ama bir yandan da dışarıyı gözetliyor, gizemli havasını burada da koruyor… Ne kadın ama… Ne çok içki şişesi var yerde… Üstelik kapının hemen karşısında gelene için der gibi duruyorlar… Eski bir örtü var geçmişi gizleyen… Şişeler var içleri kurutulmuş çiçeklerle doldurulmuş… Daha büyük yeşil bir şişe, eskiden zeytinyağ şişesi olarak kullanılırmış, dipi kırılmış… Başındaki yemeni ne güzel süslemiş o koca şişeyi… Prag’dan iki kara kalem tablo, gelin çiçekleri, onlarca mum… Kutular, kutular, kutular sırlarını saklar gibi… Camda camdan bir kalp var aşkı her yerde yaşamak istiyor belli ama çok da bilinsin istemiyor… Annesinin verdiği menekşe çocukluğunun izlerini taşıyor sanki… Ekmek teknesini gördün mü, yaratıcılık diye buna derim… Salonun ortasında dergileri taşıyor… Dekorasyona meraklı belli… Tasarım da ilgi alanları arasında sayılır bence… Bir yığın yastık var renk renk desen desen… Kendini yansıtıyor olabilir mi? Mısırdan gelmiş bir tablo çekti dikkatimi… Bir de annesinin hediye ettiği buruşuk kese kağıdını andıran vazo var ki çok değerli belli en tepede… Dostunun hediyesi çanağa ne demeli… Tıpkı dostu gibi… Gözünün önünde, elinin uzandığı yerde… Fark etmemişsindir kesin, annesin aldığı küçük vazo var bir tane, kırmızı… Ruh annesinin aldığı Afrikalı kadının taşıdığı yük kendini betimliyor gibi… Yanında duran iki tasın içindekileri sen de merak etmedin mi? Önünde İtalya’dan alınmış bir salkım üzüm duruyor, kesin şarap seviyordur bu kadın… Duvarda erkek kardeşinin çektiği fotoğraf var, neresi orası… Trieste mi? Bence hiç gitmemiştir kadın oraya… Hatta ne düşünüyorum biliyor musun bence deminden beri tespit ettiğimiz hiçbir ülkeyi görmemiştir bu kadın…

Koltukta oturanı gördün mü? Çok mu genç… Duygusallaşma hemen… Nasıl güzel gözleri var, nasıl kederli bir gülümsemesi… Şeytan tüyü var besbelli… Melek gibi sakin mi… Sen öyle san… Bence o kadın bizim aradığımız değil. Ne demişti patron, neşeli, kahkası öte mahalleden duyulan, şen şakrak… Değişmiş midir zamanla... Bu kadın değişmemiş yarı ölmüş gibi… Buysa da işimiz kolay olur hani… Baksana Cuma Cuma oturmuş klavyenin başına yazıyor da yazıyor…
Birini beklerken oyanamıyor mudur... Birini bekliyorsa da büyük hayal kırıklığı yaşayacak karşısında bizi görünce... Hem saçmalama üzerinde bir eşofman altı, yemek dökülmüş bir tişört, saçlar yarım yamalak toparlanmış… Makyajı akmış… Donuk bakışlar… Diyorum sana yarı ölmüş bu kadın... Hadi gel oturalım bir omzuna sen diğerine ben… İki çift laf ederiz sonra da onu da alıp gideriz… Birden olmaz mı, napalım yani davul zurna mı çalalım… Öyle aniden gidip oturulmaz mı? Korkar mı? Korkmaz canım, neden korksun ki… Hadi gel… Korksa korksa senden korkar… Şu kafandakini çıkartsan diyorum, havada öyle asılı duruyor kendi kendine… Kanatlarını bari alma diyorum her seferinde, çok yer kaplıyorlar… Benim elimdeki sadece yürürken dayanak olması için kullandığım bir değnek… Ayrıca kuyruğum kişilimin bir yansıması... Ayrı bir hava katıyor diye kıskanıyorsun...

Hadi hadi oyalanma sen sağ omza ben de sola…
_______

TUHAF DURUMLAR/İSYANKAR BİR BAKIŞ - Vol.5

kendi düş masallarına inanan koca bir aptalsın sen…
ne olacak sanmıştın söylesene?
mucizevi bir şekilde gökkuşağını kaydırak yapıp kendine

neşeyle inecek yanına
bir çocuk gülümsemesiyle
elini falan mı tutacaktı yoksa

sen onun omzuna bırakacaktın gözyaşlarını
o sana anlatacaktı sırlarını
komik olma…

sen iflah olmaz romantik bir serserisin
o ise libidosunu satılığa çıkartmış bir deli

gizem ve sergüzeşt ise
buluşmanızdan geriye kalan içi boş iki kelime
daha fazla anlam yükleme gecelere


_________________________
tuhaf bir geceydi hatırlasana, birbirini tanımayan iki tenin yanıp tutuşmasıydı adeta... bir de unutmadan, hiç kutlamadığımız sevgililer günün kutlu olsun...

KAYDIMI SİLDİRDİM


Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında

Biliyormusun ben dışarıdan bitirdim liseyi
Herkesin bir sevgilisi vardı öptüğü
Ben Denizleri öptüm bir dar ağacında
Ablalar ağabeyler tüylerini dökerken aşk bahçelerine
Ben kaybolurdum hayat denen karanlıkta

Biliyormusun ben dışarıdan bitirdim üniversiteyi
Herkes bir rol kapma heyecanıyla otururken sıralarda
Ben Tutanamayanları okuyordum ısrarla
Ablalar ağabeyler içli içli gülerken akşamdan kalma sevişmelerine
Ben kaybolurdum hayat denen yalnızlıkta

Biliyormusun ben gene dışarıdan bitiriyorum hayatı
Kaydımı aldırdım bu sabah okuldan
Herkes pis oyunlarını oynarken içi boş canımlarla
Ben ağlıyordum yüreğe ve inanmışlığa
Ablalar ağabeyler akşamdan kalma aşk naralarını atarken
şehrin en afilli orospusuna
Ben kayboldum hayatta…


_______

ANLAT BANA ÇOCUK





Birinin mutluluk çığlığını duydun mu sen hiç
O çığlık atarken gözünden yaş geldi mi senin.

Sen bir çocuk baba diye acıyla bağırırken
Ağladın mı hiç doya doya

Sen pasta yaparken mesela eşin yardım edeyim deyip de
Her yeri batırdığında
Kahkahalarla güldün mü katıla katıla

Annenin bir lafı çıktığı zaman ağzından
Sinirin yatışmamışken henüz, yaşlandığını hissettiğin oldu mu

Ve sen öldün mü hiç yüreğindeki acıyla
Seni uğurlarken söylediği söze kızıp birine çelme taktın mı sen bu hayatta

Cennetin kapılarına geldiğinde ya da cehennemin
Ve Tanrı seni içeriğe buyur ettiğinde
Hiç düşündün mü ne demen gerektiğini
Ne giyeceğini
Saçının nasıl olacağını
Hangi kokuyu süreceğini

Sen bunları düşündün mü
Sigarandan derin bir nefes aldığında
Yalnız kaldığında mesela
Ya da bir gün batımında
Sahi sen hiç uyandın mı günün doğumuna

Sevdiğin kadınları
Oynadığın oyunları
Terk ettiğin adamları
Açtığın yaraları
Güldürdüğün çocukları
Ağladığın anları
Yaslandığın omuzları
Aç kaldığın zamanları
Tokluğunda doyurduğun insanları
Aklına getiriyor musun arasıra

Sen büyürken yarınlara
Ne hissettiriyorlar anlatsana bana…




__________________________

12 Şubat 2009

TUHAF DURUMLAR/İSYANKAR BİR BAKIŞ - Vol.4

oyuncakçı dükkanına girmiş bir çocuk gibisin sen
tutturuyorsun inatla
her gördüğün senin olsun diye,

hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun hatta
öyle zorluyorsun ki
zücaciye dükkanına girmiş bir fil gibisin adeta

son oynadığın oyuncağı kırıp bir kenara atalı bir hafta olmadı daha
büyümek için oynamalısın daha çok oyuncakla
ama kırma

oyuncak da olsa
onun da bir gururu var unutma

________________

isyankar bir bakışım var olaylara, bir yansıma bu serzeniş seninle yaşadıklarıma

TUHAF DURUMLAR/İSYANKAR BİR BAKIŞ - Vol.3

vaktin yok bana sanıyorsan aldanıyorsun
ben daha önce bize ayırdığın saatleri kırpıp kırpıp böldüm dakikalara
yaydım bir güzel günlere,

saniyeler kopardım titizlikle ikimize
dağıttım haftalara
saliseler kalmış bir de geride
bölüverdim onları da aylara
tuhaf bir durum biliyorum ama
en azından bir süre daha yaşayacağım böylece yokluğunla…

_______

merak ediyorsun ya yalancıktan, nasıl nefes alıyorum falan diye, bu serzeniş bunun için yazıldı sadece sen beni merak etme diye

TUHAF DURUMLAR/İSYANKAR BİR BAKIŞ - Vol.2

günler geçmiyor biliyor musun…
bilmezsin tabi
sen yeni sevdaların yürek atışlarındasın
nasıl duyacaksın ki bir martının kanat seslerini

geceler geçmiyor biliyor musun…
bilmezsin tabi
sen dokunurken başka bir tenin yumuşaklığına
nasıl anlayacaksın ki
en kuytusuna attığın taşı çıkartmaya çalışan serserinin sözlerini

sen anlamazsın…
sen bilmezsin…
sen sadece gülersin köşenden…
olmadığın bir adam gibisin sen
olamayacağın bir sevdanın içinde kaybolduğunda
günler geçmeyecek
geceler de öyle…
ve sen ancak o zaman anlayacaksın
bileceksin
ve belki de ilk defa gerçekten merak edeceksin...

________________________

isyankar bir bakış benimkisi... sen üzerine alınma. ilk değilsin ki...

EMANETÇİ


Otelden ayrılırken o gün ne yapacağını az çok biliyordu.
Önce ona gidecekti…
Sonra kasabaya inecekti…
Geceyi bir limanda geçirecekti…

Yoldan geçerken bir sokak satıcısından 3-4 demet papatya aldı. En sevdiği çiçekleri götürmek istedi ona. Gazete kağıdına sardırdı. Kızacak ama olsun dedi. İçinden geldiği gibi olsun istedi her şey… Sonra bir büfenin önünde durup bir paket sigara aldı. Bir de çakmak. Aslında sigara içmezdi ama yanında bulunsun istedi işte. Arabaya gitti, tam çalıştırıyordu ki aklına alması gereken bir şeyler daha geldi. Tekrar girdi büfeye bir paket selpak istedi evet selpak istedi markası o olsun diye değil, çünkü markası ne olursa olsun o hep selpak isterdi, onların yaşıtları kağıt mendile selpak derdi ve tabi o da… Satıcı başka bir marka kağıt mendil versem dedi kadın gülümsedi. Neden aklımdan geçeni okuyamıyor ki dedi ve aklında geçeni yüksek sesle bir de satıcıya söyledi.

Yola çıktığında kafasının neden bu kadar dağınık olduğunu bir türlü anlamıyordu. Oysa ne kadar netti her şey uykuya yatmadan önce… Rüya mı görmüştü yoksa…

Yok rüya görmemişti de sabaha karşı henüz gün doğmadan uyandığında sol yanına bakmıştı ister istemez. Neden geldin ki dedi. Ben tek başıma çıktım bu yolculuğa… Sarıldı sol yanındaki yastığa öptü öptü öptü adamın hayalini… Adam değil ki bugünkü meselesi...

Uzaklaşmak için hayalinden radyoya uzandı eli. Radyo net çekmiyordu, bir Sezen kaseti buldu arabanın torpidosunda kalmış daha önceden. İlk şarkıyı ona tuttu. Adam bas bas bağırıyordu ona
“Ne yaptıysan yaptın kalk gelllllll”

Yaklaşıyordu varacağı ilk durağa… Heyecanlandı, o günden sonra ki neredeyse 4 yıl oluyordu ilk defa ziyaret edecekti annesini. Saçını düzeltti, rujunu tazeledi. Mezarlığın kapısına geldiğinde neredeyse vazgeçmek üzereydi. Arabayı park etti çamurlu yola. İnemedi bir süre. Bekledi. Bir sigara yaktı ki arabada daha önce hiç sigara içmemişti… Sigarasının son nefesinde arabadan indi. Selvilere baktı, sonra durduğu yerden manzarayı seyretti biraz. İçine çekti bütün havayı ve aramaya başladı, hatırlamadığına sinirlendi. Ne çok eklenen olmuş dedi. İsimleri okudu. Tanıdık olanlara selam eyledi. Tanımadıklarına da… Dua bilmezdi. Dayısını kaybetmişti çok küçüktü eline bir tas taş vermişlerdi irili ufaklı bir de tespih her dua bitiminde elindeki tastan daha büyük ortada duran diğer tasa bir taş atmasını istemişlerdi. O da dua etmişti dayısı için Allah'a:
“Bak Allahım madem senin yanına gelmesi gerekiyormuş, annem söyledi sen çağırınca gitmemek olmazmış mutlu et bari onu. Ne bileyim sevdiği arkadaşları vardır onları bulması için yol göster. Amin” Bir küçük taş büyük kaseye…
“Mesela dedem de oradaymış yanlış anlama diye veriyorum bu detayı sana dayımın babası olur. Onunla kahvede bezik oynasınlar. Çok sever. Amin” Bir küçük taş daha kaseye…
“Bir de bilgin olsun diye söylüyorum doğumgünü falan yaparsan harika darbuka çalar… Amin” Ve bir küçük taş daha…
“Ha bi de mahalleden Selim var ya şu saçımı çekip duran bisikletli çocuk, onu da yanına çağırır mısın, beni çok ağlattı da… Amin” Bir kocaman taş ortadaki küçük kaseye… Bu daha çabuk olsun istemişti ve kendince taş büyük olursa dua da daha çabuk kabul olur eşitliğini kuruvermişti çocuk aklıyla… Çocuk aklım işte dedi, hiç büyümedin...

Annesinin ölümünde sonra bütün işlemler bitince önce kasabadaki limana gitmiş orada bir gece geçirmiş sonra da 1 aylığına Küba’ya gitmişti. Sevil diye bir arkadaşı vardı fotoğrafçı, 6 ay orada yaşar diğer 6 aydada da dünyayı dolaşırdı. Onun yanına gitmişti. İyi gelmişti yolculuk ona. Zaten üniversite yıllarından beri ne zaman içi acısa yolculuğa çıkardı tek başına…

Mezarın başına geldiğinde ablasının yaptırdığı taşa baktı, üzerini okuyamadı. Meyilli bir arazide yatıyordu annesi ve denizi görüyordu. Ne çok severdin dedi. Babamla denize açılır aylarca dönmezdiniz. Babası öldüğünde vasiyeti üzerine boğaza savurmuşlardı küllerini. Annesinin bütün günah işliyorsunuzlarına karşı, abla kardeş bir yığın yasal zorluğu aşıp babasının son istediğini de yerine getirmişlerdi. O zamandan beri bir başka sever olmuştu İstanbul’u… Bir babasına ağlamıştı içli içli o günlerde, bi de annesinin üzerine bir avuç toprak attığında. Neredesiniz ey gözyaşlarım diye seslenecek oldu boşluğa, vazgeçti. Gene bir yumru gelip oturmuştu boğazına, nefes alamıyordu. Annesinin yanında daha fazla kalamayacaktı. Papatyalarla kapladı üzerini. Annesinin en sevdiği fuları boynundan çıkarttı ve mezar taşına bağladı. Bir de öptü alnından. Uzaklaştı öylece...

Kasabaya kadar hiç durmadı. Daracık köy yollarından geçti. Kasabadaki çay bahçesine geldiğinde arabadan inmeden bir sigara daha içti. Bütün kuralları yıkmak istiyordu o gün. Yazılmış bütün kurallara karşı gelmek… İçinde öyle bir öfke vardı hayata karşı…

Çamlı tepeye geldiğinde ıssızlık karşıladı onu. Arabadan indi, orta kahve yeni açılmıştı. Kahvaltı var mı diye sordu. Adam ancak 20 dakika sonra dedi. Kadın patikadan ileriye doğru yürüdü. Uçurumun kenarında uzun süre durdu. Bir sigara daha içti. Sonra dönerken yolun sonunda tek başına tüm yalnızlığıyla duran bir ağaç gördü. Küçüktü ağaç ve rüzgara vermişti yüzünü. Dalları öyle biçimsiz öyle çelimsizdi ki tırnaklarını yiyen bir adamın ellerini hatırlattı kadına… Güçlü olmak için güçlü ellere sahip olmalısın ki bir kadının ellerini çekinmeden tutabilesin demişti adama. ve ayrıca hayata tutunmak için o tırnaklara ihtiyacın olacak... Gidip sarılmak istedi ağaca. Sarıldı da ama ağaç bu karşılık verir mi? Güldü kendine. Senin kendine hayrın olsa dalların güçlü olurdu bir kere dedi.

Kahvaltısı hazırdı geldiğinde ve çayında duman tütüyordu. Bal ve kaymağı görünce gene gitti geçmişe. Beşiktaş’taki o küçük evi hatırladı. Nasıl da kötü geçmişti günler. Evin küçüklüğünden değildi de… Boş ver dedi kendi kendine, hatırlamanın faydası yoktu, nasıl olsa.

Kahvaltısı bitmek üzereyken bir kedi geldi masasının yanına, tabağında kalanları paylaştı kediyle, iki satır konuştular servis yapan çocuğun şaşkın bakışları arasında.

Kağıdı kalemi aldı eline başladı yazmaya… İçini dökmekti niyeti, bir nevi içhesaplaşma. Sahibine teslim mektupların da hep böyle yapardı. Son mektuplarının sahibi pek bir duyarsız çıkmıştı. Ama olsundu başka kimi vardı ki… Okumuyordu bile belki adam. Ama o yazıyordu… Elbet biri okur günün birinde dedi. Sevdaya yazılmış en güzel satırlardı onlar kendince ve niceleri gibi sahibi ölünce anlaşılacaktı değeri. Güldü kendi kendine, pek de önemsediniz kendinizi küçük hanım hayırdır dedi. Ölümün mü yaklaştı.

Akşam gün batımından hemen sonra limanın yerini sordu çaycıya… Adam kış günü kimse olmaz abla oralarda, başına bir iş gelmesin dedi. Yok yok dedi kadın birkaç kare fotoğraf çekip ayrılacağım zaten. Nedense adamın içini rahatlatmak ister bir hali vardı.

Limana indiğinde tekneler, yatlar ve bir kedi ile kemikleri sayılabilecek bir köpek dışında koca bir terk edilmişlik karşıladı kadını. Fotoğraf makinesini aldı. Biraz ürkek biraz da merakla ilerledi. İleride limanın sonuna doğru silik titrek bir ışık gördü. Korktu biraz…. Bu geceyi limanda geçirmek istiyordu o yüzden yürüdü yavaş yavaş, hiç ses çıkartmamaya özen gösterdi. Işığa yaklaştıkça limandaki balıkçı kulübelerinden birinden sızan bir hatırası geldi aklına. Barınağa doğru ilerledi. Bir cesaret kapısını çaldı, kapı kendiliğinden açıldı. İçeride gözleri parlayan bir adam oturuyordu. Önünde küçük bir çilingir sofrası vardı. Kadını bekler haliyle selamladı, buyur etti içeri. Kadın oturdu adamın karşısına. Öyle tanıdık öyle bildik düşünceli bir hali vardı ki adamın. Kadın, dinledi adamın son yıllardaki bütün hikayesini. Adamın buğulu sesi bütün gece kulaklarında asılı kaldı kadının. Kadın anlattı hikayesini… Kadının gülüşleri asılı kaldı adamın yüreğinde…

Güleç yüzlü iki dost gibiydiler, gün ağarırken sarıldılar birbirlerine. Adam bekliyordum dedi iyi ki geldin… Kadın biliyordum diye karşılık verdi, iyi ki buldum…
Kadın giyindi, tam çıkıyordu ki, adam ellerini uzattı, kadın adama baktı

Gülüşünü adamın avuçlarına bıraktı. Sen de kalsın gelirim gene almaya dedi. Adam biliyorum dedi...
Bir kutu getirdi üzerinde sanduka yazan, kapağını kaldırdı, kadına doğru uzattı avuçlarındakini…

“4 yıl önce de gözyaşlarını bırakmıştın almayacak mısın geri?”