Yemin edebilirdim, o gün o kuzey ışıklarını görmüştüm ben.
Sonra
bunun bir sanrı olduğu anlaşıldı, çileğe alerjim
varmış. İçtiğim ilaçlarla etkileşim yapmış.
Peh! Kimin aklına gelirdi ki.
“Küçücük
çocuklarız, ben 10 yaşlarındayım belki 9. O zamanlar mahallede oyunlar
oynardık, ezan saatiyle eve girerdik, yarışmalar yapardık, kim hızlı koşacak,
köşeyi kim en hızlı dönecek, kendi aramızda para topluyoruz, lira ha! Değerli
para. Ödülümüz Osman amcadan süt kokulu dondurma ya da leblebi tozu, hepimize
ne kadar yeterse. Dondurmanın çikolatalısına da oynardık ama süt kokulu
dondurma hem de külahta, çıtır çıtır, evlaydı o zamanlarda. İlle de Osman
amcadan olacak ama. O bizim mahallenin hikaye anlatıcısıydı, babamız gibi
bilirdik. İlk Ondan duymuştum kuzey ışıklarını.”
“Nice
sonra mahalleye yeni bir dondurmacı gelmeye başladı. Küçük pembe boyalı, üçteker
pır pır, arkasına tarafa koyduğu üç buzluk olurdu arabasında. Neşeli bir müzik çalardı
mızıkasıyla. Komik bir adama benzese de sevmezdik onu. Osman amcanın rızkına göz koymuştu sonuçta. Mahalleye
ilk geldiğinde fark ettik garip hallerini, hem insan neden pelerin takardı ki
takım elbisesine. Tuhaf adamdı, sihirbazlık yapıyormuş eskiden, tavşanı mı
kaybolmuş ne, çaldılar diyen de olduydu ya, neyse işte, demeleri o ki
üzüntüsünden bırakmış mesleği. Derlerdi ki sihirbaz olacam diye feda etmiş hayatını boş işler uğruna,
karısı, çoluğu, çocuğu olmamış, bir göz oda evi varmış. Aç kalınca gitmiş bir
pastaneci yanına, bulaşık yıkamaya, geçinememiş, oradan öğrendiği kadarıyla,
dondurmacılık yapmaya başlamış. Öyle anlatırdı büyükler.”
Turgut’a
bu hikayeyi neden anlatıyordum acaba?
Yüzüme
baktı. Hikayeyi bir yerinden bağlayacaktım. Biliyordu. Hep böyle bakardı, ben
de hep böyle biteviye konuşurdum. Anlatırdım da anlatırdım. Turgut görüp
görebileceğiniz en karizmatik doktordur bu arada. Yaşı da var ama o yaşta o
karizma. Peh! Kimin aklına gelirdi ki.
“Bir gün çocuk merakı ile takıldık peşine, Osman amcaya ihanet etmeyeceğiz, vermişiz çocuk sözümüzü, yapmışız anlaşma gibi anlaşma. Eee bir yandan da biri sütlü olsa, diğeri çikolata, üçüncüsü konusunda ortaya atılan fikirler dönüşüverdi iddiaya. Ortadaki para büyük, bu sefer bölüşmek yok ama. Bir öğle vakti, mızıkasını çala çala uzaklaştı bizim mahalleden yüz bulamayınca. Yan mahalleye kadar takip ettik, çocuklar üşüştü başına. Tarık abi, Tarık abi…, açtı kutuları tek tek, bir çilek kokusu yayıldı havaya. Nasıl mis. Süt kokusunu bile bastırıyor, dinine yandığım. İddiayı kazanan olmadı. Çilek hiç birimizin aklına gelmedi. Nasıl uyanmadık pembeden deyip duruyoruz.” Osman amca geldi ertesi gün. Dedik sen de yap. Olmaz öyle şey dedi. Çilekli dondurma mı olurmuş dedi. Ne diyeceksin. Olmaz tabi Osman amca dedik. Bir bağırmak ki yan mahalledekiler duymuştur valla. Gel zaman git zaman, çocuk aklı işte, çilekli dondurma düştü bir kere aklımıza, serde mahalleli olmanın verdiği dayanışma, verilen söz; asla Tarık abiden alınmayacak o dondurma. Eeee dedik çalalım. Nasıl parlak bir fikir. Işıklar yanıyor her birimizin kafasında. Planlar yapıldı, Salı gecesi, saatler geceyarısını geçer geçmez 5 kafadar düştük yollara. Tarık abinin evinin kapısının önünde durdu birimiz nöbete. Islık parola. Cesaret paçalarda derya. İçimizden Ali en ufağımız, çıktı Serkan’ın sırta, hop mutfak camından daldı içeri. Açtı kapıyı bize, Tarık abi evde yok. Biz istemişiz ekmek, içinden çıkmış mı bi de kara zeytin. Bir göz ev, elimizle koymuş gibi bulduk buzluğu. Koca buzluk, nasıl ağır. Sırtımıza vurduk buzluğu, bizim mahalleden köşeyi döner dönmez, Dudu’nun evinin önündeki sokak lambasında aldık soluğu. Oturduk kaldırıma. Avuç avuç yemeğe uğraşıyoruz. Her şey akıl etmişiz de, kaşık falan gelmemiş aklımıza. Koca buzluğun dibini gördük o gece. Ertesi gün, mahallede bi yürüyüşümüz var, sanki zafer kazandık. Kahvenin önü kalabalık, koca çınarın altında var belki 10 kişi. Osman amca yardığı gibi kalabalığı koştu bize, tuttuğuna veriyor sopayı, ulen eşşolu eşşekler, ulen deyuzlar, havada uçuşuyor. Yedik sopayı, ama ne sopa… Babamız gibiydi Osman amca, hem severdi, hem söverdi. En sona ben kaldıydım, nasıl bir koşmaksa yakalayamadıydı beni, salak gibi döndüm suç mahalline, Tarık abi evin önünde oturmuş taşa, çocuk gibi ağlıyor, burnunu çeke çeke ağlıyor, elleriyle kafasına vuruyor, kalakaldım. Beni görür görmez öyle bir fırlayıp yakaladı ki omzumdan, öyle bir tokat attı ki bana, kuzey ışıklarını gördüm. Bayılmışım. Ateş 39, boğaz şiş, nefes alamıyorum, bedenimin her yerinde pul pul kırmızı lekeler. Annem babam başımda, ağlıyorlar, ölümden dönmüşüm. Sen bendeki gururu gör. Osman amcaya ihanet etmedik, onun rızkını Tarık abiye kaptırmadık diyorum hala, çocuk aklımla.”
Sustum, sırtımı döndüm odaya, pencereden uzun uzun seyrettim Osmanbey’in kalabalığını. Gerisini içime anlattım, "Tarık abinin o ağlayışı hiç çıkmadı aklımdan, ne vakit birine bir kötülük edecek olsam, o gelirdi gözümün önüne. Bir de o gece var, o gece de gördüm ben o ışıkları. Yemyeşil, hare hare, dalga dalga…"
Uzun sürer suskunluğum. Bekler Turgut beni.
Aniden yüksek sesle,
"Anlatmış mıydım? Son on yıldır, kuzey ışıklarını görmeye gidiyorum, ışıkların peşi sıra gezmediğim ülke, şehir kalmadı. Rusya’da Murmansk, Salekhard, Severodvinsk, Norveç’de Alta, Andøya, Bødø, Finnmark, Hamm, İsveç’de Abisko, Björkliden, Jukkasjärvi, Kiruna, Alaska’ya bile gittim. Sayısız kez gördüm aurora. Kesinlikle büyüleyici. Ama hiç biri Osman amcanın anlattığı, Turgut abinin bana vurduğu anda gözümde canlanan ışıklara benzemiyordu. O gecekine ise hiç…"
O geceyi gene anlatamamıştım. Dönüp duruyordum geçmişin izlerinde, ama o geceye bir türlü varamıyordum. Özür dileyecektim Tarık abi'den... Niyetime bin küfür. Babam kahveye gidiyorum der demez peşi sıra çıkmıştım ardından. Peşi sıra yürüdüm, peşi sıra döndüm köşeyi, peşi sıra koştum, o gece... o evde... bir göz odada, babamı gördüm ben.
Tarık abi ve ba... Tarık abi ve .... kendime bile söyleyemezken... Nasıl anlatacaktım Turgut'a.
Seans bittiğinde yorgundum.
-Haftaya devam edelim mi Levent?
-Edelim.
***
Fotoğraf / Alıntı