10 Aralık 2021

Kuzey Işıkları



Yemin edebilirdim, o gün o kuzey ışıklarını görmüştüm ben.  

Sonra bunun bir sanrı olduğu anlaşıldı, çileğe alerjim varmış. İçtiğim ilaçlarla etkileşim yapmış.  Peh! Kimin aklına gelirdi ki.

“Küçücük çocuklarız, ben 10 yaşlarındayım belki 9. O zamanlar mahallede oyunlar oynardık, ezan saatiyle eve girerdik, yarışmalar yapardık, kim hızlı koşacak, köşeyi kim en hızlı dönecek, kendi aramızda para topluyoruz, lira ha! Değerli para. Ödülümüz Osman amcadan süt kokulu dondurma ya da leblebi tozu, hepimize ne kadar yeterse. Dondurmanın çikolatalısına da oynardık ama süt kokulu dondurma hem de külahta, çıtır çıtır, evlaydı o zamanlarda. İlle de Osman amcadan olacak ama. O bizim mahallenin hikaye anlatıcısıydı, babamız gibi bilirdik. İlk Ondan duymuştum kuzey ışıklarını.”

“Nice sonra mahalleye yeni bir dondurmacı gelmeye başladı. Küçük pembe boyalı, üçteker pır pır, arkasına tarafa koyduğu üç buzluk olurdu arabasında. Neşeli bir müzik çalardı mızıkasıyla. Komik bir adama benzese de sevmezdik onu.  Osman amcanın rızkına göz koymuştu sonuçta. Mahalleye ilk geldiğinde fark ettik garip hallerini, hem insan neden pelerin takardı ki takım elbisesine. Tuhaf adamdı, sihirbazlık yapıyormuş eskiden, tavşanı mı kaybolmuş ne, çaldılar diyen de olduydu ya, neyse işte, demeleri o ki üzüntüsünden bırakmış mesleği. Derlerdi ki sihirbaz olacam diye feda etmiş hayatını boş işler uğruna, karısı, çoluğu, çocuğu olmamış, bir göz oda evi varmış. Aç kalınca gitmiş bir pastaneci yanına, bulaşık yıkamaya, geçinememiş, oradan öğrendiği kadarıyla, dondurmacılık yapmaya başlamış. Öyle anlatırdı büyükler.”

Turgut’a bu hikayeyi neden anlatıyordum acaba?

Yüzüme baktı. Hikayeyi bir yerinden bağlayacaktım. Biliyordu. Hep böyle bakardı, ben de hep böyle biteviye konuşurdum. Anlatırdım da anlatırdım. Turgut görüp görebileceğiniz en karizmatik doktordur bu arada. Yaşı da var ama o yaşta o karizma. Peh! Kimin aklına gelirdi ki.

“Bir gün çocuk merakı ile takıldık peşine, Osman amcaya ihanet etmeyeceğiz, vermişiz çocuk sözümüzü, yapmışız anlaşma gibi anlaşma. Eee bir yandan da biri sütlü olsa, diğeri çikolata, üçüncüsü konusunda ortaya atılan fikirler dönüşüverdi iddiaya. Ortadaki para büyük, bu sefer bölüşmek yok ama. Bir öğle vakti, mızıkasını çala çala uzaklaştı bizim mahalleden yüz bulamayınca.  Yan mahalleye kadar takip ettik, çocuklar üşüştü başına. Tarık abi, Tarık abi…, açtı kutuları tek tek, bir çilek kokusu yayıldı havaya. Nasıl mis. Süt kokusunu bile bastırıyor, dinine yandığım. İddiayı kazanan olmadı. Çilek hiç birimizin aklına gelmedi. Nasıl uyanmadık pembeden deyip duruyoruz.” Osman amca geldi ertesi gün. Dedik sen de yap. Olmaz öyle şey dedi. Çilekli dondurma mı olurmuş dedi. Ne diyeceksin. Olmaz tabi Osman amca dedik. Bir bağırmak ki yan mahalledekiler duymuştur valla. Gel zaman git zaman, çocuk aklı işte, çilekli dondurma düştü bir kere aklımıza, serde mahalleli olmanın verdiği dayanışma, verilen söz; asla Tarık abiden alınmayacak o dondurma. Eeee dedik çalalım. Nasıl parlak bir fikir. Işıklar yanıyor her birimizin kafasında. Planlar yapıldı, Salı gecesi, saatler geceyarısını geçer geçmez 5 kafadar düştük yollara. Tarık abinin evinin kapısının önünde durdu birimiz nöbete. Islık parola. Cesaret paçalarda derya. İçimizden Ali en ufağımız, çıktı Serkan’ın sırta, hop mutfak camından daldı içeri. Açtı kapıyı bize, Tarık abi evde yok. Biz istemişiz ekmek, içinden çıkmış mı bi de kara zeytin. Bir göz ev, elimizle koymuş gibi bulduk buzluğu. Koca buzluk, nasıl ağır. Sırtımıza vurduk buzluğu, bizim mahalleden köşeyi döner dönmez, Dudu’nun evinin önündeki sokak lambasında aldık soluğu. Oturduk kaldırıma. Avuç avuç yemeğe uğraşıyoruz. Her şey akıl etmişiz de, kaşık falan gelmemiş aklımıza. Koca buzluğun dibini gördük o gece. Ertesi gün, mahallede bi yürüyüşümüz var, sanki zafer kazandık. Kahvenin önü kalabalık, koca çınarın altında var belki 10 kişi. Osman amca yardığı gibi kalabalığı koştu bize, tuttuğuna veriyor sopayı, ulen eşşolu eşşekler, ulen deyuzlar, havada uçuşuyor. Yedik sopayı, ama ne sopa… Babamız gibiydi Osman amca, hem severdi, hem söverdi. En sona ben kaldıydım, nasıl bir koşmaksa yakalayamadıydı beni, salak gibi döndüm suç mahalline, Tarık abi evin önünde oturmuş taşa, çocuk gibi ağlıyor, burnunu çeke çeke ağlıyor, elleriyle kafasına vuruyor, kalakaldım. Beni görür görmez öyle bir fırlayıp yakaladı ki omzumdan, öyle bir tokat attı ki bana, kuzey ışıklarını gördüm. Bayılmışım. Ateş 39, boğaz şiş, nefes alamıyorum, bedenimin her yerinde pul pul kırmızı lekeler.  Annem babam başımda, ağlıyorlar, ölümden dönmüşüm. Sen bendeki gururu gör.  Osman amcaya ihanet etmedik, onun rızkını Tarık abiye kaptırmadık diyorum hala, çocuk aklımla.”

Sustum, sırtımı döndüm odaya, pencereden uzun uzun seyrettim Osmanbey’in kalabalığını. Gerisini içime anlattım, "Tarık abinin o ağlayışı hiç çıkmadı aklımdan, ne vakit birine bir kötülük edecek olsam, o gelirdi gözümün önüne. Bir de o gece var, o gece de gördüm ben o ışıkları. Yemyeşil, hare hare, dalga dalga…"

Uzun sürer suskunluğum. Bekler Turgut beni. 

Aniden yüksek sesle,

"Anlatmış mıydım? Son on yıldır, kuzey ışıklarını görmeye gidiyorum, ışıkların peşi sıra gezmediğim ülke, şehir kalmadı. Rusya’da Murmansk, Salekhard, Severodvinsk, Norveç’de Alta, Andøya, Bødø, Finnmark, Hamm, İsveç’de Abisko, Björkliden, Jukkasjärvi, Kiruna, Alaska’ya bile gittim. Sayısız kez gördüm aurora. Kesinlikle büyüleyici. Ama hiç biri Osman amcanın anlattığı, Turgut abinin bana vurduğu anda gözümde canlanan ışıklara benzemiyordu. O gecekine ise hiç…"

O geceyi gene anlatamamıştım. Dönüp duruyordum geçmişin izlerinde, ama o geceye bir türlü varamıyordum. Özür dileyecektim Tarık abi'den... Niyetime bin küfür. Babam kahveye gidiyorum der demez peşi sıra çıkmıştım ardından. Peşi sıra yürüdüm, peşi sıra döndüm köşeyi, peşi sıra koştum, o gece... o evde... bir göz odada, babamı gördüm ben. 

Tarık abi ve ba... Tarık abi ve .... kendime bile söyleyemezken... Nasıl anlatacaktım Turgut'a. 

Seans bittiğinde yorgundum. 

-Haftaya devam edelim mi Levent?

-Edelim.

***

Fotoğraf / Alıntı

Kelime Oyunu 54  / Kuzey/Pelerin/Çilek/Yemin/Feda 

09 Aralık 2021

Bir Kez Daha


Bir deneme daha! Sabah rutini oluşturabilirsem belki yazmak yeniden vücut bulur kalemimde. Önce günlük rutinleri yazmalıyım. İşin büyük bir kısmını böylece halledebilirim. Belki??? 

Sonrası... İyi de ben neden yazıyorum? Ne oluyor da yazıyorum. Nasıl yazmayı seviyorum. Cevap basit, tek. Ben kurgu yazmayı seviyorum. Bir  duygudan yola çıkmalıyım, bir kelime beni alıp götürmeli,  okuduğum bir haberin sarsıntısı ile almalıyım kalemi elime.  Yo dostum yo,  günlük rutini yazmak bana göre değil. Hem sormazlar mı adama "sen ne zaman günlük tuttun" Hem, ya unutmak istediklerim olursa. Kurgu olunca gerçek arada kaynıyor. İyi de oluyor. Ben bile unutabilirim zamanla neresi gerçek nerede başladım kurmaya. 

Gerçek dedim de, bu ara rüyalarım yoğun, karmaşık, saçma. Unutuyorum üstelik. Rüya yorumcusu ustama, hemşireme anlatacağım diye, rüyamda bile söylüyorum, unutma! Gel gör uyanır uyanmaz kafa sisli Londra. Gerçekle rüyanın ne mi alakası var, habercidir rüyalar çoğunlukla. Seni sana anlatır. 

Ben günlüğe döneyim; sevgili günlük, bu sabah Mezdeke ile uyandım. Kafada Mezdeke çalıyor, gümbür gümdür. Nasıl bir kıvırtmak. Açtım Gonca Vuslateri seyrettim. İnstası olan buyursun buradan yol alsın.  Hayatta eğlenmeyi, kendini güldürmeyi bilmek ne güzel bir özellik. Tabi enerjin de olacak, ben hala yataktayım, miskinlik yapasım var. Hazır öğlene kadar kafa tatili. 

Koltuk bekliyorum aslında. 1 ay önce anacağızım ve babacağızım aldı. 2  -3 gün önce telefon numarasını bulmak için girdiğim sitede bir de ne  göreyim; koltuğun fiyatı %50 artmış. Aynı gün öğleden sonra; tuvalet kağıdı almaya gittiğimde fark ettim "selpak" 132 lira. Biri ahkam kesmiş. Kağıt maliyetinin arttığını tuvalet kağıdı ile anlayanlar neresi ile yaşıyor belli oldu diye. Bak bak sen!  

5-6 yıl önceydi. Fiyatlar kabul edilebilir olmalı ki, ortalıkta tuvalet kağıdı tartışmaları henüz yoktu. İşten eve dönerken uğradığım mahalle marketindeki kızlara laf attım. Neşem yerinde, keyfim bomba. Sevgili günlük bilirsin ki, bu hallerim tadından yenmez, öyle şeker, öyle bal kaymak. 

Yaşlı bir çift ilişti gözüme, eline aldığı ay çiçeği yağı tenekesini eşine uzatıp baya artmış fiyatı, almasak mı dedi. Adam başı önde mahcup, sen 1 litre al gene de yemek neyle pişecek dedi. Eve geldim. Annemle konuşurken, kalbimin ne kadar sıkışık olduğunu anlattım. Bu ülkede insanlar uzun zamandır çok zorlanarak yaşıyor, yaşıyoruz. Yaşam pratiğinde, günlük koşturmacada fark etmesek, üstünde durmasak da, dayatılan yaşam formlarına evriliyoruz, orada kendimize hayat üçgeni buluyor, aldığımız nefese şükür ediyoruz. 

İyi şeylerin sayısı 1,  kötü şeylerin sayısı 100. Bu maç hep benzer bir skorla bitiyor. Lig desen kurtlar sofrası. Hep bir yalan dolan, kandırmaca, algı oyunları. Pandeminin yarattığı kaos da, maç biterken hakemin 5 dakika daha uzatma vermesi gibi. Yediğimiz gol yetmemiş gibi bir de penaltı yiyoruz. Üstelik takım 10 kişi kaldı iyi mi? Günlük, fark ettin mi futbol lügatim 101 Giriş dersini vermiş bir öğrenci düzeyinde, sen bir de koltukları düşün, yeni çırpılmış yün gibiyim.  

Siri mi edinsem bir adet, bari arada cevap verir. Günlük dedik, kapına dayandık, ağladık, sızladık, tık yok. Siri olsa, fıkra anlatırdı. 

Ben yarın gene deneyeyim, olmuyor, peri ile bir araya gelecek ortamlar doğmuyor. Azmin elinden... Neyse günlük senin de terbiyeni bozmayayım, benden bu kadar. Sevgili günlük, umarım uzun bir süre görüşmeyiz. Hem itiraf etmeliyim ki, peri senden daha matrak. 

9.12.2021 / Bursa / İş yeri / Fotoğraf: 2018 Zürih / Çünkü bu bilgisayarda bir tek o yıldan kalan üç beş foto var.

 

08 Aralık 2021

Sana Bir Özür Borçluyum



Yok olmuyor, misal bugün nasıl bir kararlılık, nasıl bir azim, nasıl bir odaklanma... 

Ne ararsan var, ama peri gene yok. 

Dün gece... 

İç ses: "sana bir özür borçluyum"

Bu cümle takıldı aklıma, buradan koşarım ben dedim, sabah oldu yürüyemedim bile.

Yazdım sildim, çizdim bozdum derken... Olmuyor dedim. Olmayacak belli. Bıraktım taslağa. 

Peri ile arama yollar, bayırlar, sıra sıra dağlar girmiş belli. Ferhat değilim ki aşayım dağları. 

Sonra dedim ki neden duracakmış, durmasın taslakta, yarım yamalak, eksik gedik ver yayına. 

Valla ara sıra söz dinliyorum, aferin kendime. Takdir, şayan, alkışlarla yaşıyorum. 

Şükür ki bu konuda kendime yetiyorum. 

Aferin kendim, bravo kalemim, helal olsun sana hüznüm. Ver coşkuyu deli yönüm. 


Sana bir özür borçluyum. 

Karadenizin hırçın dalgalarının sahile vurunca kumda bıraktığı izler misali, açtığım yaralarında biriken tuzlar için.

Sana bir özür borçluyum. 

Sabahları uyanıp da güneşin deniz üzerindeki dansını seyre dalıp, huzurlu başladığın güne, çalan telefonun acılığınca, gözyaşlarımdan öte bir şey söyleyemeden kapattığımda yağan yağmurlar için. 

Sana bir özür borçluyum.

Çam ağaçlarının gölgesinde okuduğun romanın bir satırında, aklına düştüğüm o ilk anda, gülümseyen parlak kahve karası gözlerinde, daha fazla kalamadığım için.

Sana bir özür borçluyum. 

Sımsıkı tuttuğun elimi, dikenli tellere çevirip de akan kanlarını görmezden geldiğim, o ellerini yanan ateşlerde kurutmanı uzaktan uzağa seyrettiğim için. 

Sana bir özür borçluyum. 

Söylediğin onca güzel sözü, yüreğinin sesini, en derin dehlizlerime gömüp, sessizliğe mahkum ettiğim halde, aklıma düştükçe, durup durup yüreğine dokunduğum için. 

Sana bir özür borçluyum. 

Sen severken, arsızlığımda boğulup, yılanın olduğum için. 

Sana bin özür borçluyum. Seni sevmeye geç kaldığım için.  


Fotoğraf / 2018 - Cennetimde bir gün daha


 


07 Aralık 2021

Şahane Karar



Şahane bir sabaha uyandığım söylenemez, Bursa işte!  Lodosu ile meşhur, kafamı allak bullak ediyor, peki kafam bunu nereden biliyor? Dışarıda lodos olduğunu yani. Bu tür soru cevaplara girmeyeyim çıkamıyorum çünkü.  

Bugün şahane bir sabaha uyanmadım.  Yataktayım, ilham perisini bekliyorum, dışardan gören öylesine yatıyorum sanır. Oysa ben kararlıyım, iki satır olsa da blog yazısı yazacağım. Sandıkları karıştır karıştır nereye kadar. 

Kafa sesi var ya, bır bır vır vır konuşan, gevezeliği üzerinde.  Geceleri, gündüzleri, gittiğim yerleri, hayallerimi, her şeyi düşünüyorum. Üşüştüler resmen başıma sabah sabah. 

Gezegenler suçlu bence, bir doğru düzgün hareket edemiyorlar, bir öyle bir böyle. Kesin  vardır bu işte bir parmakları, baş ağrısında yani.  

Yavaş yavaş yataktan kalkmak, güne başlamak lazım. İyi mi ettik bu black out perdeyi seçmekle? 

İnstada şöyle bir dolaştım baktım ki herkes kararlar alıyor yeni yeni. Biri spora başlıyor, biri yeme düzeni ile ilgili değişiklikler yapıyor, başkası hayatı ile ilgili önemli kararlar alıyor, bir başkası daha önce aldığı hayati kararları değiştiriyor. 

Ben de bir karar alıyorum. Bedava sirke misali, baldan tatlı geliyor.

Yorganı başıma çekiyorum.  Olası bir ışık sızmasını böylece bertaraf ediyorum. Bu sabahı sevmedim. Şahane değil bir kere!

Ben şahane sabahlara uyanacak şahane bir kadın olarak lodosu protesto ediyor ve güne başlamıyorum. 

Gün düşünsün gerisini, gezegen kahrolsun dizilişine, black out perde karartsın içini, yastık yorgan ağlasın bu gidişe. 

Karar gibi karar almanın verdiği huzurla dalıyorum yepisyeni bir uykuya. 

Belli mi olur, şahane bir rüya görür, kıs kıs gülerim kaderime. 

Kederim mi olacaktı o!

Neyse, zaten lodos var dışarıda, uçuşuyor yapraklar, savruluyor ne var ne yoksa. 

Düşünceler gibi.

Savruluyor 

Bir kuzu iki kuzu üç kuzu...


***

Fotoğraf / 2021 - Velké Bílovice - Çekya / Mutlu sabahlara uyandığım Berlin gezisinden

06 Aralık 2021

O Gece




O geceyi hatırlıyorum. Önce yabani sarmaşık gibi dolandı bacaklarımız, sırtımı göğsüne yasladım, sen dağ oldun ben gölge, kollarınla sardın bedenimi dereler çağlıyordu vadimizde, sağ elinin avcuyla hoyratça kavradın sol mememi, ateşin ilk harlı alevi yükseldi gök yüzüne. 

Biz seninle iki ayrı elmanın yarısıydık, olmayacak duanın amini, arkası yarınları olmayan bir hikayenin ama ne kahramanları.

Uyuduk öylece. Avını bekleyen bir avcı gibi, heyecanlı, kararlı, ürkek ve telaşlıydık ve bir o kadar durgun; saklı göller misali.  

Gün ağarmadan daha,  öptün beni usulca. 

Uyandık öylece. 

Sen kalktın önce, sessizce.

Ben kaldım geride sessizce.

O zaman anladım kök salamayan sarmaşıklar ölmüştü, sessizce. 

Hikayemiz bitti.

Böylece. 

Sessizce.

***

Fotoğraf / 2018


03 Aralık 2021

Çok Daha Zor Mayıs




Sabah erkendi uyandığımda, kör bir karanlık değil de mutlak bir karanlığa uyanmıştım sanki.   Dün akşam iki cümle arasına mırıldanırcasına söylediğin, Haziranın ilk haftası takıldı aklıma, gelecekmişsin ya! Bazı kelimeler boş hayaller kurduruyor insana. Gün içinde o hayalin her bir anına bir daha hiç kopamayacakmış gibi sarıldığımı fark edince, evden çıkayım dedim, yoksa gün zor olacaktı, gece daha zor.

Kaçış unuttum sanmanın, hangi dildeki karşılığı dersin?

Seni özleyeceğim!

Bir süre daha bazı sabahlar, elim hep yüreğinde uyanacağım. Beni seyrediyormuşsun gibi, gözümü açar açmaz gördüğüm gülen yüzüne, ben de sımsıcak gülümseyeceğim. Sonrası fena biliyor musun? Sonrasında gün akıp giderken kendi hızında, ben keşkeler biriktireceğim yokluğuna ve keşkeler kaydıracağım denizler üzerinde, yüreğime bastığım taşların ağırlığınca. Bir kaçını salarım belki balon misali, kırmızı, mavi, mor, sarı, belki gökkuşağı sanıp da mutlu olur hiç tanımadığım birileri.

Ama en çok Haziranda kahrolacağım, ortancalar çiçeğe dönecek ya yüzünü, işte o zaman keşkelerimin sayısı bilinmeyecek, boncuk boncuk ağlayamadığım için yokluğuna.

Biliyorum seni çok ama çok özleyeceğim!

Sanırım seneyi devriyesi geldiğinde, şairin* dediği gibi, işte o Haziranda ölmek isteyeceğim, bir acabaya bağlanıp da akmayan bir çeşmenin başında susuzluğumu gidermeye çalıştığım için, kuruyarak öleceğim.  Bilirim, şair zamansız ölümü anlatır o şiirinde, bilirim adaletsizliği anlatır, bilirim bir dönemi anlatır, zamansız göçleri anlatır, metafor gibi gelir, ölüm ve yaşamak okudukça. 

Ama şair, eninde sonunda bir gerçeği anlatır. 

 "Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç"

Yokluğunda... / Mayıs 2010

 
* Hasan Hüseyin Korkmazgil
Fotoğraf / 2018

02 Aralık 2021

Zor Mayıs



Saklı vadide içerken, yüreğime sakladığım seni usulca öpüyorum, sessizce, kimselere çaktırmadan, üzerine düşler kurup, yeniden yüreğime saklıyorum. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme. Eve geldiğimde, aradığını dilediğimden, hemen ev telefonuma gidiyor elim, aramışsın, seviniyorum, ya aramasaydıyı hiç aklıma getirmiyorum. 

Telaşlı ve gergin bir bekleyişin içinde sıkışıp kalmanı istemediğimden, arıyorum. Aklımda fena halde seni öpmek isteği, dudaklarımı iyice ahizeye yaslayıp, "beni aramışsın" diyorum. Sonra sana olup biteni anlatıyorum ve sen, "kapatmışsın blogunu" diyorsun. Evet, diyorum, biliyorsun ne zamandır niyetim vardı zaten. "Ne gerek vardı bir veda yazısına" diyorsun, "teselliye ihtiyacın mı vardı?" "Bütün yazılarımı kendim için yazdım" diyorum, "nasıl diğerlerini istediğim için kaleme aldıysam bu vedayı da bu nedenle kaleme aldım".  Sorduğun soruyu telefonu kapattıktan sonra bir kez de kendime soruyorum, "teselliye ihtiyacım mı vardı?" Belki... Belki de tek ihtiyacım olan, acımın derinlerinde tek başına yüzleşmeyi göze alamadığım için, boğulursam diye, ses edecek birilerinin kıyılarıma yanaşmasıydı. / Mayıs.2010



Bilmem ki bir açıklama yapmak lazım mıydı? Başlarken yapmıştım, neden yazmaya başladığımı ve neden paylaşmaya karar verdiğimi. Şok edici bir etkisi olmamalı gidişimin, ne de olsa gitmek hep dilimdeydi. Yalancı çoban oldum sanırım. Artık gittim ama kimseyi inandıramıyorum. Bazen öyle bir an geliyor ki, açıklama yapmamış olmaktan rahatsızlık duyuyorum ama ne diyebilirim ki, adam beni terk etti, ben de gittim mi demeliyim. Çok mutsuzdum, bunu resmedip de yüzleşecek dermanım kalmamıştı, o nedenle kaçtım mı ya da, bilmiyorum. Sanırım hiçbir açıklama yapmayacağım. Onlarca kez teşekkür ettim, katkı koyanlara, dostluk sunanlara ve onlarca kez anlattım hezeyanlarımı yazılarımda. Hem kime ne ki, kendim için yazıyordum, şimdi de kendim için gidiyorum. Budur! / Mayıs.2010




Evreleri var insanın, mesela bir ayrılık kararında, eğer kendisiyse ayrılmaya karar veren, karşısındakine söylemek, o kararı almaktan daha zor. Yok eğer, ayrılığı bir olasılık olarak aklında tutuyor ama ayrılmamaya tutunuyorsa, o zaman da ayrılık gelip çattığında, dağılan taraf olmak kaçınılmaz. İşte, bence orada olmak en kötüsü, dağılan tarafta yani. Çünkü kararı alan, bu kararı alırken ve açıklarken taşıdığı yükü, karşı tarafa söylediği anda, kucağına bırakıveriyor ve arkasını dönüp gidiyor. Bunca zamandır yanında olan ve kendi taşıdığı ağırlığı ağırlaştırırken, yanında hep sevmiş olduğu insan var, tek başına değil yani. Ağırlığı kucağında bulansa, o ağırlıkla kalıveriyor ortada. Hem tek başına hem de beklemediği bir zamanda gelen bu ağırlıkla baş etmek kolay olmuyor. Önce bir öfke nöbeti, beraberinde gelen neden soruları, ardından ağlama krizleri, aldatılmışlık hissi ve bir çokları, benzerleri ve nispi olarak daha kötüleri, ardı ardına bir savaşın ortasında gibi, daha çok da gece yarısı baskınını andıran bir hesapçılıkla geliyor. Hele bir de gece gerçekten olunca, yani karanlık zifiri denir ya, işte tam o anda, bastırınca sessizlik ve durmayınca yaşlar, kendi tükürüğünde boğulan insan misali, boğuluyor insan gözyaşlarında. 

Sanıyor ki, gelip kurtarır onu, o çok sevdiği adam. Adam, ağırlığından kurtulmuş omuzlarında, başı dik, yaptığının doğruluğundan emin, ve günlerdir çekilen ve son bulan sızılarının yokluğunda hafiflemişken "bitti" diyor. Başının çaresine bak. Sen; "peki sevgi neydi" diye soruyorsun kendine, bağıra bağıra, avaz avaz, kendini yırtarcasına, yüreğini söküp atarcasına. "Aşk neydi" diye sorar buluyorsun kendini aynalarda. "Vazgeçecek kadar çok sevmekti" diyor bir ses. Sen, "keşke kalıp da daha çok sevmeyi deneyecek kadar çok sevmek olsaydı" diyorsun. "Sevecek olsa, zaten kalırdı"yı kısık bir sesle, kendine bile duyurmak istemez bir halde söylüyorsun. Bir önceki sesin aksine şefkatle.

Kalbinin ağrısı gözünün ağrısıyla kısır bir döngü içinde, paslaşırken, yakan top misali, uykuya dalıyorsun. Sabah uyandığında bütün bunların kötü, çok kötü bir kabus olduğuna inanmak istediğinden, son bir gayret, uykuya dalıyorsun. Sabah gözünü On(l)a açıyorsun. Bunun bir süre her sabah böyle tekrarlanacağını bilerek güne başlıyorsun. Her sabah onun adını sayıklarken, zamanla bir süre sonra yani, top oynamaktan sıkılan çocuk misali, önce yakan toptan vazgeçiyorsun, her sabah ona günaydın demiyorsun. İstopa dönüyor oyun, top havada, bazı sabahlar düşünce yatağın ortasına, bir günaydın diyorsun, havadaki top keşke düşmeseydi yatağa, sen istemeden ebe oluyorsun. Vuracak bir tek kendin varsın diye, topu atan da tutan da, ebe de, vurulacak olan da kendin oluyorsun. Sonra toptan vazgeçip, saklambaç oynuyorsun. Ara sıra bir ağacın ardına gizlenip, saklandığını düşünsen de, hayat denen ebe, seni buluyor bir şekilde. Sen duvara vurup, sobeleyemiyorsun. Ayağına takılıyor bir anı, tam hızını almış koşarken, sendeleyip düşüyorsun. Zamanla denediğin bütün oyunlardan zevk almaz olunca, bir de akşam olup hava kararınca, içine dönüyorsun. Zamanla dışarı çıkmıyor, hiç bir oyuna katılmıyor, kendini yalnızlaştırıyorsun. Öfkeyle, kızgınlık arasında gidip gelen ve seni ölesiye yakan duygunla baş başa kalıp, bekliyorsun. 

Zaman geçiyor, sen geçiyorsun. Aklına düştüğü zamanlar giderek seyrekleşiyor. Üzüntün geçen zamanla ters orantılı azalıyor. Bir tahterevallinin hassasiyetinde, bir yukarı bir aşağı. Ağır basan üzüntü, kavga, kırgınlık zamanla senin yüreğini ortaya koymanla hafifliyor, sen ayakların yere değdiği ilk anda, tekrar oyun oynayacak kadar güçlendiğini hissedip, oyun parkının coşkusuna karışıyorsun. Elinde bir top, köşe başından tüm endamı ile dönen, mahallenin yeni yetmesini şöyle bir süzüp, ekibini kur diyorsun, cesaretin varsa yakan top oynayalım sahanlıkta. / Mayıs 2010

***
Fotoğraflar: 2018 / Akçakoca

01 Aralık 2021

Döner Seni Bulur

Biliyorsun değil mi? "Asla" yapmam demeyeceksin. Dersen, yani bir gün ağzından "asla" ile başlayan bir cümle çıkarsa not et bir kenara. Yıllar sonra, belki de yarın hatta, çıkabilir karşına. Ve sen "asla"nın içinde uyanırsın o biteviye kafanı duvarlara vurduğun sabahlara. 

Günlerce dalga geçersin mesela... "Bazı insanlar var sabahtan akşama iş yerinde film seyrediyor" diye. Gün gelir, hayat seninle dalga geçer gibi; yapacak tek bir işin olmadığı için, işinin en yoğun olduğu zamanlarda kaçırdığın diziyi izlersin, ne de olsa tek derdin gün bitsin! 



Mesela çığlıklar atarsın, "evli bir adamın sevgilisi olmak istemiyorum" diye... Evli bir adam gelir seni bulur ve sen bir seçim yaparsın; nasıl olsa sorunlu, elbet bitecek bir gün diye tutunduğun dal çürük çıkıp da kırılınca, duvara tosladığını anlarsın. Düşüp kolunu da kırabilirsin tabi ama, şans işte belki sana güler günün sonunda. 

Kilolu diye bir insanı küçümsemeyeceksin... Bir insana sokaklarda yaşadığı, çöplerden beslendiği için uzak durmayacaksın. Nasıl herkese günaydın diyorsan, onun da hakkıdır güzel bir sabaha uyanmak, yanından geçerken gülümsemeyi bilecek, hafifçe başını eğip, selam vereceksin. Dedik ya onun da hakkıdır içten bir samimiyet. 

Bir köpek düşün, açlıktan ağlayan, bi kedi soğuktan tir tir titreyen... Yaşamak onların da hakkı, bir lokmayı esirgemeyeceksin. Diyelim ki elindeki son lokma, at onu ağzına, git onlar için de al bir parça daha. Hatta sen en iyisi çantanda, cebinde bir avuç mama sakla, bugün olmasa yarın lazım olur nasılsa. 

Vaktin olduğunda, verdiğin sözleri tutmak için çaba harcayacaksın. "Konfor alanından çıkmayan, başaramaz" unutmayacaksın. Mesela eve gittin diyelim erken, kolayına kaçıp koltuğa uzanmayacaksın hemen. Diyelim ki uzandın, hayaller kuracaksın biraz, sonra bir kağıt kalem alıp eline, hayali gerçeğe dönüştürmek için ne gerekiyorsa not alacaksın. Eyleme geçmeyen, ya serden geçer ya yardan unutma. 

Yazı yazmayı seviyorsan sabahın köründe, yazacaksın. Bir çözümü vardır elbet, çok istiyorsan o çözümü de bulacaksın. Eğer bulmuyorsan, o kadar çok istemiyorsundur, kendine dürüst olup, önce kendini kandırmayacaksın. Gün içinde buldun  kısacık bir zaman, kaçamak yapacaksın kelimelerle, kalemle, kendinle. Akacak klavye durmaz masada. Deneyimledin öğrendin vakti zamanında. 

Ha bu arada, kalemi eline aldığında bırakacaksın ki aksın. Sen yazar mısın ki, geriye dönüp dönüp düzeltmeye uğraşıyorsun cümleleri, süslüyorsun metaforla, mecazla, deviriyorsun yüklemi, zamiri.  Bırak ne kadar aktıysa, nasıl aktıysa içinden, öyle kalsın. Olduğu gibi güzeldir bazı şeyler unutma. 

Daha çok gülümseyeceksin mesela. Daha çok. Çok daha fazla... İyi geliyor sana. Bir başkasına da!  Hem unutma, döner seni bulur o gülümseme hiç içinden gelmediği bir anda. Yani sırf sana biri güldü diye, gülümsersin bir anda. İçinde bir yer ısınır önce, sonra yayılır dünyaya. Dünya yuvarlaktır unutma!

Döner seni bulur, toprağa attığın her tohum zamanı dolduğunda. 

Fotoğraf. 2018 / Zürih
Yazı: 2014 / Ocak

25 Kasım 2021

Sahibine Kısa Notlar -1



Mutluluk öğrenilen bir şey. Yokluğun içinde bile gülecek bir şey bulmak mesela, kesinlikle öğrenilen bir şey. İnsan içini dengelerse, ki beklentisiz bir hayat işi kolaylaştırıyor, o zaman mutlu olmayı da öğreniyorsun. Dikkatini çekerim, beklentisiz dedim, hayalsiz değil. Çünkü gerçekler hayallerden ilham alır. Ah bu konu derin. Bir gün beklenti ve hayal üzerine de yazarım. 

Aslında belki de öğrendiğin mutsuzluğun içinde boğulmamak, her seferinde yüzüp seni ayağa kaldıran o kıyılara çıkmak. 

Kıyılarının kıymetini bilmek. Onları keşfetmek için kendi içine iyice, dikkatlice, yargısız ve bizzati futursuzca bakabilmek. Kendinin en iyisini seçebilmek. 

Ah kalbim, kaç yenilgide, kanatların olduğunu unutup öylece seni uçuracak rüzgarı bekleyerek geçirdin kısacık ömrünü. Kendini, gövdeni,  göğe uzanan dallarını görmezden gelip, kaç kere tutunacak dal aradın umarsızca. 

Avuç içlerine geçmiş tırnaklarını kestin kökünden, yine kanadılar, bu sefer içten içten. 

Sahi, sen en son hangi renk ruj sürüp öptün kendini aynada. Şöyle bir makas alıp kendinden, gülümsedin kendine. Aferin deyip taradın saçlarını. Sarıldın bir ağaca kendine sarılırmışcasına şefkat ve inançla. 

Ne zaman güldün kendine, ayağın kayıp da düştüğünde attığın gibi kahhahalarla, göz yaşların aktı yanağına.

Sahi sen ne ara sevmeyi unutup kendini, sende olanı, senin olanı görmezden gelip, küstün biricik yaşamaya.

Bir kedin olsun isterdin, olsa sen onu da mutsuz ederdin umutsuzluğunda. 

Şairin vardır bence bir bildiği, kuşlar uçuyor, hayat kısa. 



*** Instagram hesabımdan yayınladım. Burada da olsun istedim. 

#evrencekaralama


07 Eylül 2021

Gece Gece



Henüz masa boş.

Elde avuçta kalan ne varsa harmanlamışsın bir anda. Biraz aşk katmışsın biraz da umut, heyecanın bir titrek yaprak, ağacın en cılız dalında. 

Omuz başlarında dünün yoğunluğuna eklenen günün yorgunluğu, içe dönük durmaları hep bu yüzden. Sen ki yürürken incecik topuklarınla, dağlar eğilirdi karşında. 

Başın da sağa çekiyor sanki, nasıl çekmesin ki, binbir derdin kızıl kuyruklu tilkiler gibi, hem değmesin istiyorsun hem de birbirlerine sataşmasınlar. Olmayacağını biliyorsun. Nafile bir istemek hali seninki, içine içine konuşup, sessiz bir çığlık misali. 

O anlatıyor, sen dinliyorsun sükunetle ta ki o sihri bozan cümleye  kadar,  tüm yorgunluğuna rağmen, umutlusun da gecenin getireceklerinden. Belli mi olur, belki yağan yağmurda ıslanırsınız inceden. Hayal etmesi bile güzel. Öyle uzun zaman geçti ki üzerinden, sahi 2003 muydu? Belki 2013 yazı. Yanlış hatırlamıyorsan 2018 Temmuz ayıydı, Datça'da küçük sahil kasabasında, o sahilde, zamansız bir kopuş anıydı gerçeklerden.  Ne geceydi ama! Sahi kaç yıldız kaydı gökyüzündeki bulutsuz karanlıklardan. 

Ah zaman! Bazen ve sıklıkla acımasız bir makina gibisin. Pasın alınacak ki işleyesin. Harman ettin yılları, anları, anıları... 

Masa henüz boş. 

Bulutlar kararıyor, deli bir rüzgar... Kendinden önce uğultusu duyuluyor, sonrası tufan, sonrası yağmur, sonrası bir çakal sürüsü uğuldaması. Gece henüz zifiri karanlık değilken, korkuna sarılıp, biraz bekleyip, karanlığa bırakacağına neyin varsa, ayağa kalkıyorsun o heyecanla.

Döküldü mü taşların! 

Ah be kızım dedim ben sana, etek giyilmez puslu havalarda. 

Usulca topla masayı, sessizliğe as umutlarını, yorgun omuzlarına yep yeni bir yükü daha vurduğuna göre, söndür ışıkları, yat uykuya. 

Uyuyabilirsen yarın yeni bir gün. 

Uyanabilirsen kur sofrayı bir daha, unutma mutlulukla kahvaltının yakın bir ilişkisi vardır aslında. Şair yalancı olacak değil ya. 

Ah o şair, hangi masaydı o, boştu da üstelik. Masa da ne masaydı ama. Hıh! Zaman! Gene mi çıkıp geldin sen amansızca...

Ah be kızım aklın varsa dön yatağa, dal uykuya, uyan sabaha. 

Belli mi olur, yükün bir kuş olur, tilkiler kaçar yabana, sen gene özgür, sen gene mutlu, sen gene... 

Sahi... 

Sen? 

Sen var mıydın bundan önceki zamanlarda.




07 Mayıs 2021

Pandemic Aforizmalar



Bugün instagram hesabımdan bu fotoğrafı paylaştım. Yazmayı özlemiş olmalıyım ki, akıp gitti kelimeler. Vefasız blog yazarı olarak, kendimce mihenk taşı olacak bu yılları/anları burada da arşivleyeyim dedim. Gelmişken bir komşu ziyareti de yaparım belki. 

***

Yazarken. kendimi diğer bloglarda buldum. 

Ah ah "Aydan Atlayan Kedi"nin bir "cuma mektupları" olurdu ki... Okumalara doyamazdınız. Her gün cuma olsa derdiniz. Tesadüf yazmış bir kaç satır, neden yazmadığı ve yine de okunduğu üzerine üstelik :)

Şaşkın Kovam döndü dolaştı yurda geldi. Göçebelik de bir yere kadar... Geldiğinden beridir de bir yazmalar çizmeler, gülmek isteyene ilaç, düşünmek isteyene alternatif tedavi yönetim mübarek... Ayrıca tam bir görev insanı olduğunu ve bunun takdire şayan bir mükemmellikle icra ettiğini de söylemeden edemeyeceğim. ;)

Buraneros gibi bir blogger bu dünyaya fazla, bir an önce edebiyat dünyasına adım atsa iyi olacak. Her blog yazısı kitap gibi... Üstelik öyle saptamaları var ki, incelemeleri ve ah o aktarmaları... İnsanı kendinden alıp, kendine çarpıyor. Bir de "an" anlatır ki, sanırsın o anda oradasın :)

Sevgili Esin'in içinden görüşmeyeli bir Esin daha çıkmış ki, insanın iyi ki pandemi olmuş diyesi geliyor.  :) İzler ve Yansımalar'ın böylesine muhteşem bir iz bırakacağı kimin aklına gelirdi. Alkış ne demek kıyamet desem yeri. 

Gelmişken Zeugma'ya uğradım. Eğer o çiçekler yürüyüş yolunun bir parçası ise, insanın şu pandemi günlerinde her saat başı dondurma yiyesi gelmezse ben de bir şey bilmiyorum. Uzun zaman olmuş Zeugma'yı ziyaret etmeyeli, iyi geldi gezinmek kelimelerinde.  

***

Nasıl oldu bilmiyorum ama blog yazısı arasına ütüyü, geç kahvaltıyı ve son zamanlarda mahalledeki caminin bizim salonda şube açtığına yemin edebileceğim cuma vaazını da sıkıştırmayı başardım. Ah ah 20'li yaşlarım aynı anda kaç işi yapardım da gene de hepsinden beklenen sonuçları alırdım, şimdilerde öyle mi? Birini unutup, diğerini buruşturup, başka birini geçiştirip, bir diğerine sinir olup, ilkine bir dönüyorum ki... Nerede kaldığımı unutmuşum. Neyse ki, evden çalışmak işleri bir nebze rayına koyuyor: yavaş yavaş deliriyorum. 

Geçenlerde Buranaeros'a da yazdığım gibi;

Onu bunu bilmem. Tam kapanma hikaye, açılma desen ziyadesiyle namümkün. Küçük kaçamaklar, insansız doğa sahası, dronsuz da hava sahası bulduğum her yer bayram bana. Yavaş yavaş deliriyorum. Çok yavaş ama, karınca hızında. Anlayacağın karınca kararınca kopyalayıp karıştırıyorum. Balkonu bahçe, küveti deniz, salonu orman, arka odayı vadi olarak konumlandırıp günde 10000 adım atıyorum. İyiyim ben bence. İyiyim. Bir kaç yaş daha böyle büyürüm. Potansiyel görüyorum kendimce.
***

Eh şimdilik blog yazarlığımın acemi günlerindeki tozu üstümden attım galiba. Sahi neden bu blog yazısını yazmaya başlamıştım ki :)


***

Bugün geçen yıldan bu zamana olup bitene farklı bir gözle baktım sanki. Bugün bana sunulan hayatın, sabah aldığım nefesin, sevdiklerimle geçirdiğim zamanın, uzak kalışların, derin özlemlerin, kurulan hayallere " iyi ki" yaşamışımın verdiği o cesareti hissetmek.. İyi geldi. 

Tüm bunlar bu sabah yaşama tutkuma biraz daha umutla sarılmamı sağladı. 

Pandemi boyunca zaman zaman daraldığım oldu tabii ki, zaman zaman üzüldüm, zaman zaman çözümsüz kaldım ama bu zaten hayatın "normal" akışında da öyle değil mi mesela iki gün üst üste evde otursam duvar üstüme gelir benim. Yani bunun pandemi ile bir ilgisi yok aslında, genel olarak üstüme gelir o duvar. Ki vakti zamanında duvarları olmayan ev projesi bölge geliştirmişliğim vardır. 

Pandeminin beni derin yalnızlık ve depresyon durumuna sokmamasındaki temel meselenin, nefes almayı bilmek olduğuna kanaat getirdim.  Ben ne yaptım mesela; bana tanınan nefes alma koridorlarında bazen yürüdüm, bazen koştum, bazen durdum uzun uzun, bazen de ağladım aslında hepsi kendime, bedenime, zihnime ulaşmaya çalışmaktı.

Birkaç gündür okuduğum yazılarda karşıma hep şefkat kelimesi çıkıyor. Düşünüyorum üzerine. 

Eskiden daha sıklıkla şimdilerde sanki biraz törpüleyebildiğim,  bana sorulmadığı halde fikrimi söylediğim anlarda aslında karşımdakini üzmüş, yormuş, hadi itiraf edeyim haksız yere yargılamış mı oldum acaba? Soru sormayı bırakalı çok oldu mesela. Biri bana anlatmak istiyorsa anlatır, sormam gerisini, berisini. O kadardır bana aktarmak istediği, eyvallah. 

Oysa hazırladığım özenli tabaklar, masalar gibi, özeni yaşamımın temel taşı yapsam ve şefkati de eklesem bir doz... 

Aceleci yanımı sakinleştirsem, sabırlı yanımı büyütsem... 

Sanki pandemi bana bunları fısıldayan bir dönem oldu. Ben böyle hatırlayacağım. Bir gün çok ama çok yaşlanınca anlatırken, kişisel bilinç değişimimin başlangıcı olarak bu yılları baz alırmışım gibi geliyor. 

#evrencekaralama



09 Nisan 2021

100'lük Keder




Oturdular cam kenarında bir masaya... 20'lik söylediler, bir 20'liğe dökmek için hüzünlerini. 

Görece kızıldı biri, görece daha güzel. Başladı anlatmaya; yaşayamadığı gençliğinin, hiç bilmediği kadınlığının hayal kırıklıklarını. 58 yaşında aldığı ilk gül buketi de evli bir adamdandı. Sonradan öğrenmişti bu detayı. Sonrası çorap söküğü, o gidemedi, o gelemedi, o vazgeçemedi, diğeri kıyamadı... Ömür dediğin de sona geldi ama sonlanamadı. İntiharı düşündü ama yapamadı... 

Dert bir değil ki anlatsın da, azalsın... Kopuk kopuk cümleleri tarih takip etmeyen bir sıralama ile anlatsa da, adamla tanıştıkları ilk günü anlatırken mutluydu gözleri, sırasıyla hüzünlendi, kızardı, en sonunda aktı masaya gözleri. İçi, dışı, öfkesi, kırıklığı ne varsa yüreğinde, aktı gözlerinden masaya. 

Görece iç güzelliği daha güzel olan, baktı masaya. Kendini koydu her bir damlaya. Bir kaç cümle kurmak istedi. Ferahlatacak, avutacak ya da ne bileyim en azından bir nefes aldıracak. Onun yerine okkalı bir küfür çıktı ağzından: "Orospu çocuğu bunların hepsi." Müzik de en zamansız yerinde durmuştu. Umursamadı. "Sana yaptıklarını karısına yapsa, mutlu bir evliliği olurdu pezevengin." 
Sustular uzunca bir süre. 
Nice zaman sonra cam cama değdi can cana. 
Derin bir iç çekti, sesi kısılmış gibiydi, "Hoş analarının da ne suçu varsa, vuracaksın böyle tipleri, tek kurşun, ikincisi ziyan"

Cam cama değdi bir kez daha ve can cana. 

Alev alev gözleri ile devam etti anlatmaya görece daha güzel olan. 

Adam çokça duymaya alışık olunan, "klişe" cümlelerle durumu özetlemişti;

Sen öyle masum ve güzeldin ki...
Kıyamadım üzülmene...
O zaten hasta uzun zamandır, eli elime değmiyor inan ki...
Küçüçük bir yalan bu... Büyütecek kadar bir şey değil. 
Bak ne güzel anlaşıyoruz seninle, sen iste hemen boşanayım onunla. 
Zaten severek evlenmedim, çocukların hatırına ev arkadaşıyız biz. 
...
..
.
Her cümlede küçüldü adam. Önce mavi ışıl ışıl gözleri karardı. Sonra yüzüne kocaman, kapkaranlık bir leke çöktü. Sonra o elleri...Avucunda sımsıcak hissettiği ellerinin buz kesip de parçalanışına şaştı kadın. Küçüldü adam, gün be gün, her anlatırken övgülerle gönlünün en olmadık yerinde büyüttüğü adam, görünmez oldu. Görünmez oldu olmasına da, ömür geçip gitti bir hiç uğruna. Yaşadıklarına saysa, çoğu keder, fırtına... 

Anlatacakları bitmişti de acısı bir gram bile azalmamıştı, görece güzel olanın. Hüznün dehlizlerinde dolandı bir süre, depresyon dediğin kaç durak uzağında. 

Bir 20'likti söyledikleri, 100'lük kederi sığdırdılar 2,5 kadehe, köz patlıcana, biber boraniye...
Birden bire biri gülmeye başladı kahkahalarla, görece güzel olan, diğeri boğulurcasına sesler çıkartarak eşlik etti. Hakkı ile yapılmış paçanga böreğine, bir porsiyon Arnavut ciğerine serpiştirdiler kahkahalarını. 

Son bir kez daha değdi cam cama, can cana sarıldı bu defa. 

Hesabı istediler, bir küfür daha salladılar geceye, sallana sallana yürüdüler dar sokakta. 
Sahi nasıl bir 20'likti bu, sırası geldi mi bir 70'lik devirenleri deviriverdi bir acıda. 

Acının kaynağını böldüler paydalara, çoğunu adama, azını kadının yüreğine verdiler.

Nara atar gibi yaptılar, güldüler kıs kıs, koştular bir ara, durdular sonra. 

Geceye karıştılar, hüzne boğuldular, acıdan medet umdular, işte orada duvara fena tosladılar. 

Sarhoşun biri geldi son hız, görece güzel olan attı kendini arabanın önüne birden bire. Birden bire havalandı kadın, birden bire düştü, birden bire kan gölü oldu kaldırım, birden bire acı yayıldı, ağdalı bir ağıt ezdi geçti gecenin sessizliğini... Birden bire değişti acının tanımı. Birden bire bağırdı adam, birden bire indi arabadan, diz çöktü dizlerinin üstüne, avuçlarıyla sardı yüzünü kadının, ağladı, çok ağladı adam, hala öyle masum ve güzelsin ki diyebildi sadece. Sessizlik hakim oldu geceye. Ambulans sesleri duyuldu uzaktan. Ardından bir el silah sesi duyuldu, çok yakından. 

Birden bire öldü görece güzel olan, birden bire katil oldu görece iç güzelliği daha güzel olan. 
















08 Nisan 2021

İzin Ver Kendine


Gülümsediğin anıları çoğaltmalısın, bak gör dünya nasıl da güzel ve yaşanılası.

İzin ver kendine, beyninin seni yolcu ettiği dehlizler hep karanlık, dolambaçlı ve acı kaynağı.

İzin ver kendine, güldün daha önce, sevdin ve elbet sevildin. 

Onları al hafızanın baş köşesine. 

Beyin arsız bir kuyu...

Kalp öyle mi?

Kırıldı diyelim, unutur!

Hor görüldü diyelim, şefkatle sarar!

Kalp bu, hafızası hep sevgiden yana.

Beynin kalbi olsa böyle mi olurdu bir düşün.

Seni kolundan tutup çeken, karanlık koridorlarda dolaştıran beynine, sus! de, sert ve inanarak. 

Köpeklere fısıldayan Cesar'ı bilir misin?

Bence bil, bence sadece köpeklere değil, insana da fısıldıyor. 

Onun teknikleri ile havlayıp duran beyni eğitsek, kalp rahat eder. 

Kalp rahat ederse, çok ama çok sever. 

Dünyayı, yaşamayı, kaldırım taşı kenarında hayat bulan papatyayı, ağacı mesela ve gökyüzünü. 

Aşk dediğin de bu bence. 

Kalbinin sonsuz kapasitesini beyninle gölgeleme. 

Beynin iş yaparken lazım sana. Mesela bir süreci iyileştirmek istiyorsun, kullan beynini. Bina yapacaksın mesela, beyin şart, dekore edeceksen kalbi sok devreye... Anladın sen.

Sevmek, sadece ve sadece kalbin meselesi.

Aşk desen; 

Bence şairin* dediği mecburiyet halinden uzak, gülüşünü mıh gibi kalbine kazıma işi

***




Şair: Atilla İlhan

Fotoğraf: Adem Amca ve Yaren leylek belgesel çekiminin yapıldığı günden, tesadüf yani, gülümseten cinsinden

Yaren leylek eşiyle gelmiş bu yıl, meraklısına :)
Buyrun buradan.

Adem Amca ve Yaren leyleği yıllardır takip eden, fotoğraflayan, Alper Tüydeş'in, belgeselci Ömer Ahu tarafından çekilen belgeseli de dikkatinizi çekecektir.

05 Nisan 2021

Ortancalar Solmasın

Sevgili Buraneros;

Çünkü O Joan Baez

yazısını kaleme almasa, 

O yazıyı kaleme almasına sebep,

Sevgili Küçük Jo;

Yazmak-yazmamak.
 
çelişkisi yaşamasa ve o yazısında seyrettiği bir belgesel üzerine iki kelam etmese, 

ben her iki yazıyı okuyup, 

geçmişe yolculuğa çıkmasam, ve hatta içimin kelebeklerine dokunan Joan Baez'den yola çıkıp, Soledad Bravo'ya, oraya kadar gidince Hasta Siempre mırıldanmasam olmaz, haydi ver elini Küba ve elbet  Buena Vista Social Club'a varmasam, bunu dile getirip, Buraneros'a iki satır yazmasam, 

***

Evren4 Nisan 2021 11:26

Joan Baez dendi mi "Where have all the flowers gone" gelip yerleşir dilime, mırıldanır dururum. Annemlerin Töb'lü Der'li gençlik yıllarına benim minnak günlerime denk gelir. Nerelere gittim gene. Şarkıda da dediği gibi "long time ago"
"Hasta siempre" kulağımda, İstanbul'dayım. Acı tatlı anılar var gözümün önünde akıyor, duruyor, donuyor. Sanki gene gittim, galiba bu sefer dönmek zor. Takılayım biraz o yıllarda. Fonda "El Cuarto De Tula"

buraneros4 Nisan 2021 12:04

Öyle bir şarkıyla bitirmişsin ki yorumu, direk gittiğim yer belli. Emma Goldman. Sözün üzerine çok tartışılsa, spekülasyon yapılsa, oraya buraya çekilse da benden alır manasını sonuçta! Güzeldir be, çoookkk güzeldir hem de! Hem yoruma hem de bu yazının duygusuna fazlasıyla yakışır: "Dansedemediğim devrim devrim değildir." O halde çalsın Buena Vista Social Club:)

***

ah benim isyankar yanım, nasıl da canlandı sabah sabah.
Öyleyse biraz dans! 

***

Albüm akıyor, kulaklar mest, kalbimde bir çarpıntı! 


Bugün yüzümde asılı bir gülümseme ile dans eder dururum ben. 
Dudağımda bir sıcaklık, kalbime yayılır, kalbim çarptıkça, anılar canlanır.

***

Biri beni durdursun, kelebek etkisi, kaos teorisi derken, girdiğim ruh hali kendini yavaş yavaş, emekli amirallere, milletvekillerine, Montrö, Lozan... Girdaba sürükleniyorum...

***

Oysa ben bugün Küba sokaklarında, dans etmek istiyorum. 
Dudağımdaki sıcaklık hiç gitmesin, 
Ortancalar solmasın istiyorum. 

***

Neyse ki albüm akıyor, 

Fonda: Candela





 

19 Mart 2021

İki Kadeh Rakı

 



Senle ben birbirine sırtını dayamış iki ev gibiyiz.
Farklıyız ve çok güzeliz.

Senle ben sevgilim !

Kusura bakma ağzımdan kaçtı kelimeler, 
dün akşamki iki kadeh rakıya ver.

Ne seninle ne sensiz geçen hırçın yıllar gibiyiz.

***

4, Mart, Mesudiye

06 Mart 2021

Cemre

 


Bazen yer eder ya bir öpüş,

İşte ben gamzeni böyle bir günde  sevdim.
Hüzün mevsiminde bir kedi,
Nasıl da bağırıyor

 "sev beni"

Usta bir yalnızlık işçisi,
ilmek ilmek dokuduğu depresyonuna bahane ediyor,
henüz toprağa düşmeyen cemreyi

Bazen yer eder ya bir bakış
İşte ben gözlerindeki yaşı böyle bir günde öptüm
Kediyi sevdim
Cemreyi bekledim
Toprağını avuçlayıp seni öte dünyalara yolcu ettim

Bazen yer eder ya...
Sen yüreğimi kendine yer ettin

 ve öylece gittin.

19 Şubat 2021

Tozlu Raflar Külliyatı

Bugün, uzun zamandır uğrayamadığım mahalleme uğradım. Yolumun üstü değildi. Yolumu uzattım bile diyemem. Sanki bile isteğe, en güzel elbisemi giyip, bugün bir mahalleye uğrasam diye geçirmişim içimden. Mahallede gezinirken gözüme çarpan bir dükkanın tozlu raflarında rastladığım ya da bir eskicinin tezgahında gördüğüm... Kelimeler... Nerelerden nerelere sürükledi beni gün ortasında. Nasıl da özlediğim bir sarılma hissi kapladı her yanımı... Hatta sarıldım galiba, sımsıkı, hasretle... 

2009 'dan kalanlar için... 

Tuhaf bir gün olduğu kesin... Bugün mahallede dolaşıp duruyorum ya... Bir de böyle bir yazı çıktı karşıma. "Merhaba" ile başlayıp, "Aç Kapıyı Ben Geldim" diyerek bitmiş yazı. Hani neredeyse yazının ilk ve son cümlelerini alsan, anlamı içinde saklı. 

2008'den kalanlar için... 


 

15 Eylül 2020

Öyle ya da Böyle



Sıradan bir günü unutulmaz bir anıya dönüştürmek mümkün

Mümkün durup dururken hüzünlenip beş dakika sonra kahkahalarla gülmek

Eline batınca gülün dikeni sövmek mümkün, aynı gülü çok sevmek de

Mümkün yani yaşamak öyle ya da böyle















20 Ağustos 2020

İnsanın Acımasızlığı Üzerine...



Bayramla birleşen bir tatil planı yapmıştık. Pandemi nedeniyle çekincelerimiz de yok değildi. Hiç olmadı döneriz geri bile demiştik. Gün evvelden hazırlanan konserveler de yerlerini alınca, büyük bütçeli yatırımımız #dometic buzdolabımıza rakılar, biralar, soğuk sular ve elbet yeterli miktarda peynir  çeşidi ki beyaz için takviye Ezine'den yapılacak, neredeyse "full dolu" tedarikimiz ile yola çıkmaya hazırdık. 

Bayram süresince Kadırga Koyunun en son kısmında bulunan daha önce de gittiğimiz Minta ve Ahmet çiftinin babadan kalma pansiyon bahçesine tek ve bağımsız karavan olma lüksümüz ile deniz gören dut ağacı altına haklı bir gururla #y2ymavis ve elbet tüm heybetimizle kuruluyoruz. Bu bayramın kendinden telaşesi nedeniyle nispeten kalabalıktan uzak geçen ilk iki gününü sabah 6'da başlayan ve 11.30 gibi sonlandırdığımız rutininde bisiklet-yürüyüş-yüzme-güneşlenme serisi ile keyfi katmerleyip, sıcağın etkisiyle dut ağacının ve hemen önündeki incir ağacının gölgesi ile köşe kapmaca oynayarak bünyeyi dinlendiriyor, okunan kitaplar ve oynanan kelime oyunları ile yelkovan ve akrebe zaman kazandırıyor saat 16.30 itibarıyla, sabahın erkeninde anlaşması imzalanmış plajın en son iki şezlonguna uzanıp, günü batırmak için bira-patates, bira-sigara böreği, bira-fıstık ikililerinden birine selam edip akşamı karşılıyorduk.  Bir tek 3. gün bu rutini öğleden sonra denizde parmak sokacak bile yer kalmadığını fark ettiğimizde bozduk. O günü de öğle uykusu denen şeyin kemiklerimize kadar ısıtan güneşin altında olduğunda nasıl da çekilmez bir çileye dönüşebileceği gerçeği ile yüzleşmemiz gereken bir an olarak kayda alıp, ertesi gün kaldığımız yerden bize mutluluk veren rutinimize döndük. Bayram bitmişti anlaşılan... 

Bu bayramda bir çocuğun gülüşüne katkı koyduğumuz, hayallerinin kapısını araladığımız bir an vardı ki... Sanırım tüm tatilin kucaklaşmayı hak eden  tek anıydı. Ah pandemi, gözler ve sözler hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. 

Saroz Körfez Rotası


Saroz Körfezi bizim için keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri ile heyecan duyduğumuz bir rotaydı. Bayramı takip eden Salı sabahı erkenden çıktık yola. Gökçeada ilk hedefti, araba kuyruğunu görüp de 4 ila 6 saat beklemeli bir yolculuğu tabi ki tercih etmedik, üstelik herkesin adası geldiyse, bizim için doğru tercih orası olamazdı, erteledik başka bir bahara... 




Kömür Limanı biraz da instagramın  etkisi ile işaretlediğimiz ve heyecanlandığımız bir nokta. İkinci haftanın ilk durağı olacak. Yol kötü, telefonla yapılan ön görüşmeden anladığımız sezonluk çadır ve karavancılara öncelik verildiği, ama bir gece konaklama için onay alıyoruz. Toz toprak yollardan, meşakkatlı bir çaba ile Kömür limanını tepeden görüyoruz. Gel de aşık olma. İnstagram fotoğrafları da çekilince tıngır mıngır yuvarlan sallan iniyoruz limana. İmnez mi olsaydık acaba? Görmezden gelmekk için bahaneler uydurduğumuz çöp dağını da aşar aşmaz kamp alanına geliyoruz. Doğa muhteşem, deniz tarifsiz, çöpler ve pislik ve dağınıklık ve ucubelik tarifsiz... Arabadan inmeden onca yolu geri dönmeye karar veriyoruz. Tepeden bir kez daha bakıyoruz ki, aklımızda sadece o muhteşem manzara kalsın. 

Yönümüzü kuzeye dönüyoruz, elimiz yine boş. Önce bir gece iki günlük Bolayır ziyareti: Abi'ye selam edip kaçmak olmazdı. Masalar kuruldu, rakılara mezeler eşlik etti, sabah sporuna deniz derken... Daha önce oraları avcunun içi gibi gezen abiden bir tiyo geldi: Kalabalık ve çöp canınızı sıkabilir!

Yine de çıktık yola, keşfetmekten her zaman mutluluk duyduk, zamanla gördüklerimizi ve insanımızı da kabullenme noktasına geldik. Bir nevi bile bile ladesti bizimkisi. 

İkinci haftamızın kalış noktaları kafamızda net değildi, nerede akşam orada sabah fikri bizi heyecalandırsa da,  Gökçetepe Tabiat Parkı'nda bulduğumuz seyir tepesi bizim 3 günlük yuvamız olacaktı. Bu konuda iyiydik... Üstüne üstlük şanslıydık da!

Gökçetepe Tabiat Parkı'nda güzel bir düzenleme yapılmış, heyecanlanıyoruz. Karavan alanı, çadır alanı, piknik alanı, pandemi nedeniyle alınan tedbirler... Ve insanlar: kural tanımaz, çevresini korumaz, doğayı sevmez insanlar. Çoklar... Her yerdeler ve eğitilemezler... Böylesine özel alanlar için daha sert denetleme ve ceza mekanizması getirilmeli, başka türlüsü bizim ülkemizde işlemiyor. 




Gün doğumları muh-te-şem! Her sabah kendiliğinden 6 gibi uyanıp bu muazzam renklere ilkmişcesine hayran kalıyoruz. Günün kalanında bize kapatılmış, küçük kayalıklardan denize girme hayalimiz ve çabamız deniz ayakkabılarımıza rağmen benim kestane korkum yüzünden daha ilk günden yarım kalıyor. Avuntumuz hazır: bir hafta muhteşem bir deniz tatili yaptık zaten, bu da dağ, orman, yürüyüş ve bisiklet tatili olsun. Kendimizi mutlu etmek noktasında tam bir sihirbazız.  İki günlük bisiklet, deniz, okuma, durma halinden çevremizi tanıyalım, gezelim, coşalım kısmına çabuk geçiyoruz, Enez'e kadar koy koy gezmek, beğenirsek oralarda kalmak, olmazsa da geri dönmek üzere mavişi toparlıyoruz.  

Yol ara ara üzecek bizi, henüz bilmiyoruz. İşaretli noktaları birleştire birleştire gidiyoruz. Orman yolları, toprak yollar, belki de turkuaz mavi ve yeşilin bu kadar güzel olduğu başka bir yeryüzü olmamasına rağmen 49 yıllığına taş ocaklarına kiralalanan tozdan bembeyaz olmuş yollardan geçerken yine üzülüyoruz... Talan edilen ormanlar, dağlar, değerler üzerinden sohbet hep daha koyulaşıyor. En çok da çöp dağlarına, ağaçların dallarından sarkan, torba, maske, gofret, çerez paketleri vb, parlak, yakıcı, uçucu çöplere, birikip yol kenarları, ağaç boyları, kuytu köşede tepecikler oluşturan pet şişe, cam şişe, çocuk bezi, tek ayakkabı, terlik, yırtık kot, tişört parçası vb. yapışıcı çöplere üzülüyoruz. Sohbet her seferinde daha da koyulaşıyor. Mıntıka temizliği ile baş edilemeyecek çedirdek kabukları ve izmaritler! Çok ama çok üzülüyoruz. Bazı yerlerde bu karmaşa ve pisliğin içinde kendine buraları köy edinmiş farelerle yüz göz olmaya ramak kala arabamıza atladığımız gibi oralardan uzaklaşıyoruz. Öyle ki, bu altın rengi kumsallar ve mavi turkuaz denizlerde yüzmeye bile cesaret edemiyoruz. İnsanın acımasızlığı üzerine daha da derinleşen sohbetin rengi kara, dili küfürlü! Konular konuları açıyor. Yüzümüz ve enerjimiz her bir işaretlenen yerde bir parça daha düşüyor. Ne ummuştuk ne bulduk derken, kurtarıcımıza sığınıyoruz: Müzik! Birden enerjiler boyut değiştirse de yüzlerdeki ifadenin yukarı evrilmesi için biraz zamana ihtiyaç duyuyoruz. Neyse ki, köy yolları nispeten içimizde umut yeşertiyor. 

Nihayet, günün yorgunluğunu atmak için mola vereceğimiz ve akşam yemeği için güzel bir tiyo aldığımız Enez'e varıyoruz. Enez bizi şaşırtıyor, komşuya yakınlığından mıdır nedir, Ege havası seziyoruz. Yüzümüzü güldürüyor Enez, günün geri kalanında yaşadığımız hüzün penceresini kapatıyor, yepyeni umutlu bir pencere açılıyor önümüzde, üstelik filomingolar ile karşılaşmak da ödülümüz oluyor. 


Ada balık, limandaki diğer salaş mekanlardan bir tık bakımlı... Garson bizi üst katta limana nazır bir masaya alıyor. Yüzümüz, gördüğümüz manzara sonrasında tüm gün neredeyse ilk defa tasasız gülümsüyor. Balıklar tazecik, olta ile tutulmuş, kalamar keza...Yemelere doyamıyoruz. Ne kontrol ama! Alkışlanası, ikincilere yol vermiyoruz. Birer buz gibi bira istihkakımızı da günü batırmaktan yana kullanıyoruz. Kadehler kalkarken, tam da aynı vakitlerde, 6 yıl önceki soru bir kez daha yineleniyor;  cevap gecikmiyor: "evet hem de noktasına virgülüne dokunmadan" oluyor. 

Dönüş yolumuz otobandan, neyse ki, seyir tepemize kimseler gelmemiş, baş başayız! Kutlamalar devam etsin öyleyse deyip birer bira daha açıyoruz... 

Geceye not: Gökyüzünü çizsen ancak böyle çizersin... Ay dolunay, sessiz gecede... Mırıldanıyorum elimde değil. Yakamoz, hafif bir esinti, güvendiğin kollar sarmış bedenimi... Mutluluk çizilse, Abidin çizse yani, bizi çizerdi, hamakta uzanmış bir adam ve bir kadın, çam ağaçlarının karaltısında, gökte dolunay, denizde yakamoz, yüzlerde mutluluktan, huzurdan coşmuş kocaman dolu dolu bir gülümseme, dilde ardı ardına sıralanan "iyi ki" ler,yürek sevgiyle harman. Ah gece! Ah dolunay! 

Ah o çöpler! Hülyalara dalan bedene çimdik gibi ;)








21 Temmuz 2020

Bir Tabiat Parkının Çığlığı Olsam - Poyrazlar



Poyrazlar Gölü Tabiat Parkı

Sakarya'ya doğru yola çıkıyoruz. İlk durak İznik gölü kenarı, sabah kahvaltısını orada yapacağız. Gölün etrafında çöpsüz bir nokta yok. Üstelik günlerden cumartesi. Moralimiz bozuluyor. Zaten ne vakit yola çıksak bu ülkenin güzelliğine sahip çıkmayı bilmeyen her alandaki derin cehaletle yüzleşmekten hep yorgunuz. 

***

İşimizi halledemedik... Yaylara mı gitsek Poyrazlar Gölü etrafında mı konaklasak ikileminde yakınlık kriteri ağır basıyor ve yönümüzü şehre 15 dakika uzaklıkta yer alan 2.310 dekarlık alana yayılan, özel işletmeye devredilmiş tabiat parkına çeviriyoruz. Giriş ücretli. Daha önceki deneyimimizden tecrübeli olarak pazar günü günübirlikçi istilası ile gürültünün ve kirliliğin maksimum seviyeye ulaşacağından haberdarız, kapıdaki görevlinin nazik uyarısı için teşekkür ediyoruz. Çay bahçeleri ve lunaparklardan uzak nispeten gürültü ve kalabalıktan sıyrılabileceğimiz bir bölge arayışı ile parkın Poyrazlar Köyü çıkışına doğru ilerliyoruz. Geçtiğimiz yıl bir tane olan lunapark 3'e çıkmış, çay bahçelerinin sayısı artmış. Tabiat parkı olmuş sana kaos park. 

***
Çıkış kapısına kadar gidip, geçerken tespit ettiğimiz göl kenarındaki yere geri dönmeye karar veriyoruz. Bingo! Doğru nokta seçimi. Gürültü neredeyse yok denecek seviyede, dikkat kesilmen lazım ki, o kadar dikkat kesilecek şey varken yok sayılabilir durumda. Bir kere manzara doyumsuz. En yakın piknik masası bizden gözün göremeyeceği uzaklıkta. ve diğerleri sırtımızda. Keyfimize diyecek yok. Enim konum yerleşiyoruz sarı erik ağacının altına. Yolun ve hayal kırıklığının yorgunluğu için birer birayı hakettik. Mahallede top oynayan çocukların yanına gitmek için izin kopartmış çocuk heyecanıyla bekliyoruz akşamı. Tam karşımızda şahıs arazisine yapılan üç evden gölü cephe alan üzerine konuşmaya başlıyoruz. Hayaller yine tüp kuyruğunda. 

***

Akşam güneşi için bisikletleri hazır ediyoruz. Hedef köye gidip dönmek, sonra belki parkın içinde bir tur. Plan tıkır tıkır işliyor. Beli kırık, yaralı bir köpek ile denk geliyoruz su başında. Biraz seviyorum, inliyor, belli acısı büyük, derin, çözümsüz... Yarın yine karşılaşmayı umut ediyorum. Yol iki tarafı orman olan, tek arabanın geçebileceği darlıkta. Şansımıza araba geçmiyor. Köye yaklaştıkça, trafik ve evler başlıyor. Selamlaşıyoruz her biriyle. Yaşlı bir amca takılıyor: "Elektrikli olanında alın rahat edersiniz" Az sonra bizi sollayacak gülümseyerek.

Dönüş yolunda orman tarafına devam edip tepeden gölü seyretmek hayaline kapılıyoruz. Orman düşündüğümüzden sık ağaçlarla kaplı. Yine de yer yer görüyoruz gölü. Kıyısında olmak başka bir zevk. Üstelik sinek de yok ki dere, göl kenarı için beklenmedik bir durum. Sonraki gün anlayacağız sebebini... 



Gün batımı fotoğrafları ile turu sonlandırıp, hak edilmiş akşam rakısı için sofrayı kuruyoruz. Gün evvel yol için hazırlığı tamamlanmış bol sarımsaklı sirkeli domates sosa bulanmış kızartma ve boncuk fasülye ki "efsane olmuş" nidalarıyla yendiğini not düşmeliyim şuracığa.

Uzaklardan gelen mangal kokuları yanında bizim fakirhanenin "konsept" biraz hafif kalıyor. Halimizden memnunuz. İkişer dubleyi uzun uzadıya bir sohbete katık ediyoruz. Anda kalmak dedikleri bu olsa gerek... Esinti ürpertiyor, minik tüyler hep havada. 

***

Sabah 05.25... Serinliğin verdiği huşu bedenimi okşuyorken açıyorum kapıları. Bu sabahlara uyanmak değil miydi hayalim gene gerçeğim oldu diyorum. Yüzümdeki gülümseme görülmeye, hatta öpülmeye değer. Gölün üzerinde salınan ördeklerin sesine, kurbağalar eşlik ediyor, biri az ilerden suya atlıyor. Ses yankılanıyor... Doğa uyanıyor, yalnız zevkine varmak olmaz. Kolları ile sarıp sarmalıyor beni sevdiğim, o gülümsemeyi kaçırmamış, anlıyorum. Huzur mu dedi biri? Tarif verebilirdim ta ki o kara sinek beni kendime getirinceye kadar, bugün esinti yok. Dün kendilerinden haber alınamayan tüm sinekler birer birer ziyaretimize geliyor. Durgun havanın hediyesi de onlar oluyor. Kafaya takmıyoruz. Dedim ya manzara muazzam, üstelik "çıt" diye bir ses varsa da doğaya ait. 

Güne erken başlayanlarla ilgili tespitim giderek güçleniyor. Hayat bize güzel... Diyecek lafım yok. Kelebeklerin biri gidiyor biri geliyor. Sarı olan çizgili, beyaz olan benekli. Sazlığın hemen önündeki nilüferlerden göle atlayan kurbağalar biraz gürültücü ama insanoğlunun yanında yine de sönük kalıyor. Niyet 11 gibi, sürü gelmeden yola koyulmak, kalan dar zamanda sessizliğin tadını çıkartıyoruz. Ah bir de kara sinekler olmasa. Mükemmel diye bir şey yoktur Evren! Sessizliğin içindeki sesleri, mesela bir arının kanar çırpmasını, kelebeğin nefesini falan duyuyoruz. Bir balıkçının sessiz motoru ile uzaktan süzülerek gelişini, oltayı atışını ve bekleyişini seyrediyoruz. Yansımalar değişiyor, suyun rengi ve sesler... Bir bütünün parçası, küçük ve önemsiz bir parçası olduğumuzun farkındayız. Bireysel çabalarımızın kendimizce bizi önemli hissettiren hallerine gülümsüyoruz. 

Hazır kimsecikler yokken, kısa bir yürüyüş hayal dünyasından gerçeğe geçişi hızlandırıyor. Filmlerdeki gibi kızgın kumlardan soğuk sulara atlıyoruz. Yürüyüşe çıktığımızdan beri karşılaştığımız çöp dağları yüzünden bir tabiat parkının çığlığı olmak istiyoruz. Bu güzelliğe bu çirkinliği yapan insanoğlunun acımasızlığı karşısında donup kalıyoruz. Neyse ki Suriye'li çocuklar imdat çığlığını duyuyor. "Abla çöp" diyor "var " diyoruz. Sesleri birbirine karışarak parkı dolanıyorlar, yanlarında bir traktörle çöple. Belli ki, her sabah 7'de kaosa ucuz bir hazırlık. 

Bir daha yolumuz buralara düşerse hafta arası gelmenin bizi biraz daha iyi hissettireceğinden neredeyse eminiz. İnsanı az doğası çok günlerin, ruhumuza kattıklarının farkındayız. Dönüş için toparlanıp yola revan olunca bir gün önce gördüğümüz  canı unutmuyoruz. Yanımızdaki bir kap mamanın ona ilaç olmasını umuyoruz.