Ortak bir arkadaşımızdan dönerken uğramak istemiş.
"Buyur gel" diyorum. Kahve kokusu evi sardığında kapı çalıyor. Kahve dediğinin hatrı 40 yıl, içmesi bilemedin 10 dakika... Kahveler biter bitmez neredeyse yanyana uzanmış sohbet ederken buluyoruz kendimizi. Aramızdaki kıvılcımları görmezden gelmemizin sebebi, konuştuğumuz konunun ağırlığı: çocuk
"Nasıl olur da anne olmayı istemezsin" diyor. Gülümsüyorum. "Ben şanslı bir çocuktum. Hayat bana torpil yaptı hep. Güzel şeyler sunuldu bana. Anlayacağın kim olsa ben olurdu, hatta şöyle bir değerlendirirsen ben vasat bile sayılırım. Galiba bu vasatlıkla bir çocuğa tek başına annelik yapamayacağıma kendimi inandırdım. Beni tanısan bazen ne kadar ikna edeci olabildiğime şaşardın" diyorum. Dönüp ona sarılmak istesem de, uzandığım yere biraz daha gömülüyorum.
"Kendine haksızlık etme" diyor. "Hayatın sana sundukları değil, sunulanlar içinde senin tercihlerindir seni sen yapan. Sen iyi tercihler yapmışsın." Hatalarımı üst üste koyarken ondan gelen masum bir öpücük ile yayılıveriyor sımsıcak bir duygu: şefkat
Uzun saatler geçiyor. Konu konuyu açıyor. Eski karısını, çocuklarını ve kendini anlatıyor... Saatler geçiyor... Kendimi anlatıyorum. Eski eşimi, hayallerimi... Yıkıntılarım bu sefer hiç mevzu bahis olmuyor. O dinliyor. Ben kendi kendime seviniyorum. Geçip gitmişim köprülerden, bir su gibi akabilmişim. Yıkıntılarımın yerinde sonsuz bir çimen filizi. İnsan kaç kez yeşerir sahi?
Saatler geçiyor, öylesine ki, sabahın ilk ışıkları yarı açık pencereden süzülüp geliyor. Yüzümde bir gülümseme ile ona bakıyorum... "İnsanın sol yanıyla derdi ne biliyor musun" diye soruyorum. "Senin bildiğini bilmediğime eminim" diyor. "Sol yanına güvenmek istiyor insan" diyorum. Sözün bittiği yerde, o güçlü kolları ile "biliyormuşum" der gibi beni sarıyor. Pencereden süzülüp gelen güneş gözümün içindeyken, usulca bir hareketle dudaklarını dudaklarıma değdiriyor. "Gün aydı" diyor.... Alışılmadık bir ses tonuyla selamlıyor sabahı, o tondan devam ediyorum günü misafir etmeye... Uzandığımız yer kayıp gidiyor altımızdan, güneş çekiliyor huzurdan... Usulca kalkıyorum yataktan, el değmemiş bir duyguyu büyütüyoruz beraberce: saygı
Onu kapıdan uğurlarken, gittiği yeri biliyorum. Mantığımın söylediği o süslü kelimelere sırtını dönüveriyor yürek, oyun bozanlık ediyor. Elleri yüzümde öylece duruyoruz kapı önünde.Yüreğinin ucundaki çıkmıyor, çıksın diye ben ısrar etmiyorum. Duruyoruz, zamanın durmasını dileyecek kadar bir süre geçiyor. Dudaklarını dudaklarıma belli belirsiz dokundururken; "Şimdi git" diyorum, "dönersen bana, gidersen kendine ulaş."
Kapıyı kapatır kapatmaz, elimi yüreğimin üzerine koyup şükrediyorum: Ben şanslı bir çocuğum. Senin şanslı çocuğun.
Telefonumun çalması ile kendime geliyorum. Zaman şimdiyi gösteriyor. Beni çekip alıyor geçmişin izinden, "dün gece" diyor telefondaki ses heyecanla..."Senle ilgili öyle güzel şeyler söyledi ki... Saate aldırmadan arayacaktım ama uyandırmaya kıyamadım." O, onun bana geldiğini bilmiyor. Sabaha varan sohbetten habersiz... Az önce onu uğurlarken ki sesimin titremesi geçmiş, gülümsüyorum, susup dinlemeyi öğrendim. Heyecanı kursağında kalsın istemedim. "Bu iş kesin olacak" diye devam ediyor. "Oldu" diyemiyorum. Olan şeyden onun mutlu olmayacağını hissediyorum. Susuyorum. Olan şeylerin sonuçlarını zaman geçince gördüğümü öğrendiğimden beri, ağlamayı bıraktım. Olan benim yüreğimden geçtiği gibi olmuyorsa, bir sebebi vardır, buna inanıyorum. Ben sadece, o sebebi, en yakında zamanda görebilmeyi diliyorum. Telefonu kapatırken "hayırlısı" diyorum. "Hayırlısı" diyor. Gülüşüyoruz. Onun hayrı ile benim hayrım aynı yere çıkacak mı sorusunu, bir işaret ile çengel gibi günün ortasına asıyorum.