17 Aralık 2009

AĞIR KAPI


Kafamın içinde onlarca tilki dolanıp duruyor, hem kuyrukları değmeyecek hem de karşı karşıya gelmeyecekler... Nasıl olacaksa... Yetmiyormuş gibi bir de köylüler başladılar gene ziyaretlerine... Geçmiş, kare kare geliyor gözümün önüne, hepsi birbirinden kopuk, hepsi birbirinden alakasız gözüküyor üzerine düşünmeyince, ama biraz dikkatle bakarsam, köylüler de tilkiler de ve hatta kareler de hep aynı kapıya çıkarıyor beni. Bırak birbirine değmemeyi, sanki hepsi üst üste, üstüme üstüme... Duvarlar da boş durmuyor tabi, üstüme üstüme gelenleri görünce katılıyorlar beni bunaltma kervanına. Kervan gidiyor gidiyor, duruyor. Bir kapı: Büyük, heybetli, gösterişli, belli ki sağlam, belli ki geçilmez, belli ki geçmiş zamanlardan beri var... Kervanla birlikte ben de duruyorum. İçimde garip, tarifsiz denen o huzursuzluk... Daha önceden de olmuştu bu duygu bende... Ne zamandı diye düşünmeye bile fırsat vermeden bir tilki karşıma geçip sırıtıyor 32 dişiyle... Tilkilerin de 32 dişi var mı ki... Zaten bu bir deyim olduğuna göre, pek de önemi yoktur herhalde kaç dişiyle sırıttığının değil mi?


Huzursuzluk; yer yer uykusuzluk, gerginlik ve mutsuzluk yaratıyor. Sonra içine kaçıyor insan... Kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor taki kaçacak yeri kalmayıncaya, sığacak küçüçük bir delik bile bulamayıncaya kadar... Sonra bir bakıyor kaçtım dediği yerde gene o kapı: Büyük, heybetli, gösterişli, belli ki sağlam, belli ki geçilmez, belli ki geçmiş zamanlardan beri var... Sanki kaçtığı bütün yollar boyunca sırtında taşımış da durduğu anda sırtından yere bırakmış ve dönmüş dolanmış ardında görmüş gibi... Kapı... Duygulardan bir yapı... Sen nereye gidersen git, aklında taşıdığın bir yük... Kapı, yüreğindeki sızı... Kapı, ellerinin titremesi... Kapı gözündeki yaş... Kapı sessizliğin çığlığı... Kapı...

Kapıların kapandılar demiştim bir şiirimside... Kapan...
Kapılar kapansa kimi tutsak eder ki... Kendini mi dışardakini mi?
Kafam mı karışık bu sabah... Üstüme mi geliyor duvarlar, tilkileri gördün sürü halindeler... Köylüler isyan bayrağını almış eline, geliyorlar büyük bir öfkeyle... Kapı... Onca yol sırtımda taşıdığım, aklıma yüklediğim, ağırlığını yüreğime verdiğim kapı... Nerdesin... Kapansana... Korusana... Kollasana...

Hangisi güvenli ki; ardına kadar açılması mı kapalı kalması mı? Hani bağır bağır bağırıyorum, kapının ardı diye, belki zaten çoktan ardındayım... Belki ardına saklanmışım... Farkında değilim belki, ben cennetteyim de cehennemi merak ediyorum, belki yolumu cehenneme çevirip, kendi ellerimle kendimi ateşlere atıyorum... Yapmıyorumdur değil mi? O kadar aklımı yitirmemişimdir... Görüyorumdur neyin ne olduğunu, biliyor ve hissediyorumdur... Değil mi?

Kapı öyle ağır ki... Öyle zor ki yerinden hareket ettirmek, yüzüme kapanmış bir kere geç fark etmişim... Boşuna ellerimi kanata kanata vurmuşum dış yüzüne... Taş mısın be kapı... Taş mısın... Bi duy sesimi... Bir yankılansın açılman için vuran yumruklarımın sesi ardına saklanan uçsuz bucaksız vadilerde... Yankı karşılığı olmazsa çıkmaz mı... Ben sandım ki... Evet, ben sadece sandım...

Ellerim acısın, tırnaklarımın arasından kanlar sızsın, ne gam... Ne gam... Yeter ki bir kerecik göreyim şu kapının ardını, bir kerecik...

Ölüm mü var ardında... O da sadece bir kez mi görünür insana...

Sadece bir kez mi...

Zamanı değil mi?

Sanki... Sanki aralandı az önce, beyaz bembeyaz bir ışık; ince, süzüle süzüle gelmiyor muydu bana doğru...

Gücüm tükendikçe, kayboluyor teker teker tilkiler, köylülerin de sayısı azaldı mı ne... Bak duvar falan yok, duvar falan yok... Az kaldı kapı, ha gayret, ha gayret...


Kapı...

Kapandı...

Ya ışık, sen yağsaydın bari üzerime... İyi değil midir bazen ışık, faydalı olmaz mı aydınlık...  Ne diyorsun aklım, ne demeye çalışıyorsun...

Karanlıkta kaldım gene, tilkiler üşüşecek başıma, köylüler gelip oturacaklar karşıma, duvarlar boş durur mu gelecekler gene üstüme üstüme... Yaşam mı... Baş etmek mi... Güçlü olmak mı... Ayakta durmak mı... İnsan olmak mı...

Ne diyorsunuz be köylüler, hangi dilde konuşuyorsunuz... Ben tilkice öğrenmedim, ayrıca o kadar güçlü değilim, tükendim, beceremem duvarları geri püskürtmeyi... Öğrenir miyim... Yeterince büyümedim mi ki... Yeterince deneyimlemedim mi ki... Kaç duvar daha yıkılacak üzerime... Kaç tilkiyi daha korkutup kaçırmam gerekecek, kaç köylüyle dost olmayı başarmalıyım ki daha...

Oysa kapı, bu sefer öyle güzel aralanmıştı ki, öyle güzeldi ki ışık...
Çağırıyordu... Hissediyordum, az kalmıştı aydınlığa... Çok az...

Öyle az kalmıştı ki... Kapandı...

Sahi ne tarafındaydım ben kapının, yoksa ortada bir kapı yok muydu, herşeyi ben gene sandım mı? Köylüler aslında yok mu, tilkiler, duvarlar... Vardılar, inanın vardılar, dokundum ben tilkinin tüylerine, gördüm köylülerin bakışlarını, yıkıldı bir duvar üstüme, çok değil 2-3 zaman önce.... Ben yalancı değilim, düşler gördüğüm, sandığım zamanlar olmuştur ama ben yalancı değilim. İnanın, inanın bana gördüm ben ışığı... Kapı vardı, önümdeydi, duruyordu, üzerime geliyordu...Işığı gördüm diyorum... Işığı gördüm ben... Buza kesmişti elleri, ben ışığı gördüğümde... Ona sorun, o der size... O anlatır bütün olup biteni... Elleri buza kesmişti, duvar üzerime düştüğünde... Elleri... Tuttu mu bıraktı mı beni bilmediğim elleri... Buza kesmişti...


_________________________________
Fotoğraf / devianART

16 Aralık 2009

HER SEVMEK FARKLIDIR


Cem Adrian - Kimler Geldi Kimler Geçti

Ben bazen seni düşünüyorum...
Bakışını... Duruşunu... Endişelerini... Düşlerini... Özlemlerini...
Bu doğru değil...
Doğrusu, ben bazen kendimi düşünüyorum...
Bakışımı... Duruşumu... Endişelerimi... Düşlerimi... Özlemlerimi...
Bu da doğru olmadı...
Doğrusu, ben bazen bizi düşünüyorum...
Bakışımızı... Duruşumuzu... Endişelerimizi... Düşlerimizi... Özlemlerimizi...

Bir rakı masasının orta yerine koyuyorum bizi; salatanın limonunu sıkıyorsun önce ellerim ellerinde, sonra rakıya bir buz atıyorsun gözlerin gözlerimde... Sonra bir şarkı çalıyor;

Kimler geldi hayatımdan kimler geçti
Hiçbirisi hasretini gidermedi
En güzeli senin kadar sevilmedi
Kimler geldiiiiiiii
Kimlerrrrrrrrr geçti

Kadeh kaldırıyorum, yüreğimdeki varlığına, masanın orta yerine kuruluşuna, kimseye çaktırmadan beni  öpüşüne... Oooo diyor, beni tanıdığını düşünen arkadaşım, bu gene daldı geçmişe... Baksana nasıl da içli içli eşlik ediyor şarkıya... Koluma bir kol atıyor, kimeydi bu hal tavır diyor...

İnsan, hayatında o onda kim varsa en çok onu sever diyorum, ve bütün aşk şarkılarını bir tek ona söyler... Her sevmek farklıdır bir diğerinden. Çünkü bütün sevmeler özeldir ve hayatına aldığı herkesi farklı bir güzellikle sever yürek...  Ve eğer kendine dürüstse, bir tek onu sonsuzca sever tıpkı daha öncelerde olduğu gibi, yüreği bir tek onun için pırpır eder... Ve bir tek gece bile olsa mekansal ayrılık, hasretlik duygusu sarar yüreği...

Rakı masalarının, uzayan geceye yayılışını keyifle seyreden bir kadın var uzaktaki köşe masada ki o kadın bu yerin işletmecisi.. Şarabını koymuş, yüzü bize dönük... Mekan beyaz örtüleri, çıtırdayan gümüşi döküm sobası ile bir balıkçıdan çok evde hissi uyandırıyor gelende. Biliyorum ki bu nedenle mudavimleri var mekanın. Sıklıkla gelen olunmasının ayrıcalığı ile konuk oluyoruz sobanın hemen yanı başındaki en sıcak masaya. Herşey bize özelmiş gibi tek tek getiriliyor masaya, öyle ki bizler kendimizi en özel sanıyoruz. Kadına teşekkür ediyoruz, gösterdiği ilginin altını çizerek ve özenin üstünü vurgulayarak. Gülümsüyor, "her müşterimiz özeldir" diyor. "Her birinin yeri ayrıdır gönlümüzde." Masanın diğerleri toplu halde bana bakıyor, bu da senden der gibi... Ya da ben öyle sanıyorum.

Gece yarısına ulaşa dursun, ben senli benli bir sendelemenin ortasında, tutunuyorum düşlere... O mekandan çıkıyoruz, dilimizde aynı melodi ve sözlerle... Yüreğini bildiğimden, yürekten söylediğin o şarkının o anda bana olduğunu da biliyorum, yüreğimle sana eşlik ediyorum, bağıra çağıra, avaz avaza... Kimler geldi hayatımdan kimler geçti...

Kimler geldi hayatımdan kimler geçti
Hiçbirisi hasretini gidermedi
En güzeli senin kadar sevilmedi
Kimler geldiiiiiiii
Kimlerrrrrrrrr geçti




____________________________________
 
Fotoğraf / 1x.com
Şarkının Söz Yazarı / Fikret Şeneş

Eski Döküm Bir Sobanın Başında Oturdum ve Düşledim

Kışın ayazı sadece kırağı vurmuş topraklarda hissettiriyordu kendini, bir de küçüçük, daracık camın önünde gözüken kiraz ağacının uç dallarındaki buzlarda... Soğuktu, sobanın yanı başına yerleştirdiğim rahat koltuğumun hemen yanında kendi ellerimle boyadığım taburenin üzerine koydum şekersiz kahvemi, kokusunu içime çekerken burbonlu %48 kakao içeren çikolatamdan bir parça kopardım, üst damağıma yapıştırıp kahveden bir yudum aldım, çikolata ve kahvenin içiçe geçerken yaydığı keyfe duyularımı kabarttığım sırada aldığım keyfe eşlik eden bir kar tanesi yavaş yavaş süzülerek, az önce tutunduğu daldan kopup, hemen pencere pervazında kendini korumaya alan yaprağın üzerine kondu.

Bütün bunlar olurken sen yüreğimdeydin, düştüğünden beri hiç çıkmadın ki...  Senli benli haller üzerine gidip gelen aklımın, beni hüzün ırmaklarına sürüklememesi için, aklımı alıp başka diyarlara yola çıkayım diye, dağ evinde çok zaman önce okunup, bir gelen olduğunda okur belki diye bırakılmış kitaplara elimi uzattım.



“Yalnızca içinde bulunduğun anı yaşamaya çalış.
Eskiyi anımsamak, bizden daha yaşlılara özgüdür,” diyordu sevdiğim adam bana.

An'ı yaşıyordum; kahvenin kokusu, damağımda kalan tat ve sobanın ısısı düşlerden düşlere sürüklüyordu beni. Bazen iç çekiyor bazense gülümsüyordum. Kitabı elime alıp her açtığım sayfasına çeşitli sorular sorup cevaplar arıyordum. Kah sen oluyordum, kah ben, kah senin duyguların kah benimkiler... Bilirsin, daha önce okuduğum bir kitabı tekrar elime aldığımda bu tür bir oyunla kitabı kurcalar ve böylece hem keyfimi katlar hem de oyalanmış olurum.

Bütün aşk öyküleri birbirine benzer.

Ne komiktir değil mi yaşam sevgili, üst üste koyduğumuz anların bizde bıraktıklarını illa çıkartır su yüzüne... Düşünsene aşkın ilk zamanlarını, sevdiğin ya da sevebileceğine inandığın düşer aklına zaman zaman; gülümsersin, sonraları aklından çıkmaz; gülümsemeye devam edersin. Sonrasında aklına gelir hüzünlenirsin, sonra da eski aşklar mezarlığındaki yerini alır, sen bir şarkı çaldığında ya da bir ses duyduğunda bazen de hiç olmadık bir anda gidip ziyaret edersin. Zaman sen içine ne sığdırıyorsan odur... Bazen koca bir zamana içi dolu kısacık bir yaşam, bazen kısacık bir zamana koca bir yaşanmışlık sığdırırsın. Sen mi kurmuştun bir zamanlar buna benzer bir cümleyi anlarımız üzerine konuşurken... Belki de...

“Gülünç, diyorum, kendi kendime. Aşktan daha derin hiçbir şey yoktur. Çocuk masallarında, prensesler kurbağalara öpücük verir ve kurbağalar sevimli prenslere dönüşür. Gerçek yaşamdaysa, prensesler prensleri öper ve prensler kurbağaya dönüşür.”

Akıp giden zaman içinde, prenslerin de prenseslerinde kurbağaya dönüştüğü öyle çok hikaye gördüm ve dinledim ki... Neyse ki sevgili, ne sen prenssin ne de ben prenses, bu durumda bizim masalımızın bildik bir masala dönüşmeyecek olması muhtemel gibi gözükse de, bütün aşk öyküleri birbirine benzermiş ya... Üstad öyle buyurmuş, göreceğiz...

- Sevmek tehlikelidir.
- Biliyorum bunu. Daha önce birini sevdim. Sevmek; uyuşturucu almak gibidir. Başlangıçta kendini iyi hissedersin, bütünüyle verirsin. Ertesi gün, daha fazlasını istersin. Henüz zehirlenmemiş, o duygudan hoşlanmışsındır ve onun üzerindeki egemenliğini sürdürebileceğini sanırsın. Sevdiğin kişiyi iki dakika düşünür, sonraki üç saat boyunca unutursun.

Ama, yavaş yavaş onun varlığına alışır, ona bütünüyle bağımlı hale gelirsin. Böylece, onu üç saat düşünüp, iki dakika unutmaya başlarsın. Yakınında değilse, bağımlılarının uyuşturucu bulamadıkları zaman hissettikleri şeyi hissedersin. Uyuşturucu bağımlılarının, gerek duydukları şeyi bulamadıkları zaman hırsızlık yaptıkları, kendilerini aşağıladıkları gibi, aşk için her şeyi yapmaya sen de hazırsındır.

- Ne korkunç bir benzetme!” diye bağırdı.  

Kitap iyiden iyiye sardı beni, paralel düşüncelerle karşılaşınca insan kitabın içene giriyor, bir solukta okunan nice kitaba dön bak, illa kendinden bir parçayı bulmuşsundur içinde. Tesadüf üzerine konuştuğumuz zamanlara dönüp bakıyorum da... Çok da zaman geçmemiş ama ne tuhaf değil mi sevgili, içinde sen olan bütün zamanlar, üzerinden çok yıllar geçmiş gibi yıllar öncesinden çağırıyorum da koşarak geliyorlar gibi soluk soluğa...

Kahvem bitmek üzereyken, sobaya bir çam parçası attım, büyükçe, üç beş tane de kozalak, kömür ısıtsa da sesi bir başka çamın meşenin kozalağın, insan duymak istiyor çıtır çıtır odunun sesini... Kar iyiden iyiye gösterdi kendini, dağ çileklerinin üzeri neredeyse kapandı, oysa dallarında henüz pembe beyaz bir kaç tane çileği vardı. Bugün yarın onlarda güneşe aldanıp rengini salıverirdi ama kar bu bekler mi, aşk gibi ani ve çarpıcı bir giriş yaptı... Böyle lapa lapa yağarken iyi de, tipiye çevirirse durum fena. Neyse ki, bir haftalık yiyecek ve yakacak stoğumuz var.

Kafasının içi bölünmüş bir insan, yaşamın yükünü gerektiği gibi kaldıramaz.

Akılla yürek neden bir olup güç vermezler de insana, ayrı ayrı yollardan gitmek konusunda ısrarcı olurlar. Nedir ki onları birbirine düşüren. Aklımın almadığını yüreğim onaylar, yüreğimin kaldıramadığının elinden aklım tutar. Sana da olur değil mi sevgili, senin de aklının yüreğinle tutuştuğu, kavgalı olduğu, yumruk yumruğa bir kavganın ortasında senin ötende bir şeylerin o kavgayı durdurduğu olmuştur değil mi?

“Bundan böyle kendi karanlıklarım beni hiç boğamayacak, diye kendi kendime söz verdim ve kapıyı Ötekinin yüzüne çarptım. Üçüncü kattan düşmek de, yüzüncü kattan düşmek kadar hasar bırakırdı.”

Düşeceksem, çok yükseklerden düşmeliydim.

İnsana bir cesaret geliyor aşık olunca, sanıyorsun Ferhat'a dağları deldiren güç sana da gelecek ve sen aşamadığın onlarca sorunun üstesinden geleceksin. Ha diyeceksin ki şart mı be sevgili, değil elbet, değil de insan beşer şaşar, bugün evet dediği yarın yetmez, bugün yeter dediğinde yarın boğulur gider... Düşmek nereden düşersen düş acıtır canını. Bir de can acısı insanın acı eşiği ile doğru orantılı, hani zaman gibi bir parça, demiştim ya daha önce zaman vardır uzundur boş bir yaşam sığar içine, zaman vardır kısadır, dolu doludur bir ömür gelir dinleyene...

Beklemek. Aşk konusunda öğrendiğim ilk ders buydu. Gün sürüklenip gitmektedir, binlerce plan yaparsınız, olası tüm diyalogları düşlersiniz, davranışınızı değiştirmeye söz verirsiniz kendi kendinize - ve orada öylece beklersiniz, kaygılar içinde, sevdiğiniz insan dönünceye kadar.

Ne tuhaf değil mi sevgili, sabır aşkın doğasında var, sabırsızlıkla iç içe... Dedim ya tuhaf işte... Tezatlar bütünü gibi aşk biraz; bir parça mutluluğun, bir parça hüzünle gölgelenmesi an meselesi.  Gülerken ağlamak,  çoşarken kurumak, tamam derken koşmak hep aşkın içinde...
 
Gözlerimi kapamadan önce, annemin sesini duydum. Bana küçüklüğümde anlattığı bir masalı anlatıyordu, ama ben o zaman, o masalın benim masalım olacağını düşünemiyordum.

“Bir delikanlıyla bir genç kız birbirlerini çılgıncasına aşık olmuşlardı,” diyordu annemin sesi, ben rüya ile kendimden arasında bocalarken. “Ve nişanlanmaya karar verdiler. Nişanlılar her zaman birbirlerine armağan sunarlar. Ama delikanlı yoksuldu - sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinde kalan saatti. Sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek, ona çok güzel bir gümüş tarak alabilmek için, dedesinden kalan saati satmaya karar verdi.

Genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık armağanı alacak parası yoktu. O da, yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek saçlarını sattı. Eline geçen parayla da, sevdiği adamın saatine altın bir köstek aldı.

“Ve nişanlanacakları gün yeniden buluştuklarında, genç kız ona, sattığı saat için bir köstek armağan etti; delikanlıysa genç kıza, kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak.”
 
'Yaşam, sen planlar kurarken, karşına çıkanlardır'... Kim demişti, ne zaman demişti, bir yerlerde mi okumuştum hatırlamıyorum ama sen bilirsin aslında. Ne çok hayaller kurup, ne çok konuşuruz üzerine; yaşamak, denk gelmek bir yerinde akıp giden zamanın... Aynı yöne bakmak ve aynı anı düşlemek, yanyana değilken bile... Bugün mesela, şu sobanın sıcağına uzanmış yatıyorken ne yolculuklar yapardık sokak aralarında kimbilir, henüz gidip görmediğimiz yerlerde ne çok gülerdik, ne çok düşler kurardık üzerine...

Ne var ki Tanrının bana ikinci bir şans bağışladığını biliyorum. Bu şansı bana, seninle birlikte olduğum şu anda bağışlıyor. Ve yolumu bulmama yardım edecek bana.
Bir kez daha sözünü kestim: “Bizim yolumuzu.”
Beni ellerimden tutup ayağa kaldırdı.
“Git eşyalarını topla. Düşler boş oturtmaz insanı.”

Sis indi karşı dağların üzerinden, cam önünde ötüşen kuşların sesi duyulmaz oldu; görsen az önce elma ağacında kalan bir yanı çüürük bir elmayı paylaşmalarını; filme almak isterdin, çocuklar da bilsin paylaşmanın değerini diye...  Akşam için bir çorba kaynatmanın ve sobayı kömürle desteklemenin zamanı geldi. Vakit keyifli düşlerden ve düşüncelerden, gerçeğe dönme vakti. Aynı hikayedeki gibi, hem sorumluluklarını bilecek hem de bahçenin güzelliklerini göreceksin...

Ah be sevgili, yüreğim; sımsıcak bir sevdaya ta uzak yollardan koşup gelişini hiç unutamıyor, o ilk gelişindeki heyecanlarla yüreğimdeydin tüm gün ve dönüşündeki hüzün kapladı aklımı bir an, sadece tek bir an hüzünlendim yokluğuna...  Bugünkü keyfime katık edip seni, senli benli bir düşün  peşine düştüm. Yüreğimi ısıtan sevgine sarılıp uyuyacağım bu gece... Gözlerini hiç ayırma gözlerimden ki özlemin yakmasın yüreğimi...
 
Aşkla...
 
 
 
______________________________________________________________________________
 
İtalik yazılar alıntıdır.
Alıntılar Paulo Coelho'nun Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım  kitabındandır.
Başlık yazarın kitabına bir göndermedir.
Fotoğraf / deviantART

15 Aralık 2009

YÜZLER


Herkes kendine bir yüz bulmuştu, arkasına saklanmış o yüzden rahat rahat konuşuyordu. Olur da bilinir, bulunursa hemen gibip başka bir yüze sığınıyordu. Ben de kendime yüzler aradım yüzlercesinin içinde; bir yüz, nasıl ince... Yakışmadı tenimin rengine... Sonra başka bir yüze denk geldim; bakışları naif değildi, beğenmedim. Dolaştım nicelerinin arasında: Yüzler... Yüzlerce...

Kendi yüzüne sahip çıkmalı insan, kendi yüzünden düşse de bir gaflete dedi yürek sesim bana...  Yüzüne sahip çık dedi yüreği güzel biri bana, yüzün kendinin olmazsa yüreğinden geçeni bilemez hiç kimse hem yüreği güzel olanın yüzü de güzel olur... Yüreğimi bilsin istedim; yüzüme gülen, gözümü gören, gülümsememi seven...  Kendi yüreğimi bildiğimden vazgeçemedim kendi yüzümden...

GÜLDEN PEÇETE

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...

Başucunda duran yeşil telefonun tız ve ince sesine açtı gözlerini, arayanın o olduğundan şüphelense de açtı, istemsizdi... Sesine yansıyan öteki haliyle, buyrun dedi... "Lobide bir bayan var sizi bekliyor, haber vermemizi istedi. İsmi..." İsmi duymak istemedi, birşey demeden kapadı telefonu. Eşofman altını giydi, üzerindeki tişörtle kapıya yöneldi. Saate bakmak aklına geldi. Komidinin üzerinde değildi saati, banyoya baktı, yoktu. Ne kadar uyumuş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı, başının ağrısı tek bir vuruşla kendini belli edince, üzerinde durmadı. Otel odasının kapısını araladı, bekledi. Bir an nereye ve neden gittiğini hatırlamaya çalıştı. Koridor loş ve boştu. Geç olmalı dedi. Geçti...

Lobiye indiğinde, sağa sola bakındı. Motel şehrin kalabalığından uzak ama şehre yürüme mesafesinde, fazla pahalı olmayan üçüncü sınıf bir oda kahvaltı hizmeti veren bir yerdi aslında; karşı nehrin ışıklarının  yere kadar uzanan camdan süzülerek içeri girdiği köşe masayı kendine mekan bilir zaman zaman bir içki içip sohbet etmeye arkadaşlarla gelebilirdin bile; salaşlık attığın her adımda kendini göstermiyor olsaydı tabi...

Kadın, bir film setinden az önce çıkmış bir fahişe rolü oynayan yeni yetme duplör gibiydi. Esas kadın olamayacak kadar bakımsız taranmış saçları ve özensiz makyajı ile elindeki sigarayı henüz yakmış ve  yırtıkları daha uzaktayken bile fark edilen ahşap oymalı bordo kadife koltuğun kenarına doğru oturmuş, sokak lambasının yüzüne vuran ışığında kendinden gizlenmişti sanki. Adamı fark edince sigarasından derin bir nefes aldı. Sigara dumanı, sokak lambasının ışığı, yırtık bordo ahşap oymalı koltuk, önünde duran koyu renk uzun sehpa ve sehpaya uzattığı bacağından fark edilen hemen bileğinde biten file çorapla tam da kendisine biçilen rolün hakkını verebilecek gibiydi. Belki de gerçek bir aktördü... Koyu şarap kızıl saçlarını geriye doğru attı. Bakışlarına derin bir anlam yükledi ve adamın ona gelişindeki sıkıntıyı ve boşvermişliği  hissedince gözlerini kısdı.

Adam, manzarayı tam karşısına alacak ve kadın solunda kalacak bir şekilde daha genişce ve daha iyi bir durumda olan koltuğa hiç ses çıkartmadan oturdu. Ne yürürken ne de otururken kadına bir kez bile dönüp bakmamıştı. Kadın sehpa üzerinde duran filtresiz sigaradan adama uzattı. Kırık ve yer yer ojeleri çıkan bakımsız tırnakları, kadının ilgisinin uzun zamandır kendi üzerinde olmadığının kanıtıydı. Adam kafasını hiç o yöne dönmeden sigaradan bir tane aldı. Kadın tam çakmağa uzanacakken, adam kendisinden beklenmeyen bir hızla çakmağı aldı ve kendi sigarasını yaktı. İkisi de o ana kadar tek bir cümle kurmamıştı. Sigaralarının içlerine çektiler, gecenin sessizliğinde sigaranın ateşinin çıkarttığı sesi bile duymak mümkündü.

Bütün bunlar olurken, motel girişindeki yerini kadın geldiğinden beri bozmayan gece görevlisi, bir film setinin tam ortasına düşmüş bir hayranlıkta ve sessizlikte; ellerini deske dayamış, hemen ardında duran kutucuklardan sarkan oda numaralarının ve anahtarlarının bulunduğu dolabın önünde kafası ellerinin arasında, mısır ve kolası eksik bir izleyici gibi olan biteni seyrediyordu.

Sigaralarını uç uça ekleyen ikiliden sessizliği bozan adam oldu.

_ Neden?
_ Neden geldim mi? Soru bu mu?
_ Neden geldiğini biliyorum, neden şimdi?
_ Bekledim, dönersin diye, dönersin ve konuşuruz üzerine... Sen dönmeyince ben geldim...
_ Gelmeyeceğimi söyledim, dönmeyeceğimi... Ve konuşmayacağımızı... Demedim mi yalnız bırak beni, zamana ihtiyacım var, demedim mi sana... Ne diye geldin, ne diye peşimi bırakmıyorsun... ben zamanı gelince geleceğim demedim mi... Henüz değil demedim mi... Zaman... Neden anlamıyorsun zamana ihtiyacım var benim...
_ Bütün bunları biliyorum... Sadece...
_ Sadece ne...

Adamın sesinde öfke baskındı, cama çarpsa kıracak sertlikte çıkan "ne", deske ellerini dayamış adamın bile  sıçramasına neden olmuştu ve görevli ilk kez kendine çeki düzen verip sanki işi ile ilgileniyormuş gibi yapmıştı. Kadının sesi, ılık bir meltem gibi yayılıyordu lobiye, sesinin dokunduğu herşey yeniden renkleniyor, tazeleniyor gibiydi. Adamın öfkesi öyle yüksek bir set kurmuştu kadının önüne, kadının kelimeleri o sete çarpıp geri dönüyor gibiydi. Oysa belki adama ulaşabilse, adam kadının ne dediğini duyabilse, herşey değişicekti. Adam onca kelime arasından; "Hatırlar mısın seni ilk gördüğüm günü... Pencereyi açtım. Ve de yüreğimi. Odaya güneş doldu, ruhuma aşk...(*) demiştim... Şimdi kapadım penceremi" dediğini duyabildi. Adam belki az öncekinden daha da sert "Bunu mu söylemeye geldin" diyerek döndü yüzünü kadına. Elleri titriyordu, adam boncuk boncuk terliyordu. Sonunu bilen ve henüz ölmek istemeyen bir mahkum gibiydi; öyleki az sonra celladı gelecek ve adamın kendini içine hapsettiği hücrenin kapısını açacak ve istenmeyen sona doğru uzun ve dar bir koridordan geçecek gibiydi...

Kadın, ilk defa adamın gözlerinin içine baktı ve "Bunu söylemeye geldim, bir de şunu vermeye..." dedi. Sesi hala ılık ama dimdikti. Kadın adama doğru uzattı elini, adamın titreyen elini avucunun içine aldı, beyaz peçete gibi birşeyi adamın avuçlarına bıraktı, sanki kırılacak birşey gibi özenliydi. Ya da çoktan kırılmıştı parçaları dağılmasın diye gösteriliyordu özen. Adam cama doğru döndü yüzünü, kadın sigarasından derin bir nefes aldı ve sehpanın üzerindeki kül tablasının boş bulduğu bir yerine henüz yarısı içilmiş sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Adam kadının az önce kendisine verdiği şeyi avucunun içinde iyice sıktı, sanki görülmez olmasını diliyordu. Gecenin karanlığında kadının topuklarının yere değdiği anlarda çıkarttığı ses yankılandı. Ne adam, ne de kadın geriye dönüp baktı. Kadın motel kapısından çıkıp, uzaklaşırken bir an durdu. Adam kadının durduğunu hissetmiş gibi bir an ayağa kalktı. Bir film olsaydı, şu anda ikisi de birbirine doğru koşuyor olurdu, ya da adam kadına doğru ya da kadın motele geri dönerdi. Oysa bu yaşamdı. Yaşamın orta yerinde, bir ayrılık sahnesiydi. Vazgeçmek tam da yaşama göre birşeydi... Oysa film olsa...

Adam sigarasının izmarite en yakın noktasındaki son nefesi aldı ve kadının az önce sigarasını söndürdüğü tablada boş bir nokta bulup söndürdü. Kadın yürümeye devam ettiği sırada adam da üst kata çıkmak üzere yola koyuldu. Adamın üzerindeki ağırlık gözle görülüyordu. Düştü düşecek bedenini, güçlükle ayakta tutuyor, bunun bir daha geri dönülemeyecek nokta olduğunu çok iyi biliyordu. İlk basamağa adımını attığında sendeledi, güçlükle trapzana tutundu ve o sırada elindeki peçeteden yapma gülü düşürdü. Deskin arkasındaki adam hiç oralı olmadı, o gülü eline almak ve eğer varsa bu gecenin sırrını çözmek istiyordu. Evet, bu gecenin sırrı, olan biten herşeyin ötesinde, o peçetede saklı olmalıydı, çünkü kadın o elindeki nesneyi uzatana kadar adam güçlü ve kendinden emindi, umursamaz bir tavrı olduğu bile söylenebilirdi. Ama o anda, o gülün bir avuçtan bir avuca geçtiği anda, adamın omuzlarına çöken ağırlığı fark etmemek imkansızdı. Adam eğilip yere düşeni alabilecek durumda bile değildi. Zaten büyük bir ihtimalle elinden kayıp gidenin farkında da değildi...

Deskin arka tarafında duran adam, adamın ilk katı çıkmasını ve ikinci kata yönelmesini fırsat bilip, sessizce ve gizli bir iş yapmanın heyecanı, ve olayı çözecek olan son parçayı bulan dedektifin keyfi ile ilk basamağın hemen dibinde duran terden bir parça  yıpranmış güle uzandı. Bir fare çabukluğunda yerine geri dönüp, yeşil cam tepesi olan ışığının zincirine asılıp açtı. Gülün yapıldığı peçeteyi özenle yaydı; yanılmamıştı: Cevap oradaydı....

'Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyordum. Gerçek aşkın bütün bunların üstünde olduğunu, hiç sevmemektense ölmenin daha iyi olacağını her zaman biliyordum. Ama bu cesarete yalnızca başkalarının sahip olduğunu düşünüyordum. Ve şimdi, şu anda, bunu yapabilecek gücün bende de bulunduğunu keşfediyordum. Ayrılık; yalnızlık, üzüntü anlamına da gelse, aşk her şeye değerdi.'(*)

Adam o gülün yapıldığı o geceyi öyle iyi hatırlıyordu ki, bir ayrılık hali üzerine yaptıkları bir konuşmanın orta yerinde, kadın okuduğu kitabı çantasından çıkartmış ve bu sözleri o peçeteye yazmıştı ve ardından bir gün dönmemek üzere gidersem, sana bırakacağım bu gülü demişti: O zaman sakın arkanı dönüp bakma, sakın bekleme ve sakın ağlama... Sadece böyle bir aşkın bir tarafı olabildiğimiz için sarıl sol yanına ve unutma; 'Aşk kalıcıdır, değişen yalnızca insanlardır.' (*)

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...
 
_________________________________________________________________________
 
(*) Alıntılar Paulo Coelho'nun Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım kitabındandır.
(**) Bu yazı Öykü Atölyesi / Fotoğrafın Dili için kaleme alınmıştır.

14 Aralık 2009

PAZAR SAYIKLAMALARI / İKİ





İki bahçe lambasının keskin beyazında, anın keyfini çıkaran mum alevli tepe lambasının gölgesinde, gecenin güzelliğine şapka çıkaran dostların içtenliğinde,  toscana ile chianti bordosunda, bir yüreğin bir yüreği sevmesinin kaçamak bir öpüşle resmedildiği keyifli bir gecenin devamında...


Bütün dostlar kendi bildik uykularına çekilmek üzere uzaklaşırken kendi yuvalarına, uzandınız yatağa; kaldınız yüreklerinizle başbaşa... Sarıp sarmalandınız aşkın sıcağında...


Tam da o anda bir çitf gülen gözün size; bir tutam sevgi, bir tutam tutku ve bir tutam mutlulukla karışmış bir dolu huzurla baktığını gördünüz. Gülümsemenizle birlikte, sizi kollarının arasına çekti ve alnınızdan öptü.

Şimdi kapatın gözlerinizi, önce geceyi, sonra o geceye uyuyan sizi düşünün, ve adamın gülen gözlerinden size huzur diye yansıyan ışıltıda, sabahın ilk cümlelerini kurun bakalım... 

Adam kadına ne dedi ve kadın adama ne yanıt verdi... Bu büyük bir haber olabilir miydi..?



____________________________________________________


12 Aralık 2009

ÖRTMENİM İYİ Kİ GELDİN


Bu aşk nereye gider diye mesaj attı, mezara yazıp bastım göndere... Beklediğimden daha az bir sürede telefonuna sarılmış olmalı ki, telefonum bir kaç saniye sonra çaldı. Arayan o'ydu. Neden dedi, neden olmasın ki dedim, bütün aşklar bir gün ölür, ya da taraflarından biri...Hımm, peki dedi ve kapattı telefonu...

Peki ya ölen aşklar nereye giderdi? Ziyaret edilen bir mezarlık yok gibi geldi önce ama düşününce... Anılar... Evet, anılar birer mezarlıktı aslında. Belki her bayram gidip ziyaret etmiyorduk ama bazen bir şarkının melodisi, bazen bir koku, bazen bir insan, bazen bir sesle çıkıyorduk anılar mezarlığındaki yolculuğumuza. Ziyaretler bazen kısa, bazen uzun sürse de, bazen acıtıp bazen güldürse de, bazen dertleşip, bazen küfürleşsek de anılar ölü aşkların en güzel mezarlıklarıydı. Bazıları terk edilmiş bakımsız, bazıları çiçeklerle bezenmiş özenle korunmuş.

Onu almaya giderken, mutluydum, çünkü onunla şımarabiliyor, seviliyor ve eğleniyordum. Güzel, içten ve samimi bir gülümseme yerleşip kalıyordu yüzüme, galiba ben en çok onunla ben olabildiğime seviniyordum. Ne zordur, ben olabilmek... Çirkinliklerinizi bile rahatça konuşabilmek, hatalarınız üzerine dertleşebilmek, sevgililer üzerine bazen ağlayıp, bazen kahkahalar atabilmek...

Beni alışveriş merkezinde saatlerce gezdirdiğin, Çok çok az serzenişte bulunduğun, bu sefer ilk seferde yemeğe karar verip gene ve ısrarla hüsrana uğradığımız halde yüzünü asmadığın, barın kapanışı sırasındaki tüm şımarıklığıma katlandığın ve uslu bir çocuk olup hemen uykuya daldığın ve güne  gülümseyerek başlamama karşılık verdiğin için teşekkür ederim örtmenim, sen bana iyi geldin, iyi ki geldin...


_____________________________________

Fotoğraf / 1x.com

11 Aralık 2009

GEÇTİN VE GEÇTİN...

Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de, görülmez mi be sevgili...


Yazdığı mektubu bu sözlerle bitirdi... Sevmekten yorgun düşen yüreğini, mecalsiz kalan dile getirişlerini, gücü tükenmiş bekleyişini son bir kez belirtmek istemişti. Her zamanki gibi özenli tavrını korumak istemişti; seçtiği kelimelerin az ve öz olduğundan emin olmak ister gibi defalarca okudu yazdığı satırları. Bazen bir kelimeye takılıp kalıyor, o kelimenin istediğini anlatıp anlatmadığından emin olmak için bir de yüksek sesle okuyordu.

Hayatı doya doya yaşamak ne kadar zorsa; yaşadığın hayatı anlatabilmek de bir o kadar zor.

Yaşadıklarını anlatabilse; hani kelimeler yetse, hani tükenmez bir kalemin mürekkebi gibi olsa kelimeler ve sonsuz uzunlukta olsa beyaz kağıtlar... Bundan daha fazlasını anlatabilirdi belki. Yaşadığım hayat dedi yüksek sesle, ya da o öyle sandı... Yaşadığı hayat, yazsa roman olurdu... Ne zaman iki satır yazı karalamaya başlasa, boşluğa atlamadan önceki korkuyu hissederdi derinlerinde.  Bu mektubu yazarken çok zorlansa da ilk defa yarım bırakmadı. Kendini şöyle ikna etmiş olduğunu da bir daha hiç hatırlamayacaktı: Bu benim son mektubum, bir vasiyetname sevdiğim kadına bıraktığım. Kadınımda kalacak son izim... Kadınım... Bu kelimeyi söylerken hala gülümsüyor oluşuna, hala yüreğinin kıpırdanışına, hala ısrarlı bir bekleyişin kurbanı hissedişine ve hala gözlerinden yaş gelmesine bir anlam yüklüyordu da anlamamazlıktan gelmeyi bir çözüm olarak görüyordu kendine. Mektubu okumaya devam etti. Satır aralarında dillendirilmeyen ama okurken hissedilenleri durup düşünüyordu arasıra;

Kendime ve bu dünyada en fazla sevdiğim kadına borçlu olduğum için bu düşüncelerimi yazmam gerektiği konusunda kendimi son bir kez ikna ediyorum.


Rahatsız edici soğuk bir ter beni sarmaya başlıyor.
Aldırmıyorum.
Boşluk beni içine çekiyor.
Hiç düşünmeden atlıyorum.
Düşerken midem bulanıyor.

Satır aralarına sıkışıp kalanları aklından geçirirken, gözünün önünden hayatının bazı kareleri geçmeye başladı. Görüntüler giderek hızlanırken, kafası aşağıya doğru düşmeye başladı. Boşluk kelimeleri  yuttukça, daha da derine düşüyordu ve midesi daha da fazla bulanıyordu. Gördüğü anlar,  kareler giderek önemini yitiriyordu.  O şimdi sadece korkuyordu. Gerçeklerle yüzleşme korkusu, onu ölüm kadar korkutuyordu. Şimdi karşısında sadece o bakışlar vardı, çok zaman önce ilk karşılaşmalarını anlatmaya çabaladığı karalamaların arasında bulmuştu o bakışları...
O güzel bakışların beni o kadar etkilemişti ki,

İçinden inanılmaz bir enerji saçıyordun,
İnanılmazdın.
Orayı terk ettikten sonra nereye gideceğimi şaşırmıştım.
Aynı gece bir kaç kez aklımdan geçtin.
Geçtin ve geçtin…..

Sandalyesinde geriye doğru kaykıldı. Mektubu ikiye katlayıp, özenle zarfa yerleştirdi. Zarfın üzerini  yazarken eli hafifçe titredi. Suçu, o anda açık pencereden girmekte olan gecenin esintisine yükledi. Kalkıp pencereyi kapattı. Mektup masanın üzerinde öylece duruyordu. Sevdanın gölgesi mektubun üzerinde uzuyordu. Uzandı mektuba, eline aldı, göndermekten vaz m ıgeçiyordu... Elinde mektupla yürüdü evin loş koridorunda, kapısı uzun zamandır açılmamış odaya ulaştığında yavaşlattı adımlarını. Kapıyı açtı, içeride sadece iki kişilik pirinç bir yatak ve başında bir komidin vardı. Zarfı, komidinin üzerine bıraktı. Cama doğru ilerledi. Kadının kendini bıraktığı pencereden boşluğa; sonsuzluğa baktı.  Kadının giderken bıraktığı zarfın yerinde kendi zarfı duruyordu, kadının yazdığı son mektuptaki son sözlerle bitirmişti mektubunu: 'Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de, görülmez mi be sevgili...'

Rahatsız edici soğuk bir ter bütün bedenini sarmaya başladı. Aldırmadı. Boşluk onu içine çekiyordu. Hiç düşünmeden atladı. Düşerken midesi bulandı. Geriye, komidinin üzerinde yayınevine bıraktığı bir mektup ve kapaklı bölmede yer alan, üzerinde 'SENLİ BENLİ / bir özyaşam romanı taslağıdır' yazan bir kutu dolusu kağıt bıraktı.


________________________________________

Fotoğraf / deviantART

10 Aralık 2009

UMURSA(n)MAK

Ben onun umrundayım dedi ağlayarak; hıçkırıkları ile nefes alışları arasına sıkışıp kalan tıkanmaları olmasa daha da fazlasını söyleyecekti elbet... Sakinleştirmek için bir bardak su uzattım. Titrek ellerinin arasında bir süre tuttu içi su dolu bardağı. Suya bakıyordu, geleceği görmek isteyen bir büyücünün bakışlarını yakaladım gözlerinde... Kafasını bana doğru kaldırdı; bir şey söyleyecek gibi yutkundu, sustu. Bir şey demedim. Suyunu iç bile diyemedim. Sustum.

Dakikalar sonra sessizliği benzer bir cümle ile bozan gene o oldu: Beni düşünmese, sevmese beni, olur muydum düşlerinin içinde. Yapar mıydı beni bir yolculuğun yol arkadaşı kendine söylesene... Israrlıydı sorularında, cevaplar arıyordu. Ardı ardına sorular soruyordu. İlahi bir şekilde cevaplar iniverse oracığa bitecekti acısı ama inmiyordu. Soruların içinde boğuluyor, yutkunmalarının arasına sokuşturduğu burun çekmeleriyle küçük, çelimsiz, korumasız, elinden oyuncağı alınmış saçları dağınık bir kız çocuğunu andırıyordu. Elimi uzattım, neredeyse yarım saatte yudum yudum ancak bitirebildiği su bardağını elinden düşürmeden elinden aldım. Teninin yumuşaklığı dikkatimi çekti o anda, sanki daha önce hiç dokunmamıştım tenine, şaşırdım tenini hissedişime...

Saatler sonra hala aynı dolap beygirinin üzerindeydik, benzer sorular farklı kelimelerle hep; neden, niye, nasıl, ama, ne zaman, nerede, kim soruları ile bitiyor veya başlıyordu, bazen de sadece tek kelime olarak öncesiz ve sonrasız bir halde etrafa saçılıyordu. Ne yaptım ne ettiysem söndüremedim yangınını. Gecenin karanlığı kendini sabahın aydınlığına bıraksa da, o bunun farkında değildi... Umursanmak istiyordu, benim tarafımdan umursanmaksa şu anda umrunda bile değildi; o sevdiği adam tarafından umursanmak, korunulup, sakınılmak, sarılınıp sarmalanmak istiyordu. Ellerini ellerime alma cesaretini gösterdiğimde, sorabilmeye cesaret edebildiğim tek şey, burada benimle kalıp biraz uyumak ister misin oldu. Kıpkırmızı gözleri, kırılgan yüreği ve kendini içten içe göstermeye başlayan öfkesi ile salladı başını evet anlamında. Hemen ayaklandım. Garip bir mutlulukla donanmış heyecanımın anlamını biliyordum, o benim onu umursamamı umursamasa da ben onu umursuyordum. Yatağı hazırladım, ona giyebileceği rahat bir eşofman buldum, üzerini giyinip geldiğinde, gülümseyen yüzünü gördüm. Haliyle büyüktü onun için bulabikdiklerim; hani üzerine bir kaç beden büyük kıyafet giyen çocukların halleri olur ya, gülümsetir sizi de; işte öyle karşılıklı gülümsedik birbirimize, o gece için ilk defa.

Yatağa uzandım, yanıma uzandı, hiç beklemezdim; bu gece burada kal derken yanıma uzanacağını. Tanırdım, bilirdim, konuşmak için buraya gelirken bile yüreğinin ihanete açılan kapılarında huzursuzluk bekçileri onu ellerinde mızraklarla beklerdi. Ama uzandı yanıma, yatağın kenarına... İçinde en ufak bir ihanete açılan kapısı olmasa da benim gizli aşka yelken açan şeytanlarım rahat durmayacaktı o anda. Sırt üstü uzandım, yanımda onca zamandır seni seviyorum demeyi göze alamadığım kadın yatıyordu, korunmaya muhtaç bir kız çocuğu gidiydi. Bedenimin terlediğini hissettim, uyandığını ve uyarıldığını...


Kafamdan geçenleri ona söylesem yüzüme bile bakmazdı, konuşmazdı bilirdim; hiç konuşmadan, birşeycik söylemeden sarıp sarmalasam, öpsem, koklasam, istiyorum seni desem; bilirdim yüzüme bile bakmazdı, konuşmazdı... Sırtı bana dönüktü; teşekkür ederim, bu gece beni yalnız bırakmadığın için, iyi uykular dedi... İyi uykular diyebildim, oysa öpmek istedim, usul ve derin, oysa sarılmak istedim sıcak ve sonsuz ama sadece iyi uykular dileyebildim. Öylesine umrumdu ki, dokunamadım tenine bir kez bile, gözümü bile kırpmadım yanında uykumda şeytana yenik düşmiyeyim diye, dönmedim bedenimi bedenine ya söz geçiremezsem diye... Ağladım küçük bir erkek çocuğunun elinden oyuncağı alındığındaki haliyle, sümüklerim bıyık izlerimin hemen üstünde, sessiz ve içli ağladım, umrumdasın be kadın, sen benim umrumdasın diye...


__________________________________

Fotoğraf / deviantART

09 Aralık 2009

GÖRÜNMEZ



















Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de...
_______________________________________

 Görülmez mi be sevgili..?
________________________________________________


_____________________________________________

Fotoğraf / deviantART






DONDU YÜREKLER


Büyütüyorsun gözünden sakınarak, donuyor sonra bir gün bir anda zaman...
Tarih donuyor, gözyaşın donuyor, bildiğin bütün doğrular donuyor...
Kadınlar kocalarına, çocuklar babalarına, ana babalar oğullarına doyamadan donuyor zaman...
Çocuklar şaşkın, çocuklar yetim kalıyorlar kucaklarda...
Öfke yedi ile çarpılıyor, binlerce çoğalıyor sonra...
Donmayan tek şey öfke oluyor, öfke böyle zamanlarda kaynıyor...
Davul zurna ile karşılananlara bir baskında yedi genç yürek daha kurban veriliyor...
İnsanın aklı almıyor, yüreği dayanmıyor...
Analar gururlu, babalar gururlu, kadınlar gururlu bir yürekli askeri daha verdiler şehit diye,
Söylesene gurur bu kadar acıtır mı, yakar mı, söylesene gurur hayalleri yarım bırakır mı...


Ne anayım, ne babayım, ne şehit verdim kocamı teröre, ne de yetim kaldı çocuklarım
Yüreğinde şehit yangını bir ananın çığlığında
Yüreğinde şehit fırtınası bir babanın gözyaşında
Yüreğinde şehit sevdası bir kadının bakışında
Yüreğinde şehit sevgisi  bir yetimin şaşkınlığında
Dondu bildiğim bütün doğrularım





DÜNGÜNAN

Geçen hafta durup dururken geldi aklıma, kediler üzerine konuşurken. Adını belki 15 yıl sonra ilk defa andım, o da onu değil de kedilerini anlatabilmek için. Ne tuhaf bir kediydi bir bilseniz. Duvara yaklaşırdı burnunun ucuna kadar, boynunu yatırır yana ve dokunmazsanız öylece dakikalarca bakardı duvara... Bunu hatırladıktan bir kaç gün sonra bu sefer bir rakı sofrasında; arkadaşlıklar, dostluklar ve ilişkiler üzerine yapılan, kıvamı koyu, lezzeti doyumsuz bir sohbette bir kez daha adı geçince aklıma gelmeliydi aslında ama gelmedi işte... Nerede, ne yapıyordur bile demedim içten içe...

Dün yorucu bir Ankara yolculuğunun dönüşünde gece uyku da tutmayınca, düşünebilirdim belki üzerine ama dedim ya, daha anlatırken bile aklıma gelmemiş olanın sonrasında aklıma düşmesi de beklenemezdi. Ben her zamanki rutinimde dönerken; soldan sağa, sağdan sola, yastıkla verdiğim kavgayı kazanınca ve yorgun düşünce düşüncelerden bir parça, daldım hani şu sımsıcak senli benli uykuma... Sabah, soğuktan arta kalan kırağılar gibiydi; soğuk, beyaz ve kırılgan bir buz sanki... Yatakta uzun süre debelendikten sonra, ağrıyan bedenimi pek de hevesli olmayan bir hızla kaldırdım yataktan, saate baktığımda mesai saatinin çoktan başladığını gördüm. Telefona uzanan elimin cansız ve telaşsız haline çok da aldırmadan, isteksiz bir sesle konuştum telefonda, bir önceki günden tarafıma iletilmesi gereken bir not olup olmadığını sordum. A. aradı dediler, arkadaşınızmış: Telefonunu bıraktı. Gülümsedim; geçen hafta aklıma gelişine, kedilerini anlatışıma ve 15 yıl öncesinin bakış açısıyla durumlara alınan tavırlara...

Geçti gitti üç dört saniye içinde tüm düşünceler, hemen sonrası gene koca bir yavaşlık, ağırlık ve kırgınlık... Kendi içimde debelenirken çıktım kapıdan. Arabayı çalıştırırken ve trafikte sıkışıp kalmışken, ve hatta yol boyu aklımda hiç bir şey yoktu. İşe geç kalmıştım. Kendi ruhumun ağır aksak hayata akışının sabahki trafikle uyumuna şaşıp kalmıştım. Hayatın ritmi bazen ne kadar da uyumlu olabiliyor ruhumuzun ritmi ile aslında... Az sonra polisin 'sağa çekmemi söylediği' el hareketi ayılmak bilmediğim kendi halimden uyandırıverdi beni. Debelenmekten bir anda kurtuldum. Hayat hızla akan bir trafik gibiydi. Sağımdan solumdan geçen, hayatın içinden arabaların arasında duruyor muydum ben, onların yarattığı akıma mı kapılıp gelmiştim yoksa bunca yolu. Memur ehliyet ve ruhsatı isteyecekti alışık olunduğu üzere, bu yolda geçen hafta olan kazada 5 kişi öldü dedi. Trafik sigortanız yenilenmemiş dedi. Arabayı bağlayacağım dedi. Ben sadece gülümsüyordum söyledikleri karşısında. Ev yakın dedim, ya da hemen şuraya fakslatayım, geçen hafta yaptırmıştım sigortamı ve biliyorum kazayı hemen yanından geçmiştim, arabayı bağlamanız şart mı? Ben bütün bu cümleleri seri bir şekilde kurduğumu düşünürken, çalan telefonla kendime geldim. Polis belgeleri alıp arabasına doğru uzaklaşmış ve ben kendi kendime koşuyordum hep dendiği üzere deliler gibi. Telefonu meşgule aldım, faks çektirmek üzere uzaklaştım... Ters gidince gidiyordu herşey, karşı tarafın faks makinası bozuktu o çözüldü, bu tarafın kağıdı bitmiş fark edilmemişti. Kağıt takıldı, faks istendi bir kez daha, kağıt ters takıldığı için gelmedi. Kağıt düz takıldı, faks rica edildi bir kez daha ama bu seferde cihaz bozuldu. Başka bir numara verildi, nihayet faks geldi. Ters yoldan gitmemek üzere, ufak bir şehir turu ile faks polise ulaştırıldı. Ceza kağıdı alındı; trafikte telefonla konuşurken radara yakalanmıştım; uyarıldım, iyi oldu.


An itibarıyla, gün hala ağır aksak, ruhumla ve yüreğimle uyumlu: Hafif bulutlu, yağmuru topluyor güneşim penceremin önünde, uzaktan çok uzaktan sıcak bir yel esse de bugün bana ulaşmıyor, dedim ya ruhum bir tuhaf bu sabahtan beri; soğuktan arta kalan kırağının, soğuk, beyaz ve kırılgan yüzü yüreğim...




___________________________________________________________

Fotoğraf / 1x.com / Winter © MMarie

( Yol + cu ) + luk = Aşk

Yol sana çıkıyordu
Yolcu sana...
Yolculuk bir düştü, her seferinde yönü aşka

Yol sana çıkıyordu
Yolcu sana...
Niyet yola çıkmaksa da
Aşk bu; her seferinde geçit vermiyordu sevdaya

Yol sana çıkıyordu
Yolcu sana...
Yolculuk bir düş'tü, eşitlik bazen bir küçük eğik çizgi ile kolayca bozulsa da

Düş; yüreğince olsa da,
Gerçek; yüreğine uymasa da


Yolculuk düş/tü... Yolcu düştü... Yol düş...





Yolculuk bir yolcunun yola çıkma niyetiydi, yol hep vardı, yolcu hep hazır...
Yüreğinde kocaman sevdalarla, yeni yepyeni bir aşka yelken açan sana;
dilerim bu sefer yolculuğun son durağı yüreğince olur.
Düşün gerçeğin, gerçeğin düş gibi olur.



08 Aralık 2009

ANLADIN DEĞİL Mİ?










Bazen net gibi gözükse de herşey, derine daha derine bakmak gerek, görünenin ardına; duygunun gözyaşındaki yansımalarına...



Ve fark etmek gerçeği:
Çok seven yüreğin içten içe yandığını...

07 Aralık 2009

FARK ETTİN DEĞİL Mİ?













Bazı mantarlar ne kadar lezzetli gözükseler de, ufacık bir ısırığı bile öldürür duygularını...



BİLİYORSUN DEĞİL Mİ?






7 veren dağ çilekleri gibi sevgin...


04 Aralık 2009

YARINLAR İÇİN




Noel Babanın geyiklerini anlattı komşu teyzeye gelen şehirli çocuk bana... Ondan ne istersen kızağına koyar, istediklerini getirir sana dedi...
Noel Baba yok ki bizim buralarda dedim...
Şaşırdı... Noel Baba her yerde vardır dedi. Yeni yılın geldiğini haber verir...
Yeni yıl nedir ki dedim...
Yeni oyuncaklar, yeni kıyafetler, yeni yarınlardır dedi...
Sevindim... Ellerimi çırpmak istedim mutluluktan, ses vermediler onunkiler gibi...
Koştu camı açtı bana, bak sizin buralarda da kar yağıyor dedi, bu iyiye işaret...
Neden ki dedim...
Geyikler karda kızakları çekerler, kar olursa kızak kayar gider, böylece taşıyacakları hediyeleri de çok olur. Bak gördün mü kardan adamı?
Ben de bakmak istedim kardan adama, koşmadı ayaklarım onunkiler gibi, göremedi gözlerim kardan adamın havuçtan burnunu, kömürden gözlerini... Duymadım karın toprakta erirken çıkardığı sesi...
Neden ağlıyorsun diye sordu şehirli çocuk bana...
Bizim buralarda kar kötüye işaret dedim, yollar kapanır, umutlar kararır, donar küçük çocukların yarınları büyük çığların altında... Senin Noel Baba'na söylesem getirir mi bana ellerimi, peki ya gözlerimi, olur mu benim de senin gibi yarınlarım dedim...
Olur dedi... Önce inanmalısın onlarsız yarım olmadığına, bilmelisin eksikliğin değil var olmamaları...
O gece sabaha kadar dua ettim Allah'a, aracı ol bana, Noel Baba duysun sesimi diye... Ertesi gün koşarak gittim, komşu teyzeye, şehirli çocuğun yanına. Gitti dedi komşu teyze, şehre döndü. Günler günleri kovalarken, bir çığ düşmüş; 10 kişi kalmış altında, yukarı köyden akrabalardan da varmış aralarında. Anam ağlamaklı geldi yanıma: Oku dedi, büyük şehirlere git, kurtar kendini... Dayanırım uzaklarda olmana.
Sessiz kaldım, içimden; Ah anam dedim... Yok ki bizim buralarda Noel Baba...


Üç ay sonra aylardan Aralık...

Kapı çalındı, bizim köyün muhtarı Ahmet'e bir paket var dedi. Büyük büyük bir paket... Şehirli çocuk göndermişti. Annem açtı paketi, içinde onlarca gömlek, kazak, pantolon, çorap, ayakkabı vardı, bir de el yazısı ile eklenmiş bir not.


Sizin oralar uzak diye, duymaz belki dedim Noel Baba oralardaki çocukların sesini... Görmez belki yüreklerinizin güzelliğini... Vermez belki istediklerinizi... Arkadaşlarınla paylaşırsan sevinirim sana gönderdiklerimi. Yarınlara umut olmasa da bugünlere gülümseme olsun hediyelerim. Hepinize daha iyi bir yıl dilerim...


İmza: Şehirli Çocuk



Ağladı anam sicim sicim, titrek eliyle çıkardı bir bir kutudan giyecekleri, ayırdı bir bir boylarına, bedenlerine, numaralarına göre gelen hediyeleri... Bunlar Nezifegillerin büyük oğlanla kıza, bunlar Karamanların gelini Ayşe'nin torunlarına... Anneme göstermeden gözyaşlarımı, koştum gittim arkada bahçeye, bahçenin odamdan görünen bir köşesine bir kardan adam yaptım kendime, yaptım havuçtan bir burun, kömürden kara gözler, şehirli çocuğun hediye ettiği  kaşkolu doladım boynuna; üşümesin istedim... Döndüm odama, uzandım yatağıma, bakarkan uzaklardan gelen şehirli çocuğun bana verdiği yarınlara, ilk defa duydum toprağa değen kar tanesinin sesini... İlk defa...

______________________________________________________________________




Ve başka bir Şehirli çocuk; uzaklardan, çok uzaklardan devam ediyor hediyeler dağıtmaya... Belki o bir Noel Baba değil ama çocukları duyuyor, dinliyor yüreklerinin sesini, biliyor nelerin onları mutlu edeceğini... Bir göbeği yok kaşıdığı kahkahalar atarken ve kızağını çeken geyikleri ama kocaman bir yüreği var, hayatta yapmak istedikleri... Ve gördüğünde mutlu çocuk gülümsemelerini hayata sımsıkı sarılan sıcacık elleri var...

Bu sefer yükü ağır olsun istiyor, sırtında taşıdığı çantası dolsun taşsın... O çantaya iki parça da ben eklemek isterim diyorsanız, çocuk gülümsemesi gözlerimin görebileceği en güzel manzaradır diyorsanız, elimi uzatmak bir çocuğun elini ısıtmak benim de istediğim diyorsanız; buradan bir TIK ile, Noel Babanın bile ulaşamadığı diyarlara gidersiniz... Taaaaaaa Adıyaman'a...

_____________________________________________________________________

03.Aralık.2009 Dünya Engelliler Günü / Destek olmak için BU SAYFAYI ziyaret edin...

03 Aralık 2009

YOL



Bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Ben çalmadan açacaksın kapını
İçmekte olduğun kahvenin dumanı tütüyor olacak masanın üzerinde
Oturacağız karşılıklı pencerenin yanındaki ahşap masaya üzerinde yazdan kalma tek bir kurutulmuş ortanca
Bir kahve uzatacaksın bana nasıl içtiğimi sormadan
Avuçlarında ısıttığın sevda yorgunu yüreğimi geri verirken bana
Öpeceksin dudaklarımdan bir teşekkür etmeye fırsat bile tanımadan
Sahilin rüzgarı getirirken dalgaların nemini yüzümüze
Gözünün gözümü sevdiği o anda, uzanıp masaya sonsuzu koyacaksın(*)


O nedenle bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Bekle...


_________________________________________________________________

(*) Dize Edip Cansever'in Masa da Masaymış Ha! adlı şiirinden esinlenmedir...


02 Aralık 2009

18 OCAK 2006 / ÇARŞAMBA

Kendime notlar düşüyorum acı tatlı ne varsa küçük not defterlerine...
Kolyeler yapıyorum; hayatı bir uğraşa ve o uğraşın alacağı beğenilere dönüştürüyorum...
Para bile kazanıyorum arasıra...

Hayatımın akışı, hızla değişiyorken ben saatleri unutup, annenemin el emeği kenarı dantelli beyaz patiskadan çarşafı üzerinde kolyeler yapıyorum... O benim ilham perim sanki... Sanki o olmasa göremeyeceğim renkleri, ipleri, boncukları, taşları...

Bir blog açmaya karar veriyorum... Evren'in Takı'ntılı Dünyası
İlk blog yazımı yayınladığım tarih... Onsekiz Ocak İkibinaltı
Günlerden Çarşamba...





Hayat akıyor; Boncuklar, taşlar, ipler akıyor...
Günler değişiyor; Çarşamba, Perşembe, Cuma...
Yıllar değişiyor; 2006, 2007, 2008...


Ben bugün dönüp bakınca geçmişe, her beklentinin kendini farklı tasvir edişine gülümsüyorum. Artık, o dönemde neden en çok kolye yapmayı sevdiğimi biliyorum...

İpler, kordelalar boynunuma dolanan sımsıcak eller gibi...
Taşların her biri ayrı bir öpüş...
Boncuklar birer dokunuş...
Kolyeler, sevdiğim adam...

_______________________________________________

Neden kolye yapmıyorsun artık diyorlar, oysa ne zevkliydi hepsi... Teşekkür ediyorum beğenilerine, bir adam var diyorum, bir adam var düşümde değil gerçeğimde, kollarını boynuma doluyor, öpüyor her sabah uyanınca ve uyuturken masallar anlatıyor dokunurken yüzüme, gözlerime... Anlamıyorlar, çünkü bilmiyorlar, kolyeler kolye yapmak için değildi ki, para kazanmak için hiç değil... Sevmekti her biri bir parça, sevilmekti biraz da... Uyanmak istemediğim bir düşe yoldu ipler, köprüydü aşka kordelalar...


Yürekten yüreğe uzanan bir aşka yelken açınca; 
ne yola, ne de köprüye ihtiyacınız kalıyor aslında.

Hala soran olur arasıra;
evet derim yeni kolyeler yapmıyorum
ama isterseniz nasıl tamir edeceğinizi size de öğretebilirim...

Sevgi sizi tamamlayan bir kolye olarak süslesin boynunuzu
Ne dar gelsin ne de üzerinizden düşsün...



01 Aralık 2009

KULAĞIM BİLE ANLADI


Ayşe Arman bugün Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesine Evren Yiğit’in bir yazısını aktarmış. Ben de bloguma taşımak istedim. Önce adı çekti ilgimi: Evren…

Ben yaşlarında olmalı diye düşündüm. Ben yaşlarında Evren isminde kız sayılıdır. Seksenlerle birlikte akın akın doğan Evren isimli erkek çocukları ile karşılaştırılamazlar bile.

Öyle midir acaba???
Sonra "google" da bir "search"

1978 doğumluymuş ve de erkekmiş. “Denizkızı”na ne oldu peki..? Sonra onun başka biri olduğunu fark ettim. Bir Evren Yiğit daha var ama onun bir de soyadı var: Geniş. Sonra başka sitelere de bakınca anladım. O Küstah dergisinin kadın kahramanıydı.  Kadındı… Belki benim yaşlarımdadır düşüncesi beni gülümsetti. Neden takıldım ki buna kadar…

Bir de tanım vardı onunla ilgili ekşi sözlükte; “Bond kızı karizmasında olup da Türkan Şoray ağırlığında olan.” Tekrar gülümsedim.

Sonunda öğrendim çok çok genç ama sıkı bir yetenek olduğunu.

Ve şimdi sıra yazıda.
Yazının bir başlığı var mıydı bilmiyorum ama ben ona bir başlık uydurdum burada…


_______________________________________________________________
KULAĞIM BİLE ANLADI

Kulağımın içi kaşınıyor.
Felaket.

Önce azar azar başlıyor kaşıntı, geceleri. Sonra artıyor. Kaşımak da bir zor ki kulağın içini. Bir türlü geçmiyor.


"Ne yapsam acaba?" diyorum. Günler geçtikçe daha da artıyor. Doktora gitmeye karar veriyorum. Arkadaşlarıma soruyorum "Tanıdığınız iyi bir kulak burun boğazcı var mı?" diye. "N’oldu ki?" diye soruyor arkadaşlarım. "Kaşınıyor kulağım" diyorum. "Uyuyamıyorum geceleri, kulak kaşınmasından!" Bir doktorun adını söylüyor bir tanesi. "Çok iyi doktordur" diyor. "Kimsenin çözemediğini çözer, iyileştiremediğini iyileştirir."


Gidiyorum doktora. Gözlüklü, şirin bir amca. Elinde bir büyüteç, kulağıma bakıyor.


Şaşırıyorum önce. "İçinde kaşıntı var" diyorum. "Öyle büyüteçle ne anlayacaksınız ki?"

"Yok" diyor, "Ben çoktan anladım ne olduğunu da, şimdi daha iyi görmek için bakıyorum." "Nedir?" diyorum doktora.
"Eski sözler kaçmış kulağınıza" diyor.
"Nasıl yani?" diyorum. "Kimin sözleri?"
"Bakacağız" diyor. Sonra bir alet çantasından kocaman, ucu ince, cımbıza benzer bir alet çıkarıyor. "Yan durun. Kıpırdamayın" diyor bana.
Biraz irkiliyorum."Eski sözler" diyorum, "Ha?" Cımbızın ucu kulağıma giriyor, canımı acıtmıyor nedense.
"Bir erkek sesi bu" diyor. Sanki bir uğultu duyuyorum. Cımbızı çıkarıyor kulağımdan. "Yalan kaçmış kulağınıza!" diyor doktor.
Yalana bakıyorum.
Küçücük bir şey gibi gözüküyor. "Vay be! Günlerdir kulağımı kaşındıran bu muymuş?
Hangi yalan peki?" diyorum. "Durun, bekleyin" diyor doktor. "Dikkatli olmamız lazım.
Tekrar kulağınıza kaçabilir. Önce şu deney tüpünün içine koyalım. Sonra serbest bırakırız." Yalanı tüpün içine koyuyor. Kapağını da kapıyor tüpün.
Serbest kalıyor yalan.
"Seni seviyorum" diye cılız bir ses geliyor tüpün içinden.
"Yalanmış ha?" diyorum.
Kulağım bile anlamış, kalbim hala anlamıyor...


_______________________________________________________________


Böyledir yüreğinde sevgiyi büyütebilenler.
Göz görür, kulak duyar, ten hisseder ama o koca yürek anlamaz.

Umarım yüreğinize inanan biri sevmiştir sizi.
Yoksa çok yazık: Hem size... Hem yüreğinize…


______________________________________________________________

İlk Yayın Tarihi  / 29.05.2006
Görsel / deviantART
Haberin Orjinali İçin / Hürriyet Arşiv