12 Haziran 2010

Evde Tek Başına




Sevdiğimden gelen mektupları okumak gibiydi... Dostlarla eski mekanlarda karşılaşmak gibi... En çok da, bir hayatın kelimelerimden akışını izlemek gibi. 'Evrenin Dünyası'nda dolaştım, neredeyse bir bütün gün. Hasta yatağımda yatarken, kare kare değil belki ama sayfa sayfa, kelime kelime geçti son dört yılım gözümün önünden, en çok da yüreğimden. Gelenlere, gidenlere, değenlere, iz bırakanlara ve nicelerine bir yolculuktu benimkisi. Anlar sonra dönüp, anlara bakmaktı. Düşünmek ve düşünmekti, uzun uzun, dura dura, okuya okuya, sindirmekti olan biteni ve başka bir pencereden bir daha bakmaktı bana sunulanlara.

İnsan dönüp de bakınca kendine, yazdıklarında bulunca farklı yüzlerini, yüreklerini kendinin, biraz daha keşfediyor kendisini, yazarken yaptığım keşfin izlerini takip edip, yeni yerler keşfetmek gibiydi bugünkü yolculuğum. Kelimelerimde, yürek izlerimi bulmaya çalıştım. Kendi kuytularımda dolandım, kendi karanlığımda, kendi kendimde kaybolup, kendi ışığımda yine buldum çıkış yolunu. Her bulduğum yolun, her çıkmak istediğim yolculuğun ve her inandığım insanın her zaman doğru olamayacağını bir kez daha fark ettim. Hepsine teşekkür ettim, sessiz ve usulca. Duydular mı bilmem ama hissettiklerine eminim. 



Açık, Uçuk ve Maviydi Umutları

Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara, belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma...

Gri bir hırka vardı, dolabın kazak tarafında, hala buram buram kokusundan fark ettim orada olduğunu, dili olsa anlatsa denir ya, dili olsa da anlatsa adada yaşananları da bir dinleseniz bir hırkanın gözünden aşkın yansımalarını. O günden sonra hiç giymedim, belki biraz ada koksun, belki biraz da onun kokusu sinmesin üzerime diye. Benim ki de, laf işte, sanki sinmemişti kokusu yüreğime.

Kırmızı bir tişört buldum dolabın köşesine sıkışmış, biraz mahçup, biraz ürkek duruşundan anladım, uzun zamandır süre gelen dokunulmamışlığı, ON1 yazıyordu üzerinde. Beni öptüğü gün üzerindeki tişörttü, sonra bana hediye etmişti, üniversiteyi kazanıp gittiğimde, onu unutmayayım diye. Gündüz gece üzerimden çıkartmadım. Hatta bir kış, hiç unutmam kazaklarımın üzerine bile giydim. Aklımdan hiç çıkmasın diye. Benim ki de laf işte, sanki kazınmamıştı aşkı bedenime.

Keten bir ceket vardı yazdan kalma, mevsimlik denir ya, mevsimlikti o da işte. Alışveriş merkezindeki son yürüyüşümüzde o vardı koyu lacivert bir kotun üzerinde, beyaz bir tişörtle giymiştim; kum rengi keten ceketi... Kum gibi eriyip gidivermişti ellerimden inandığım ne varsa o son buluşmada. Gözyaşım sicim gibi akarken... Benim ki de, laf işte...

Dolabımda yeni eşyalara yer açma zamanı çoktan gelip geçmişti. Bir bir ayırdım artık üzerime olmayan, üzerimde durmayanları.  Herbirini elime alışımda farklı bir an geldi gözümün önüne. Bazısı kederli, bazısı sevinçli, bazısı bir damla yaşla, bazısı dolu dolu kahkahalarla ayrıldılar benden, bana bıraktıklarıyla. Koca bir torba ağzına beraber doldu, kapıya bile zor taşıdım. O kadar ağırlardı. Bunca sene, neden onlara kıyamamıştım anlamadım. Yorgunluğumu bir kahve kokusuna yüklemeye karar verdiğimde, camın önündeki sallanan koltuğa oturdum, aklıma üşüşmüş onlarca anla. Kıyasıya bir sokak dövüşünün yumrukları gibiydi hüzünler ve tekmeleri gibi kırgınlıklar... Küfürlü bir sesleniş oldu gözyaşlarım... Son darbeyi, bütün bu kavgayı durdurup ayırmak isteyen yürek aldı. Yorgunluğum hafiflesin diye oturduğum yere ağırlığım çöktü. Yüreğimin ağırlığı... Yer yerinden oynadı.

Temizlemeye karar verdim, beni kıran, üzen, yıpratan, acıtan, ağlatan ne varsa, hepsini teker teker koydum bir çöp torbasına. Haydi yallah çöp kutusuna... Bir anda! Zaten, bir saniye falan geçiksem, yada bir düşüneyim desem, ayrılmazdım ya ben onlarla... Bir anda! Bir anda, hepsini bırakıverdim benden uzağa.

Kendi dünyamın kapılarını araladığımda girdiğim bir bahçede dolanırken, çöp arabasının o heybetli gelişinden sarsılan camlar haber verdiler bana, öğütücüye gidecekti az önce ne varsa kurtulup beni hafifletmesini istediklerim. Son bir veda için cama koştuğumda, çöpçünün torbada ne var ne yoksa sokağa saçtığını gördüm. Tek tek eline alıp okuyordu beni kıranları, tek tek anlamaya çalışıyordu üzüntülerimi, tek tek okşadı acılarımı, tek tek yüreğine koydu gözyaşlarımı... Artık benim için gerekli olmayanlarım onda birer birer şefkate dönüştüler... Kafasını kaldırıp baktı bana, yapılan yardımlar karşılıksız kalmalıdır derdi babaannem... Hemen içeri kaçtım, nedense bilsin istemedim onları benim oraya bıraktığımı. Penceremi kapadım. Perdemi de...


Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma... Kimden kime gittiği belli olmayan bir yardımlaşma kampanyası: Geri dönüşüme izin verin... Sloganı bu olan bir kampanya önerisi ile gittiğimde müşteriye, anlam veremedi duygular nasıl değiş tokuş olacak diye. Ona, yukarıda sözünü ettiğim çöpçü hikayesini anlattım, reklam filmini buna benzer bir senaryo üzerine kurgulayacaktık. Kadın sığınma evlerine ziyaretler yapılmasını teşvik edecek bu kampanyanın amacı, oradaki kadınların dertlerini dinleyerek hafifletirken, dinleyenlerin şefkat duygularını çoğaltmaktı. Kampanyaya katılım hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Sattığımız hüzündü, dramdı, yürekti; bir alan çıkmadı. Herkes, kendi hüznünü satmak istiyordu, kendi dramından en kısa yoldan kurtulmak... Satıcısı çok, alıcısı yok bir kampanyaya atılan imzalar, daha altıncı ayını bulmadan rafa kaldırıldı.


Fazlayı toplamak için anı toplayıcısı olmak lazımdı, ya da ne bileyim, hüzün kolleksiyoncusu, en basitinden dinleyici olabilmek lazımdı, yürekli ve şefkatlı bir dinleyici... Bulunamadı... Ne yazık ki, elde kaldı bulduğumuz bütün hüzünler, eksi yirmisekiz derece şoklama depolarında, mevsim sonu indirimini bekliyorlar, koyu maviye dönüyor umutları beklerken. Oysa açık uçuk maviydi umutları... Açık, uçuk ve mavi. Alan olmadı!


Şubat 2009, Bursa


11 Haziran 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Sıkışmak



sen bir insan olsan
bir çıkış yolun da olmasa
yani sıkışıp kalsan,
yalanların, savaşların, ölümlerin arasında
sırf nefes alıbiliyorsun diye derin derin
mutlu olabilir misin
söyle bana



10 Haziran 2010

Aşk ve Sürgün

266/365, © Okan Akan



Seninle bir sahil kasabasının yağmurlarında ıslandık biz
Sandık ki güneş hiç göstermeyecek yüzünü
Öylesine lacivertti deniz, koyu ve sonsuz
Ve öylesine griydi gökyüzü, pürüzsüz ve derin
 
Şimdi kuruyorsa üstümüz başımız
Ve yüreğimiz
Ve hatta sevgimiz kuruyorsa, güneşin altında
Güneşin bir suçu yok sevgilim
Biz aşkı,
Büyüyen bir çam ağacının sürgünlerine yükledik
Uçuk yeşildi rengi
Ve güçlüydü kökleri
Yağmurlarla geldi
Yağmurlarla gidiyor şimdi
 
 

08 Haziran 2010

Özlemeye Dair

Sana dair birşeyler yazmak istedim, seni özlediğime dair. Onlarca kelime üşüştü beynime, bir o kadarı uçup gitti dilimin ucundan. Aklımın kıvrımlarını zorladım, raflarına baktım teker teker anıların, hislerime dair birşey yazabilmek için... Arşivlerimi karıştırdım ve not kağıtlarıma baktım, hani çalakalem yazılmış belki bir iki satır bulabilirim sana dair diye. Hislerime dair bir şey yazmak istedim bu sabah ve aklım, çıkarıp koydu önüme, benden önce kurulmuştu cümleler ve benden daha güzel anlatabilirlerdi belki sana hislerimi diye, onları yazmaya karar verdim buraya. Hani okursan sevgili, belki anlarsın sana dair neler hissettiğimi... 

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

Şiir Oruç Aruoba'dan: Özlediğin Gidip Göremediğindir diyor şair... Yağmur yağıyor günlerdir, yollar kapalı, İstanbul'da okullar da... Ne zaman yenik düştük biz yağmura... Ne zaman kapandı yollar... 'Özlediğin gidip göremediğindir' diyor şair, ve ekliyor 'gene de, istemen', yağmura rağmen...

Ahmet Telli çalıyor o sırada kapımı, 'özletiyor bu çılgın sağanak seni, sırılsıklam özletiyor biliyor musun' diyor.  Yağmur yağıyor, aklım hep sende, zaten hiç çıkmıyorsun ki... Yağmasa da yağmur, aklım hep sende, yüreğim de öyle. Bir kuş çırpınışına yüklüyorum sevdamı, çırpıyor kanatlarını, çırpıyor ama uçamıyor, bilmiyorum niye, yağmur sağanak, bir saçak altına saklamışım yüreğimi, belki de ondandır cesaretlenip uçamayışım göklere, tir tir titriyor serçe bedenim, tir tir titriyor, ya yağmurlar hiç durmazsa diye. Cemal Süreya aralıyor kapımı,

Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların
Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dörtnala sevişmek lazım.

Can Baba, dolgun sesiyle bağırıyor karşı masadan,

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Bildik bütün dizeler dökülüyor birer birer, ne çaresiz bir sesleniş benimkisi, hani yetmiyor kelimeler, şairinde dediği gibi, kifayetsiz yani... Bak ne diyor Edip, 'dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti, sonra bütün bulutlar hep birden geçti, anılar, anılar belki hepsi bir kelime.' Yağmur! Yağmur yağıyor. Yağmur hiç durmadı sen gittiğinden beri ve ben tek kelimeyle, özledim, seni.





















Fotoğraf / rain rain rain

05 Haziran 2010

Tembel Cumartesi




cafe del mar-volume 9-11- trio mafu


Uzun zamandır ilk defa bir cumartesi çalışmıyorum, yapılacak işler listem boş ve ben sadece tembellik yapıp, öylece ayaklarımı uzatıp, belki bir film izleyip, çokça kitap okuyup, biraz gazeteleri karıştırıp, az biraz bloglara bakıp, öylece, tembel tembel bir cumartesi geçirecektim sözün ona... O kim? İnanın bilmiyorum... Sözümona, sözde yani, bir fentâzi (okunduğu gibi yazılır), bir güya hali...  Sözde kalışını şu saate kadar bizzat yaşayarak öğrendim.  (Saat 12 sularında yazılmaya başlandı da bu yazı...)

Sabah deliler öptü beni, gene her sabahki gibi; saat 6 ve benim gözler ferfecir. Dedim ki kendime, ulan kadın uyusana, ne işin var sabahın köründe. İşte o ölümcül soru ve aklıma o anda üşüşen düşünceler:

  • Annenin evinde çiçekler sulanacak. Görev başarı ile tamamlandı ama balkon kapısı açık mı unutuldu kuruntusu giderilsin diye, yarın bir daha eve uğranacak.

  • Pazara çıkılacak. Pazara çıkıldı, meyve ve salata alındı, özenildiği için enginar ve barbunya alındı, bir de şimdi onlar pişirilecek iyi mi?

  • Çerçeveciye fotoğraflar verilecek. Verilmedi, ve sanırım bir süre daha verilemeyecek.

  • Market alışverişi yapılacak. Yapıldı, yapılmasına ama liste evde unutulduğundan bir kere daha çıkılacak. Ha bu arada unutmadan, listedekilerden sadece birini alıp, elimde 5 torba eve dönüşümün mantıklı bir açıklamasın yapacak biri aranmaktadır, bilginize.

  • Renkliler yıkanacak. Yıkandı, asıldı, kurudular, toplandılar. Ütü için sıraya konuldular, lar ekinden de anlaşılacağı üzere pek çoklar...

  •  Beyazlar ütülenecek. Lazım oldukça ütülenme fikirlerine giderek ısınıyorum, nasıl olsa haftaya Ayşe geliyor.

  • Eczaneye uğranılacak ve ilaçlar alınacak. Uğranıldı, reçete unutulduğu için ilaçlar alındı, reçete için bir kere daha uğranılacak.

  • Balkonlar yıkanacak ki arka balkona çamaşırları asasın, ön balkonda oturup keyif yapasın. Günün en keyifli, en ıslak ve serin anlarıydı, gene olsa gene yaparım.

  • Kendi evinin çiçekleri çeşme suyuyla ve annenin orkidesi içme suyu ile sulunacak. Bol bol sulandı, sonra da yağmur yağdı.

  • Yardımcı aranacak, hem kendi evin hem de annenin evi için günler programlanacak. Bu konuda üstüme yok doğrusu.

  • Dün akşam, günbatımını ve gölün uykusunu çekemediğin için bugün bir posta daha hayıflanılacak. Bu konuda sayfalarca hayıflanabilirim, kendime çok kızdım çünkü. Öyle güzeldi ki... Gene gidilecek, bu sefer sevgili ile elde soğuk biralar, kulaklarda nağmeler, gün batırılıp, fotoğraflar çekilecek. Kim elini çabuk tutarsa o; akıp giden zamanda anı edebileştirecek.
Neyse ki öğlene kadar bütün işlerimi bitirdim de, tembellik edecek zamanı da kendime ayırmış oldum. Gazetelerde haberler malum, hızla değişen gündemi takip edebilen var mı bilmiyorum ama gazeteciler bile bu anlamda beter durumdalar, hayır tam yazılarını yayına hazırlıyorlar, pat! gündem değişiyor ve işin kötü yanı bir de 'eskiyor' yazı, bir gün içinde. Hatta neredeyse saatle ölçülür oldu gündem artık. (Bu konuda genç kalemlerden mussano'nun şu yazına bir göz atın derim. Analizler doğru, saptamalar yerinde...)

Bloglarda dolaşırken fark ettim ki, 'yeterki belden aşağı olsun herşey satar' klişesi hala çalışıyor. Şu yazımı hatırlatmak istedim size de. Ve altına düştüğüm açıklamayı da bir kez daha taşımak istedim buraya.


sevgili dostlar;

kabul etmek gerekiyor ki; başlık sattırıyor... başlık kadın olunca satışlar iki katı; seks, sevişme gibi mahreme kaçan kelimelerle süslenince neredeyse 10 katına çıkabiliyor... hal böyle olunca az önceki sevişmemin :) rüzgarı bugün kü ziyaretlerimi de olumlu yönde etkiliyor... istatistiksel olaraksa sonuçlar şöyle;

bugüne kadar ki tekil ziyaretçi ortalaması 94, sayfa dolaşım toplamındaki tıklanma sayısı 238...

ve dünkü sonuçlar...

tekil ziyaretçi sayısı 786, sayfa tıklanma sayısı 1250...

az önce seviştim de linkini verdiğim öyküme de nezaketen buraya kadar geldik bir göz atalım diyen sayısı; sıkı durun sadece 28 :)))

bu durumda derdimiz çok satmaksa yapacak bir şey yok, tarzımızı değiştireceğiz... ya da bildiğimiz yoldan vazgeçmeyecek ve içimizden geldiği gibi yazacağız ve azla yetineceğiz ne de olsa ne demişler: önemli olan ulaşmak istediğin hedef kitle ve ben kelimelerle sevişen ve yan komşunun sadece kelimelerini merak eden dostlarımla mutlu mesut yazın hayatıma devam edeyim diyorum...

hepinize sevgiler...
Bloglarda gezintim bitince, L koltuğuma uzanıp, Brida'yı okumaya devam ettim. Bitmek üzere... Paulo Coelho'nun kitaplarından en çok; Zahir ve Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım etkilemiştir beni. Bu kitabını okumayı düşününler olursa diye, kitap arkasından bir alıntıyı iliştirivereyim, bir parmak bal niyetine...
"Ruh-eşimi nasıl tanıyacağım?"
Wicca Brida'ya "riske girerek" dedi.
"Başarısızlık, hayal kırıklığı risklerini göze alacaksın, ama aşk arayışından hiç vazgeçmeyeceksin. Arayışına devam ettiğin sürece sonunda zafere ulaşacaksın."
Kitabıma ara verdiğimde, televizyon kanallarında dolaşıyordum ve film kanallarından birinde izlemediğim 1993 yapımı bir filme denk geldim, Kalifornia.  Film; katil kimdir sorusuna cevap arayan bir yol filmi aslında. Zaman zaman temposu düşse de, belli klişelerle donatılmış olsa da, belki de izlediğim zamanlamayla da alakalı hani güncel siyasetin içinde, katil, suçlu kavramları da kafamızın içini bu kadar işgal ederken, iyi bir seyirlik oldu benim için diyebilirim.

Filmin bitişinden bir beş dakika sonra tembellik modundan uyku moduna geçmek üzere olan bedenim, kapının ısrarlı, kararlı ve azimle çalınışına daha fazla direnemedi. Gelenler; Körler Derneğinden dergi satışı yapan iki kadındı. Onlara; bu tür kapıdan yardımlara sıcak bakmadığımı, inandığım ve bildiğim derneklere zaten yardım ettiğimi belirten cümlemi kurmuştum ki, bitmeden, arkalarını dönüp gitmeleri, bende bir güvensizlik yarattı ama balkonlara çıkıp da ne halt ediyorlar diye bakacak mecalimi, az önce uzandığım koltukta bıraktığımdan, çabalamadım ve hayatı kendi akışına bıraktım. Zaten oldum olası, şu kapıdan satış, bağış ve benzeri girişimlere mesafeli durmuşumdur.

Salona döndüm, gördüğüm rüyaya - yok o henüz rüya değildi, ama rüya zemini için güzel bir hayaldi - sonunu kaçırmadan ulaşayım istediğimden, hiç de üşenmeden uzanıverdim koltuğuma, açtım bir en yumuşağından jazz, nasıl da gidiyorum yavaş yavaş... Derken, kapı gene çaldı. Arkadaş, toplandınız da bütün mahalle Evren'e uyku yok eylemi mi yapıyorsunuz. Neyse, kalktım tabi gene, su tanıtıcısı... İstemem kardeşim, ben suyumdan memnunum, dedim mi demedim mi, pek emin değilim ama kapıyı açmamla kapatmamın bir an meselesi olduğunu anımsıyorum.

Kaçan uykumu kovalayan kuzular baktım çitlerden çokkkk uzaklaşmışlar, bari dedim kek yapayım. Bu nasıl bir ikame duygusudur, anlayan beri gelsin. Günlerdir aklımda havuçlu kek. Hazır vakit varken, aldım elime tarifi, girdim mutfağa. Yaklaşık bir saat sonra yapacağım balkon keyfine, havuçlu kekim hazır, hazır olmasına da, yağmur ha yağdı ha yağacak ve ben temizlediğim bal dök yala balkonum, pişmeye beş kala  kekim ve demlenmeye iki durak var çayımla, kalacağım gibi ortada. İnadım inat masayı iyice yaklaştırıyorum balkon camlarına ve yağmura karşı keyfimi katlıyorum, mis gibi havuçlu kekim, bergamut kokulu çayım ve hüzün efektli havamla...

Gün güzel, alabildiğine tembel geçti, 
az sonra açacağım buz gibi bira,
 yağmur sonrası sokak ve çimen kokusu
 ve mumlarım ve müziğimin ahengi ile
daha da tembelleşeceğim. 

Pazar İçin Mesaj İçerikli Dilek!

İnsanoğluyuz, hepimiz risklerimizi, inandığımız doğrular uğruna alıyoruz.
Kimimiz aşka inanıyoruz, kimimiz sevdaya.
Kimimiz müslümanız, kimimiz hristiyan.
Kimimiz yoksuluz, kimimiz fakir.
Kimimiz afrikalıyız, kimimiz amerikan.
Kimimiz karayız, kimimiz beyaz.
Kimimiz Çince konuşuyoruz, kimimiz unutulmaya yüz tutan bir dilde.
Hepimiz insan olduğumuz gerçeğini unutmadan yaşayabilsek keşke.
Yani ölünce, sonuçta bir avuç toprak, ya da kül olacağız değil mi?
Eğer biraz şanslıysak, belki yepyeni bir hayat olacağız biririn gözlerinde, ciğerinde, ya da yüreğinde...
İyi pazarlar dilerim hepinize,
Sevgiyle...



Fotoğraf / LayZ's

04 Haziran 2010

Kuyruklu Bir Yıldızın Peşine Takıldı Aşk




Yaşamın çıkmaz sokaklarında yürürken, bir kuyrukluyıldıza çarpmaktır aşk.
Söylendikçe bizim olan bir şarkıdır. Tene dağılan mıknatıstır, isteğin masalıdır.
Uzun bacaklı bir yaban hayvanıdır aşk. En derin kuyumuza düşen kemandır.
Dikey bir şiirdir bütün kuşları aynı anda havalandıran.
Aşk, yasemin kokan bahçeleri ve ateşböceklerini bir arada anımsamaktır.

Çocuk Kalmışlar Derneği'ne üyedir aşk. Kente kanadı kırık melekler yağdırır.
Aşk, ilkyardım çantası olmak, dalgakıran olmaktır.
Kırık camlara sevdiğinin adını yazmaktır iki kişinin bildiği bir dilde.
Aşk, sevenlerin yüzlerinde tahtlar devirir, saraylar yıkar.
Bilgisayarları eritir, oyuncak mağazaları için soygun planları yapar.
Aşk, Öpüşen Çiftleri Alkışlama Ekipleri kurdurur sevilenlere.
O, uzun saçlı bir yıldızdır, yüreğin içinde taranır.

Bilimle açıklanamaz aşk, şiirle açıklanabilir ancak...


Akgün Akova, Aşk ve Kuyrukluyıldız kitabının  arka kapak yazısıdır.
Fotoğraf

03 Haziran 2010

Bütün İş Yürekte



Demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı geride kalanlara...
Yıllar var ki ter içinde
Taşıdım ben bu yükü
Bıraktım acının alkışlarına...
3 haziran 63'ü...
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor
der; Hasan Hüseyin Korkmazgil, şairin ardından...





TAHİR İLE ZÜHRE
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbuna keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım Hikmet Ran ( 1902 - 1963 )


Küçücük bir çocuktum ilk duyduğumda mısralarını. Pazar mıydı ayrımına varamam ama babamla parktaydık. Güneşli bir gündü. Babam gökyüzüne baktı. "Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dedi. İçime işledi. Ne zaman bir sevda yaksa yüreğimi babamın sesi gelir kulağıma ve seslenir bana Nazım'ın yüreğinden:

"Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte,
yani yürekte..."



Ve 2010 yılında hâlâ...

Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne ve kapkara haykıran puntolarla
Bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor,
ağzı kulaklarında Amerikan Amirali 
Ameirka, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiziyiz, dedi Hikmet
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ"

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, yurt severseniz
ben  yurt haniyim, ben vatan hayiniyim.
Vatan çiftliklerinizde,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
Fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
Vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödenekleriniz, maaşlarınızsa vatan,
Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
"Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor, hâlâ!" 



01 Haziran 2010

UZAK / LIK



Uzaklar
Yakınlaştıkça
Uzaklaşıyor

Derinlerde saklı
İroniye gülebilen var mı?




31 Mayıs 2010

Kaderde Varsa




insan inanamıyor kadere,
insan kadere inanmak istiyor oysa,
kaderde varsa ölmek, ölürüz elbet ama
kaderi olmamalı çalışıp da ekmek parasını kazanmaya çalışanın, ölmek!
kaderi olmamalı vatanını korumak için cepheye giden gençlerin, ölmek!
kaderi olmamalı yola çıkıp da kendinden uzaktakilere yardım elini uzatmaya çabalayanların, ölmek!
beyaz bayraklar çekilmeli gökyüzüne
böyle kadersiz
böyle hesapsız
ölümlerde
beyaz bayraklar yarıya çekilmeli
bugün
ve
kadersiz tüm ölümlerde




UYANIŞ

Esbjorn Svensson Trio /  Spam-Boo-Limbo


henüz yataktan bile çıkmamışız
bembeyaz çarşaflar

ve kocaman camlardan gözüken bahçede,
çalan müziğe eşlik eden kuş sesleri

ben sana uyanmışım
sen bana
gözlerimizde aşk
neden bu kadar geç kalmışız ki

öylece omzundayım
kolunu atmışsın ve hatta bir bacağını üzerime
tenin tenimde
uyanıyoruz yeni bir güne
 
mutluyuz,
belki de hiç olmadığımız kadar
ve özgürüz
kanatlanıp uçacak kadar
 
 
bazen insan kendi kanadını kendi kırar
ve küser kendine bile
ve bir sabah uyanır yeni bir güne
biraz daha büyüyerek
kendinden kaçmaktan vazgeçer
ve kendiyle barışarak
ve hatta affederek kendini
başlar yepyeni bir güne
 
 
 










sen büyütüyorsun beni
ve ben sırf bunun için bile
daha da çok sevebilirim seni
 
 

28 Mayıs 2010

KURULMUŞ CÜMLELER / 16



Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel



24 Mayıs 2010

NEDEN / NİYE / NEREYE



















Bir nedeni yok aslında, gitmek hep dillendirdiğim birşeydir benim.
Uzaklara gitmekse en büyük hayalim...
Niyelerim var kendime göre, belki biraz mola vermek aklıma, yüreğime, duygularıma...
Nereyenin cevabı hep, kendime olmuştur,
kendine yolculuklarımın beni huzurlu kılmasında mı saklıdır gizem,  acaba?

Dün akşam Genco Erkal'ın, Kerem Gibi - Nazım Hikmet'le 35 Yıl, oyunundan çıktığımızda, aklımdaki tek şey, ne kadar şanslı olduğumdu. Ben hep şanslı oldum hayatta; çocukken, genç kızken, ilk aşkımı yaşarken ve dostlarımla bir rakı masasında otururken, bir kasabanın terk edilmiş sokaklarında gezerken... Hep şanslıydım ben. Yaşadım ben, doya doya, elbet daha iyilerini ve güzellerini de yaşayanlar olmuştur ama, ben yaşadıklarımı hep çok sevdim: acılarımı, bende kalan tortularını, bana kattıklarını, benden aldıklarını, mutlu anlarımı... Neden bilmem öyle çok uzun yıllar yaşamayacakmışım gibi gelir bana. Belki de üniversitede, 40lı yaşların bana çok uzak duruşundan,  40a kadar dolu dolu yaşat beni, sonra sen ne istersen o olsun diyerek yaptığım anlaşmanın tesirindeyimdir hala.

Kelimeler rahat bırakmıyor bir dostun dediği gibi, kelimelerle bağlandıklarım ve bağladıklarım da... Yazmayı hep sevdim, çoğu zaman konuştuğumdan daha fazlasını yazarak anlattım. Yazmak; tutkuyla, uzak yollardan gelen sevdiğine kavuşmak gibi. Yazıyorum yani anlayacağınız, tek fark paylaşmıyorum yazdıklarımı, henüz. Ve bir gün yeniden paylaşmak istersem, bunun dünyamda olacağı kesin, bunu bilmenizi isterim.

Dünyam durmuş gibi gözükse de ben nefes almaya devam ediyorum, dolayısıyla, kapılarınızı her an çalabilirim.

Dostlukla uzanan elleriniz, kelimeleriniz ve yürekleriniz için hepinize teşekkür ederim.




13 Mayıs 2010

Dile Gelmeyen Veda





Onlarca veda cümlesini yazıp sildiğimde fark ettim ki;
-2006dan beri yaklaşık 800 yazı yazmışım-
yazdığım hiçbir yazımda bu kadar zorlanmadım.

Şimdi giderken,
söylenecek onca söz varken
ve edilecek bir o kadar teşekkür,
sadece hoşçakalın diyorum.

 O hoşçakala neler sığdırmış olduğumu
 hissedeceğinizi biliyorum.

Sevgiyle kalın...


Evren








23:46 Yağmur başladı...

Bu İlk Değil



Düşünceler kararınca, sisli bir gözaldanması ile bakıyorum dünyanın bana sunduklarına...
Bu aralar içimdeki kız çocuğu çıktı dışarı dolaşıyor sokaklarda, umrunda değil dünya... Yalnızlıktan delirdi zaar diyecek mahalledekiler... Delirdi de ne yaptığını bilmiyor. Aman öyle desinler, ne akıllı ne mükemmel, ne şahane diyeceklerine, deli desinler... Ama bilmeyecekler; delirmek hayata tutunmaktır tam ortasından, öyle sıkı, öyle sıkı tutunursun ki, parmakların ağrır, sonra kolların, yüreğine vurur ağrısı da delirirsin ağrıdan. Ama bu delilik hali, kusursuzluk halinden iyidir aslında.

Güneşle randevum var, anlayacağınız ben çıktım. Kendim gibi bir deli ile karşılaşma umudum var. Olmazsa, tanırım kendimi; çok sürmez dönüşüm. Düşünceler gene kararır zamanla ve ben gene dünyanın bana sunduklarını sisli bir gözyanılması ile görürüm ki; böyle olmasın istiyorum. Artık böyle olmasın.

Ama şimdilik çıktım ben...
________________________________________________

Beni tanımayana not: Umutla bakmaktan yorulur da insan son bir umut hadi der ya kendine... Bu bir hadi yazısı aslında...

Ve dostum, ben farklı olsun istemiyorum mu sanıyorsun. Yorulmadım mı? Kızgınlığın öfkeden değil biliyorum, hissettiğinden. İyiyim... Meraklanma...
 _________________________________

Geçen yıl bu zamanlarda yazmışım bu yazıyı... O gün gitme isteğimin çok farklı nedenleri olsa da, ben içim çok daraldığında, bir de çözümsüz kaldığımda, sanırım en çok da, doğrunun ne olduğunu bildiğim halde yanlış aslında yapmak istediğim olduğunda, bir yola çıkmak istiyorum plansızca, o anda oradan geçerken içimi ısıttığı için bir kasabada durmak istiyorum mesela, soluklanmak bir çay bahçesinde, düşünmek sonsuzca, yola düşmek sonra yeniden, gitmek, gitmek, gitmek istiyorum uzaklara, bilmediğim diyarlara.

_________________________________

Saklı bir vadiydi soluklandığımız, saklı kalmış duyguların ardında oynanan bir saklambaç oyununda, gelişi güzel günlük telaşlardı konuştuklarımız... İlk taşı kim attı hatırlamıyorum. Yankılanıp dönen sesti, ikinci kadehi içerken kulağımdaki çınlama.

İlk dubleyi ona içtim, onunla... Dilim konuşuyordu ama aklım ve yüreğim onunlaydı, o anda. Gözlerim... Gözlerimi hatırlamıyorum ama ona bakmıştır mutlaka. Yoksa, güzel kadınsın biliyor musun demezdi kimse bana.

_________________________________


AYRILIK ÜSTÜ İKİ DUBLE ARASI

İnsan en çok neye üzülüyor, diye sordu… Sanki cevabını kendisi daha önce hiç deneyimlememiş gibi.
Bu vazgeçişi benim iyiliğim için yapıyor olduğuna beni ikna edişine, dedim.
Dejavu gibi, dedi…
Dejavu gibi, dedim…
Dejavu serisine ekleyecek misin, dedi…
Her ayrılık, daha önce yaşadım duygusu yaratsa da, aşk gibidir, her seferinde ilk gibi gelir, dedim. kararımdaki kesinliği ifade edemediğiden olsa gerek, hayır, diye ekledim.

Kadehlerin birbirine çarpma sesi yankılandı saklı vadide. Bir nehir usul usul akıp gidiyordu gözyaşı gibi, gün geceyle oynaşıyordu akılla yürek gibi... Uzun bir sessizliğin ardından ilk taşı atan kimdi hatırlamıyorum. Yankılanıp dönen sesti, üçüncü kadehi içerken kulağımdaki çınlama.

_________________________________

Ahlak üzerine tartışıyoruz, siyasi depremin yankıları üzerinden, sanki tek derdimizmiş gibi sarılıyoruz konuya... Nasıl da hararetli, nasıl da günü unutturan bir konuşma... Susuyoruz, aniden, susuyoruz ve kahkahalarla gülmeye başlıyoruz. İnsanın acıdan saçmaladığı bir yerde miyiz, yoksa çok mu içtik de çenemize vurdu bilmiyoruz. Gülüyoruz, kahkahalarla gülüyoruz.... Sonra ben ani bir dönüşle, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Ses büyüyerek dönüyor karşı dağlardan... Saklı vadide bir kadın, gecenin bir yarısı, ağlıyor diye, susuyor bütün kuşlar, akmıyor dere. Duruyor zaman. Uzun bir sessizliğin ardından ilk taşı atanın kim olduğunu inan hiç hatırlamıyorum. Ama yankılanıp dönen sesin, ben de, olduğunu duyuyorum. Hesabı isteyip, kalkıyoruz. Eve gelip de yatağıma uzandığımda, uykuya dalıyorum sessizce, onun da benle uyuduğunu bilerek.

 _________________________________

Şimdilik çıktım ben...


12 Mayıs 2010

Islanmak Seninle...




özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun (*)




şimdi sağanak halinde akıyor gözyaşlarım ve ben içime akan her bir damlada eritiyorum bendeki varlığını isteye isteye

artık yok yarınlar
bir umut
bir yıldız 
bir geceyken
ve parlıyorken
ve aydınlatıyorken yolları
yarınlar yine karanlık bir labirent
çıkışı gören var mı



Ben içimin acısını akıtırken kelimelere, Teoman soundcheck yapıyor dışarıda, bir parça çalalım diyor, benim için diyorum... Parça başlıyor, Teoman henüz sigara ile kalınlaştımadığı sesi ile 'suç yok, suçlu yok' diyor... Dilim mırıldanıyor şarkıyı bildiği kadarıyla, ve ikincisi bizim olsun diyorum... 'Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden, bir sahne var aklımda, oyuncular sanki biziz, mutsuzuz, ikimiz; kimi aşklar hiç bitmezmiş, bizimkisi bitenlerden...'

Herşey karışıyor birbirine... Dün güne, yarın şimdiye... Sözler sözlere...

Sevmeye yeteneksiz hayat böyle
İki yabancı anladım
Birlikte ama yalnız aşk yok artık
İki yabancıyız yok ama
Hani o güneşin batışı zamanla alıştım
Bizi tanrıya inandırışı senle ben hep böyle
Şu an o akşam aklımda kalacağız
Ama çok zaman önceydi, yaralarımız ağır değildi gitgide eriyip
Yine de bağışladım ben hepsini yok olacağız
Hem seni, hem de kendimi yavaş
O kadar yoktun ki yavaş
Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden sorma neden
Benim de sahneler aklımda, seninkilerden farklı ama niçin
N'olur kendini kandırma herşey yalnızlıktan
Yoktur üstüne senin, güzeli çirkin yapmakta bak güzel bir gün
Suçuysa dünyaya atmakta ölmek için
Neyin bildin ki değerini düş yok, gerçek yok
Benimkini mi bileceksin? bak sonunda anladım
Bunu da tabii mahvedeceksin
yaz yok
kış yok
artık zamanı
karıştırdım

'Güzel bir gün  ölmek için' diyor ya Teoman...   Tesadüf diye birşey yoktu değil mi? Güzel bir gün ölmek için! öyleyse...

Eski bir yazıdan kalanları buluyorum arşivde dolanırken, tane tane okuyorum yazdıklarımı. Tarih atmamışım şaşıyorum. Tarihsiz bir yazı, zamansız gibi, ne zaman okunsa o an'a ait gibi... Bugüne ait gibi... Dünden kalma gibi, yarın her an kaleme alınıverecekmiş gibi...

Dünkü lodos, durmaksızın yağan yağmura bıraktı yerini... Senli benli bir hayatın ortasına yağıyor şimdi gökgürültüsüne katık edilen korkular... Her şimşek çaktığında bir gerçek bir hayalle kapışıyor... Yeneni, yenile olmayan bir dövüşün tarafları gibi ringin ortasında duruyorlar... Hatıralar... Hayaller... Biliyor musun diyor, hatıralarımla, hayallerimin birbirine karıştığını, sanki ispatı zor olmasa hangisi hayal hangisi hatıra bilemeyeceğim, Allahtan o anlardan bazılarını yaşadıklarım hala hayatta da sorabiliyorum, yaşamış mıydık biz... Yoksa ben sadece hayal mı kuruyorum...

Hayaller... Hatıralar... Yaşanmışlıklar... Yaşanması düşlenenler... Yaş alıp başını gidince, hatıralarına sarılırmış insanlar, yaşam asıl o zaman bitermiş, geleceğe dair bir hayali yoksa insanın, hatıralarından besleniyorsa sadece, hayat dururmuş; in denirmiş trenden, beklendiğin istasyona geldin. İnsan bazen inmeli bir istasyonda, garın lokantasında bir çorba içmeli...
Yazım biter bitmez, bir ses geliyor uzaktan, biraz içli, biraz ağlatan... Belli ki yarım bir yazı bu, bir sona bağlanmayan. Bir hikayesi olmayan, meramını anlatamayan. Belki de bu nedenle yarım kalmış bir yazı bu. Hani illa bir sona bağlanacaksa diyorum ki, bir garın lokantasında bir çorba içmeli, en azından senede bir gün, çıkılamayan tren yolculuklarının hatırına, orada oturup, hayalini kurmalı. Yoksa hatıraları mı canlandırmalı... Karıştı işte, yazla kış, karıştı dün bugün, yok artık bir gelecek, bekleme, soğutmadan iç çorbanı...


Candan Ercetin Senede Bir Gun



Belli bu gece uzun olacak, belki de Teoman haklı çıkacak...
Güzel bir gün ölmek için!


________________________________________________________________

(*) Ahmet Telli / Özletiyor Bu Yağmurlar Seni... Tamamı İçin
(**) Fotoğraf / deviantART

FOTOĞRAFIN FISILTISI / KARA UMUT





Yağsan anlayacağım.
Bari güneşime engel olma!




Fotoğraf / deviantART

11 Mayıs 2010

KİMSE BİLMEZ CANINI SEVDİĞİM




Kimse bilmez ömür boyu dert oldum
Kendimi aramaktan yoruldum
Düşüp yollara bir derman buldum
Seni gördüm göreli sana tutuldum...
Kimse bilmez bir ömür sürüklendim
Her sabah yeniden ümitlendim
Bakıp aynaya ne sözler verdim
Seni gördüm göreli aşka dilendim...

Boyuna posuna havasına yandıgım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattıgım
Gönlünü gözünü sözünü,
Canını sevdiğim...

Kimse bilmez bir ömür gelip geçti
Bu tarlada ne ekinler yetişti.
Dön bir bak bana, gözlerim gülüyor
Seni gördüm göreli mevsim değişti
Seni gördüm göreli dünya değişti...

Boyuna posuna havasına yandıgım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattıgım
Gönlünü, gözünü, sözünü,
Canını sevdiğim...



Söz:Özlem Tekin-Cem Öcal

10 Mayıs 2010

KARAR

Üst düzey bir toplantının, sınıra dayanmış bir öğle yemeği açlığında, gözler saatlerde, saatler yelkovanla akrebin tatil rehavetine kapılmış yavaşlığında, evet, geçmiyor zaman ya da yetmiyor zaman hallerinin sıkışıp kalmış garipliğinde; elimde bir not defteri, diğerinde bir kalem, bembeyaz bir sayfaya alınacak ne çok notum var da kelimelerim nerde diye düşünürken... Bir yapılacaklar listesi hazırlasam diyorum, 40'a 2 kalada; kalemin kağıtla buluştuğu o anda elim titriyor:

MAYA yazıyorum, hemen yanına KARDELEN...

Elim durmuyor, yüreğimin çığlığı susmuyor... To do list, to do list olmaktan çıkıyor.




Oysa ben seni yoldan geçerken bile sevdim. Dokunmamıştım üstelik henüz sana. Ne adını biliyordum ne de nasıl bir kokun olduğunu.... Sen hiç bilmedin: Sen başka kucaklarda, sırtlarda, omuzlarda hayata şaşarken, ben sensiz kalışıma şaşıyordum. Hiç mi hak etmedim seni diye öyle çok düşündümki... Ama sen bir hak değildin, bir karardın nihayetinde: Doğru adamla kadının bir araya geldiğinde hayat adına aldığı en önemli karardın sen: Hiç cesaret edemediğim. Yalnız kalırsın diye korktum en çok, yetemem sana diye...

Seninle oynayamadığım oyunları oynadım çocukların bahçelerinde... Binlik puzzle yaptım dilini zar zor konuştuğum bir tanesiyle. Kovboy oldum bir diğeri ile. Saklambaçtı en sevdiğim oyun, gözyaşlarım gözükmesin oyunlar oynarken diye... Fal baktım plastik fincanlarda, öyle küçüklerdi ki, senin ellerini düşledim bir kız çocuğunun "alır mısınız" diyen kahve kokusu bedeninde...

Geceleri ağlayarak bölmedin uykularımı belki ama çok uykum bölündü benim sensiz oluşuma. Benim olman şart değildi ki; benim olmadığın zamanlarda oldu elbet hayatımda. Öyle çok sevdimki seni o zaman bile; bendensin gibi, bensin gibi, cansın gibi sevdim seni en çok.

Bir erkek çocuğu oldun bir seferinde, at koşturdum seninle salonun ortasında ve sonrasında bir kız çocuğu; salatama roka kopartan... Bir "dedişşşşşşşş" diye sesdin günün ortasında. Saçımı saydın tel tel renkleri öğrenirken. Kırmızıydım ben ve sen kıvırcık saçlarına isyan ettin; benimkiler düz, seninkilere benzemiyor diye...

Sen hiç benim olmadın belki ama kokladığım her bebekte, oyunlar oynadığım her çocukta, derdini dert edindiğim her ergende benimdin sen, benimleydin, bendendin o anlarda...
Şimdi tamamlanacak bir "to do list"im var elimde, tek madde halinde...

________________________________________________________________


Yukarıda okuduğunuz yazıyı, 2009'un 8. ayında kaleme almışım. O günü hatırlıyorum. Tetikleyeni de... Bugün ne mi tetikledi bu yazıyı yeniden yayına vermeye: Annemin gözyaşları... Dün anneler günüydü. Annemin; en üzüldüğüm şey ne biliyor musun, diyerek lafa başlayıp, tamamını getiremeden gözyaşlarına boğulması ilk defa denk geldiğimiz bir an değildi, ama dün, kimin anneler gününü kutlamak için aradıysam cümleler daha önceden planlanmış gibi, benim anne olmam üzerineydi... "Sen tanıdığım kadınlar içinde, anne olması gerekensin, o kadar yakışır ki anne olmak"  minvalinde kaç cümle duydum ve kaçında gözümden yaş geldi, bilmiyorum... Akşama doğru bir çocuktan gelen mesaj, katmerledi ruhumun derinliklerindeki soruyu; "Sen anne olsan, çocuğun çok şanslı olurdu, aklıma geldi öle bi..."

Evren bana birşey demek istiyor... Ya da benim evrenden duymaya ihtiyacım olanı bana sunuyor farklı farklı elçilerle... Bilirsiniz değil mi, Allah beni kurtaracak deyip de gelen yardımları geri çeviren rahibin hikayesini...

Dün uykuya yatmadan önce aklıma gelen ise, sevgili tontininin, anneanne olarak bize aktardığı anekdot oldu. Düşündüm ki, anne olmazsam, anneane veya babaanne olamayacaktım. Oysa...

Sabah sabah kendimi hüzün denizlerinde kulaç atmaya teşvik etmeden, diyorum ki, sanırım kararımı bir kez daha gözden geçirmeliyim. Vakit varken...












08 Mayıs 2010

O KURNADAN BU KURNAYA ÇİRKEF SIÇRAMIŞ

Ne zamandır gezmeye niyetliydim, şu gün bu gün derken, bu sabah ilk iş Eski Hamam Eski Tas sergisini görmeye, Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi bünyesinde restore edilen Umurbey Hamamı'nda kurulan TOFAŞ sanat galerisine gittik. Umurbey Hamamı dile kolay 600 yıllık bir hamam... İnanılmaz bir yapı...

İnanılmaz bir sergi... Hele de bu serginin, mimar kimliğinin yanı sıra tutkulu bir koleksiyoner olan ve hem müze hem de hamamın restorasyonunu yapmış olan mimar Naim Arnas'ın koleksiyonu olduğunu öğrenince daha da çok etkileniyor insan sergiden.

KISA BİR BİLGİ:

Eski ipek fabrikasının ana binası olan müzede 2600 yıl önceye ait bir tekerlekten yola çıkarak, TOFAŞ tarafından üretilen motorlu araçlara kadar bir zaman tüneline girilmektedir. Müzeye girdiğiniz gibi sizi 2600 yıl önceye ait Üçpınar Tümülüsü ve kazı çalışmalarını gösteren duratranslar karşılıyor. Orjinali Balıkesir’de olan bu tümülüsün içerisindeki araba parçaları buluntuları ve tekerlek parçaları bu müzenin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Devamı için...




Müzeyi gezerken iki şeye çok üzüldüm... İlginin ve bilginin azlığı. Ne yazık ki, müze ile ilgili bilgileri kapsayan bir broşür olmadığından şu soruma cevap bulamadım. Kozaklık nedir? İnternet sağolsun. Cevabım var artık. 

'Kozaklık da ne?' diye sorarsanız şöyle anlatayım. 10 - 15 yıl öncesine kadar ülkemizde güçlü bir ipek sanayii vardı. Çanakkale'den Bilecik'e kadar olan yörede yetiştirilen ipekböcekleri, koza yapmadan önce dut yaprakları ile beslenirdi. Üreticiden satın alınan ipek kozalarının fabrikada işlenene kadar saklanıp korunduğu özel depolara da 'Kozaklık' denirdi




Güzel bir flora içinde asırlık ağaçlarla çevrili, büyük ahşap bir kapıdan içeri giriyorsunuz. İşte o kapıdan girer girmez kozaklık karşıladı bizi. Az ilerde, gül bahçesi ile çevrili, işletme sıkıntısı çektiği her halinden belli, şık kafeterya üzerine düşler kurup, çalan klasik müziğe eşlik eden kuşların cıvıltısında, keyif büyüttük bir süre, yanında bir bardak çayla.


Ticari amacınız yoksa, fotoğraf çekmenin serbest olduğu müzede 100den fazla görüntü çektim ve bunun büyük bir kısmı, fuaye olarak değerlendirilen, Fransız Kozaklık bölümünde, yolunu şaşıran kaplumbağa oldu. Duvar boyunca dört dönen kaplumbağa sabah sporunu yapıyor gibi geldi bize.

Müzede gezerken, herbiri bir tablo niteliğindeki at arabaları süslemeleri en çok ilgimi çekenler listemin birinci sırasını, hemen sonrasında tekerleklerin sunumu ve uçan payton (ya da fayton - çünkü müzede bir yerde payton yazıyordu başka bir yerde fayton ve bu ikisi arasında nasıl bir fark olduğuna dair bir bilgi yoktu. Hatta şöyle bir anekdot aktarabilirim hemen: "Aaa bunca zamandır yanlış biliyormuşum bak, payton değil faytonmuş, ve bir 5 dakika sonra; neyse payton diye de bir şey varmış." Bu diyalog güne damgasını vurdu. Bilginin bu tür müzelerde nasılda olmazsa olmaz olduğunun altını çizmek adına.)











Araba müzesinden çıkıp, hamama doğru ilerlerken, orta bahçede sergilenen mermer çeşme başları selamladı bizi, kütük ve taşlarla örülmüş yol, bir düş bahçesinde ilerlerken beni düş diyarlara taşıdı ister istemez.



Hamama yaklaştıkça bir ses duyduk derinden gelen, sanki çocuklar sarmış hamamı... Sonrasında bir filmin hamam sahneleri olduğunu anladığımız bu sese yöneldiğimizde Adile Naşit karşıladı bizi:  Ben senle büyüyen bir kuşağın kuzusuyum Adile Teyze, iyi ki tanıdım seni.





Kurnalar, taslar, nalınlar, takunyalar, kirdenlikler, taraklar, altın işlemeli havlular, çeşme başları ve unutulmuş kültürler... Dedim ya, düş diyarlara taşıdı bizi yollar...

Yandaki görsele bir dikkatlice bakın, düşündünüz mü neden yeni bir hayat yeni bir nefes...

Çünkü şu anda, kırklanma hamamındayız...

Kırklanma hamamı bir kavramla ilişkilendirilmiş: ARINMA... Fahişelerin, pişman olup günahlarından arnmak için gittikleri hamammış.  Bu ritüelle tüm ruhun temizlendiğine inanılırmış. Kırklanmak isteyen kadın, üç kez abdest aldıktan sonra natırın altın yüzüğü veya küpesini suya atarak kırka kadar saydığı sudan dökülürmüş. Kırklanan kadına, natırın iyi dilekleri ve duaları iletilir, ve temizliği tamamlanarak hamamdan çıkılırmış.


Loğusa hamamı, bugün bildiğimiz 40 uçurmaymış aslında. Doğan bebek ve annesi ilk defa 40 gün sonra bu ritüel için evden çıkar, hamama gelir ve onu doğuran ebe tarafından yıkanırmış. Ebe, annenin belini kalınca bir kuşakla sarar, elini 40 defa içine batırarak kırkladığı bir tas suyu loğusanın başından dökermiş. Bir çeyrek altını, akan suya çarpan ebe, -sanırım bolluk ve bereketin onlarla olması için- dualarını okur ve töreni sonlandırırmış.

Hamamlar sadece bir arınma, temizlenme alanları değil,  kadınların sosyal ortamlarıymış o dönemlerde anladığım kadarıyla; doğum, askere gönderme, evlenme gibi sosyal olayların paylaşım alanı hep hamamlar olmuş kadınlar için. Hatta, bilirsiniz, eskinden kızlar hamamlarda beğenilirmiş... Tüm çıplaklıklarıyla görülebildikleri için herhalde... İlgimi çeken olaylardan başka bir tanesi de hamamlardaki yeme - içme ritüelleri. Mesela, asker hamamında, asker annesi bütün komşularını çağırır, eğlence düzenler ve bütün masrafı da kendisi karşılarmış. Amaç, oğul askere su gibi gidip, su gibi gelsin...

Peki onbeş hamamını duymuş muydunuz? Gelinler gerdek gecesinden sonraki 15. günde, tüm yakınlarıyla gelip, tecrübesini paylaşıyordu herhalde, tabi ki arınarak. 

Evliya kurnası, kadın hamamlarına ait bir bölüm, tahmin edeceğiniz üzere; dilek tutmak için. Ama bence ilginç olanı, dilek tutarken dua etmenin yanı sıra, yoksul birinin yıkanma masrafını üstlenerek, yıkandığı hamama; sabun, takunya ve süpürge gibi hediyeler bırakması. Eskiden hem daha temiz hem de daha duyarlıydık galiba...



Hamamı gezerken ve o kültürle yoğrulurken, üzerimize sinen; hamamın kendine has kokusu ve zarafet duygusu oldu. Mesela, öyle zarif buhurdanlıklar vardı ki, kendimi o zaman dilimine ışınladım ve o hamamda bir kadın oluverdim, ritüellerin tam ortasında, arındım ve dualarla uğurlandım. Gümüşle kaplanmış topuk taşlarıyla ovdum ayaklarımı ve kemik ya da gümüşten yapılmış taraklarla taradım saçlarımı...