27 Ekim 2010

Sıyırmak


Sıyırmaya beş kaldı diyorum, halbuki üç kaldığını biliyorum. Kendime o iki skorluk torpili çok görmüyorum. Dikiş bilmeyen ellerimle oturup kıyılmış yürek parçalarımdan kendime bir gömlek dikiyorum. Saçımın tellerindeki beyazları yapıştırıyorum tek tek üzerine. Beyaz, gözümü alıyor. Ağlıyorum.

Kollarını bir karışın kadar uzun tutuyorum. Yürek parçalarım kıymık kıymık dağılmış sağa sola, topluyorum. O parçaları birbirine ekleyip ince uzun bir kemer yapıyorum. İlk gelin misali, parmak uçlarımın kesiğinden damlayan gözümün kanlarıyla özenle kemerimi boyuyorum. Kırmızı, canımı yakıyor. Ağlıyorum.

Gömleğimi giyip bağını ince belime doluyorum, kollarımı arkadan bağlaman için sırtım dönük kapına varıyorum. Kırmızı kuşağımı görünce, gelin mi oldun, diyorsun. Kollarımı gösterip, hayır delin, diyorum. Gülüyorsun. Gülüyorsun çünkü kendime yaptığım torpili anlamıyorsun. O kadar dürüst değilim, bilmiyorsun.

Ellerimi arkadan bağlıyorlar üç zaman sonra tanımadığım adamların sesleri, sen daha iki vardı diyorsun. Senin sesini tanıyorum. Arkamdan el sallıyorsun. Duyuyorum. Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde tüm ışıkları kapatıp ağlıyorsun. Hissediyorum. Gidişime bir anlam veremiyorsun. Sana diyecek iki lafı olan sesimi bırakıyorum kafesli camdan dışarı. Süzüle süzüle gelip konuyor yüreğine, bir kar tanesi zarifliğinde:

Arkamdan salladığın sol eline iyi bak sevgilim. Sıyırıp bütün kederlerimi, soyunup acılarımı, gözlerim kahvenin en güzeli, tenim pembe beyaz olduğunda, ben sana çırılçıplak geleceğim.  Sen, sol elinle seveceksin beni sol yanımdan başlayarak. Sevgin, yüreğimi dağlayacak. Ağlayacağız. Biliyorum. Seni benle ağlayabileceğin için bu kadar deli seviyorum.


26 Ekim 2010

D/okunduğunda Sızlar Kelimelerim



Gelişine...

Dokundun yüreğime yıllar öncesinin özlemiyle
Parmak uçlarımda uçuşan kelebeklerse aşk
Ve saç diplerimde gezinen bir acabaysa eğer
Aşktı sana hissettiğim

Romanlar okurdum dilini bile bilmediğim
Trenler geçerdi içinden
Çitlerin ardında kömür kokusu
Beyaz sıvalı kerpiç evin penceresinden bakar
Her yıldız gördüğümde ölesiye mutlu ağlardım
Yüzümde turuncu bir gülümseme
Gözümde mor bir inci tanesi
Dokundukça parmak uçların
Kapıları çarpardı yüreğimin
Bir yüreğim olduğunu
Öptüğünde anladım


Gidişine...

Sebepsiz ve sözsüz kalınca elimde bitmemiş bir hikâye gibi hayallerim
Çok dokundu yüreğime gidişin
Yıllar öncesinden parmak uçlarımda kalan sızıydı ardından hissettiğim
Ve o gideşe yüklenen bir nedendi, saç diplerimdeki tanımsız ağrı

Ağrıma dokunma demiştim
Ağrıma dokunma!
Ağrıma gitti sözümü dinlemeyişin
Bir istasyonda içtiğim çorbanın acısıyla yansa da yüreğin
Bir daha o trene binmeyeceğim






.

25 Ekim 2010

Garip Ama...


Bildiğin garip bir durum. Sürekli bir yazma isteği, önüm sıra koşup ebe diyen bir erteleme kararı. İçime sığmayan kelimelerin, çıkmak istemeyen tavırlarını da anlamak mümkün değil. Bir gel-git var, dilimle yüreğim arasında, aklımla kelimeler arasında gidip geliyorum. Ben. Kimim? Neden konuşamıyorum? Sussam yüreğim kırgın, konuşsam aşk. Söyle bana. Söyle ki bileyim, kadersiz miyim?

Oysa ne garip, garip çünkü ben hep çok şanslı olduğuma inandım. İnandım mı gerçekten, yoksa öyle olmasını mı istiyordum ölesiye. Ah, gözün yalanlarına kanıp da ağlayan yürek, söylesene şimdi neresi senin sığınağın.

Bir gel-git var, yüreğimle dilim arasında, kelimelerle aklım. Neden yazamıyorum? Ben. Neden? Suskun yüreğim harflerini kaybetti bir gece vakti. Şimdi yarım kalan kelimeleri teğellesem birbirine, dikiş tutmaz cümleler kursam mesela, giyinsem kuşansam anlatmak istediklerimi üzerime, okuyabilir misin beni ellerinle. Sana bir sır vereyim, yüreğimin vuruşları gizli bir şifre elbet alfabesini bilene.

Oysa ne garip, garip çünkü ben hep senin o alfabeyi bildiğine inandım. İnandım mı gerçekten, yoksa öyle olmasını mı istiyordum ölesiye. Ah, yüreğin sanmalarına saplanıp da ağlayan göz, söylesene hangi okyanusa karıştı akıttığın yaşların.



Fotoğraf

24 Ekim 2010

Yine Güzel Bir Pazar

Bu sabah gazeteleri şöyle bir okudum. Ardından dışarıda yapılacak pazar kahvaltısı için hazırlığımı tamamlamıştım ki, telefonum çaldı. 10 dakikaya kadar sendeyim. Ben zaten hazırdım: son bir aynada kendine bakış ve işte günü karşılayan bir çift gülümseyen göz.

Özlemişiz. Laf lafı açtı. Yeni keşfedilen şarkılar ve şarkıcılar paylaşıldı. Günlük olaylar ve yalnızlıktan dem vurmalarla gidilecek yere varıldı. Güneş gören masa beğenildi. Baş köşesine kurunuldu. Tabaklar alındı. Açık büfenin önünde duruldu. Yiyeceğimiz kadar kahvaltılık tabağa yerleştirildi ve masada sohbet kaldığı yerden devam etmeye başladı.

Daha birinci lokmalar çiğneniyordu ki, burnumuza çarpan kokusu ile yanımızdan geçen sarışın kadına dikkat kesinildi. Nasıl da keyifsizdi. Kucağındaki ufak kız çocuğu ile eline yapışmış olan erkek çocuğun ağırlığından iki büklüm olmuş sırtındaki yük hissedilir derecedeydi. Adam elinde araba anahtarı ile dünyanın bütün yüklerinden kurtulmuş hafifliğinde uçarak yanımızdan geçti. Kadın çocukları ile bir oturma düzeni kurmaya çalışa dursun adam açık büfeden tabağına muhtemelen bir haftalık yiyecek stoğunu almak konusunda ciddi bir projeye girişti. İkram defalarca kalkıp istediğin kadar almaya müsaitken, adamın tabağını neredeyse devrilecek noktaya kadar doldurmasına şaşkınlıkla bakınıldı. Oluşan katlı kule takdire şayan bir mimarlık projesi olarak hafızalarda yerini aldı. Yüne de kıtlıktan çıkmış bir halleri olmadığından da davranışa bir anlam verilemedi. İnsanın göz doymasının, mide doymasından daha önemli olduğunun bir kez daha altı çizildi. Nefsin körelmesi direk gözle ilişkilendirilmeliydi belki de ki; bu konu da masaya yatırılıp tartışıldı. Konu benim ayakkabılara gelince, meselenin nefisle değil ihtiyaçla ilgili olduğu kararında ısrar edildi. Üstelik siyah bir ayakabım bile yoktu. İnsanın kankası ile tartışması da pek bir güzeldi. Hemen haklılık payı kartı ile ihtiyaç pekiştirilebilirdi.

Yan masamıza gelen çift daha sabahın ilk saatlerinde kırgın ve sinirliydiler birbirlerine. Bakışlarında, hareketlerinde ve suskunluklarında bile hissetmek mümkündü soğuk rüzgarları. Az ötemizdeki oyun parkında sürekli kaydıraktan kayıp, kendini yere yapıştıran çocuğun anne ve babasının dikkatini çekmek üzere yaptığı onca can acıtan davranışa, kafasını tabağından kaldırmadan tepki veren anne babanın bıkkınlığdı en çok ilgimizi çeken. O çocuğa koşup sarılma ihtiyacı hissecek kadar içimde yandı bir yer. Ama bunu engelleyen iç sesim, içinde olmadığın hayatlara müdahale etme dedi. Duydum ve dinledim. Yangımı soğuk bir bardak suyu kafama dikmek suretiyle dindirdim.

Aklıma paradigma felci yaşadığı ânı anlatan Amerikalı eğitmenin gözleri ve sözleri geldi:
metroya binmiş, günün yorgunluğunu atmak üzere elime aldığım kitabı okuyordum. Kitaba öylesine dalmıştım ki biri erkek biri kız, 9-10 yaşalrındaki iki çocuğun bağıra çağıra söylediği gospel ile irkildim. Uzun süre babalarının onları susturmaları için dik dik baktım. Adam dalgındı, bense giderek öfkeleniyordum. Nasıl olur da bir baba çocuklarıyla ilgilenmezdi anlamıyordum. Sonunda dayanamayıp, biraz çocuklarınızla ilgilenir misiniz? Burada kitap okumaya çabalıyorum, dedim. Adam kafasını olabildiğince sakin ve yavaş kaldırdı. Başka bir alemden bakar gibiydi. Sesi neredeyse çıkmayacaktı, gözleri kan çanağıydı. Biz cenazeden geliyoruz. Çocuklar anneleriyle vedalaştıkları andan beri, bu şarkıyı söyleyip duruyorlar. Sanırım zamanla onlar da atlacak, dediğinde içimin titrediğini hissettim. Önyargım beni tokatlamıştı. Özür diledim. Çocuklarla birlikte bağıra çağıra o şarkıyı söyledim.

Eve geldiğimde, bir önceki yazıma gelmiş olan yorumları yayına verdim ve onlara yorum yazdım. Olan biten hep aynıydı. Ait olmadığımız yaşamlara ilişkin fikirler gelişriyor ve bunları gördüğümüz pencereden algıladığımız şekliyle yansıtıyorduk. Anlatmak istediğimiz, karşımızdakinin anlayabildiği kadardı. Bazen bizim de pek doğru kelimelerle ifade etmediğimiz anlar olabilirdi. Ama önemli olan konuşmaktı, paylaşmak ve gördüklerimizi ynasıtabilmekti. Haklısı, haksızı yoktu. Durduğumuz yerden gördüğümüz tablolar vardı. O tabloyu yapan olmadığımız sürece, tablonun neyi ne kadar anlatmak istediğini de, ancak neyi ne kadar anlayacak alt yapımız, birikimimiz ve bakış açımız varsa işte o kadar anlayabiliyorduk.

Gün güzeldi. Dinlenmek ve güneşin ısıtan ışınlarından faydalanmak gerekti. O nedenle az sonra L koltuğuma uzanıp, Ledisi dinlemeye koyulacağım. Geriye, bana uzak diyarların hayallerine sarınıp düşlerin beni çıkarttığı yolculuğun keyfini sürmek kalacak. Belki akşam saatleri o keyfi, eğer olur da kelimelere dökmeyi becerirsem sizinle de paylaşacağım. Şimdilik günden ve kendimden beklentim budur. Hepinize keyifli bir pazar dilerim. Fotoğraftaki tostun öyküsünü ise başka bir pazara erteledim. Şimdilik göz süzmekle idare ediverin.





Kimse Kusura Bakmasın



Dünden beri yazıp yazmama konusunda düşünceliyim aslında. Sebebi de şu ki; ben kişisel olarak giyim kuşama karışılmasının, tek tipleştirilmenin  -her anlamda- yaratıcılığı öldüreceğine, zenginliğin -maddi değil elbet- çeşitlilikten geleceğini savunmuşumdur. Bu şartlar altında bakıldığında başörtüsü bayrağının geldiği son noktada, Başbakan'ın ‘Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası’ konulu forumda başı açıklara çıkışması konusunda, yani hak savunma konusunda iki çift laf söylemezsem -başı açık olarak, cevap hakkı doğuyor değil mi- kendime daha sonra çok kızacağım. 

Savunulması istenen söz konusu hak, bir bayrağa dönüştürülmek isteniyorsa, söz konusu hak, baskıya varan bir yapıyla mahallede huzursuzluk yaratıyorsa, durup düşünmek gerekmez mi? Neyin hakkı, kimin hakkı diye...

Başbakan Tayyip Erdoğan, kadınları, genç kızları, kılık kıyafetine göre, inancına, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakmanın, üniversitenin özgürlükçü niteliğini aşındıran ilkel ve gerici bir tutum olduğunu söyledi.(*)

Kimse kılık kıyafetine göre, inancına göre, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakılmazdı, eğer o kılık kıyafet siyasete alet edilmese, bir bayrağa dönüştürülmese ve 'eğer taraf değilsen bertarafsın' ile sindirilmeye çalışılmasa. Gelinen noktada dini inancından dolayı mağdur olanlar vardır elbet, ama bunu gene o dini inancı bir kıyafet olarak üstüne giyip, o kıyafetin altında türlü ahlaksızlığı özgürlük olarak tanımlayanlar yaratmışlardır ki bu noktada onların hakkını savunamayacağım, kimse kusura bakmasın. Yozlaştırılan, içi boşaltılan bir inancın savunucusu olmayı kabul etmediğim için de kimse benim kişisel hak ve özgürlüklerin savunucusu olmadığım sonucunu çıkartmasın.

Dini inancını yerine getirmek konusunda bugün gelinen noktada bile, samimiyetini, saflığını ve dürüstlüğünü koruyanlardan da bu anlamda özür dilerim, onların da bu oyuna istemeden dahil olduğuna dair endişemin altını çizerek. Affetsinler, ben dini kıyafet olarak giyenlerin oyununa dahil olamayacağım. İnancımı, bana öğretildiği gibi, Allah'la kul arasında bırakacağım.



(*) İlgili haberden alıntı.

22 Ekim 2010

Bu Hafta Ben ya da Yüreğimden Kalkan Yü(re)kler



Pazar günü kendimi şımartmak zannettiğim abartmalarım, haftanın koşuşturması içinde eriyip nerelere gitti bilmem ama ben kendi farkındalığım ile ilgili ciddi yollar kat ettim. Yükseklisans bittiğinden beri duyduğum, şu doktorana devam et cümlesini daha sık duydum bu hafta mesela. Affetmek ve meraklarını gidermek konusunda yılların bir önemi olmadığını da gördüm. Yıllar geçse de üstünden, bu kalp seni unutur mu'nun cevabından artık eminim. Kendi gömümün sıklıkla akla ziyan hallerde karşıma çıkışına da bu anlamda çok şaşırdığımı söyleyemem. Affedilmek istiyordu(m), affedilmek ve bildiğim/nden emin olmak. Biliyordum, beni hep sevmişti. Ve hissediyordum artık affedebilirdim. Yüreğimin reflüsü zaman zaman nüksetse de, farklı farklı sebeplerle, o ana eksendi. Öyle sanıyordum.

Bu hafta o koşuşturma arasında beni durduran bir maildeki kelimelerin sahibi kız çocuğunun yürek atımlarında kayboldum. Kendim gibiydi. Arayışı, inanışı, aldanışı, tıpkı ben. Sonuçları açısından acıları ve ağırlığı herkesin kaldırabileceği kadardı. Ben ağırlık kaldıramıyordum. O bir dünya şampiyonası yapılsa açık ara farkla birinci olabilirdi. Yüreğim sıkıştı okuduğum her satırda. Kendimle özdeşleşen yerlerinde aklımın geçmiş zaman koridorlarında dolaşmasına engel olamadım. O koridorlar karanlık ve silinmesini istediğim hatıralarla doluydu oysa. Karşıma her dönemeçte aynı yüzün, ismin ve sesin çıkıyor olması bir tesadüf değildi. İçinde saklı anlamı bulup çıkartmak, kendi gömümle helalleşmek gerekliliğini vurdu durdu yüreğime. Yapabildiğimden çok emin değilim. Ama artık çok yaklaştığımın farkındayım. Yüreğim; uzun soluklu bir nefes alışa saklı zaman fakiri  aşkın kanatlarında süzülüp duruyorken, ve üstelik dingin bir hayatın kapılarını oldukça huzurlu ve mutlu arka bahçelere açıyorken, içimde yıllar öncenin hayallerinden arta kalan bir parçanın köhnemiş bir sandal edasıyla yürek üstünde kalmaya çabalamasına kaldırma kuvvetimi çekivermek istedim.  Unutmak mıydı yaşadığım, yoksa hatırlıyor muydum gün be gün...

Başarı ile tamamlanmış bir tetkikçi görevi sonrasında duyduğum, dikkatin ve özenin benim ayrılmaz bir parçam oluşunun, ardından gelen iki günlük eğitmenliğimin %90 oranında memnuniyet ile tamamlanmış olması ve ardından duyduğum "varoluş amacını artık sorgulama, sen anlatmak için doğmuşsun"suna benzer söyleyişlerin kulağıma değil de, yüreğime yer edişindeki saklı gururumu okşadım. Kendimle barışmaya başladığım ilk günü hatırlamıyorum. Farkına vardığım değerlerden biri kendimim ve bir de farkında olduğum bir durum var: Kendime yeniden bir yol çizmek için o kadar da geç kalmış sayılmayabilirim.


(*) Görseli internette gezinirken bulmuşum, not etmemişim ne yazık ki...

20 Ekim 2010

Dikkat Dağınıklığı, Kafa Karışıklığı, Yürek Reflüsü

Uzun zamandır alışageldiği üzere, keyifli pazarlar sunuyorum kendime. Bu pazar da güzeldi. Güzeldi çünkü sadece bana ait bir zamanın, mekânın ve coşkunun orta yerine bırakmıştım yüreğimi. (mıştım, çünkü sanmışım.) İstediği gibi attı, istediği gibi... ( ee, haliyle bunu da sanmışım.) Kendimi dinledim, kendimle konuştum, kendimi evet, yine, şımarttım. (valla gelinen son noktada sadece abartmışım gibi göründü ya bana, dur bakalım siz ne diyeceksiniz.)


Milföy hamuru çok tükettiğim bir malzeme değil, neden, niçin, ne zaman alındığı bilinmeyen hamurla göz göze gelince mide, beynin yarattığı baskıya yenik düştü ve pizza denemesi yapmaya karar verdi. Eller komuta karşı çıkmadan hamurları buzluktan çıkarttı, gözler, dört parça milföy hamurunu yan yana dizip, uzun bir süre seyretti. Üzerine hazırlanan ev yapımı domates suyuna eklenmiş az biraz fesleğen, öğütülmüş karabiber ve dağ kekiği ile pizza sosu yapıldı. Sos özenle pizza tabanı olacak hamura sürüldü. Hamur haddini bilsin diye, çatalla üç beş kere dürtüldü. Eser, bir süre daha seyredildi. O delik deşikliğin ortasında bir süre gezinildi. Ayna etkisi dedikleri bu olsa gerekti. Sonra eldeki malzemeler sebzeli olsun hafif olsun bahanesi ile tüketilmek üzere tezgâha yerleştirildi. Daha önce közlenmiş olan kırmızıbiberler yol yol bölünüp pizzanın üzerinde yerini aldı. Tavada şöyle bir döndürülen sarımsaklı ıspanak yaprakları da kırmızılar arasındaki uyumu bozmamaya özen göstererek nazikçe hamurun boşluklarına yerleştirildi. Küçük parçalara ayrılan kurutulmuş domates parçaları aralara serpiştirildi. En küçük gözenekli rendeden geçirilmiş keçi peyniri, malzemelerin üzerine öbek öbek boca edildi. Öğütülmüş karabiber eklenmesi ile son aşaması da tamamlanan pizza, 170 derecede pişmek üzere 15-20 dakikalığına fırına bırakıldı.

Sabahtan niyetine girilmiş domates çorbasının domatesleri iri iri doğrandı, küçük bir tencerede az tereyağında kavrulmuş az un sadece kokusu için düşünüldü ve hazırlandı. Üzerine boca edilen bol sulu domatesler çok çok kısık ateşe konuldu. Az fesleğen, bol öğütülmüş karabiber takviyesi ile çorba kıvamını buluncaya kadar yalnızlığına terk edildi. Blender denen ezici aletle akışkan bir sıvıya dönüşünceye kadar malzeme harmanlandı.

Pişen pizzalar soğutulmadan, bir kitap kurdundan alınan ve uzun zamandır okunması istenilen kitaba eşlik edilerek yenildi. Kitap merakla okunurken, pişen çorbanın kokusu damağı gelip dürttü. Dürtülen damak kitabı elinden bıraktığı gibi, çorbasını büyük kocaman çorba muglarından birine  koydurttu. Dumanı üstünde tüte dursun, kitaba geri dönüldü. Çorba içilecek sıcaklığa geldiğinde yudum yudum içildi. Lezzeti her yudumda damağa yaydırma ve bekletme marifetiyle çoğaltıldı.

Akşamüzerine kadar devam eden okuma, okuyamama, aklını verememe, verme ama bu seferde alamama halleri üzerinden benimle dalga geçen benim, o saatlerde kafayı milföyle bir kez daha bozdu. İngiliz Kraliyet Ailesi büyük  ruh göçünden kalma bir alışkanlıkla 5 çayı içmek üzere gerekli hazırlıklar yapılmaya başlandı. Earl Grey kırması çay, sallama usulüyle demlendi. Demlenirken yayılan kokuya eşlik etmesi üzere, 1 elmayı rendeleyip de içine bir çimdik kadar eklenen tarçın ve avuç içinin büyüklüğünde hacim kaplayan cevizle pişme noktasına gelmeden altı kapatılan iç, az önce çay da içsem, içim de ısınsa bahanesi ile mutfakta soluğu alan kendimin el çabukluğu ile çıkartılan bir parça milföy üzerine emaneten bırakılmıştı. İlk denedim uydurdum oldu modeli için, hafifçe çekiştirilip inceltilmiş hamurla, halı toplama pratiğinden kalan bilgi ile, çok sıkmadan amanda gevşek de bırakılmadan sarıldı, sarmalanan için dışarı pırtlaması uygunsuz kaçacağından bu kısımda az biraz özen gösterildi.  Parmak kalınlığında kesilen içli hamur, fırın kâğıdının üzerinde yatay olarak yerini aldı. Bülbülyuvası özentili elmalı yuvaların yanına, üçgenleştirilen bir milföy peynirli maydanozlu içiyle birlikte eklendi. 20 dakikaya yakın 170 derece fırında üzerlerini kızarıp da kokuları etrafa yayılıncaya kadar bekletildi. Denenmek üzere, üzerlerine bir peri kızının kanadında yola çıkıp da taaaa Antalyalardan gelen bergamot reçelinden sürüldü. Daha önce yenen ve dibi görülen reçel pek daha güzel yakışırdı diye hayıflanıldı. Sıcaklığında eriyerek hamura nüfus eden lezzet daha kokusundan hissedildi. Sabır taştı, sızlığa dönüştü. 

Oturulup kitabın başına gene ve yine afiyetle yenildi, içildi. Kitap neredeyse yüzüncü sayfasına gelmişti ki, kitabın okunmadığı, dikkat dağınıklığı, kafa karışıklığı ve yürek yanmasına kamuflaj niyetli elde tutulduğu üzülerek anlaşıldı. Hafif etkili şokun atlatılmasına müteakip kitap daha fazla hak ettiği saygıdan uzak kalmasın diye, kapatılarak ve yazarından özür dilenerek sehpa üzerine bırakıldı. Kafa boşaltma enstitüsü kâğıt ve kaleme başvuruldu. Kalem yazdı kâğıt ağladı.

Bugün oldu, an itibarıyla yarın olmak üzere, kafa karışıklığı devam etmekte, dikkat dağınıklığı başa iş açmak konusunda ısrarlı, yürek yanması desen adı konuldu. Tedaviye karar kılındı. Benim gibi lisans tezini yürek üzüntüsünde veren, doktorasını yürek ağlaması üzerine yapmış birinin yrd. doç. ve doç. olmak için hazırladığı yayınlardan burada bahsedemeyeceğim. Öyle çok ve öyle derinler ki, boğulma ihtimaline karşı blogumuzda yeterli can yeleği, simidi ve tahliye kapısı yok ne yazıık ki...   Elbet profesörlüğü de yürekle ilgili olmalıydı değil mi? Ah! Burada nasıl da şaşırdınız kimbilir? Gelelim yürek reflüsüne... Bir kası vakti zamanında bir sevda masalının ortasında yırtılan yürekler, içlerindeki acıları zaman zaman sızdırabilirler. Bu ince ince sızma, zamanla içten içe yayılan açıklanamaz, tarif edilemez bir yanmaya sebep olur. Yürek reflüsü denen bu durumun tedavisi için düşünülen 'yüreğini de alıp gitme' tavrı üzerinde, klinik çalışmalar halen bir denek üzerinde ısrarla devam etmektedir. Tedavi sırasında beklenmeyen bir yan etki olarak ortaya çıkan yeme bozukluğunda tek çare koşar adım yürekten uzaklaşmaktır.