11 Eylül 2009

NEREDE, NE ZAMAN BİLEMEDİM...


Şaşırıyor insan; bir doğa felaketini içilen içkilerle bağdaştıranlar olunca ve bir başkasını dini vecibelerin yerine getirilmeyişine bağladığında ama insan en çok insanlığın nerede ve ne zaman kaybedildiği sorusuna cevap ararken şaşırıyor galiba...




Dün akşam iftara gittik. Ben oruç tutmadığım için gelmiyeyim dedim, illa gel dediler. Gittim elbet, davete icabet etmek gerekirdi; öyle öğrendik. Herkesle birlikte bekledim: Sosyalleşmenin keyfini sürdüm. Herkes birbirine, Allah kabul etisn dedi ve hurmalar, zeytinlerle iftariyelik tabağını silip süpürdü. Yemeğin sonlarına gelmemiştik ki, yanımda oturan arkadaşımız "soğuk soğuk terliyorum, başım ağrıyor" dedi. Bir ağrı kesici attı ağzına. 3 günde 10 tane ağrı kesici içmişti. Sıkıntıları vardı, aynı yollardan geçmiştim evvel zaman önce, bilirdim; durup dururken basardı, darlanırdı insan. Ablası, onu matenetli olmamakla suçluyor, sabırsız olduğu için kızıyor ve her zaman uyumsuz olduğuna dem vuruyordu. Evet, nazlı büyütülmüştü ve evet, evin en küçüğü olduğu için de şımartılmıştı ama sonuçta şu anda, yolunda gitmeyen birşeyler vardı. Sigara içmek için gitti, döndüğünde rengi gitmişti. Boncuk boncuk terler boşalıyordu alnından. Geçen hafta küçük tansiyonumun sürekli oynak olması ve yükselmesi bende de aynı etkiyi yarattığından, tansiyon üzerine konuştuk bir süre. Ayaklandık gitmek üzere, o da kalktı bizle, kapıdan çıktık beraber ama 5. adımda "bana birşey oluyor, nefes alamıyorum" dedi ve yığıldı olduğu yere. Sokak ortasında bir büfe önünde bir sandalye bulduk ve oturttuk onu, en az 10 kişi yardıma geldi. Su getiren, kolonya bulan, ambulansı arayan derken durum daha da ciddileşince hastanede aldık soluğu.

Acil servisin önünde bir kalabalık. Tansiyonu fırlayan, şekeri yükselen acilde almış soluğu iftar sonrası... Ben derin düşüncelerde... Bizimkinde tansiyon 8/4... Tansiyon düşünce, boğulma hissi oluşurmuş, öğrenmiş oldum. Hemen bir izotonik bağladılar; müşaade altına alındı ve kısa bir süre sonra kendine gelmeye başladı. Espriler başladı kendi aramızda, neşemiz yerine geldi; O'nun da rengi...

Akşam eve dönerken, bir bayılma anında yardıma koşan insanımızı düşündüm, bir de felaket anında yağmalayan insanımızı... Biz nerede, ne zaman unutmuştuk insan olduğumuzu bilemedim....





10 Eylül 2009

KADEH KALDIRALIM HAYATA

Sen eve girince bir sessizlik oluyor fark ettin mi?


Nedense sen gelene kadar evin içinde bir gülümseme, bir huzur garip bir meltem esintisi sürekli. Önce adımlarının sesi geliyor gülümseme hızla kayboluyor. Sonra anahtarların şıkırtısı, bir bakıyorum huzur koltuğun altına saklanmış. Kapı açılıp da sen içeri girince meltem yerini boşluğa çoktan bırakmış. Hoş geldin diyorum. Sesin geldiği yöne bakıyor ama bir şey söylemiyorsun. Aç mısın diye soruyorum. Kafanla onaylıyor ama hiç ses çıkartmıyorsun. Mutfağa yöneliyorum senin sessizliğin bana eşlik ediyor. Oturup sessizce yemeğini yiyorsun. Ben sadece susuyorum. Yıllar oldu sessizliğine sessizliğim eşlik edeli, ben o zamanlardan beri sadece bekliyor ve susuyorum.

Aşkına...
Sevgine...
Dostluğuna...
Sesinin tınısına susuyorum.

Dokunuşuna...
Duruşuna...
Beni hırpalayışına...
Ama en çok sevişine susuyorum.
Bir de güne seninle uyanışıma.



Bir damla ol içime ak, susuzluğumu gider diye, ben her gece sen yemeğini yiyip de içerideki odada koltuğa uzandığında, sessizce içime ağlıyorum. O sırada önce gülümseme geliyor kapının ardından gizlice yanıma. Bir bakıyorum koltuğun altından sürünerek huzur da hemen peşi sıra onunla. Tülün hafifçe salınması ile fark ediyorum ki meltem de yerini almış diğer yanımda. Huzur gıdıklıyor ayağımı, aynı anda meltem kulağıma fısıldıyor, “kana kana içmek lazım hayatı, inan çok kısa” Gülümseme kendini tutamıyor bir kahkahaya dönüşüyor. Koşarak salona geliyorum. Şaşkın yüzün gene sessiz ama ben duramıyorum kahkaha üstüne kahkaha atıyorum. Gözümden yaşlar geliyor, sessizliğin ilk defa bana eşlik ediyor. Elini tutyorum, huzur bir damla yaş oluyor gözünde, gülümseme biraz ürkek geliyor konuyor yanağına. Hadi diyorum kalk sokağa çıkalım. Meltem camı aralıyor o sırada, yağmurun sesini duyuyorsun biliyorum çünkü kafanı sesin geldiği yöne doğru çeviriyorsun. Yağan yağmurda ıslanıp, sessizliğimizi ıslatalım diyorum. Bana bakıyorsun.

Ben her sabah bu rüya ile uyanıyorum. Bir gece rüyam senin ağzından dökülen şu cümle ile bitecek umuyorum:
Geç oldu ama hadi çıkalım sokağa. Yanına iki kadeh almayı unutma. Yağmur damlaları köpüren şampanyamız olsun. Kadeh kaldıralım hayata.

______________________________

Fotoğraf / 1x.com
İlk Yayın Tarihi / 15.01.2009

09 Eylül 2009

BENİ BANA BIRAK, BEN SENİ SANA BIRAKTIM


Kadın sabahın ilk ışıklarına gülümseyerek MERHABA dedi.
Yeni bir gün başlıyordu gene.
63 yıldır hep umutla kalkardı yataktan da sonra ne olurdu bilemezdi.
Gün uzarken geceye, umut da onla mı giderdi anlayamazdı.

Kontrol günüydü bugün. Sevmezdi kontrol günlerini.
10 yıl önce kalbi teklediğinde; doktor: "üzmeyeceksin bu kalbi, canın sıkılmayacak ona buna" demişti
"Dikkat edeceksin. Seni sevenlerle mutlu olduklarında beraber olacak gerisinden uzak duracaksın" demişti.
Daha 40’larında bile yoktu doktoru. Önemli başarılara imza atmış yakışıklı, bekar bir adamdı.
Ne de çok kızmıştı genç doktora. Ne yaşadın ki sen diyecek oldu, sustu.
Ne çok korkmuştu ölümden o gün.
Kızı daha yeni evlenmişti. Torununu göremeyecek miydi?
Damadı sevememişti. Bir zeka pırıltısı yoktu genç delikanlının bakışlarında.
Durgun bir hali vardı ama kızı sevmişti bir kere genç adamı. Evlendikleri gün de aynı temennide bulunmuştu:
Yeter ki mutlu olsunlardı.
Heyecanlarına yenik düştüğü 30’lu 40’lı yaşlarını anımsadı.
Ne hareketliydi. Ne neşeli.
Düşer düşer ayağa kalkardı.
Şimdi öyle miydi?
Ne de olsa kaç yangın geçti bu yürekten, kaç yara aldı ruhum diye düşündü.
Arkadaşlıkları, para sıkıntıları, sosyal çevresi, ailesi, kız kardeşi, çocukları, eşi, abisi
Kimler kimleri çağrıştırdı...
Radyoda çalan şarkı ile kadın hayallere daldı...

Beni bana bırak giderken, başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun
Sanma ki senden, senin uğrana verdiklerimden
Geriye bir şey isterim sen ayrılırken
Sanma ki senin için yaptıklarımın hesabı sorulacaktır senden

Kim kimin için yazmıştı acaba diye düşündü.
Bu şarkıyı bilmezden önce kendisine yazılan cümleyi hatırladı.
Gözyaşına karşılık yazılan o uzun mektuptan arda kalan tek cümleyi

Beni bana bırak ben seni sana bıraktım.

Adamı düşündü, biliyor muydu acaba bu şarkı sözünü.
Kendisi ile konuştuğunu fark etti: “aslında hepimiz insanız; aynı duygularla yoğruluyor aynı hislerle boğuşuyoruz.”

"Beni bana bırak ben seni sana bıraktım. "
Oysa adam onu alsın kendine götürsün istemişti.

Özdemir Asaf'ın da dediği gibi.


NOKTASIZ (*)
Biri gelir sorarsa
Sana beni sorarsa
Gitti der misin
Gittiğimi söyler misin
Gidiyorum ben sana
Benimle gider misin.

Adamı gülümseyerek düşünmesi kadını düşündürdü.
Yaşanmışlıklarına sığdırdıkları duygular gelince aklına, gözyaşına söz dinletemedi.
Adam en çok buna kırılmıştı, incilerini adamın yüreğine bu kadar kolay bırakıvermesine.
Ağlamazdı adam, öfkeye dönüşürdü gözyaşları.
Sevmezdi hüznünü paylaşmayı. Saklardı kendini kendine, hüzün yüreğine hapsolurdu.
Adamı hiç öyle görmemişti hatta düşünmemişti.
Kadın şiirleri ezbere bilmezdi, baş ucu kitabı yapar fal bakardı şiirlerden kendine.


AĞLAMAK (*)
Ağlamak
Unutmak kadar kolaydır inan
Sevin ağlayabiliyorsan
Sevin ağlıyorsan
Gül ağlayabiliyorum diye
Gül ağlıyorum ağlaıyorum diye
Sana bir şey yapamam
Ağlayamıyorsan


Heybetli bir adamdı. Güzel bir yüzü kocaman elleri vardı.
Kendi ellerine bir daha baktı.
Sahi ne de küçük kalmıştı elleri adamın avucunda.
Gülümsedi.

Ellerini severdi kadın. Tırnaklarını.
Kırışlıklarına baktı.
Kum tanelerini tutmaya çalışırken ki hallerini anımsadı.
Nasıl da güçlü, nasıl da inatçı elleri vardı.
Şarkı sözlerini mırıldanırken,
Kum tanelerinin bıraktığı kırışıklıklara baktı.

Beni bana bırak giderken başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun


Adamın zekasına bir kez daha hayran kaldı.
Ne de olsa ya ayrılmayacak ya da rakip olacaklardı.
Adam son hamlesini çok zekice yapmıştı.
Zaten aşık olduğu zekası değil miydi?
Nasıl da ustaca ve bilgece cevaplar verirdi bana diye düşündü.
Nasıl da zorlardı beni. Zaten en çok da zorlayışını sevmişti.
Gözünde bir anı belirdi yüzünde bir gülümse.
Utandı bu yaşta adamla uyanışına.
Bedeninin o günkü gibi yanışına.
Adamın koca ellerini hissedişine.
O ellerin bedenini sarışını hatırlayışına öfkelendi.
Nasıl da izin vermişti.
Hayat dedi nereden alıyor nereye getiriyor.

Hayal koridorlarında yolculuğu devam ederken radyoda anons geçti.
Saat 9 haberlerine kulak kabarttı. Bu memleketin hali giderek kötülüyor dedi.

Güne geç kalmanın heyecanıyla yataktan kalktı az sonra torunu gelecekti.
Allahtan torunu kendisi gibi hareketliydi, zekası gözlerinden fışkırıyordu.
Şimdi fırtına gibi içeri girer “Anane sadece bu kadar mı hazırlık yaptın” diye azarlardı.
Sonra kucağına atlar, sımsıkı sarılırdı.
"Özledim seni, kokunu..." derdi öperdi.
Kokuya önem verirdi.
Daha küçücüktü
"Ananen nasıl kokuyor?" diyenlere
"Temiz" derdi.

Duştan çıktı kapı çaldı. Derken başladı yaşam kendi rutininde dönmeye.
Kahvaltı masası günün telaşını yaşarken, kadın şarkısını mırıldandı.


Beni bana bırak giderken başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun


Kahvaltı masasından izinle kalktı.
Odasına dönüp kafasını kurcalayana bir fal baktı:


KALAN (*)
Bir şey kaldı gecelerden birinde senden.
Öncesinde bilinmemiş birşey,
Silinmez bir ses gibi giden..
Kelimelerden büyük, kelimelerin içinde,
Bir şey kaldı senden
Yaşamalar'ın arasında kaçamaklı.
Veriliş rengi başka, alınış rengi başka..
Söylemeye vakit kalmadan
Dudakların altına bırakılmış bir şey.
Karanlıkların tam ortasında bir kırmızı nokta..
Gözlerce pırıl pırıl, ellerce saklı.
Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden,
Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..
Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,
Bulundukça aramaklı.


____________________________
İlk yayın tarihi: Eylül 2008
(*) Özdemir ASAF
Şarkı söz - müzik: Mehmet Teoman

08 Eylül 2009

NE KADAR?

Geçen yıl bu zamanlardı, yağmurlar başlamıştı ve ekin çoktan toplanmıştı.
Yakacaklar alınmış, kömürler kışa hazırlanmıştı.
Gömlekler yetmez olmuş, omuzlar ince bir hırkaya kucak açmıştı.

Bir öğrencim ziyaretime gelmişti, nasıl da mutlu etmişti beni.
Hiç değişmemişsiniz demişti: Hala güzel ve sımsıcaksınız…
Şaşırmıştı boşanmama: Sizin gibi harika bir insanı neden bırakır ki bir adam…
Güldüm. Hayat onu daha hiç şaşırtmamıştı.

Oysa ben o zaman da biliyordum;
bir adamı ya da kadını terk etmek için çok sebebe ihtiyacımız yoktur aslında, tıpkı sevmek için çok sebebe ihtiyaç duymadığımız gibi...

Bir ilişkiyi belirleyen ve sürdürülebilir olmasını sağlayan, belki de şu soruya verdiğimiz cevaptır, eğer bir cevabımız varsa: Verdiğiniz sözleri tutabilecek kadar insan mısınız?

Bundan bir yıl önce sorduğum bu soruyu, bir dostun yaşanmışlığı üzerinden bir kere daha sormak istedim…
Bir arkadaşınıza verdiğiniz sözleri tutabilecek kadar insan mısınız?
Ya bir dostunuza...
Hayatınızın kadınına...
Erkeğinize...
Çocuğunuza…
Kendinize cevap verebilecek kadar insan mısınız?

Dostumun söylediği tek bir kelime yetmişti o soruyu bir kez daha sormaya: İnanmıştım…
Şimdi yağan yağmuru seyrediyorum sallanan koltuğumun keyfinde ve içimde bir ses; çığlık çığlık:

İnandığım adam, kadın ve çocuk...
Nerdesiniz?
Kendinize cevap verebilecek misiniz?

Benim bir cevabım var!

07 Eylül 2009

GERÇEKTEN BİR HEDİYE OLABİLİR MİSİN SEN BANA





Kurulmuş Cümleler altıyı okuyor o davudu sesiyle...
Ne çok yakışıyor ona teatral bir ifade...
Sesinin tonunu giyiniyor basit bir cümlede bile
Dönüveriyor yüzünü 85 yaşında bir ihtiyar gence.
Derinden geliyor sanki bilgeliği ve yüreğinden o öğüt veren sesi...

Eski fotoğraflar çıkıyor: Sapının bir tarafı kopmuş, eski deri bir çantayı, şöminenin artık kullanılmayan boşluğundan çıkartıyor; toz içinde...
Çantadan şeffaf bir zarf içinde siyah beyaz fotoğraflar çıkartıyor, bakıyor hepsine tek tek ve bu diyor Bilgesu Erenus'un sahneye koyduğu bir oyun için çekildi.
Fotoğrafta 3 kişi...
İkisi belli solcu çocuklar, zaten gençlik kolları başkanı en derin bakışlısı...
Sen diyorum: Ben burjuvaydım oyunda ama sonunda onlarla birlikte hareket ediyordum ve oyun sonunda onlarla omuz omuzayım deyip bir başka kare uzatıyor bana.
Gösterdiği siyah beyaz fotoğrafa dalıyor gözlerim...
70'li yıllar...
İdeal bir dünya hayallerinin, o orantılı güç uygulanmayan meydanları...
Neler konuşuyoruz üzerine, nasıl keyifli bir akşam...
Masada iki kişi olsak da değiliz aslında...
Onun adı, varlığı ve sesi ve cümleleri ve derin bakışları bizimle...
Ne zaman gelecek diye soruyor beni dalmış görünce: Sabaha karşı diyorum...
Sabaha karşının tarihsel bir karşılığı yok...
Önemi de...

Onun üzerinden, onunla kurduğumuz hayalleri paylaşırken, kendi yaşanmışlığı geliyor aklına.
Bak diyor bu şarkı bizimdi: Sezen çalıyor fonda.
Geri döndüğünde; biliyor musun ayrıldığımızdan beri ilk defa bizim şarkımızdı diye dinliyorum diyor.
Gülümsüyoruz birbirimize...
Sessiz fısıldaşmalar başlıyor yüreğimizle...
İzin veriyoruz bu halimize, ama sadece bir süre...
Sonra neşeli ve hareketli bir şarkı başlayınca, aniden ve sözleşmiş gibi eş zamanlı, başlıyoruz hoplayıp zıplamaya...
Sebebi yok, sebebi çok bir mutluluğun sarhoşluğunda telefonum çalıyor...
Sebebi çok mutluluğum arıyor: Allah neşenizi artırsın, yarın sabah geliyorum da haber verecektim diyor...
Artık evde bir şenlik havası, başlıyoruz en matrak konuşmalara; aksan ve ses tonumuzu da uydurarak:

_ A be ben sana demedim mi gelecek...
_ A be dedin de, ben ne bileyim bunun yarın sabah olacağını...
_ Alllahhhhh, atıver şimdi göbecikleri... Yandan yandan, oh oh, oh oh...

Gecenin sessizliğine karışıyor kahkahalar... Kendi sahnemizde birer divayız ikimizde...

Eve dönerken, gündüz paylaşılamayan, geceyse aya uzanan potalarıyla terk edilmiş sahaya bakıyorum: Bir anda, bir basketbol sahasının 3 sayı çizgisindeyim de maçın kader sayısını atıyormuşum gibi heyecanlanıyorum, yüzümde bir gülümseme, ellerim ceplerimde: Bir yüreğin serseriliğinde ıslık çalarak yürüyorum...

Derinimde bir yerde bir soru:

Gerçekten uzun zamandır almayı beklediğim bir hediye olabilir misin sen bana?



________________________________________________

Fotoğraf / basketball on deviantART

06 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 7

Anlar;
Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama,
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım,
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır,
Daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya
Ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu,
Hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer,
Yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem,
Yaşam budur zaten: Anlar, sadece anlar.
Siz de anı yaşayın.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm
Çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,
Güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,
Bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama işte seksenbeşindeyim ve biliyorum,
Ö L Ü Y O R U M


George Luis Borges

04 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 6




Yüreğin zihnin bilmediği kendi nedenleri vardır.

Blaise Pascal

__________________________________________________




Fotoğraf / devianART

SAMİMİYET

Samimiyetle söylemem gerekirse diye başladı sözlerine...
Samimiyet...

Bir konuyu aktarırken, anlatırken, yaşarken, dönüp de geriye muhasebesini yaparken; sahi, ne kadar samimiyetle çıkar sözcükler ağzımızdan?

Samimiyet...
Samimiyetle dile gelen kelimelerden kaç tanesini samimiyetle kendimize saklarız?
Ben diyim 100 kelimeden 5'i, sen de 10...
Bu durumda dürüst olur muyuz, karşımızdakine ve tabi en çok da kendimize...
Samimiyet ve dürüstlük harmanlanmış gibi gelir bana çoğu zaman...
Hani samimiyetle söylememiz gerekirse, çoğu zaman dürüst değilizdir kendimize bile...


_________________________________________________________________________________

Ertuğrul Özkök'ün dünkü yazısını okuyunca, aklıma üşüştü bu düşünceler...

BUGÜN DE BUDUR...


Aslı Gökyokuş - Sevdalı Başım
________________________________________________

İlk kez burada dinlemiştim ve çok sevmiştim.
Bazen bir şarkı dinlersiniz ve budur dersiniz ya...
Bu ses, bu yorum, bu sözler, bu ritm...
Bugün budur...

Ah benim sevdalı başım
Ah benim şair telaşım
Ah benim sarhoşluğum
Ah çılgın yüreğim
Sus artık uslandır beni

Kaç okyanus geçtim böyle
Kaç denizde yitip gittim
Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle
Kaç seferden yorgun döndüm

Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım
Gel artık uslandır beni

Ah benim iyimser yanım
Ah benim aldanışlarım
Ah benim kavgalarım
Ah pişmanlıklarım
Sus artık uslandır beni

Söz - Müzik: Zülfü Livaneli

03 Eylül 2009

YÜREK ALIP GİDER BAŞINI

Söyleyemediğin yalanların ağzında büyüyüşünü seyrediyorum kaç zamandır
Perde arkasındaki silüetini görmesem,
Bilmeyecektim çalan kapılara pencerenden baktığını...

Şimdi bu yürek alıp gidiyor başını,
Neden diye sorma...
Bazen yürek alıp gider başını, dönmemecesine...
Üzülme, şaşırma sakın...
Düşün üzerine...
Bazen bir kapıyı sıkıca kapatmak gerekir içeriye bir karanlık sinsice sızmaya çalışmasın diye...

Gidiyorum haberin ola, sonu ya baharın, topladım hamağımı usulca.
Mürdümlerde kalmadı artık dallarda, bir kısmını börtü böcekler yedi bir kısmını göçebe kuşlar...
Zaten ne kalıcı ki şu hayatta...

Şimdi bir iz kaldıysa
Anlayana anladığı kadar...
Anlamayana;
Evet, bu bir veda...


___________________________________

bazen gitmek gerek, bazen kalmak...
şimdi gitme zamanı seni sana bırakarak
başka benli zamanların olacak, senli halini tamamlayan
gelip geçici desende
gelip geçen de bir iz bırakır anda
ve her an önemlidir
unutma!
kısacık bir andır tüm günü hayaliyle kuşatan
ve bir hayaldir tutunduğumuz, hayatta bizi dimdik ayakta tutan...

Şimdi bu yürek alıp gidiyor başını,
Neden diye sorma...
Bazen yürek alıp gider başını...

Güzeldim ya ben o gece, o masada, o mum alevinde...
Mum söndü biliyor musun...
Üstelik henüz üflememiştim...

02 Eylül 2009

KARANLIK KORİDOR - 5

ÖNCESİ



Kısa kısa notlar alıp, atıyordum bir kenara, roman olur benim hayatım yaşlarına ve hallerine düşünce, belki bir gün bir araya gelirler de işe yararlar diye. Hayatımı bir düzene koymak konusunda bolca vaktim olan bir zamanda, açtım anlar kutusunu. Lise yıllarına ait yıllıklar ve arasından çıkan mektuplar, üniversite yılları ve entellektüel olma çabaları kokan buram buram öykünen karalamalar, gazetecilik yıllarından kalma çalışmalar ve kurdele ile bağlanmış, üzerine KARANLIK KORİDOR yazdığım bir tomar kağıt... Kağıtları aldım elime... Daha ilk satırda tanıdık geldi herşey... O zamanlarda kayboluşum. O zamanlarla yeniden doğuşum...


Elime aldığım her bir kağıt, hayatın içinde karşıma bir şekilde çıkmış insanlara ilişkin düştüğüm notlardan oluşuyordu. Yerler, mekanlar, şehirler, yıllar değiştirilmişti. Kendimce anlayacağım bir kodlama yaratmıştım, özellikle de karakterlere verdiğim isimlerde...


Sonra, sarı çizgili sayfalara yeşil kalemle yazdığım 2004-2005 yıllarını kapsayan yazılar geçti elime. Aynı tomar içinde saklanmış olmalarına şaştım önce. Okudukça; o dönemin kendi içinde özenle gerçeklik halinden saklanmış kelimelerini görünce, çaresizliğin yarattığı, yaşayamazsan yazarsın hallerim geldi gözümün önüne, yepyeni bir dünya kurmuştum geçmişin izlerinden kendime.


O kağıtlar arasından bir kağıt parçası, gerçeğin sınırlarını zorladığım o akşam üstüne götürdü beni. Beyaz, çizgisiz bir kağıt parçasının arkasında, yapılan harcalamar vardı. Kenarında bir çiçek karalanmıştı, kurşun kalemle... Kalan boşlukların tamamında neden yazıyordu irili ufaklı...


Kağıdı çevirdim;


______________________________



2004, Cezayir



Karanlık bir koridorda hiç iz yok çıkış yolunu bulmaya...


Yürüyordum yüreğimdeki tüm korkularla, nereye gittiğimi bilmiyordum. Sürekli, bacakların sendeyse onlar yürümek için, yüreğin çıkmadıysa yerinden cesaretle ilerlemen için diyordum ama korkuyordum. Bazen, çatısından gökyüzü gözüken, 12 metrekarelik yaşam alanımın üzerine oturup ağlıyordum içten içe. Aklımın yollarından yüreğimin sızılarını geçiriyordum birer birer. Avucumda bir sürü hap adını bilmediğim, oturuyordum saatlerce, penceremden gözüme kaçan kum fırtınalarını umursamaz bir halde. Zaten kuma ihtiyacım yoktu ki fırtınalarla boğuşmak için, ben fırtınanın kendisiydim. Sahi ne biliyordum ki ben bu ülkede. Ne dilini, ne insanını, ne de coğrafyasını bilirdim. Gelenek göreneklerinden bir haberdim. İçimdeki gazetecilik aşkı da değildi ki beni uzak diyarlara sürükleyen. Sendin... Sen... En büyük yanılgım...


Şimdi bana sunulan bu şaşalı hayatın orta yerinde çığlık çığlığa bağırıyorum. Neden... Sahi bir cevabın var mı neden? Hiç bilmedim ben o cevabı ve hiç sormadım sana. Şimdi bu çift kişilik yer yatağını bir dünya yapıp kendime bekliyorum ya elimdeki çaresizlikle, yazıklar olsun bana...


Aklımdan sadece sen mi geçiyorsun sanıyorsun. Sadece seni mi hayat sanıyorum ben... Sadece kendime mi ağlıyorum bu duvarların karşısında... Sevtap geliyor aklıma yeşil gözleri ile; bir kadeh içkinin kokusuna karışıyor Aysel'in pahalı parfüm kokusu; o aileye ne oldu, Ayşe'ye, Cem'e, Ahmet'e, Mert'e, Gönül'e, Gül'e diye meraklanıyorum sokakta gördüğüm her çocukta; Burak geliyor gözümün önüne en makyajlı haliyle ve Memet hala ibne beceriyorum ben sadece diye erkek erkek dolaşıyor mudur caddelerde; adını söylemekten çekinen uyuşturucu tedavisini yarım bırakıp kaçan o delikanlı yitip gitmiş midir bir 3. sayfa haberinde...


Hayat dediğin ince bir ipe dizilmiş anılar silsilesi ve ben avucumdaki her bir hapı atarken ağzıma, bir anının kahramanı olup tekrar karışıyorum hayata...


Senden tek isteyim var, bu gece gelme eve...
Bari bunu yap benim için...
Çok kere öldüm senin için, sen sevmedin diye bir bir bıraktım bir benimi geride...
Sen bilir misin parça parça olunca bütün kalmaz geriye...
Gelme bu gece eve...
Bari bu gece kendi istediğim gibi bir parça bırakayım geride...
Gelme bu gece...


Hemen alt katta genç bir delikanlı; belli kafası dumanlı, laf atıyor bana bir iki, başımı eğip uzaklaşıyorum yanından. Takip ediyor beni bir süre merdivenlerde; içime korkular salarak... Kapıya uzattığımda elimi, yaklaşıyor bir iyice: Ne oldu yakıştıramadın mı kendini bu koridorlara diyor. Dönmeden yüzümü ona ve sönmeden otomatın ışığı: Ondan değil de diyorum, ağır geldi hayatın kokusu buralarda bana, çıkıp sokaklara oksijeni çekeceğim ciğerlerime, kendime gelebilmek için bir süre... Burası diyor kaybedenler oteli, konukları hep geçici... Kapıyı açıyor bana, dikkat et sokaklara diyor, en çok da darsa ve çıkmazsa zordur işin, anlamazsın bile yönünün buraya döndüğünü. Bir sabah uyandığında kuşluk vakti bakmışsın ki bu otelin konuğu olmuşsun. Ama korkma, dedim ya burası kaybedenler oteli, konukları hep geçici...



- SON -
___________________________________________________________