05 Ekim 2009

GİTMEK KÖKLERİNLE BİRLİKTE


Yıllardır durup durup akla gelen bir gitme isteği, günlerdir akıldan çıkmıyor...

Kendimi sürekli, seyahat programları izlerken buluyorum son günlerde... Ev kiralayarak seyahat, sırt çantasıyla seyahat, crema de la crema seyahat... Bir gitme isteği... Keşfetme, tanıma ve farkına varma isteği...

Bugün Sevgili Pino'nun; 34. yaşını kutlamak üzere, gecikmeli de olsa uğradım durağına, Gitmek İstiyorum yazısını okudum... Ve okurken, yanda gördüğünüz fotoğrafa, yorumlarda kelebek olsam diyen Uzağa Giden Kadını fark ettim; o şehir şehir dolaşıyor biliyorsunuz, oysa ben o yorumu okurken "ben duvar dibinde çiçek olmak isterdim" dedim... Sonra bunu yorum olarak yazmak üzere ilerlerken, kendimi gördüm:

dün kurdum bu cümleyi... ve dedim ki ne kadar çalışırsam o kadar harcadığıma göre, gitmek istiyorum çeşmeye; az çalışıp, az yemek ama çok yaşamak için... dilerim gidersiniz... ben o karede duvar dibinde açan bir gelincik olmak istedim...


Sevgili Pino'da şöyle demiş:

Evren çok haklısın.. Ne kadar kazanırsak o kadar harcıyoruz.. çok mu lazım sürekli bir şeylere sahip olmak.. borçlarla ipoteklenmiş bu hayattan bir an önce kurtulup özgürlüğümüze kavuşmak en büyük hayalimiz:) sevgiler kocaman:) Not: gelinciğin duvar dibinde :)

_________________

Gitmek istediğim kadar kök salmak istediğimi fark ettim bu sabahın erkeninde...

Kök salmak belki sadece bir yüreğe ve bir olup onunla gezmek diyardan diyara...

Yolun çoğunu trenle yapmayı tercih ederim... Ve yürümek her gittiğim şehrin, kasabanın, köyün, ara sokaklarında... Görüneni değil, görünmeyeni, bilineni değil bilinmeyeni bulmaya yapılacak bir yolculuk olsun dilerim...

Kendimle karşılaşma olasılığım yüksek biliyorum ama bundan korkmuyorum...

Gelir misin benimle, kendinde kalanı keşfetmeye?

04 Ekim 2009

03 Ekim 2009

ÜÇ / GEN




İlişkinizi tarif eden bir şekil çiz dedi bana,

koca bir çember çizdim önce,

bütün kağıdı kaplayan...

Olmasını dilediğimdi dedim.


Sonra kağıdı ters çevirdim ve küçük bir üçgen çizdim:


iç açıların toplamı 180 derece ederdi ya hani...


Topladım çizdiğim üçgeninkini

İKİ YÜZLÜ rakamlar çıktı karşıma

Köşelerden birinin AÇISI

YALANCI

ama hangisi?



02 Ekim 2009

Bir Şehrin Gölgesinde Tanımak Seni





Ve evet, ben dün senin büyüdüğün o şehirdeydim.


Sabahın en erkeni...

Sabahın ilk heyecanını attık üzerimizden, hasretle birbirine dolanan parmaklarımızı saymazsak, herşey normal seyrine döndü bile diyebiliriz. Eve gitmeden önce, her sabah yürüdüğün sahile gidiyoruz. Hem kahvaltılık bir şeyler alacağız fırından hem de sen güne nasıl başlıyorsan öyle başlayacak herşey. Ben bunu bu şekilde dillendirdiğimde, uzanıp öpüyorsun beni durduk yere. Şaşkın şaşkın bakarken ben sana; güne seni öperek başlıyorum diyorsun. Gülümsüyoruz güneş niyetine birbirimize. Sahilde o sözünü ettiğin çarşaf deniz, üzerinde yakamoz ve her seferindeki keşken "burada olsan"ın yerinde "buradasın, inanamıyorum" var.

Martıları selamlıyoruz, köpeğini gezdiren adama gülümsüyorsun, yürüyüşe çıkmış adam ve kadınla kısa bir sabah sohbeti, beni tanıştırma ve anlamlı bir "size de iyi günler"den sonra, yolumuzu çeviriyoruz bahçesinde mürdüm erikleri olan eve. Bugün ikimizin; sadece sen ve ben olacağız. Ben seni, doğup büyüdüğün şehrinde, bir kez daha tanıyacağım. Ölesiye meraklıyım: İlk öptüğün kızın evini görmek istiyorum, bisikletten düştüğün sokağı, futbol oynadığın toprak sahayı, babanla yürüdüğün yolları, sokak arası bir oynaşın tekrarını yaşat bana istiyorum. Aklımda onlarca soru, anlattıklarından yola çıkıp, anlatmadıklarına varmak istiyorum. Sense bana sabah kahvaltısının olanlarını sayıyorsun, başka bir şey isteyip istemediğimi. Farkında bile değilsin, ben senli benli hallere doyuyorum o anda; öyle özlemişimki, bir nefes çeksem teninin kokusu yetecek tıka basa doymama...

Kahvaltı bahçenin ahşap masalarında, incir ağacının hemen altında. Elimizi uzatıp, incir kopartıyorum. Yediğim en güzel incir. Kızıyorsun bahçeden böğürtlen, incir toplayıp ağzıma atmama, hoş bir flörtöz tavrın birbirini kovalayan; o telaşlı, o heyecanlı, o hiç bitmesin istenilen anlarını çoğaltıyoruz bakışlarımızda.

Domatesleri kopartırken dalından ve biberleri toplarken teker teker inanamıyorum burada, seninle olduğuma, ara ara dönüp bakıyorum gerçek mi diye etrafıma, ikna olmayınca bir çimdik atıyorum bacağıma, bir düş olmadığını anlıyorum herşeyin canımı istemeden acıtınca... O sırada yan bahçeden bir ses, "tiskinti duyuyorum" diye bağırıyor. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. "Tiskinti duyan" bu amcayı senin anlattığın kadarıyla tanıyorum. Ayakkabıları çalan köpek görünüyor köşeden, saklanmış böğürtlen çitinin ardına, boş bir anımı bekliyor belli, ama ben önceden almıştım onun marka ayakkabı düşkünlüğünü, tedbirliyim, boşuna beklemesi eve girişimi...

Mutfağa geliyorum, yüzümde alabildiğine huzur ve tanıdık bildik bir yerde olmanın keyfiyle... Hep sözünü ettiğin pencereden bakıyorum, kilimi serip de yıldızları seyrettiğimiz ağaçlar şunlar olmalı diyorum... Bir selam çakıyorum her bir yaprağına şahitliklerinde yaşanan anlar adına... Tezgaha yöneliyorum, bahçeden topladığım tazecikleri kahvaltıya hazırlamak için... Bahçede mangal keyfi için yanan ateşin ve onların yanında içilecek rakıların ve senin her anlatışında ağzımı sulandırmayı başardığın daha bir çok yemeğin kokusu siniyor üzerime... Anlattığın gerçek üstü mutluluk diyarının, gerçek prensesiyim şimdi ben. Hiç bu kadar mutlu olmuş muydum daha önce ve sevilmiş miydim böylesine diye düşünürken: Hemen arkamda bitiveriyorsun; bedenini, bedenime yaslıyorsun. Boynumdan öpüp, öyle çok düşledim ki burada böyle bir sabahı diyorsun.

O bakışın hiç gitmesin üzerimden istiyorum. Bana bakışını seviyorum: Yüreğimi aşkınla çepeçevre sarıyorsun ya her seferinde, ben her seferinde sana bir kez daha aşık oluyorum ya.... Hani sarıyorsun ya avuçlarınla sevda yorgunu ellerimi, bırakmayacağını çok iyi bildiğim halde; bırakma diye bakıyor ya gözlerim gözlerine, sana bakışımı seviyorum: Yüreğini aşkımla çepeçevre sarıyorum her seferinde, sen her seferinde bana bir kez daha aşık oluyor ve sesleniyorsun ya sessizce: SENİ SEVİYORUM diye... İlk kez duyuyorum ya ben her yineleyişinde ve heyecanlanıyorum ya ölesiye...

Bizim masalımız hep böyle kalsın istiyorum; hep böyle aşkın en haliyle...

****

Hani nasıl geçti günün diye sormuştun ya gece uykuya yatmadan az önce... Bu sabahımdı sadece... Sonrası bize kalsa, sadece sana ve bana... Olur değil mi sevgilim?

_____________________________

Fotoğraf / deviantART

KURULMUŞ CÜMLELER / 12





"Herhangi bir formül ya da yöntem yoktur.
Sevmek severek öğrenilir."


Aldous Huxley







______________________________________

01 Ekim 2009

TURGUT'A / YALNIZCA SANA...


Ama ben en çok şeyi
En kısa zamanda sana söyledim..
Yalnız sana... (*)






Yazılanı yormuştum bir keresinde...

Osmanbey çıkışında köşedeki Yapı Kredi'nin hemen üstündeki bir odanın camından bakıyorum tam karşımdaki Pangaltıya inen yokuşlardan birinden yürüyen insanlara...


"Gitmek sorun değil, giderim... Ya aşk gelmezse peşimden... Ya onda kalmak isterse..." diyorum.


"Kaldığında anlar aşk, anlamı olsa gitmene gerek kalmadığını... Eninde sonunda gideni takip eder aşk, onunla yeniden bir anlam bulsun hayat diye." diyorsun bana...


Durup bakıyorum sana; kararlılığına. Neden sonra kapıyı kapatıp çıkıyorum: Aşk peşimden geliyor koşarak... Koşarak uzaklaşıyoruz oradan, o an'dan, o şehirden, o ülkeden...

_________________________________________


Çok değil, topu topu 8 saat konuştuk seninle... İlk karşılaşmamızdan sonra, bir demet beyaz frezya getirdim sana: Öyküsünü bildiğin ve neden onunla geldiğimi çok iyi tahmin ettiğin halde, sadece gülümsedin ve vazoya koyması için yardımcına seslendin. Oturduğumuz odanın çıplaklığı ve soğukluğu beni pencere kenarına itti. İtti diyorum çünkü sen sebebini biliyorsun... Sebebini bildiğin bir çok şey gibi, bunu da anlıyorsun. Pencereden bakıyorum; Pangaltıya inen yokuşta yürüyen insanlara... Susuyoruz... Zamansız bir anı paylaşmanın telaşında değiliz. Sadece susuyoruz. Söze ben başlıyorum: "Neden..."


Kendi sorup, kendi cevaplayanlar gibi; sonu gelmez bir telaşla ve heyecanla, kelimeleri ardı ardına sıralıyorum. Yüklemi olmuyor bazılarının, bazılarının öznesi... Eksik kalıyor nesnesi bazılarının ve bazıları bir cümle bile olamyor. Kelimeler saçılıyor, karmaşıklaşıyor herşey; ama bir yandan da çözülüyor, dökülüyor sanki... Yakalayamıyorum hiçbirşeyi, esir aldı sanki bir şey beni, beynimle dilim sanki eş zamanlı çalışmıyor. İdim, egom, süper egom gizli bir vadinin orta yerinde savaşa tutuşmuş gibi: Sakladığım, gizlediğim, üzerine düşünmek istemediğim ne varsa birbir çıkıyor ağzımdan... Bir bir dökülüyor yaralarım. .. Birbir dökülüyor gözyaşım...


Hala ayaktayım, pencerenin önünde, neredeyse 5 saattir aralıksız konuşuyorum. Aralıklı ağlıyorum... Sesimi duydukça, sesime gelenler mi çoğalıyor ne, durmak bilmiyorum. Kelimelerimi sakınmıyorum. Nasıl geliyorsa öyle çıkıyorlar. Şaşırıyorum. Bunca zaman, bunca an, bunca insan nasıl susabilmiş ki dilim... Sen en kısa zamanda en çok şeyi sana anlatabidiğim sen; yalnızca senle ben olabildiğim o zaman diliminde, bir kez bile bir şey sormuyorsun bana. Bir kez bile gözünü kırpmıyor ve hatta nefes almıyorsun. Büyük bir açlıkla dinliyorsun beni. Büyük bir açlıkla sarıp sarmalıyorsun. Ben bütün yükümü sana, yalnızca sana bırakıp çıkıyorum kapıdan 8 saat sonra. Vazodaki frezyalara bakıyorum son bir kez ve sen ilk kez ses veriyorsun bana: Bon voyage...

__________________________________________________

(*) Özdemir Asaf şiiri
(**) Değerli zamanını yola çıkmadan önceki o son akşamda bana ayırdığın için teşekkür ederim sana Turgut... Ve bir dipnot: Aşk geldi peşimden, haberin olsun istedim...
(***) Fotoğraf / Linda© Angela Bacon-Kidwell

30 Eylül 2009

BİR ÇİFT YÜREK YOLA ÇIKTIĞINDA


şimdi ben bakıyorum kendime
bıraktığın boşluğun

u__________z__________u__________y__________o__________r


gözün görebildiğine
sesin duyabildiğine
yüreğin acıyabildiğine

kendimde miyim
kendim miyim

yabancıyım tenime
dokunuyorum
korkuyorum
tek başına ayağa kalkmak zor biliyorum
duruyorum
bekliyorum

_______________________________________________


An oluyor, düşüyorsun; insansın, elbet durduğun gibi düştüğünde olacak... An oluyor, korkuyorsun; insansın, elbet cesaretle atıldığın gibi korkuyla durduğunda olacak... An oluyor, duruyorsun, bekliyorsun, bir mucize oluyor, hesapsız yüreğin gibi hesapsız bir yürek buluyorsun... Yeniden doğdum deyip, kaldığı yerden değil; hiç bilmediğinden ve ilk kezmiş gibi başlıyorsun... Zaman zaman tökezliyorsun, zaman zaman heyecanlanıp hızlanıyor, yol alıyorsun. Gidilecek yolların olduğu sürece, bir de bir çift yüreksen eğer, insansın, elbet üzüldüğün gibi üzdüğünde olacak ve sevdiğin gibi sevildiğinde; sen sadece aşk dile... Senden yana olsun yüreği, yeter sana... Yüreğine düştüğünde ateşi, aklına yol ver gitsin, tökezlese de tutarsın elinden aklının koyarsın yüreğine, devam edersiniz yola; ilk kezmiş gibi güvenle, huzurla, aşkla...


______________________________________________
Fotoğraf / life cycles (teenager, lost in emotion)© Robert

29 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 11

Sakla yamalarını kalbim...

İnsanlar büyüdükçe günler kısalırlar;
günlerimiz gibi aşklarımız da
yittikleri duraklarda kalırlar.


Sakla yamalarını kalbim...
Yılmaz Odabaşı


_______________________________________________
Fotoğraf / Last passenger II
© Tim Corbeel

28 Eylül 2009

BİR SEÇİMDİ VİCDAN, DEĞERDEN YANA

Yanyana yatıyorduk Sokak lambasının aydınlattığı iki kişilik yatağımızda; ben bir yalnızlığı büyütüyordum, o yepyeni bir heyecanı; farkındaydık olan bitenin... Karışırdı bazen arkadaş olma halimizle, sevgili olma halimiz birbirine... Ya da şöyle demeli, son zamanlarda karışıyordu işte... Ben onun herşeyi konuşabildiği kadınıydım. O benim susup da herşeyi içime attığım aşkım. Tavana bakıyordu. Suskundu, düşünceli. Olan onca şeyden sonra daha az konuşur olmuştuk haliyle. O anda vereceği cevabın, kalanımı da param parça edecek kadar hırpalayacağını bile bile sordum: "Nerelere daldın... Yüzüne garip bir hüzün çöktü" dedim. Yüzünü bana dönmedi. Teni tenime değmiyordu. Ruhu benden çok uzaktaydı. Duyamayacağım ama duymamı istediği bir sesle "Vicdanım sızlıyor" dedi. "Genç bir kızın düşleri..." dedi, durdu. Bir iç çekti, bir parçam koptu...

Sessizlik aramıza bir duvar ördü... Bir iç daha çekti, bir parçam daha koptu... Sessizlik... duvarlara tel örgüler çekti. O anda üç dakika önceye dönüp, o soruyu hiç sormamış olmayı diledim, ah ne gereksiz bir keşkeydi. Dağladım... Dağılacağımı bile bile, dağladım, suskun düşünceler gevezeliği...  Sabaha kadar içime ağladım. Sabah cümlesini tamamlama ihtiyacı duyacağını hissedebilsem, hiç uyanmazdım ama öngörememiştim.

Henüz yataktan kalkmamıştık. Bana doğru döndü yüzünü: "Sence de tuhaf değil mi, sence de vicdanımın beni bütün gece uyutmaması, tuhaf dimi? Duvarın üzerindeki tellere elektirik vermişti... Sarsıldım... Kollarını uzattı "iyiki burada, yanımdasın"dedi. Bir elektirik daha... voltajı yükseltilmiş.

Çalışan kalbime, kalp masajı yapar  gibiydi, her sıkı sıkı sarılışında bir yükleme kalbe... Son cümleyi hiç söylememiş olmasını isterdim ama söyledi: "Biliyorsun değil mi, seni seviyorum, vicdanımın sızlamasını da anlıyorsun değil mi?"

O, evden ayrılır ayrılmaz salonun orta yerindeki sandalyeye oturdum. Soydum üzerimde ne varsa, bütün kirlerimden arınmaktı niyetim, bütün duygularımdan, bütün ağırlığımdan... Vicdanımın sesi çığlık çığlığa ağlıyordu. Ve yüreğim, o çok seven saçma sapan yüreğim, bağırıyordu. Aklımı oynatmak üzereydim.

Evet, aklımı oynatmak üzereydim!

Saatlerce, oturduğum sandalyede çırıl çıplak sallanarak düşündüm:
Değer...  neydi sahi değer, benim için neydi değerin? Aniden ve kararlı bir kalkışla, kısa bir sürede giyindim, valizimi hazırladım ve bir kağıda şu notu düştüm:

Teşekkür ederim bir kez daha sana... Şaşırma! ne de olsa bu dünyanın ne kadar kahpe, ne kadar acımasız ve ne kadar vicdansız olduğunu öğrettin sen bana... Bir de vicdanın, değerden... Değerliden yana çalıştığını...

Şimdi gidiyorum... Öğrettiklerini ceplerime doldurdum, yüreğim şimdilik sende kalsın. Öğrettiklerini, kendi yürek süzgeçimden geçirip, kendi aklıma yakıştırabilirsem gelir alırım senden... Yoksa yüreksiz devam etmek gerek hayata, senin gibi vicdanlılarla karşılaşınca ayakta durabilmek adına...

Son Soru: Sahi neydi vicdan, bir kez daha anlatsana bana...

Son Açıklama: Ama bu sefer 5 yaşında bir çocuk bile anlayabilsin örneğini... Unutma 5 yaşında bir çocuk bile... Çünkü vicdan, 2 ila 7 yaş aralığında öğrenilirmiş ve bütün hayat boyunca bu öğreti üzerinden çalışırmış insanın vicdanı...

Son Not: Benim vicdanım sızladı mı diye hiç sormadın ama söyleyeyim; sızladı biliyor musun... bizim için sızladı...



_______________________________
Fotoğraf / 1x.com

DÜMATİZİ SEVMEK: ÖNEMSEMEK ADINA BİR GÖZLEM

Sabahın erken saatindeki rutin keyiflerden biridir pazara gitmek bizim için. "Abla rüyanda mı gördün"den tutta, "tezgah açanlar yok daha ortada abla"ya uzanan sabah atışmalarının arasında, kasalardan tezgahlara konmaya bile fırsat bulamamış sebze ve meyveleri almak ve pazarın; çoskusunu, heyecanını, renklerini yaşamak apayrı bir mutluluk verir bana ve yakalayabilirsem hayata dair pek çok ders çıkartmak da mümkündür böyle zamanlarda.

Hele de köylü pazarı... Annemlerin evinin hemen aşağı tarafında kurulan, köylü kadınların, adamların, çocukların kendi üretimleri olan ve çeşit açısından son derece kısıtlı ama insan tanımak anlamında zenginliği sonsuz olan bu pazarlara yolunuz düşsün, düşsün ki emek ve sevgiyi, yorgunluk ve mutluluğu bir arada görme fırsatına erişebilin. Düz siyah çarşaflısından çiçekli şarvarlısına, bilekleri dizi dizi altın bileziklisinden çıplak ayak terliklisine kadar ve 8 yaşından 80 yaşına kadar uzanan geniş bir yelpazede, insan ve insana dair herşey bulmak mümkün bu pazarda, ve tabi isteyene; sabah dalından toplanmış domates, biber veya özenle kurutulmuş patlıcan, toprağı üzerinde taze patates ya da dalları üzerinde dikenli kuşburnu bile bulmak mümkün dikkatli gözlerle baktıktan sonra... Maydanozun incecik saplarını bile yeme isteği uyandıran yeşillik tezgahında, çinden marul, fransadan fesleğen yok belki ama buram buram kokan bir dağ kekiği ile iştahınızı açmanız pek ala da mümkün bu pazarda.

Annemle ben, bu hafta "oturak fasülye" denen fasülyeye odaklanmışız pazarda, annem bir yandan ben bir yandan tezgahları tavaf ediyoruz. Heryerde "şeker fasülye"... Ben bir süre sonra pazarın hemen girşindeki "uzaylı turşuluk biber"lerin yanında annemi bekliyorum. "Dümatiz 500" yazan bir tezgahta yaşlı bir teyze domatez seçiyor. Bir süre sonra gözüm takılıyor. Teyze, iki büklüm, köyden şehre gelmiş ama aradığını bulamamış belli ki tavrı ile etrafına bakınıyor bir iki, sonra tezgaha eğiliyor ve yaklaşık 20 dakika domates seçiyor: Herbirini eline alıyor, önce parmakları ile domatesleri yokluyor, üzerindeki toprağı sildiriyor, sonra eğer almaya niyetlenirse sapını koparıp çantasına ayırıyor. Çürükleri, ezikleri olanları da tezgahta ayrı bir yere doğru koyuyor. Toplamda 23 tane domates alıyor. Sayıyorum tek tek... Ben pazarı, oturak fasülyeyi ve annemi unutuyorum. Zamanda bir yolculuk yapıyorum. Hangimiz neyi seçerken bu kadar özenli olduk diye düşünüyorum. Kendi seçimlerime gidiyor aklım, takılıp kalıyorum anlara... Teyze benim onu seyrettiğimi fark edince gülümsüyor, "çürümesin yazık olur" diyor...

O özeniyor, aklım dolambaçlı yollarında çeşitli anlara götürüyor beni: Seçimlerime, seçimler sonrasında gösterdiğim özene gidiyorum, kalıyorum bir süre, düşünceli ve nerede ne yapmıştım halimle... Ve sonra dönüp tekrar teyzeye bakıyorum; domatesi alırkenki sevgisine ve onları seçmek için gösterdiği özene şaşırıyorum... Dönüş yolunda; kendi evime yürürken, elimde nohut torbam, düşünüyorum; ben neyi, ne zaman bu kadar sevgi ile seçmiş ve sonrasında çürümesin, ziyan olmasın diye özen göstermiştim acaba...

27 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 10



Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi
Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan
Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan
Sana verdim geç diye bütün denizlerimi


Afşar Timuçin