15 Ekim 2010

Bir Daha




Telaşlı koşuşturmasına ve seken bacağına dikkat kesilmiş olmalıyım ki, ilk bakışta fark edememiştim üzerine giydiğini. Hızla geçti yanımdan, daracık koridorda ilerlerken ardında bıraktığı duyguyu yakalamaya çabaladıysam da nafile, kayboldu gözümün ucundan. Onlarca kapının açıldığı koridorda ilerlerken az önce yanımdan o büyük ve çift kanatlı kapıya doğru telaşla koşturan delikanlıyı düşünmeden edemiyordum. 123 nolu odanın kapısına geldiğimde ilaç kokularının yarattığı baş ağrısına çoktan yenik düşmüştüm. İçeri girip de kalabalığı görünce daha sonra uğramak üzere ayrıldım arkadaşımın yanından.

Koridora çıkar çıkmaz az önce gözümün ucundan kaybolan duyguya rast geldim. Köşede sessizce bekliyordu, bilmem bir yanılsama mıydı ama yemin edebilirim ki bana seslendi. Ardına dönüp havada süzülmeye başladığında pek de istemsiz diyemeyeceğim adımlarla takip ettiğim o duygu beni, o büyük, çift kanatlı bir kapıyla ana koridordan ayrılan, soğukluğu metrelerce önceden hissedilen daha geniş koridorun başladığı noktaya getirdi. Ve yine kayboldu. Kapı beni görünce büyük bir saygı ile yanlara açıldı. Ardında gizlediği ahşap ince uzun bankonun diğer tarafında duran beyazlar içindeki sarışın, saçları ensesinde toplu, güler yüzlü kadınla göz göze geldik. Gülümsedim. Buyrun, dedi. Birine mi bakmıştınız... Yok yok, diyebildim: donuk ve beklemeli bir tekrarlama ile. Ben az önce bir delikanlı... Yakını mısınız, dedi. Gözleri parladı. Yok, diyebildim. Ama merak ettim, sekerek koşuyordu, ameliyata... Kadın: evet, ameliyata girdi, ben de umutlanmıştım bir yakını geldi diye... Çocuk Esirgemede büyümüş. Kimsesi de yokmuş. Önemli bir operasyon geçirecek, bacağının birini kaybetme riski bile var. Ameliyat için gerekli malzemeyi almaya gönderdik de sabah sabah, kimsesi olmayınca kendi gitti... Sonrasını hatırlamıyorum, sonrası var mıydı bilmiyorum? Dinledim mi dinlemedim mi bilmiyorum.
Kapı kapandı. Kapı açıldı. Kapı kapandı. Kapı açıldı. Kaç defasını filan hatırlamıyorum. Kapı açıldı. Kapı kapandı. İçimde bir yer yerinden oynadı. Bir daha dedim kendi kendime, bir daha yalnızlıktan dem vurursam, iki gözüm aksın önüme. Yüreğim dursun atmasın. Bir daha, eğer tek bir kez daha ağlarsam yalnız gecelerime, Allah beni bu kapıda durduğum ve donduğum o an'a, ne öncesine, ne sonrasına, tam o an'a götürüp bıraksın. O ilk bakışta fark edemediğim, o üzerine giyip de koridorlar boyunca koştuğu yalnızlığıyla girdiği ameliyattan sağsalim çıkması için dua ettim.


(*) Az önce aldım haberini, ameliyattan çıkmış. Ziyaretine gideceğim birazdan. Bildiğim için iyi niyetlerinizi de yanımda götüreceğim.


Geçen Yıl / Bugün



15 Ekim 2009


Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)






Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin... Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek... Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını... Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel... Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice... Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın... Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine... Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını... Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle... Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni... Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...


Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...



15 Ekim 2010

Sabahları erken kalkmayı seviyorum, sabahları erken kalkıp öncelikle gazeteleri okuyan her hangi bir programı dinliyorum. Dinlerken kendimi de güne hazırlıyorum. Yedi gibi o haberlerin yarattığı iç sıkıntısını dağıtmak için müzik açıyorum, genellikle Smooth Jazz dinliyorum bir saat kadar...  Bu arada ya kahvaltımı ediyor ya da bir kahve içip kendimle başbaşa kalıyorum. Başbaşa kalma zamanlarımı blog okumakla ya da yazmakla geçiriyorum. Bolca düşünüyor, sıkça hayal kuruyorum.  (Bu sabah kendimi okudum, eski(yen) kelimelerimde gezindim. Geçen yıl bugüne gittim. Yukarıdaki yazıyı buldum. Hali hazırda üzerime sinmeye devam eden o kahve kokusunun keyfini sürdüm bir süre, düşlere daldım, gerçeklere sarıldım. ) Sonra ya araba ya da servis ile yollara düşüyorum. İçim en son dinlediğim müziğin ritminde salınıyor çoğu zaman.

Hayatı seviyorum. Belki söylendiği gibi AŞKtır hayata karşı hissettiklerim, bilmiyorum. Her yaşımda şundan emin olamamıştım, zaman zaman tereddüte düştüğüm bile oldu. Bilmem şimdi yaşadıklarımdan, bilmem şu anda durduğum yerden bakınca geçmişime; daha net görüyorum: HAYAT da beni sevmiş. Hem de çok sevmiş, diyebiliyorum. Dedim ya her yaşımda bundan emin olamadım, ama her yaş aldığımda geriye dönüp bakınca emin olmaya bir kaç adım daha yaklaştım. ŞANSın insanın içinde olduğunu, inanırsa kapısını çalacağını da zaman içindeki denklik hallerimden çıkarttığım derslerle öğrenmiş oldum. Böylece dönüp baktığımda kendi sac ayağımı da oluşturmuş olduğumun farkına vardım. Kolay kolay yıkılmayacağımı bilsem de, kırıklarımı bir arada tutmaya çalışırken yorgun düştüm. İnsanı zorlayan şeylerden birinin, kendini bir arada tutmak, kendine yapıştırıcı olmak olduğunu da defalarca deneyimleyerek öğrendim.

Bu sabah çok derinlere daldım, tüpsüzdüm ve nefessiz kaldım. Şimdi tekrar yüzeye çıkıp, hayata karışmalıyım. Yağmurun neminde üşüyüp, yüreğimin buğusunda ısınmalıyım. Bildiğim bir yolu, ilk defaymışcasına almalıyım. Duyduğum heyecanla bakışlarımı yenilemeli, yaşamaya dört elle sarılmalıyım.



.













(*) Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







12 Ekim 2010

Deli(rdi) Kadın

Delirdim mi gerçekten, bir gün bir yerde yitirdim mi aklımı... Kendimle daha sık konuşur oldum. Yaşlanıyorum... Üstüne üstlük kendimi sıklıkla tekrarlarken buluyorum. Dost yüreklerde daha bir üşüyor yüreğim, gözlerim hemen doluyor ağlamaya başlıyorum. Kaçıyorum sonra, uzaklaşıyorum kendimden.

Dilimde iki üç gündür aynı şarkı...


Yine gece ve ben başbaşayım anılarla
Beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde

Hey yıllar yeninmedim size
Umutlarım yine aynı
Sessizlik geceyi sarsada
Her gün bir yarın var ya

Hey yıllar yeninmedim size
Rüyalarım yine aynı
Bir tutku yaşıyorum yine
Aynı telaş içinde

Bilmez kimse nasıl geldi geçti yalnızlıklar
Kolaymıydı silip atmak sanki korkuları

Hey yıllar yeninmedim size
Benim için bahar aynı
Aynı o ılık rüzgar yine
Esiyor ellerimde

Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı

Bilmez kimse nasıl zordu gülmek zaman zaman
Uçup gitti hayat yavaş yavaş avuçlarımdan

Hey yıllar yeninmedim size
Benim için bahar aynı
Aynı o ılık rüzgar yine
Esiyor ellerimde

Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı


 Özellikle son mısralar dönüp dolanıyor dilimde...


Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı

Hatalarım... Onlar beni ben yapanlar değil mi? Neden bir kaç gündür dilimdeler öyleyse... Delirdim mi gerçekten, bir gün bir yerde yitirdim mi aklımı... Yaşlanıyorum... Üstüne üstlük kendimi sıklıkla tekrarlarken buluyorum. Dost yüreklerde daha bir üşüyor yüreğim, gözlerim hemen doluyor ağlamaya başlıyorum. Kaçıyorum sonra, uzaklaşıyorum kendimden. Ben uyumaya gidiyorum. Siz şarkıyı kaldığım yerden mırıldanın...

Yine gece ve ben başbaşayım anılarla
Beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde




 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Fotoğraf


Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın



Sabahlar yine kör karanlık. Kış geldi. Yataktan kalkar kalkmaz üzerine ince bir şeyler alma vakti. Işıkları yakmasan olmaz, öyle karanlık ki, göz gözü görmüyor. Yalnızsın çünkü. Sessizlik öyle derin ki, uyanmadın bile sanabilirsin. Tek başınalık, fena birşey. İçinde bir ritmle uyanıyorsun, kafanda sözlerini bilmediğin bir şarkı eşlik ediyor sana. Aynadaki aksine günaydın diyorsun, başka kime ne diyebileceksin ki, tut ki dedin, cevap gelir mi sanırsın. Duş alırken bile aklında akıp gidiyor şarkı, vaktin var, öyle erken kalkmışsın ki, e kapına dizilen de yok, hadi hadi diye. Yıka yalnızlığını yıkayabildiğin kadar. Duştan çıkarken hâlâ kıpır kıpırsın. Sessizlik ıssız bir çölde yürüyen adımlarını büyütüyor. Giyinme odasına geldiğinde açılan dolap kapılarıyla selamlıyorsun üzerine giyeceğin bir kat daha yalnızlığını.

Hayat herşeye rağmen güzel. Sadece sana ait bir sessizliğin koridorlarında yürümek de öyle. Saat ilerlese de karanlık durduğu yerde duruyor inatla, yalnızlığın da... Mutfağa girip bir kahve hazırlamak için uzanıyorsun ısıtıcıya. Mutfak her odadan daha soğuk sanki, kahvaltı etmek falan gelmiyor içinden. Bir kahve yeter de artar tek başınalığına. Eve dönüp şöyle bir bakıyorsun geride bıraktığına, koca boşluğa hoşçakal diyorsun kapıdan çıkarken, kendine iyi bak ben dönünceye kadar diyorsun arasıra. Kalabalığına karışacağın sokağa çıkarken, akşam dönüşünü düşünmüyorsun. Evi kendi haline bırakıp çıkıyorsun yanına bir tek kendini  alıyorsun.

İçindeki kıpır kıpırlık yavaş yavaş siniyor, okula giden çocukları görünce ya da eşini uğurlayanları, balkondan bakan yaşlı ninelere el sallamak geliyor o anda içinden. Giderek daha da yalnızlaşıyorsun. Akşama kadar iş, güç derken, o koşuşturmanın içinde yalnızlığını unutup, akşam eve gelmeden önce uğranan barda da stresini bırakıyorsun. Eve bazen koşarak, bazen yılgın, bazen nasıl gittiğini bile bilmiyorsun. Ev sabah bıraktığın gibi karanlık, o koca boşluğunu dolduracak seni bekliyor hasretle. Oysa bütün evlerde ışıklar yanmış birer ikişer. Zillere basıyor birileri, birileri kim o diyor. Evlerin boşluğu doluyor yavaş yavaş. Sesler yükseliyor yer yer. Yemek hazırrrrr... Banyodan çıkmadın mı sen... Vakti mi şimdi oje sürmenin...

Sen sadece sana ait olan anahtarını çıkartıp kapıyı açıyorsun. Merdivenleri bazen çok isteyerek bazen neşeyle bazense kederle ağır ağır ya da koşar adım çıkıyorsun. Paspasın üzerindeyken, zili çalmak istiyorsun. Anahtarınla kapıyı açtığında içeride ışık olsun istiyorsun. Sana bir hoşgeldin diyecek sesi içinde duyuyorsun. Ocakta pişen çorbanın kokusu ısıtsın üşümüş yüreğini istiyorsun. Yan kapıdan afacan çocuk kafasını uzatıp da annesi; kapa o kapıyı, gir içeri üşüyeceksin dediğinde, gülümsüyorsun: bazen keşkelerle, bazen iyikilerle içeri giriyorsun, elinde kolunda ne varsa sağa sola bırakıyorsun. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa dalıyorsun. Dolabı açıp ne pişirsem diye düşünürken bir de bakıyorsun ki, evde ekmek bile kalmamış.

Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve  televizyondan gelen seslerle çoğaltığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun.


(*) Bu yazı, anahtarı olmalı insanın yazısını yazan o küçük kıza yazılmıştır. Bir anahtarı olmalı insanın, bir de kapıyı açacak insanı diye düşündüğüm için.

11 Ekim 2010

Masamın Üstünden Çıktım Yola


Hava oldukça soğuk, kışın ortasında karanlıklar içinde kalmış bir yanım, üşüyorum. Oysa iki gündür peteklere el dokundurulmuyor. Sarıp sarmalayıp kendimi uzanmışım L koltuğuma. Isının geldiği yöne dönmüşüm bedenimi. Kulağımda Radio Tarifa'nın iç burkan müziği. Nasıl da alıp götürüyor beni: bir sobanın sıcağına, elimde bir kadeh kırmızı şarap, yudumluyorum adeta sevdiğimi. İçimde sonsuz bir huzur, bu huzuru dürten hafiften kaçak güreşen bir baş ağırısı. Kucağımda yalnız zamanlarımın sırdaşı dizüstü bilgisayarım. Ben anlatıyorum, o notlar alıyor. Gül gibi geçinip gidiyoruz. Tek taraflı bir ilişki gibi gözükse de, hani hep benim anlatacaklarım var, onun da kayda alacakları, aslında değil. Onun da zaman zaman bana söyleyecekleri oluyor. Kendi dilimden vakti zamanında dökülmüş olanı bence zamansızca karşıma çıkarıveriyor. Biliyorum bunda O'nun parmağı var. Kafamı kaldırıp O'na bakıyorum. Benim zamansızca dediğime o asıl zamanı şimdi diyor. Bir bildiği vardır deyip, peki diyorum. Karşıma çıkanı okuyorum. Aklımda kaldığı kadarı ile notlar alıyorum. Bir tanıtım yazısında da dediğim gibi; hayatı okuyorum, aklımda kalanı yazyorum.

Yağmur damlalarının düzensiz vuruşlarında damla damla olan pencereden baktığım sokak ve arsa derin bir sessizliğe gömülü. Çocukların şen kahkahaları artık sadece kendi evlerinin duvarlarına çarpıyor. Böylesine soğuk kış günleri için mi çocukları olmalı insanın... Sesleri ile ısınmak mı tek çare. Yattığım yerden gördüğüm gökyüzü sonsuz gri, koyu ve kasvetli. Yazmak bir terapi. Eskileri bulup çıkartmak ve onlar üzerinde düşüncelere dalmak kaçınılmaz yalnızlığın iz düşümü.

O izdüşüm(ün)de ilerlerken, salonun bence dağınık olan taraflarına kapadım sol gözümü, sağ gözüm klavye ile meşk eylemekte. Parmaklarım bir ulak: içimden geleni, dışımda bir yerlerde resmetmeye. Kafam dağınık. Bir şeyler yazmakla, bir şeyi yazmak arasında sıkışıp kalan halimi çekip kurtaracak bir kahraman oluveriyor masaüstüm. Derleyip toparlayıveriyorum klasörlerimi. Şifreli bir kaç metni açamıyorum. Bir kaç denemeden sonra gene kaldırıyorum saklı oldukları yerlere. Belki zamanı gelmemiştir kilitlerini açmanın diyorum. Neyle karşılacağımı bilmediğimden, üzerlerinde düşünmeye de ara veriyorum. Bir süre... Biliyorum bir zaman sonra gene karşıma çıkacaklar ve belki o zaman bulacağım kilitlerini. Belki...

Birden bire, üzerinde düşünülmemiş bir hareketle, ekranın fotoğrafını çekiyorum. Verilmiş bir sözü tutmanın zamanı geldi anlıyorum. Masaüstünden çıkıyorum yola, başlıyorum yazmaya, yolun sonu nereye çıkar derseniz, biraz zahmetli bir okuma bekler sizi derim. Farkındayım, kısa cümlelerim yok benim. Ben bir başlıyayım da yazmaya elbet biter bir yerde kelimelerim.

Çocuk bana bu mimi gönderdiğinde, ilk blog yazmaya başladığımda da var olan masaüstünü göster mimini hatırladım. Arşivime baktım yoktu. Demek ki ben oyuna dahil edilmemiştim. Bu blogun okuyucuları bilirler ki, mimleri ille de kendi dilediğimce oynarım. Sağını solunu kafama göre yontar, aklımdan geçtiğince eklemeler yaparım.

Bakmayın siz kişisel masaüstümün bu denli temiz pak oluşuna, işyerindeki bilgisayar ekranımı görenler karmaşanın içinde iki saniyede kayboluverir. Onlara göre onlarca dosya karmaşık öbekler halinde yayılmıştır ekranıma, oysa hepsinin kendi içinde anlamlı bir ilişkiler ağı vardır, bir tek benim bildiğim başka gözlerin göremediği gizli bir bağdır bu. O nedenle çocuka demiştimki, kişisel bilgisayarımın masaüstünde oynayayım bu oyunu.

Bu mim geleli çok oldu aslında, tıpkı diğerleri gibi, zamanını bekledi. Az önce bir dosyanın kilidini ararken gözüme çarpan El İzi - v1 üzerinde düşünürken, arkadaşımın o öyküyü okuduktan hemen sonra telefondaki sesi dolandı kulaklarımda. Bunun hesabını soracağım sana. Dağıtttın beni.

Bu ifade ile kontras bir ilişki kurduğum masaüstümün üzerine yazmayı planlarken, oramı buramı çekiştiren El İzi yakamı bırakmadı.  El İzi, yayına verilmedi henüz. Bir öykü. Kurguladığım ve kurgularken zorlandığım bir öykü. Bir kaç yakın dostuma; özellikle de okur olduklarını bildiğim bir kaçına göndermiştim, ee nasıl buldunuz, sorusuyla. Gelen tepkiler hep olumluydu. Aynı noktada gelen eleştiri, o noktada yapmak istediğimi beceremediğimin işareti gibiydi. Bir film kurgusu mantığında yazmaya çabaladığım öykü, zamanlar arasındaki geçişlerde belirgin bir işaret vermiyordu. Kurgunun haraketli yapısı içine yerleştirdiğim ip uçları, okuyucunun o ip uçlarını yakalayıp yol almasını zorlaştırıyordu. Bu eleştiriler de hem benim hem de öykünün henüz pişmediğinin bir göstergesiydi. Fırının ısısı düşürüldü, şimdi kısık ateşte kokular tekrar yayılana kadar sabırla beklemeli.

Dosyayı açmadan uzun uzun düşündüm. V1 demek bunun çalışılmış bir kopya olduğunu anlatıyordu. Üzerinde çalışılmamış olan taslağı buldum. Kısacıktı. Sadece iki sayfa. Ne zaman yirmi üç sayfaya çıkmıştım. Üzerinde çalışmak istemedim. Konu ile ilgili okuduğum makaleler kafamı bulandırmıştı. İtiraf etmeliyim ki, bu noktada psikolog arkadaşımdan da konunun işlenişi bakımından uygunluğunu doğrulatmak anlamında yardım aldım. Sağolsun okudu, inceledi. Akademik bilgiye boğulmadan suyun karşısına geçmişsin, dedi. Öyleyse, o makalelerin bendeki sıcak etkileri geçsin, tortulardan yola çıkıp yazmaya devam etmeli, dedim.

Bilmem eder miyim, edebilir miyim? Daha önce seri olarak yazmaya başladığım Karanlık Koridor böyle bir nefes alma ihtiyacı sonunda yarım kalmıştı. Ve hatta Örselenmek de.. Aşka Dair'in başına gelen talihsizliğin ne olduğunu ise anlayamadım. Arşivi tararken yazıldığını ama yayına verilmediğini gördüm. Dün itibarıyla o da sonlanmış oldu. Öyle sanıyorum ki; kazasız belasız ve kesintisiz olarak bugüne kadar Fırtına Öncesi ve Güne Uyandım tamamlandı ve yayına verildi. Darısı, El İzi'nin başına diyeceğim de, onunla ilgili hayallerim var benim. Orta okul edebiyat öğretmenimin, yolda annemle beni gördüğünde söylediği gibi, belki bir gün... O sokaktan yıllar oldu geçmeyeli... Ya da İletişim Bilimleri Fakültesi'nde İletişim Sanatları okumak üzere sözlü sınava girdiğimde, Sinema Televizyon Bölüm Başkanı'nın öngördüğü gibi, dedim ya belki bir gün... O yılların üzerinden geçen sular okyanuslara karıştı ya, neyse.

İnsanın masasının üzerinden yola çıkıp, yüreğinin üzerine gelip durması ne ilginç. Oradan geçenleri bildiği halde, cesaretinin olmayışı. Geçen gün yazdığım mektubun sonunda dediklerim sanki tüm bu korkularımın özeti gibi.

yağmur öylesine deli deli yağıyor ki, nereye çarptığı belli bile değil.
cama çarpıyor, sonra mermere, sonra düşüyor yere.
yüksekten...
acıyor mu canı...
yağmurun, canı acır mı?

seni düşünüyorum, yanında kendimi.
içim ısınıyor.
zaten ne zaman seni düşümsem içim ısınıyor.
yüzümde bir gülümseme, ister istemez gelip kuruluyor.
yüreğimin baş köşesi senin.
gördüğüm iki kişinin konuşması.
duyduğum hep yürek sesi.
konuşuyoruz...
öyle ki, ne zaman nasıl başladığnın bir önemi olmadığı gibi,
ne zaman nasıl sonuçlanacağının da yok.

soba yanıyor, çıtırtısında paylaşılan bir kadeh shiraz'ın kırmızısı sarmış dört bir yanı
alev alev yanıyoruz

sarılmak

hiç ayrılmamak

bir adamın yüreğinde olmak

seni seviyorum dediğinde susmak
seviyorum diyememek

sevmemekten değil
korkmaktan
yüreğim üşümesin bir kez daha dersen
korkuyorsun dillendirmeye
yüreğinden geçip de
diline geleni, susuyorsun o noktada.

seni düşünüyorum
yanında kendimi
içim ısınıyor
yağmur deli deli yağıyor
pencereyi açıp bağır bağır bağırıyorum
seni seviyorum

10 Ekim 2010

Turuncuydu Aşkımın Rengi



bilir misin sevgili;
odaya yayılan portakal kabuğunun yağı ile ovduğum kürek kemiklerinin ağrısını hissederim hâlâ avuç içlerimde. şakaklarının terinde eriyen parmak uçlarımda derin çatlaklar oluşur her yağmur sonrasında. güneşe benzeyen bakışlarımı saymazsan eğer gök yüzümde yıldızlar kayar gündüz vakti. onca yıl geçti üzerinden yüreğinde sonlanan duygularımın bir türlü gelmedi yenilenme vakti. o zamanlar turuncuydu aşkımın rengi, gözlerimse bakmaya doyamadığın duru su yeşili. dudaklarımı hiç sorma sevgili, bugün bile bıraktığın gibi: acı tebessüm rengi...









Geceye Methiye


keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
der ya süreya şiirlerinin sonunda
ben gecenin sonunu bekledim
çünkü içinden sen geçen şiirler yazacak kadar şair değilim
hatta şair bile değilim

ama öykünürüm
gecenin güzelliğini düşünür
içine seni katar
keşke yalnız geceleri sevseydim seni, derim
gündüzler için bağışlar mısın beni sevgilim?


Aşka Dair - 8

Aşka Dair - 4     Aşka Dair - 5     Aşka Dair - 6     Aşka Dair - 7





Ertesi gece 'balkon barda' buluştular yine. Anlatıcının balkonuna bu adı takmışlardı. Balkon Bar... O akşam, rakı sofrasını kurdular hep birlikte. Güneş rakı burcunda ilerlerken, hadi anlat dedi sabırsız olan. Sürekli beter senaryolar üreten akıllarının, arkası kesilmez sorularına kızmış olacak ki anlatıcı; masaya saklayın dedi hevesinizi.

Kesmesi için kavunu uzattı birine ve diğerine salata malzemelerini verdi. Kendi de sabahtan marine ettiği tavuk kanatlarını koydu teflon bir tavaya ve kapattı kapağını. Soslu tavuğun kokuları yükseldiğinde, masa hemen hemen hazırdı. Elma dilim patatesleri fırından çıkarttı ve çiğ köfte tabağını alıp masaya koymaları için, meraklı gözlerle ona bakan kadınlara uzattı. Yahu bu gece de rahat bırakmayacak mısınız beni? Valla masalcı ninelere döndüm, çocuklarım dizlerimin dibinde...  

Yemek masasına oturduklarında, hazırlanmış mezeler yarışa girmişti adeta, hepsi dağıtıldı kaşık kaşık. Biraz kadınsal mevzular konuşuldu: saçların; boyası gelmişti, tırnaklar; yazın manikürsüz olmuyordu, ayak topukları; kremlenmek istiyordu gece yatmadan önce, sıcakta karpuz peynir en iyisiydi, hem kilo vermek her daim gerekliydi. İkinci kadehlere gelindiğinde, kadınların çocuk bakışlarında 'hadi anlat' vardı. Hadi kaldığımız yerden devam et diyen muzur bakışlara yenik düştüğünü hissetti. Anlattıkça, artan özlemine gem vurabilmesi için bu gece çok içmeliydi. Bir duble daha aldı kendine, başladı üçüncü bir göz gibi hikayeye:

O sabah kahvaltı için tepeyi seçmişti kadın. Deniz uzaktaydı, ufuk karşılarında. Ten bir el mesafesi, gözler içiçe çoktan geçmiş. Yüzlerde bir gülümseme: sensin, burdasın der gibi. Herşey bir rüyadan uyanmak ve gerçek olduğunu anlamak gibi. Akıyor zaman, öyle böyle değil ama saatlerce, ne yol yorgunu bir adam var masada, ne de endişelerini omuzlamış bir kadın. Aradığını bilen, bulduğunu anlayan bir çift yürek. Atıyor. Öyle böyle değil. Heyecan karşıki kıyılarda çoşkun bir dalga, vurup vurup köpürüyor. Seyirlik bir tepede, manzarası birbirinin gözleri olan iki yetişkin insan. Çocuklar gibi konuşkan, gençler gibi çekingen,  yetişkinler gibi hevesli...

Günü uzattılar, köyün yollarına, kadın arabayı kullanırken, adamın gözü hep kadında. Güzelsin diyor. çok güzel... Seni filme almak isterdim. Kadın o andan sonra kendi filmlerinin prensesi olacağını biliyor. Senarist torpil geçiyor. Gün bu kadar da güzel olamaz ki...

Kadınlar artık masada falan değildi, kadınlar yola çıkmış gidiyorlardı. Solgun saçlarına değen rüzgarın etkisiyle uçuşan tel tel saçları tenlerine değdikçe, yüreklerinde bir yer ürperiyordu. İlk virajı alırken adamı gördüler. Yüzlerinde bir gülümseme, adam beyaz atlı bir prens... Gözü yaşlı olan atıldı söze, daldığı yoldan ayırdı gözlerini, hani neredeyse eli belinde: E valla abartıyorsun artık. Yok canım, bu kadarı da gerçek değil. Adam yol boyu izledi  mi seni... Bak sahi söyle...

Adam bir ömür boyu izledi beni. Ömrümüz kısa geldi o başka deyip güldü anlatıcı... Dostlarla yenilen yemekleri anlattı arada zencefilli somon tarifi vermeyi unutmadan, yapılan yürüyüşte okunan kitapdan alıntılar yaptı, sahilde kayalarda çalınan şarkıları söyledi bir ara hatırlayıp da yakamoza vesile ayın güzelliğini. Gidiş sırasındaki yağmuru yağdırdı gözyaşlarında. Sonraki gelişleri anlattı uzun uzun, ve gidişleri ve bekleyişleri... Ve gelişleri sonra yine bekleyişleri... Kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar dinlediler, kah gülerek, kah ağlayarak, kah eşlik ederek çalan şarkılara, kah küserek hayata, içtiler o gece, güneş parola.

Salkım söğüt oldu gözyaşları bir ara. Öyle ağlamak görülmedi, öyle gülmek, öyle donup kalmak ve öyle şaşmak olanlara. Kader diye birşey vardı. Yürekten istediğinde oluyordu. Vazgeçtiğin anda gelip seni buluyordu. Aşk, bir oyundu. Kuralı yoktu. Şanslıysan karşına ikinci kez çıkıyordu. Ve şanslıysan bir parçan daha herşeye rağmen nefes alıyordu. Sözlerle başlamıştı bizim hikayemiz, gözlerle bitti. O gece, baktık sadece birbirimize, kelimeleri özenle seçip yükledik gözbebeklerimize, hiç konuşmadık. Hiç söylemedik zaten bilinenleri, hiç lafını etmedik ayrılığın. Baktık sadece, sanki ilk defa görüyormuşcasına uzun, son defa görüyormuşcasına en derine. Kimse kimseye kal demedi, gitmek en doğru olandı. Gittik birbirmizden o gece. Bir daha hiç haber almadım ben ondan, bilmem o beni bildi mi neredeyim ne yapıyorum. Gözlerini hiç silmedim gözlerimden. Hâlâ ne zaman aynaya baksam gözlerini görürüm o derin kahverengilikte. Sözlerler başladı bizim aşkımız, gözlerimizde bitti. İyi ki...

Biliyordu, o geceden sonra başka bir hikaye anlatılacaktı o balkonda. Arkadaşları kendi hikayelerinin durağanlığına geri dönedursun, anlatıcı bir sigara yaktı yalnızlığına, içine çekerken dumanını, kafasını kaldırdı, baktı gökyüzüne. Yıldızı oradaydı,  söz verdiği gibi bulutların arasından ona bakıyordu. Gülümseyip bir selam etti geçmişe, dalıp gitti gök yüzünün gözlerine. Isındı yüreği, koca yüreğini açtığı koca yürekli adamı hep çok sevecekti. Ben seni sevdim dedi, ben de seni çok sevdim.  Ortanca saksısının yalnız bir köşesine söndürdü sigarasını. Gece uzun olacaktı.

09 Ekim 2010

İven Kızın Hikayesi

Evlenmek var mıydı aklında bilmiyorum, hiç konuşmamıştık bu konuyu. O gün evleniyorum dediğinde, neden şaşırmıştım ki, 20'li yaşlarında üniversiteyi bitirmiş, işe girmiş, kendince hayatla ilgili basamakları teker teker çıkarken de evlilik basamağına gelmişti. 30 olmadan da anne olmak istiyordu.

Hatırladığım kadarıyla, üniversitedeki arkadaşıyla herkesi şokta bırakan bir ayrılık yaşamışlardı. Askere giden oğlanı, askerliğinin bitmesine bir ay kala ziyarete gitmiş, dört yıldır süre gelen ilişkiyi, uzun upuzun bir konuşma ile noktalamıştı. Üstelik ona tek bir kere bile söz hakkı tanımayarak. Gerekçesi, evlenmek istediği adam olmayışıydı. O, aşık olup evlenmek istiyordu. Gözleri kör olsun istiyordu. Yüreği öyle bir çarpsın ki, yer gök yankısından yıkılsın istiyordu. Ayakları yere basmasın, kanatlanıp uçabilsin istiyordu.

İstediği oldu, iş yerinde bir sabah vakti, kapıdan uzanan bir kafanın gülümsemesinde buldu istediği herşeyi, bir aya varmadı  aile arasında bir nişan yaptılar, üç aya varmadı aynı eve taşındılar ve hemen sonrasında yaz başıydı ve artık neredeyse altı aydır tanışıyorlardı sade bir törenle evlendiler. O yılın sonunda hamile kaldı. Herşey kendi kurgusunda ilerliyordu. Çocuğun sorumluluğu ile artan yüklerini taşırken bir yana bıraktı kanatlarını, herşeyi görmesi gerekti, evin eksiğini, çocuğun altının kirlendiğini, çamaşırı, bulaşığı, yemeği derken gözleri açıldı mecburiyetten. Aşık olduğu adam gitmiş yerine yepyeni, hiç tanımadığı bir adam çıkıp gelmişti. Kocasına bakıp o ilk günlerin heyecanlarını arıyordu, tabi kocası eve gelirse. Geldiğinde elinden içki şişesi düşerde sızarsa, işte bir tek öyle anlarda, bakıp da iç geçiriyordu geçmiş günlerin büyüsüne. Bir zaman sonra ayakları öyle bir yere bastı ki, tabanları acıdı.

O acı kendine getirdi kendisini. Alıp da oğlanı yanına, dönünce baba ocağına, herkesin gözünde bir damla yaş vardı. O damla, o torun hatırına hiç düşmedi. Düşmedi ama, kısacık zamana sığdırılan karar, zorlu bir boşanma sürecinde yeri göğü inletti. O süreçte ne yer kaldı ne gök, herşey yıkıldı gitti. İven kızın yaşlı anası, okullar okumamıştı ama bilgili kadındı. Kızı okumuş diye saygısından bir kere söylediğdi aklındakini,  iven kız ere varmaz, varsa da baht bulmaz... Aman anne demişti, sen atalara baksan, bin ölçüp bir biçmeli, ömür mü yeter ona.

Ana yüreği durur mu, gizli gizli içine ağlıyordu. Torunuyla kızının kaldığı odaya girdiğinde onların sarmaş dolaş hallerine gülümsedi. Yanaklarını okşayıp, alınlarından öptü. Yaşı ilk defa düştü.  Yüreğine bir acı gelip otrurdu. Anaydı, canının canı daha ufacık bir çocuktu. Yaşamın zorluğunu tek başına göğüslemenin  ne kadar zor olduğunu biliyordu. Eşini kaybedip de iki çocukla yirmi sekiz yaşında dul kaldığında; analığı; çocuk büyütmek taş kemirmektir demişti.

Ellisine geldiğinde ellerindeki nasırları ilk defa fark etmişti: Ne zaman olduklarını nasıl olduklarını düşünmüştü, zamanın izleriydi, zamanın ve yaşamanın. Oğlu bir krem alıp geldiğinde sevindiğdi de, bir iki defa sürdükten sonra, kaldırdığdı dolabın bir köşesine. Yatağın kenarında oturmuş seyrediyordu ellerini, ellerinin koruyamadığı canından olanları... Çivi çıkmıştı...  çıkmıştı çıkmasına ama  biliyordu, yeri hep kalacaktı. Ne krem geçirebilirdi, ne de zaman o izleri...











08 Ekim 2010

Ateş, Süpürge, Kapı


Geçmişteki ilişkilerin tatsızlıklarını ve acılarını atacağız o odunların üstüne, yanıp kül olacaklar gecenin sonunda, şart bu alevler başlamak için yeni bir hayata” (*) 

Sembolik olarak süpürge, üzerinden atlandığı zaman yalnızlığı, kederi ve üzüntüyü süpürür, üzerinden atlayan kişilerin mutlu bir hayata birlikte adım atmalarına vesile olurmuş. (*)


Bir kapı aralayıp başka bir dünyaya bakmak için
ziyaret edin derim.

Ben gene, yine; imrendim.
Hem fotoğraflarına, hem dili kullanışına,
hem de araladığı kapılardan bu denli yürekli geçişine.



 

(*) Meren'in yazısından alıntı.
Fotoğraf / evren, 2010, çeşme marina

06 Ekim 2010

Yansıma...

Aslında hepimiz birer yansımayız... Öyleyse Tanrı kötü mü? Papaza her günah söylenmez, dedi. Her günah. Nasıl ayıracağız, papaza söylenecek olanla söylenmeyecek olanı... Ketum olmak gerekti öyleyse hayatta. Ama o zamanda  bütün günahlar üzerimize kalırdı. Haksızlık!

Öyleyse bizi kim affedecekti. Kim sevecek. Kim yüreğimizden geçenleri bilecekti. Kelimelere sığınıp yazmak ya da konuşmak kendini affetmenin ilk adımı gibiydi. Ayağa kalkmaya çalışmak... Arasıra dengeni buluncaya kadar tutunmak için kendi yüksekliğince olanlara uzanmak gerekliydi. Sonrası kolaydı, denge bir kere tutturuldu mu dere tepe düz... Koş koşa bildiğin kadar.  Güven kendinden başlardı. Öyle olmadı. Sonra nedenleri sonsuz, sonsuz kere taşlara takılıp tökezledin. Düştün. Acıdın. Ağladın. Kırıldın. Hepsi bir yansımaysa, Tanrı'nın gözyaşları üzerine mi yağdı?

Sen yağmuru ne sandın. Topraktan buğular yükseldi, havada ısı düştü. Damla mı oldu. Haha... Soğanı hatırlatırım sana. Sadece bir bahane değil mi? O'nun da bahanelere ihtiyacı var sen gibi. Akıl yürütmek sana mahsus... Yürüt, tutan mı var. Yaklaş bak O'na. Sen içinden kabaran duygulara ihtiyaç duyarsın... Kendi kendine kabarır mı duygular, hep bir başkasına ihtiyaç duyarsın. Mesela ÖFKE... Kendi kendine mi yükselir. BİR ŞEY OLUR. Bir nedeni vardır. AŞK. Durup dururken mi çıkar da özgürleşir, yüzüne gözüne bir ışıltı gelir. YANSIMA. Sendeki çarpar karşıdakine, kendini görürsün. Kafan karıştıysa, akılla düşün, yürekle hisset.

Mesela bu sabah yüzündeki gülümseme... Sana çok güzel olduğunu yazmıştım.. uzuuun uzun… ne kadar alımlı ve vakur… ne kadar hassas ve yırtıcı… ne kadar sakin ve deli… Cümlelerini okumasan oluşacak mıydı yüzünde bir gülümseme. Eğer çok yakın bir geçmişte sayfama gelmeseydin o mağrur o  burnu havalarda resminden seni biraz itici bulup merakla sayfana yönelmeseydim... Cümlesinden sonra o gururlu gülüşün acıyacak mıydı mesela... Herşey bir yansımaysa... Tanrı'nın burnu havada!

Ah deli günlerini, bazen durgun bazense koşturan anlara çevirmeyi başaran küçüğüm. Nedenleri ve niçinleri ile yansıyan yüzlerde gördüklerimizizdir aslında. Özümüz yansır, biz seyrederiz. Öpüyorum güzel yüzünü.. Seni anlayabilmek için çok zeki olmak gerekmiyor.. sadece senin çok zeki olduğunu anlamak yeterli bence.  Ve çok duygusal… ve çok dürüst… ve çok güzel  olduğunu.. canım seni nazlamak ve şımartmak istiyor..

Canım nazlanmak ve şımartılmak istiyor. Özüm kelimelerinde yansıyor. Hiç görmediğin yüzümü, hiç görmediğim yüzüne yaslıyorum. Her yer ben oluyor, her yer sen. O oluyoruz. Bütünlüyoruz yansımalarımızda hayatı. Senin de dediğin gibi; görünmeyen bir eli,  sever gibi yaparak aslında hissettirmeden ateşi ölçen  o eli hissetmek ne güzel...

Hayat; hasretle öper gibi dinlediğin sonsuz bir senfoni... Yansımalara iyi bak küçüğüm. O'nu göreceksin. O!nu ve O'nun sana sunduğu güzellikleri. Yüreğinden geçen neyse, sen O'sun O'nun yansıması. KİMİM diye sor? Nasıl yansıyorsun bir bak. GÖR KENDİNİ. GÖRDÜĞÜNÜ SEV. YANSIMAN GÜZEL ÇÜNKÜ.