07 Haziran 2022

Küçük Bir Kasaba Nea Peramos




Nea Peramos, Nea Midia adıyla 1923’te kurulmuş, mübadeleden önce Türkiye’nin Karadeniz Bölgesinden daha sonra da Kapıdağ Yarımadası’ndaki Peramos (Perama) adlı köyden Yunanistan’a göçen Rumlar buraya yerleşmiş ve köylerinin adının önüne bir Nea sözcüğü getirerek bu yerleşim yerine Nea Peramos adını vermişler.

Sevilay Okay'ın gezi notlarında okuduğum bu cümle mi beni etkiledi bilmiyorum ama ilk durak noktası için Nea Peramos'u seçtiğime memnunum. Ekip de öyle. İlk görüş olarak pek beğeniyoruz bu küçük kasabayı.

Bir şeyler atıştırıp, hemen kendimizi sokağa atıyoruz. Evin tarifi basit, çünkü burası bir kasaba, haliyle bir kilise bir okul binası var ve bizim evimiz ikisinin ortak duvarının hemen karşı aralığı ve sağdan üçüncü ev. Uygulamanın öneri ve ev sahibine özel mesaj kısmına bir krokinin meseleyi kolaylıkla çözebileceği notunu düşüyorum. Saatler 21'i gösteriyor, Cumartesi olmasına rağmen, sezonun henüz açılmamış olmasından mütevellit bir kaç yer açık ki kentleri, kasabaları ve köyleri "az" ken  daha "çok" severiz. Bir barı bir sonraki akşam için not ediyoruz, ev sahibine balık için mekan sordum, cevap bekliyorum. 

Babam yürüyüşü erken kesiyor, annem hiç çıkmamıştı zaten. Yürüyüş sırasında açık olduğunu fark ettiğim çantamın yarattığı kalp sıkışıklığı cüzdanın yokluğu ile krize doğru meylediyor. Adımlarım sık, kalbim sıkışık, hızım maksimumda... Dile kolay 400 euro vardı içinde ve cüzdan yok. Arabada düşürmüş olabileceğim hissim kuvvetli, umudum yok değil ama alt limite yaklaşmış. Öfkem taştı taşacak, nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirim. 

Olabilmişim gerçekten de, arabada bulamıyorum cüzdanı. Eve ağladım ağlayacak halde girerken, annemlerin bu duruma çok üzüleceğini bildiğimden söz birliği edip, onlara bu kayıptan söz etmemeye karar veriyoruz. Kapı aralık, ayakkabılarımı çıkarıp içeri giriyorum, başım önde ve korkarım uzun  ve uykusuz bir gece boyunca boş ve donuk gözlerle etrafa bakıyor olacağım. Babam yatak odalarının kapısında elinde "mor" bir şeyle anneme doğru "işte ben böyle fermuarlı, kartlık bölümü de olan bir şey" diyor ve ben uğultulu bir şekilde babama doğru koşup, "nereden buldun, neredeydi" diyerek babamın elinden cüzdanı alıyorum. Herkes şaşkın bana bakıyor. Sinir boşalması diye bir şey var ve ben onu dibine kadar yaşıyorum. Cüzdanım elimde üstelik içi dolu. 

Eşim tüm sakinliği ile olanı biteni anlatıyor, annemler "eee be kızım napalım tut ki yolda düşmüştü, cana geleceğine" diye devam ederken, eşim "ben diyorum da dinlemiyor, üzdü kendine boşuna" derken, "yarın gece balıklar benden" diye hem ağlıyor hem de gülüyorum. Neyse ki hava yumuşuyor, herkes beni teselli ediyor, babam bu iş bize yaradı deyip hepimizi güldürüyor. 

Günlerden Pazar 1 Mayıs

Uyanıyoruz, erkenciyiz. Sabah yürüyüşü ve sonrasında gün rotası aşağı yukarı belli. Kavala sadece 15 km ve sahilden bir kaç kasaba gezilerek gidilecek. Maksat o kasabaları görmek bir de kurabiyesinden alıp 5 çayına eve yetişmek. 
Uyanan ve merhabalaşan herkesin kalbi benzer bir ritmle atıyor bu sabah:
1 Mayısssss 1 Mayısssss İşçinin Emekçinin Bayramıııııı 

Kahvaltının sohbet konusu anılar... Gözlerimiz dolu dolu dinliyoruz birbirimizi. En az yaşayan ama en çok dinleyen ben. Bu sabah küçük bir sürprizle dönüyoruz yürüyüşten, hem masanın havası değişsin hem de kaptan mumsuz geçirmesin doğumgününü diye kahve yancılarından birini pasta olarak seçmiştim. Bir gece önce keşif gezintisi sırasında gözüme kestirdiğim pastane/fırın/kafe Sklarēs beni hayal kırıklığına uğratmıyor. Aldığımız her şey taze ve lezzetli. Ispanaklı peynirli börek hepimizden tam not alıyor. Hele bir portakallı revanisi var ki yaman bir lezzet. Kasada sohbete daldığım kızın hediyesi paskalya çöreği yol yardımı olarak çantadaki yerini alıyor. Güleç yüzlü olmak hep mi kazandırır. Kazandırıyor!

Kahve için termosları hazırlıyoruz, ne olur ne olmaz yolluk atıştırmalıklar ve meyve çantası da alınıyor yanımıza, saatler 11'i gösterdiğinde, ehli keyif ilk gün keşfini başlatacak düdüğü çalıyorum. Rehber olmak bunu gerektirir. 

Önce Potentatu Beach'den başlayıp, Ammolofoi Beach'e doğru ilerliyoruz, uçsuz bucaksız kumsallar sezona tam hız hazırlanıyor, henüz denize giren yok, sezon 1 Haziran'da açılacakmış, sonradan konuştuğumuz biri bize yazın buralarda yer bulunamayacağından bahsediyor. Öylesine bir uçsuzluk ki insan oraların adım atılamayacak kadar çok insanla dolabileceği fikrini kabullenemiyor. O uçsuz kumsala inen toprak yollardan birinde insan eliyle oluşturulduğu belli bir kum tepesi kıpkırmızı ve arada sarı sarı çiçekleriyle bizi kendine çağırıyor, kızgın kumlardan soğuk sulara koşamayan yanımız bu çağrıya sessiz kalamıyor ve durup fotoğraf çekimi için arabadan iniyoruz. 


Sonsuz kumsala inen toprak yollarda haliyle toz olan Maviş, kaptanı dertli yaptı yapacak yüzünden belli ama Kavala yönüne döndüğümüzde karşımıza çıkan ilk benzinlikte arabayı yıkama fikrine ekipçe öyle bir karşı çıkıyoruz ki, tozlu Maviş'le yola devam ediyoruz. Nea Peramos'u geride bıraktığımız yolda tepeden görünen manzara kahve molası için iyi bir seçenek gibi gözüküyor. Manzaraya karşı içilen çay ve kahveler, yanında tüketilen tuzlu krakerler bitince, yola devam ediyoruz. 




Nea Iraklitsa
 
ilk durağımız, limanı olan bu küçük yerleşim birimine kanımız hemen ısınıyor. Limandan başlayıp iç kesimlere yürüyor bir kaç fotoğraf çektirip oradan ayrılıyoruz. Ayrılmadan önceki son kare çınar gölgesindeki kahve oluyor. Çınarları yatay budadıkları için yükselmediğinden bir çardak gibi doğal gölgelik görevi görüyor. Ne fikir ama! 




Palio'dan sonrası otobandan Kavala. Kavala şehir merkezinde, hemen liman bölgesindeki ışıklarda kırmızı yanınca duruyoruz, sağımızda 1 Mayıs yürüyüşü yapan işçileri görünce annem inmek istiyor araçtan, katılacak illa onlara. Biz hareket ederken, kafile ellerinde pankartları, marşlar okuyarak uzaklaşıyor. 




Kavala'da limana park ediyoruz Maviş'i. Şansımıza kurabiye almak için durduğumuz dükkanın önü boş, içerideki kızlardan biri Türk, Türkan Yunan eşiyle birlikte 10 yıldır burada yaşıyor. Dükkan kendisinin değil ama anladığım kadarıyla ortak gibi bir şey. Kurabiyeleri alıyor, geçmiş yıllarda yemek yediğimiz mavi kareli patiska masa örtülü restorandı buluyor, uzaktan şehre hakim kaleye selam ediyor, geçmiş gezi anıları üzerinden yürüyüşü dönüş yönüne çaktırmadan çevirip, sohbet ediyoruz. Hızlandırılmış kurabiye turunu geride bırakıp köyümüze dönmeye karar veriyoruz. Tam da beş çayı saatinde elimizde iki uzo ile eve geliyoruz. 


Ev sahibinden öğrendiğim Nezas Fish Point'e sabah vermiştim siparişi, ne olur ne olmaz diye yola çıkmadan paket servis olarak akşam 7 için sözleşmiştik. Benim aklımda harika bir domates salatası var, ama önce mekanı doğumgünü için süslemeliyim. Maviş'ten ışıkları çıkarıyor, her yeri donatıyorum, mumlar ve çiçekler ile kutlama için hazırım diyen masaya kimseyi oturtmuyorum. Ben mutfağa, annem dinlenmeye, babamlar siparişe. Zaman geçiyor, 6.45'de annem ben de bir yürüyeyim hem de bakayım buldular mı diyor, kaçan kaçana. İyi ki bir kovaladık masadan... 

Ellerinde paketler ile geliyorlar, her yer ışıl ışıl. Doğumgünü çocuğunun yüzünde kocaman bir gülümseme. Öpücüğü hak etmemin verdiği haklı gurura karşı koyamıyorum, duruşum mu değişti benim. Yüzümdeki pembelik neden?


Seçimlerim herkesi bahtiyar ediyor. Neredeyse 1,5 kiloya yaklaşan cüssesi ile masanın orta yerini kaplayan deniz çupra ızgara konusunda  herkes hem fikir,  "yok böyle bir lezzet", ızgara jumbo karidesler ve tava barbunya parmakları şapırtdatmamızla kalmamıza engel oluyor, birbirimize bakıp gülüyoruz, biraz uçlardan gitmiş gibi. Mutluluk hare olmuş başımızdan bir karış havada asılı, biz dışardan görenlerin yalancısıyız. Hele de o taze soğanla yapılmış hardallı patates salatası, benim domates salatasını sollamasa iyiydi de, yapacak bir şey yok, Sezarın hakkı Sezara. Uzo'yu yanlış almışız sonradan anlıyoruz, kız bize sert mi olsun deyince dikkatsiz davranmış ve iki şişeden birini sadece üreticisi farklı sanıp Çipuro almışız. Bundaki esansı hiç birimiz sevemiyoruz, aç ve sefil kalmaktansa, vazgeçmiyor ve ikişer dubleyi balıklar ağlamasın diye sohbetin keyfine katık edip, tüketiyoruz. Oysa ki, bir önceki gezilerden de deneyimli olarak tercihimiz hep Plomari, neden birden yolda Uzo değiştirdik bir türlü anlam veremiyoruz. Bir sonraki durakta 2 şişe Plomari alıp bu ayıbı örtüyoruz. 

İyi bir uyku için yemek sonrası gece yürüyüşü yapıyor, Neraida ve Larissa üzerinden Kalambaka'ya yapacağımız ve yaklaşık 6 saat sürecek yolculuk için heyecanımızı bastırmaya çalışıyoruz. 

***

Yarın Sırp Köprüsü üzerinden sarp kayalarda havada asılı gibi duran kiliselerin olduğu Meteora'ya doğru yola çıkacağız. 

*** 

Yarın ola hayrola. 




02 Haziran 2022

Kaba Hesap 3000 km




Planlama için kaba bir hesap çıkarmaya çalışıyorum. Aşağı yukarı 3000 km, 35 saatlik bir yolculuk ön görülüyor. 19 gece 20 gün için yorucu değil. Annem babam da olacağı için Maviş'le olsak da, konaklama ev ya da otel seçenekleri sunan çeşitli uygulamalardan olacak. Bütçeyi 3 temel masraf kalemi üzerinden planlıyorum. Yakıt, Konaklama, Günlük Masraflar. Gezi öncesi tam bir "inek" moduna girerim. Deli gibi okur, inceler, araştırır ve mümkün olan alternatifler üzerine kafa yorarım. Haliyle bu gezi için de aylar öncesinden dünya benzin piyasasını takip ediyor, konaklama ve gezi noktalarını yavaş yavaş excele aktarıyor, Ruşen Teyzeyle dedikodunun dibine vuruyorum.  Yakıt, gezi maliyetinin beşte birini oluşturacak, ana ağırlığı konaklama alıyor. 20 gün 4 kişinin beslenmesi, müzeler, turlar da eklenince konaklama kadar da günlük masraflar tutacak gibi. Toparlarız bence. Olur yani. 

Babamı arıyorum, kaba rota üzerinde anlaşıyoruz, annem sen ne dersen ocu çünkü. Eşim saatli maarif takvimi gibi detay istiyor. Haklı!

Günlerden Cuma 29 Nisan

İnstagram etiketim belli "yolda4yolcu", namı diğer, yerinde duramayan pire İsmet, uzun yol şoförü kaptan Halim, son kortizon bükücü Bilge ve o iş bende kamber rehber Evren olarak rotayı istişare edişimizin onuncu seferinde, biraz da akışına bırakalım dediğim noktaların fazlalığı ekibi tedirgin ediyor, ama bilirler ki, o iş bendedir, a,b,c,d,e planları yapılmış, konaklama yer alternatifleri ve yol güzergahları ve online, offline, hard copy haritalar ve elbet küllüyatı çıkarılmış yol notları ile tam teşekküllü gezi rehberiyimdir ki "Doğru Turizm, Taşımacılık, Seyahat ve Gezi Rehberlik Hizmetleri A.Ş." kurucu ortağı olarak bizi tercih eden kendimizi ve müdavimlerimizi bugüne kadar hiç utandırmadım. Bir kaç kaybolma ve yol yerine nehir yatağına çıkma durumlarını saymazsak başımıza gelenler cilve olarak adlandırılabilir bence. 

Günlerden Cumartesi 30 Nisan

Son iki gün ve iki geceler süren hummalı bir ön hazırlıkla, kurular, yaşlar, konserveler, etler derken, buzdolabı 1 aylık açlık ve sefalete hazır gibi. Bulamayız diye, kayısı rakısı, mastika, 2 şişe ne olur olmaz şarabı ve geçişte alınması planlanan 2 rakı için rezervasyonu önceden yapılmış çanta da tamamlanınca, holdeki duruma bakılırsa, Maviş'te bize yer kalmamış gibi, ama olacak, elbet sığacağız. 

Sabaha karşı alınan duşların arabayı yerleştirme için verilen çabada heba olmasını saymaksak, saat 4:38 gibi yola çıkmaya hazırız. Bir gece önceki iyi uykular öpücüklerinde kulağa fısıldanan 5 gibi teker dönere hakkını veriyoruz. Benden söylemesi, ekip zımba gibi, tam saha pres gezinin hakkı verilecek belli. 

Babam önceden sözü vermiş, Çanakkale köprüsünden geçilecek, para peşin, babamdan damada doğumgünü hediyesi. Kutlamalar akşama balık uzoyla... 

9 gibi İpsala'dayız. 5 araba var önümüzde, henüz bizim topraklardayız, 2 saate yakın sürüyor işlemler, tek kişi çalışıyormuş, 5 arabanın işleminin 2 saat sürmesi anormal geliyor hepimize, veryansın ediyoruz komşuya, kesin bekletiyor diye, geçerken özür dileyeceğiz, sorun tamamen bizim sınırdaymış, 5 dakika bile sürmüyor Kipi sınır kapısından geçişimiz. Komşu yapıyor komşuluğunu. 

Mavişle olmanın güzel yanı her han her yerde verdiğin molalarda yeme içme özgürlüğünün olması ki bu sabah için hazırladığım sandviçler ve çaylar yolculuk esnasında çoktan mideye indi bile. Dedeağaç ilk durak, gezdik gördük ama bacaklar açılsın diye  sahile inip Maviş'i park edeceğiz, şöyle bir yürüyüp, ilk fotoğrafları burada çekip, eski anılardan kalanlar ve hiç hatırlanmayanlar derken 1 saatlik bir mola sonunda yola devam edeceğiz. Zaten hepi topu 35-40 km sonra, gezilecek görülecek yerler listemin ilk durağına varacağız: Nestos Deltası ve Vistonida Gölleri Ulusal Parkı. 

Park, kaplumbağalar, flamingolar ve pelikanlara ev sahipliği yapan geçitler, lagünler ve longoz ormanlarının bulunduğu delta arazisi olduğundan denizle, göl iç içe. Manzara nefes kesici. Okuduğum notlar arasında öyle ilginç hikayeler vardı ki çalışkan bir rehber olarak yolculuk esnasında bu hikayelere yer verip bilgilendirme yapmadan da duramıyorum. Söz konusu Yunanistan olunca hikayelerin, yerlerin, mekanların mitolojiye dayandırılması olmazsa olmaz demek. Tabi ki buranın da hikayesi mitolojik bir kahramana dayanıyor. Sağolasın Google diyor ve eldeki bilgiyi sizinle de paylaşıyorum. 

Mitolojide Nestos (veya Nessus), Oceanus'un 12.456 nehir ve 3.000 peri ile birlikte ilk doğan oğluydu. Söğütler, çınar ve sedir ağaçları ile orkideler ve sazlıklar ile bitki yaşamı, aralarında balıkçıl, kartal ve akbabalar ile 300 kuş türü, 11 amfibi türü ve 21 sürüngen türü, balıklar ve diğer su yaşamı canlıları ile akarsuyun nazik biçimde yol açtığı her yerde doğa ilk günkü tazeliğinde gibi insana bir saflık hissi veriyor.

Buraya zamanın kısıtlı olmadığı bir gezi yapabilirsek, bisiklet ve kano ile gezmenin çok daha zevkli olacağı fikrinde eşimle birlik olduğumuzdan, gerekli notları alıp, hayata niyetimizi belli ediyoruz. 

Otobandan ayrılıyoruz, Agori Fanari Beach üzerinden nokta atış, Aziz Nikola Manastırına gideceğiz, gideceğiz gitmesine de o deltanın büyüleyici manzarası karşısında soluksuz kalıp sapağı kaçırıyoruz, aman da ne iyi ediyoruz. 

Öncesinde Agori Fanari Beach'de denize şöyle bir uzaktan da olsa bakma molası verdiğimizden ve sonsuz kumsaldaki oluşumları bir türlü çözemediğimizden ve babamın bulduğu oldukça büyük ve kırılmamış deniz kabuğunu koleksiyonuma eklemek üzere güvenli bir yere sarıp sarmalayıp koyduğumdan ve elbette bir kaç kare fotoğraf çekimi sonrası kahve ve çayı bu sonsuz maviliğe bakarken içip, yolculuğun ilk saatleri ile ilgili yapılan sohbetten sonra yola mutlu mesut devam ettiğimizden, kaçan sapağın derdi bizi germiyor. 

Yolcuların keyfi yerinde, sırtı pek, karnı tok, kontrol uzmanı son kortizon bükücü annem sürekli kilo alacağız, sürekli yeniyor içiliyor dese de, kaptanın seyri de keyfini coşturuyorken bence ilk saatler için oldukça iyi iş çıkarıyoruz. Neyse ki zamanlaması her yıl olduğu gibi Mayıs ayına tesadüfi ve olağan üstü bir biçimde "harika" denk gelen yolculuğun bu saatlerinde yağmur yok, hatta dönüş yolunda sıklıkla dile getireceğimiz gibi şans bizden yana. Mevsim süprize açık, 3 mevsim kıyafetle yolculuk hali ise ister istemez "kalabalık" hissini perçinliyor. Her mevsime bir ayakkabı çarpı üç çarpı dört gibi bir hesap sadece ayakkabılar için.  E bunun bir de kıyafet versiyonu var ki, oraya hiç girmek istemiyorum. Ama bu tecrübeli gezgin onu da düşündü elbet, dokuzuncu günün sonunda kalınacak üç gecelik ev, çamaşır makinalı. Pırıltılı zekama bu noktada bir kez daha hayran olunabilir. 

Ah deneyimli gezginim, ah benim sevdalı ruhum, ah benim öngörüsü derya, planı zehir rehberim. Her şeyi düşünür! Ey okur, bu noktada evrene mesaj göndermeyi unutmayalım ve elbette bir maşallahınızı alırım. 

 


Agios Nikolaos Kilisesi ile Virgin Mary Pantanassa Ortodoks Kilisesi birbirine ahşap bir köprü ile bağlanıyor. Şans bizden yana demiştim değil mi? Vistonida Gölü üzerindeki Agios Nikolaos Kilisesi'ne doğru ilerlerken, tam köprünün ortasına gelmişken, uzaktan da olsa flamingoları görüyor, yol yorgunluğunun bir kısmını bu ahşap köprüde bırakıyoruz. Kiliselerin hep bir hikayesi oluyor, nedense de birden fazla. Bu kiliselerin gezinin ilerleyen günlerinde gezmyi planladığımız  Aynaroz Kutsal Vatopedi Manastırı'na bağlı olduğunu yoldaolmak.com sayfasından öğreniyorum. 

Hep yaptığım gibi her kutsal mekanda, hayatın bana sunduğu şanslara teşekkür ediyor, "iyi ki"lerimi anıyorum. Mum yakmayı ihmal etmiyorum. 

Sağı göl solu deniz olarak başlayan ve yeşiller içinde devam eden otobandan yaklaşık 2 saat sürecek yolculukla, daha önce gördüğümüz Kavala'yı es geçerek Nea Peramos'a varıyoruz. Evi bulmakta zorlanıyoruz, bir kaç insana eldeki adresi soruyor, adresin yetersizliği ile ilgili onlardan da olumsuz cevap alınca, aynı düzlemde bir alt sokak bir üst sokakta mucizesini bekleyen faniler gibi dolanıyoruz, genç bir kız görünce "bizi anlayacak kadar İngilizce bilir" diyerek umutlanıyor ve çareyi tuhaf bir tesadüfle onda buluyoruz. 

Telefondan uygulama üzerinden tuttuğum evin adresini göstermeye çalışırken, kız ev sahibinin fotoğrafını görüp "babam tanıyor bu kişiyi" diyerek elinde benim telefon eve giriyor, kendi telefonu ile çıkıyor ve evi kiraladığım kişiyle görüşebilmem için telefonu bana uzatıyor. Ev sahibimiz az sonra bizi almaya geliyor. Araba meğerse evin arka sokağındaymış. Google haritalar evin önünü arkasını karıştırmış. Telefon olmayan zamanlardan Heykel'in önünde ve arkasında buluşmak için birbirini bekleyen iki insan halimize kahkahalarla gülüyor ve bahçesi ile gönlümüze taht kuran evimize yerleşiyoruz. Yorgunuz, balık uzo yarın akşama. Bu akşam elde olanla yetineceğiz. Soframız zengin, gönlümüz hoş. 

2 gece buradayız... 

Şuraya yolda olmaktan mutlu iki yolcu bırakalım


31 Mayıs 2022

Bir Parmak Bal



Pandemi öncesi normalimiz her yıl bir yurt dışı gezisi yapmaktı. Öncesi de var tabi ama evlendiğimiz 2015 yılından bu  yana birlikte 24 ülke gezdik, bazılarını iki kez, hatta 3 kez gördük. Yüzlerce şehir, yüzlerce kasaba gezdik. Pandemi ilk günlerinde evlere kapanmalara sebep olsa da,  başında Darmstad sonunda Berlin seyahatları ile iki yılı yine de ve her şeye rağmen gezisiz geçirmemiş olduk. 

Pandemi sonrası normale dönüşümüz ise, yıllardır "Ohrid'e bir kere daha gitsek" diyen babamın lafını dinleyip, 1 Mayıs - 19 Mayıs tarihleri arasında Yunanistan ve Makedonya'yı kapsayan bir rota ile kelimenin tam anlamıyla, "muhteşem" oldu. 

Durakları belirlerken daha önce gezdiğimiz ve büyük şehirleri pas geçen bir yol izlemeye karar verdim. Tur operatörü olarak bilmem kaçıncı yurtdışı gezisi rotası belirleme timi oluşturdum kendime; kankam Google haritalar, mahallenin dedikoducusu Ruşen Teyzeye taş çıkaran çeşitli gezginlerin gezi notları ve sefayı seven (anladınız siz) iç güdümden oluşan bu tim bence epeyce iyi iş çıkarttı ki yardımcı oyuncu Cumhuriyet Meyhanesi'nin katkısına ise bu yazıda mutlaka yer vermeliyim. Hatta ilk oradan başlamalıyım bence. 


11 Nisan 2022 
16:33

- Dileklerimizi gerçekleştirme zamanı.  Yarın Cumhuriyet. Ne dersin?
- Süper, Perşembe daha iyi gibi, haber vereceğim. 

1 saat sonra

- Perşembe, ok. :)

12 Nisan 2022

- Ben rezv yaptım. 17:00 - 18:00. Uyar mı?
- 1 saat! Bu mudur yani. 18 iyidir. 
- Yok yav, kaçta başlarız diyorum. 
- 18 dedim ya. 

14 Nisan 2022
18:00

Hasretle kucaklaşma, köşe masaya yerleşme. 
Geçmiş beş yılı masaya yatırma ön hazırlığı: mezeler, 50lik rakı ve biz. 
Özlemişiz. Çok!
Kaldığımız yerden devam ediyoruz ki en sevdiğim. 
Sitemsiz, amasız, bıraktığımız gibi, bıraktığımız yerden:  öznesi yaralı kız çocukları, yüklemi kazık olan hayatın içinden. 

20:00 
İlk fasıl kazasız, belasız, ağlamaksız, gülmeksiz, donuk, yargısız. 
Kelimeler dökülüyor, paslı kulaklar konsantrasyonda zorlanıyor, algıda zayıflık, bu kadarı da olmaz diyen kafa sesleri. Kalabalık bir mekandayız da kendi sesimizi duymakta zorlanır gibi, tek düze, biteviye, soluksuz, yorgun, telaşlı hikayeler. Birbirini kovalıyor, hiç bitmeyecekmiş gibi, köşeleri sırasıyla kapıyor. 
Paçanga ve biz. Bir de buz. Konu hararetli. 

21:00
Sakinlik... Durgunluk... İçe dönük ve derin sohbette boğulmamak için balık olmaya çalışan iki kadın. Şişe de şişe. Göbek ve siyah. Şans ve kısmet. 

22:00
-Canım napıyorsun.
-Yürüyüşteyim. 
* Gelse ya.
- Gelsen ya. 
- Gelirim.

22:30
20lik takviye, 60lık aklı selim ve kahkaha... 
Yıkılıyoruz. 
Bir biz varız, bir de yurtdışı gezilerinde başımıza gelen komiklikler. Ama ille Yunanistan, adalar ve Uzo, denizden gelen babam olsa yerimciler yıllık olağan kurulu gibiyiz. 
Mekanı kapatmış gibi, atılabilecek tüm kahkahaları bunca yıldır biriktirmiş de hazır da fırsatını bulmuşken, bir seferde gökyüzüne salmış gibiyiz. Havai fişeklere karşı olmasak, kahkahalarımızı o patlamaya eş bile tutabiliriz. Rengârenk, ışıltılı ve havalıyız. Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlık için pek de üzülmeyen pişkin bir "mekanın sahibi" tavrımız da yok değil. Yakıştırıyoruz da bu hali tavrımıza. 50yi deviren yaralı kız çocuklarının intikam duygusundan uzak ama başardık be tavrı, şımarıklığı hak ediyor. Hak edilmiş her şey gibi, pek yakışıyor üstümüze. 

22:45
-Kusura bakmayın, selam vermeden edemedik, sohbetiniz öyle güzel ki, öyle içten gülüyorsunuz ki. 
-Buyrun beraber gülelim. 
-Olur mu ki?
-Olmaması için bir sebep mi var ki?

Oldu, hem de nasıl güzel oldu.

"Parga" işte bu sohbet sırasında eklendi gezi rotasına. Bir kahkaha peşine takılan iki güzel yürekli insanın, 3 güzel yürekli güleç insana "Merhaba" demesiyle. 

Merhaba, içtenlikle söylendiğinde, açılmayacak kapı yoktur bence. 
Bir de gözler gülüyorsa... Ah o gözler... Canım gözler. Neler gördüler. 

***

Gerisi gelir bence... Hikayenin yani... 19 gece 20 gün bir kere, dile kolay... 
Gelsin di mi?

Evren'e mesaj bırakmayı unutmayın ;)
Evren önemli, mesaj daha da önemli. 



***

Fotoğraf / Parga-2022 / yolda4yolcu









22 Nisan 2022

Bazı Sabahlar

İki sabah önce bir şarkı ile uyandım... Dil 90'lar, yürek biraz daha ileri yıllara sarmış. Ne güzleri geride bıraktı şu yürek, ne acıları, ne aşkları, ne sanmaları, ne aldanmaları, ne baharları yaşadı, ne kelebekler uçtu rengarenk, ne örümcekler ne ağlar ördü duvardan beter. Dile geldikçe anlatır yeter ki suskun kalmasın yüreğim kederlerden. Şöyle bir blog yazılarıma bakıyorum da galiba kederlerimde bile susmayı değil de yazmayı tercih etmişim. Anlattıkça rahatlamış, ördüğüm duvarları tuğla tuğla, kum tanesi kum tanesi sökmüşüm. Aferin kendim. 

Geriye sarıp gelmesi güzel oluyor, sizde de olmuyor mu? Fotoğraflar geçti içimden, anlar durdu gözlerimde, avcumda hissettim sıcaklığını yaşanmışlıklarımın.  Bugün olan halimden memnun, o günkü hallerime şükür ile doluyum şimdi. Valla bir aferini daha hak ettim. Dur geciktirmeyeyim: Aferin kendim.

Nerden mi geldim buralara, geçenlerde Buraneros sessiz sakin büyüyünce, çaktırmadan ama usul usul duyurunca yaşının yaş aldığını, e bir de "yaşamak" halini "en sevdiği" ile taçlandırınca yıllar içinde,  kaleme almış hallerini, 

Yaş Aldıkça Değil Yaşadıkça Büyüyormuş İnsan


diye ahkamlar bile kesmiş. E hakkıdır. 

Bir sohbetimizde demişti, hayat 50'den sonra daha bir güzel oturuyor yerine, tatların değişiyor, gelişiyor, zamana yayılıp, katmerleniyor. 

Galiba insan tercihlerini "bencileyin" zamanın azlığına da sığınarak belki de, kendinden yana biraz fazlaca kullanıyor. Ben öyle yapıyorum uzun senelerdir, sevmediğim bir kitabı yarıda bırakıyorum, sıkan bir diziyi pat değiştiriyorum, film sarmadı mı hemen ileriye sarıp sonlandırıyorum, insana gelince, canımı sıkan, acıtan, vaktimi boca harcayan, yüreğimi darlayandan sessizce uzaklaşıyorum. Kırmadan dökmeden gerekirse onu da yaparım da, gençlikteydi o haşin günlerim. Yaş kemale erdi hatırlarsanız, bilgece hallediyorum işlerimi 😉

Benim kadim dostum, geçenlerde sormuş, ki kendisi vakti zamanında sevmediği bir film için sabahın ışıklarını görmüştür. 

Sonra da kendininkini porselene evirmiş. 

Malzemesini bilmem de kalbin içi ne kadar dolu ona bakarım ben. Neyle dolu? Bak bu kısmına fena takılırım. 

Şaşkın'ın o yazısına Zeugma bir yorum yazmış ve demiş ki -''Yaşanan her şey değerlidir'' diyebilmek şahane olurdu aslına bakarsan. Ama işte her zaman olamıyor be can komşum. Keşke olabilseydi...-


İnsan 50'sine gelince yaşanan her şey değerli oluyor. İyi, kötü, canına can katan, canına ot tıkayan, nefessiz bırakan, nefes aldıran her ne yaşadıysan, "sen" oluyorsun. O "seni" kusurlarınla, artılarınla, sende olup başkasında olmayanla, herkeste olanla ve herkesten farklı kılanla, seni sen yapan bütün "o" larını severek ve onlarla tokalaşarak seviyor ve yoluna devam ediyorsun. Hayat belki de Sevgili Buraneros'un da dediği gibi, yaşadıkça güzel. Korkmadan, çekinmeden, acı çekerek ve çok severek, hatalarına rağmen ve hataların yüzünden, yaptıkların ve beceremediklerin için, denediğin ve belki çok deneyip de sonunda başardığın için, yıldığın, yıktığın, üzdüğün, üzüldüğün, içtiğin, seviştiğin, yediğin, gezdiğin, hayal kurduğun, o hayaller içinde birinin hayali olduğun, bazısına iyi, bazısına kötü, bazısına fedakar, bazısına bencilce yaklaştığın, bazısını sarıp sarmaladığın, bazısından tokat yediğin, kimine göre kazık attığın, kimine göre çok fazla kendinden vazgeçtiğin hallerinin hepsi "sensin". 

Yaşamak güzel... 

Cesareti olana, cesaretli olup "hata" bile olsa yapana... 
Hepsi yanına kar, yüreğine yaşama sevinci. 
Zaman bu işlerin en büyük öğreticisi, göstericisi. 

Nereden nereye gibi bir sabahta mıyım neyim? Savruluyorum gibi de ama bir yandan da bir derdim varmış da onu paylaşıyor gibiyim.  Eeee zaten mesajı vermişim. Kör gözüme parmak gibi bir de renklendirmişim. 

Ben biraz Zeugma'ya gideyim, çünkü biri gezelim görelim dedi mi bende akan sular durur, hastalıklar iyileşir, küsler barışır, dünya  halkları kardeş olur falan, Zeugma bloglar arasında bayram telaşına kapılıp geze dursun ben oradan çıktığım yolda daldan dala ilerlerken bir etkinliğe denk geldim. Mim yani. 


Dedim tam benlik. 300 mutlu gün bile yazabilirim. 
Evet Pollyanna'nın Bursa şubesiyim,  hatta teyzesiyim. 😍

13 Nisan 2022

İyilik İyidir*


Güler yüzlü olmak bir seçimdir, nazik olmak, saygılı olmak, beklentisiz ve kendiliğindendir. Sen öyle olmayı seçmişsindir. Bu senin öfkeli, mutsuz, küstah ve saygısız olmadığın, olamayacağın anlamına gelmez. Öylesindir de çünkü. O gün de "o" sen çıkmıştır içinden, sen "o" olmayı seçmişsindir. Önemli olan seçimlerin değil, seçimlerinin karşında, yanında olmasını dilediğin, olunca mutlu olduğun, olması ile dünyaların senin olduğu kişileri, canlıları, doğayı o seçimler sonucunda nasıl etkilediğindir. En önemlisi senin içinden çıkabilecek onlarca "o"dan hangisinin seni, başını yastığa koyduğunda, gülümsettiğidir.  

Mavişin hayatımıza girmesi  ile şimdinin kabul gören söylemi ile daha minimal bir hayatın bize yetebileceğini anladık. Dönüşmeye başladık. Evin içinde eşya mı seni sen mi eşyayı kullanıyorsun ikileminde yönümüzü eşyayı kullanmaya çevirdik. Doğada olmayı sevdiğimiz kadar evde olmayı da seviyoruz. Meselenin nerede olduğumuzla ilgili olmadığını, nerede olursak olalım, bizi mutlu, huzurlu, özgür hissettiren bir ortam yaratabilmek olduğunu anladık. 

Kamplara görmekten keyif aldığım objeler taşırım, üşenmem, ille yer bulurum onlara, gerekirse bir tişört çıkarır onları alırım yanıma, minik detaylar önemlidir. İnsanı özel hissettir. Bazen eve gelirken yan bahçenin çimi içinde kendiliğinden bitmiş bir papatyanın "seni düşündüm, ne mutlu olursun sen bu papatyanın varlığına" diye uzatılması 100 gülün alımlı paket kağıtlarına sarılarak, bir aracı ile gelmesinden daha fazla anlam ve mutluluk yaratabilir. Bazen de anlamsız bir "ne kopardın, ne gerek vardı" ile sonuçlanabilir. 

Kimine iyi gelenin kimine gelmemesi yadırganacak bir durum değildir aslında, mutlak doğruluk üzerinden bir hayat biçimlendirmenin mümkün olamayacağı gibi. Mümkün olan tek şey var, benim bilebildiğim, anlayabildiğim kadarıyla, hayata baktığın pencere bir yerde bir şekilde şekilleniyor, o şekillenmede "sevgi" bir doz, önemli ve olması gereken, onsuz kesinlikle olmuyor, gerisi teferruat, belli bir saatten sonra işte o pencereden ne gördüğün senin seçimin oluyor.  

Bir arkadaşım "Ben meczuptan, sarhoştan korkmam bilir misin? Ben en çok sevgisiz büyüyen insandan  korkarım" demişti. Sevgisiz büyüyen insan için seçmek daha zordur, kat edeceği yol çok daha fazladır. Ama olmaz değildir, mümkündür yani, içindeki, en derinindeki, elle tutulamayan, gözle görülemeyen, ama ille hissedilen tohumun ihtiyaçlarını bilip, seçimini onu büyütmekten yana kullanmak. 

İyilik iyidir, bunu bilmediğimden değil de, bir düstur olarak kabul edip bir çakıl taşı daha koydum cebime. 

Bu arada bir tavsiye, bak yarım asırlık kadınım var elbet bir bildiğim, eteğinizdeki taşları değil, ceplerinizdeki çakıl taşlarını çoğaltın. Etekteki taşlar kaya olur, tıkar yönünüzü, cebinizdeki çakıllar yol olur, bulursunuz gönlünüzdekini. 

Nasıl laf ettim ama :)

Tam yaşıma uygun değilse ben de bir şey bilmiyorum. 



***


 *Ali Sürmeli bir söyleşisinde paylaşmıştı. "Bir Alevi köyünde bir mezar taşı okumuştum, mezar taşına şöyle yazılmıştı; “ İyilik iyidir “


11 Nisan 2022

İyi ki Doğdummmm Bennnnn



Paylaşmak güzel demiştim ya bir önceki yazıda, eksik kalmış, siz onu çok güzel diye okuyun lütfen. 

Dün itibarıyla, yarım asırlık bir kadın oldum ben. 

Kağıt üzerinde öyle olsa da, yıllar bir şekilde hissettirse de, bence ben 50 değilim. İtiraf etmeliyim ki, kaçım ondan da emin değilim :)

Anneme hep sorardım kaç gibi doğdum ben diye, sabaha karşı derdi, kaç diye ısrar edince de 4'e doğru işte derdi. 

Dün sabah erkenden gözlerimi açtım, eşim "günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim" diye öpe koklaya uyandırdı beni,  klasik "iyiii ki doğdummmmmm bennnnnn" diye fırladım yataktan, güneş her zamankinden daha bir güzel doğdu, öyle ışıl ışıl, parlak parlak... Pek güzeldi, pek. Hele o yoncaya düşen çiğ taneleri, sanki biri üşenmemiş tüm gece yollarıma döşemişti. 

Sosyal medyama bir fotoğraf koyup 50 olduğumu tüm dünyama sabahın köründe duyurayım istedim. Sevmem öyle arasınlar, hatırlasınlar diye beklemeyi, haykırırım orta yere, duyan duysun, kutlamak isteyen istesin, sarılmak isteyenlere kollarım her daim açıktır ki, mutluluk başka nasıl bulaşacak değil mi? Telefonu elime alır almaz, yüzümü aydınlatan bir mesajla karşılaştım, tam da doğduğum saatte yazılmıştı üstelik, ya da ben o saati doğduğum saat olarak kabul etmeyi çoktan seçmiştim. 

Bugün 10 Nisan... Bazı şanslılar ve çoğu insan neşe doluyor. Günün ilk saatleri, bundan bir kaç 10 yıl önce... Heyecanlı bekleyişler içindeler; bilge bir genç kadın ve yakışıklı bir genç adam... O an, bu andan habersiz, uzaklarda bir çocuk neye olduğunu bilmeden gülümsüyor; ne kadar şanslı olduğunun farkında değil henüz. Ve işte vakit geldi ve bir viyaklama ile birlikte çok güzel... ama çok güzel biri gözlerini açtı, dünyaya! Elbette o gün onu sevenlere eşi benzeri olmayan mutluluk ve neşe saçtı. O saçmalar yıllarca, ama sadece Nisan'ın 10'larında değil hayatın, hep devam etti. Hayat tüm bu yıllar içinde o güzel kalple karşılaşma şerefine erenlere ne kadar şanslı olduklarını söylerken, o şanslılar da herkese nasip olmayacak bu kıymetin kıymetini hep bildi.

Bu şahane tarihin her tekrarında, masal ülkenin masal günlerine tanık olmuş kişilerin kalplerinde bir başka sıcaklık oluşur; onlar nerede olurlarlarsa olsunlar... O sıcaklıklar birbirini hep bulur. O anda evrende bir söz yankılanır: İyi ki!

Kutlu olsun,

Yüreği evrenden kocaman... Güzel kadın;)

Yüzümde açan güneşlerin sayısı gün içinde belli ki çok ama çok olacaktı. Zeytinlikler içinde, en sevdiğim yerde, en sevdiğimle birlikteydim. Belli ki, beni sevenler de es geçmeyecekti bu ışıltılı günü. Aynen tahmin ettiğim gibi oldu, sosyal medyam, telefonum, mesajlarım susmak bilmedi. Yüzümde açan güneşlerimi sayamaz hale geldim, çiçekler binbir çeşit, hangisini saysam diğerinin hatrı kalır gibiydi. Güzeldim, pek güzeldim. 

50 yılın tamamına bir çırpıda dönemesem de, hatırlayabildiğim kadarıyla geriye dönüp baktığımda, izi kalan, iz bıraktığım her kim varsa, ortak paydası, sevgi olmuş. Paylaşmanın güzelliği de, sırrı da burada bence. Sevgiyi koşulsuz ve canı gönülden sunabilmekte. Sen sununca, sana sunulan da koşulsuz oluyor. Çoğaldıkça çoğalıyor. 

Instagram'da hem kişisel tarihime kısa notlar düşüyor hem de gezilere yer veriyorum, ara sıra peri yokluyor, evrence karalama etiketiyle cümleler de yazıyorum. Dün sabah armut ağacının dalları arasında, arılar sabah toplantısını düzenlerken çektiğim fotoğrafı koyup, iki satır karaladım duyguma dair. 

Üniversite yıllarında 50'li 60'lı yaşlar çok yaşlı gelir, gereksiz bulurdum o kadar yaşamayı. Bugün 50'li yaşların ilk basamağında dileğim şudur ki 80-90 yıllık bir ömür daha yaşayabileyim 🥳🥳🥳 Bugün onca kutlama programına hayır deyip #y2ymavis ile tarlada olmayı seçtim. Beni en mutlu eden yerde, en mutlu eden kişiyle olmayı. Hayallerimin gerçeğe dönüşmesindeki katkısı sonsuz @yolda2yolcu_h ile şifası bol doğa da daha çok vakit geçirip yeni yollar keşfedelim. Yolumuz yolculuğumuz sağlıkla devam etsin. Klasik kutlamam ile kapanışı yapayım..

İyi kiiiii doğduuuunmmmm beennn🎶🎶🎶🎶🎶

Onlarca mesaj geldi tabi ardı ardına, "iyi ki"si bol cümleler sıralanmıştı, yüzümde çiçekler açtıran mesajların sıklığında tekrarlanan cümleleri çok sevdim; iyi ki hayatıma girdin, iyi ki seni tanıdım, güzel insan, bana ne çok şey kattın, iyi ki karşıma çıktın... 

Uzun yıllardır, birilerinin hayatına değmenin büyümekle eş değer olduğunu kabullenirim, şöyle ki, iyi veya kötü bitsin hikaye, o kişi ile karşılaşmanın ona ya da sana bir katkısı vardır, o katkı, senin o noktadan ya da onun o noktadan ileriye gitmesinde önemli bir çakıl taşıdır. Çakıl taşların ne kadar çoksa, varacağın yere döşediğin yol da o kadar sağlam olur. 

Tüm bunları düşünürken ve gelen tüm mesajları, telefonları yüreğimin köşelerindeki yerlerine yerleştirirken, Sevgili Buraneros'un "onlar nerede olurlarlarsa olsunlar... O sıcaklıklar birbirini hep bulur. O anda evrende bir söz yankılanır: İyi ki!" sözcükleri kulaklarımda yankılanırken, kelimelerini kendi kadar sevdiğim kirpi bir kutlama mesajı gönderdi, 

"... ben de 50'yi seçtim, bunca zaman yapamadığım, içimde kalan ne varsa ellimden sonra yapmayı hayal ediyorum, sağ kalırsam"

"Bugün hemen başla, vaktin varken, nefes alıyorken. Ufak olsun, düşlediğinin yanında bile geçemesin, ama sen başla... Ben karavan hayaline çöp kovası alarak başlamıştım..."

yazdım, tabi ki daha uzun cümlelerle! Ona yazdığım upuzun cevaba cevap olarak "umut oldun" yazdı. 

Gün içindeki onlarca mesajdan sonra olanı biteni, geleni gideni, seveni acıtanı derken, düşünceler birikti de birikti, çam ağacının gölgesinde soluklandığım bir anda, erkenci eriği seyre dalmışken, dökülüverdi:

Gölgen Yeter

Bir ağacın gölgesinde gibi derin bir huzur seninle olmak
Mevsim değiştikçe, olanı olması gerektiği gibi, hatta olduğu kadarıyla yaşamak
Mevsimi gelince yol kenarındaki erkenci erik ağacı gölgesinde yeniden solunlanmak

Bilir misin sevdiğim gölge olmak, umut olmaktır yer diğerine
Göz kırpmaktır o görmese bile, kalbini açmaktır sabahın en erkeninde
Hiç beklemediği bir anda, bir papatya falında mesela, seviyor olan çıkabilmektir hesapsız bir şekilde

Hesapsızca sevdiğim ve sevildiğim, nice yıllarım olsun. Kalbim daha da büyüsün, dünyanın tüm canlılarına duyduğum sevgim daha da çoğalsın dilerim. Sabah evden çıkarken tüm evrene ağız dolusu günaydın diyebildiğim, yüreğim yettiğince tüm canlılara selam edebildiğim, şifası bol doğada daha çok vakit geçirip yeni yollar keşfedebildiğim, ömrümün kalanında yolumun da yolculuğumun da sağlıkla devam etmesini dilerim. 

Bunca anı, laf ve dilek klasik bir kutlamayı hak ediyor bence... 

İyi kiiiii doğduuuunmmmm beennn🎶🎶🎶🎶🎶

***

Asu Mansur'un çok sevdiğim bir yazısı var, 50 yılını özetle deseler, içinden çok fazla cümle alıp koyardım. Herkese kendini koruyabilecek kadar bencillik, kendini ifade edebilecek kadar özgürlük dilerim. 

Mükemmel olmamız gerekmiyor, gerçek olmamız ve bunun için kendimizi sevmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Çünkü hiç kimse hazır ve bitmiş değil. Hepimiz büyüyoruz!

Her mükemmellik idealinin gerçek dışı olduğunu anladığımızda özgürleşebiliriz.

Asıl ihtiyacımız olan mükemmelliği aramak değil, olduğumuz gibi olmamıza izin vermek, daha fazlasını kabul etmek, kendi sınırlarımızı tanımak, kendi başarısızlıklarımız karşısında kendimizi bu kadar suçlamamak, hata yapmanın yanlış olmadığını unutmamak..

Kusurlu olmak, her zaman elimizden gelenin yetmeyeceğini, acı duymanın, yorulmanın, aldatılmanın, çelişmenin, beğenmemenin normal olduğunu bilmektir.
Başkasının beklentilerine göre yaşamaya ihtiyacımız yok, kimsenin de bizimkine.

Bazen basitçe gerçek olma özgürlüğüne sahip olmak için hayal kırıklığına uğramanıza izin vermelisiniz. Mükemmellik imajı inşa etmek bizim görevimiz değil, ne kendimiz ne de kimse için, sadece vicdanımız rahat olsun, elimizden gelenin en iyisini vermeye çalışalım, hatalardan ders çıkaralım ve adım atalım …
Her gün biraz daha.

Çünkü kusuru kabul etmek gereklidir: Huzurumuz için, akıl sağlığımız için, büyümeye izin vermek için…Ve ruhumuzun ihtiyacı olan Özgürlük için.

Sadece kendini kusurlu kabul edenler, kendilerini gerçekten görme ve bununla evrim geçirme cesaretine sahiptir. Hepimiz kusurluyuz…tamamlanmadık…hepimiz insanız..

Biz gerçeğiz!

Ve bu çok güzel!

Kusurlu olmanın rahatlığına,
her zaman kabul görmeyi aramamanın huzuruna, her zaman herkesi memnun etmemenin özgürlüğüne, bir karakter yaşamayı reddetmenin hafifliğine, kim olmayı kabul etmenin mutluluğuna izin ver.

Hem belki kusurlu gördüğün yer ,tüm binanı taşıyan yerdir.

Bilemezsin🤍


08 Nisan 2022

Paylaşmak güzel!





Bugün öykü tadında yazdığım yazılarda dolanırken buldum bu yorumumu; vakti zamanında bir cümleden yola çıkıp yazdığım öyküye gelen övgüler üzerine. Hayatın içinde olmak, tanıştığım kişilerin hikayelerini kurgulamak anımsamak için de iyi bir yol. Günlük tutma disiplini olan insanlara hayranım. Disiplinsiz yanım öykünür onlara da beceremez, periye bahane bulup, kalemi kıpırdatmadığım günler olur, periden güç alıp sonsuzca yazdığım. Bugünlerde kafam sürekli konuşuyor ama elim yazmıyor. Biraz da bu yüzden gezindim sanki geçmişin izlerinde. 

Anlatıcıyı birinci tekil şahıs seçmem bir tesadüf değil, bir karar. Böylesine bir hikaye kendi başımdan geçmese de, yani bir Alim olmasa da, Alileri, ve annelerini ve babalarını tanıdım şu hayatta.

Kimileri eğdi başını gitti, kimileri ceketini alıp... Kimileri kaldı savaştı güneşler açtı, kimileri kaldı ve daha da kötü oldu her şey.

Anne değilim, olmadım. Şu zamandan sonra da olamam herhalde, ama inanırım ki, anne baba olmak zor iş. Yürekli olmak gerek, doğru zamanda doğru kararı alabilmek için farkında olmak gerek. Bilmem ahkam kesmem doğru mu böyle anlar için, ama bir çocuğun yaşadıklarının neler olabileceğini biliyorum, çocuk olduğum için ve bir anneyi kolaylıkla anlayabilirim, kadın olduğum için ama bir babanın duygularının neler olabileceği konusunda en ufak bir iddiaya bile giremem. Anladığımı sanabilirim, belki...

Bir arkadaşımla yaptığımız sohbet sırasında, "başımızı dimdik kılacak bir adam olarak geri dönünceye kadar bir kere bile bu evde uyumayacaksın." lafı çok dokunmuştur bana. Bu cümlenin etkisi ile dile gelmiş bir hikayedir okuduğunuz.

Gerçektir bir o kadar ve kurgudur kalemim döndüğünce. Dinlerken ne kadar ağladıysam, yazarken de, okurken de bir o kadar ağlatmıştır beni de. Elim cama gitmiştir mesela, Ali olmuşumdur ve başım önüme eğilmiştir, baba olmuşumdur ve ama en çok kadın, belki de daha çok da anne olmuşumdur, ağlamışımdır her bir kelimesinde. Dinlerken, mutlaka çakmak çakmak bakmıştır gözlerim, eminim. Onun hikayesi, kapalı kapılar ardında kalmış nice hikayeden biridir ve bir gün anlatmamı isterse, onu da paylaşırım sizlerle...

Edebiyat gerçeğin süslenmiş hali gibi gelir bana. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali... Yok yok yanlış anlaşılmasın, edebiyat yapıyorum iddiasında değilim, ben basit bir anlatıcıyım sadece, gerçekleri kırpıp, bazen üzerine bir tutam şeker, bazense limon sıkarım, dedim ya kalemim döndüğünce, kendi yüreğimce anlatırım.

Değerli yorumlarınız, durumun yarattığı duygulara ortaklığınız ve en önemlisi varlığınızla beni çoğalttığınız için hepinize teşekkür ederim.

Paylaşmak güzel!

 

Öykü neydi ki diye soran olursa; 

Gecesiyle Sabahıyla Günahıyla Sevabıyla

 

Fotoğraf: 2019 / İpek Böceği Fabrikası

05 Nisan 2022

Seldili Köyü’nün Deli Ayten’i

 



1965 / Mayıs

“Çemberimde gül oyaaaa sevmedim doya doyaaaaa…*”

Her sabah neşeyle uyanır, beline değdi değecek kalın telli inadına siyah saçlarını anasının ördüğü kerpiç duvara yaslı, köşesi kararmış orta yerinden 5 parçaya ayrılmış pembe plastik çerçeveli aynasına bakarak tatar,  bir türkü tutturur, yaz kış  demeden camı kapıyı açar evi havalandırır, pencere önüne dizili, az güneş alıp, çok çiçek açan bitkileriyle konuşup, dertleşir, sırrı falan varsa yapraklara doğru eğdiği başını hiç kıpırdatmadan sokağın köşesini gören, tek oda tek göz evinin penceresinden, gözünü yoldan ayırmadan, geleni gideni tedirgin bakışları ile kollarken, kısık sesi ile sırrını mırıldanır, gözüyle her birini teker teker sevip, sularını dikkatle, özenle, şefkatle ihtiyaçları kadar verip, iki fincanlık şekersiz kahvesini içer, bedenini örten Sümerbank pazeni bol elbiselerinden birini giyip kendini sokağa atardı: Deli Ayten…

Elleri dert görmese, yüreği ezilmese, aklını yitirecek kadar bedenine  hor davranılmasa, kıymeti yeteneğinden, kadınlığından, insanlığından, bahtı kara çanak, yanakları al elma, ilk baba elinde, sonra abi elinde, sonra bakkal Hüseyin elinde, elden ele dilden dile deliren, kökü bereketsiz, bedeni kuru, kadının kurdu 14'lük Ayten. 

Seldili Köyü'nün yarım akıllısıydı Ayten, yüzü her şeye rağmen gülerdi, hüznü derinlerinde, acısı en saklısında, öfkesi kuytusundaydı Ayten'in. Bir de çolak Hüseyin vardı, onda hiç akıl yok derdi köylüler. Ayten'nin aile bir sebeple aniden köyden şehre bir gece yarısı göçünce, sapsız üzüm gibi bırakıverdiler Ayten'i kaderiyle bir başına. 17 yaşındaydı daha. Yürürken hafif yelde salınan ıhlamur gibi, kokusu yayılırdı etrafa. Hüseyin'le bunu evlendirecen, belki ters teper  akıllı olur soyları deyip dalga geçerdi köylüler. Konuşacak başka konuları kalmayınca sararlardı Ayten'le Hüseyin'e. Köye sonradan gelen Nevşehirli aile o zamanki muhtarın da baskısı ile kira niyetine üç kuruş sıkıştırdı Ayten’in eline. Kötü niyetten değil de, yoktu onların da çaresi. Bir göz oda, bir ocak, bir de bahçedeki tuvaleti bıraktılar, leğeni vardı bir tane çocukluğunu bilen, hem kendi hem çamaşırı için onu kullanırdı. Tuvalete koydu leğenini, taharet bezlerini ve zeytinyağ sabunu, Ayşe Abla verirdi sabunlarını, o da karşılığında ona yanık bir türkü okurdu. Odanın sol köşesini mutfak yaptı kendine. Anasından yadigar camı kırık kuzineli sobayı koydu, bir bezle iyice temizledi sağını solunu. Elde kalanlara baktı; iki tencere, bir - iki ağzı yamuk bakır kap, iki tahta kaşık birinin ucu diğerinin sapı kırık, iki çatal birinin dişi eksik, üç çorba kaşığı hepsini bir güzel yerleştirdi. Bahçeden bulduğu kasaya kuru erzaklarını doldurdu. Odanın diğer köşesine yatağını kurdu. Beş yorgan verdiydi Gülsüm abla. Birinin ucu fare kemiriğiydi ama önemsemedi, kemirik olanla kaba olanı yatak niyetine alta koydu, tam yastıkları yerleştirecekti ki, sarı ter izlerinden lekeli yastığın ikisini de söktü, koyun tüylerini çırpmak için önce odaya yaydı, içeride adım atacak yer kalmayınca, kendi dokuduğu çaput kilimin üzerindeki tüyleri savurmadan, özenle kapı önüne serdi. Elinde çubuğu, dilinde türküsü, biraz çırptı, sonra yastıkları yeniden doldurdu. Göğsüne ilikli torbasından ip ve iğne çıkardı. Annesi ne çok kızardı, orasına burasına çengelli iğne ile tutturduğu bir kumaş parçası içindeki iğnelerine. Yastıkları özenle dikti, bir türkü daha çığırdı. İyice kabarttı yastıkları, sevdiği gibi, bulutlar üzerinde uyuyacaktı başı. Yorganlara üşendi. Eliyle bir iki düzletti. Yangında kendinde önce kurtaracağı kumaş ve iplikleri, daha temizce olan başla bir sandığa yerleştirdi. Renklerine ve desenlerine göre ayırdı. Onlarla bir süre konuştu. Tüm dertlerini bilirdi kumaşları, tüm gözyaşlarını o iplere sıralardı. Kapı eşiğine durdu, pencere kenarındaki çiçeklerine, evinin yeni düzenine uzunca baktı. Bir şey eksik dedi, bir şey? Radyosunu Gülsüm abladan istedi, kara radyoyu, iplikle diktiği askısından duvardaki kaba çiviye astı, radyosunu türkü çalan istasyona ayarladı. İşte şimdi her şey tas tamam ve olması gerektiği gibiydi. 

Evin geri kalan avlu ve dört odasına bir güzel, ferah ferah yerleştiler Nevşehirliler, eski muhtarın uzaktan akrabası olmasalar köylü içine almazdı ya onları.  Onlara pek üzülmüştü Ayten, hele de Ümmügül'ü görünce. Gülsüm abla 30'lü yaşlarında 5 çocuk anasıydı, yüzünü görsen 50 derdin, öyle çökmüş, öyle derin çizgilerle bezenmişti ki yüzü, gülüyor mu ağlıyor mu anlamazdın. 3'ü erkek biri yatalak iki kızıyla nedenini bir tek muhtarın bildiği bir sebepten kocasının kararı ile göçüp gelmişlerdi doğdukları topraklardan. Köylü durur mu cadı kazanına atıverdi aileyi, dedikodular aldı yürüdü. Nevşehirliler hiçbirine kulak asmadı. Dertleşmedi, anlatmadı. Sır sırdı. Akan derelere, dağlara, taşlara bile söylenmeyen büyük  bir sır. Gülsüm abla Ayten'e, Ayten Gülsüm ablaya kıyamazdı. Gülsüm bir kendi yatalak kızına bakar ağlar, bir Ayten’e bakar daha çok ağlardı. Hiç gözünün yaşı durmazdı gözünde. Hüznünde boğulurdun baktıkça yüzüne.  

Neyse ki Nevşehirli Ali, adam gibi adam çıktı da Ayten'e musallat olamadı kimse onlar eve yerleştikten sonra, ilk zamanlar gece karanlığı çökünce yoklama çeken bir iki delikanlıyı elinde sopa ile kovaladı diye dedikodusunu yaptılarsa da, en son geleni tüfekle karşılayınca, sus pus olup, kayboldular Ayten’in yakınından yöresinden. 

Ayten her ayın 7’sinde, Ali'yi beklerdi bahçedeki dut ağacının altında, heyecandan elleri titrer, gözleri sulanırdı, eline tutuşturulacak kuruşları sayar, sevinçle havaya zıplar, soluğu kasabaya giden minibüste alırdı. Kasabalı da bilirdi Ayten'i. Envai çeşit ip ve metrelerce kumaş ile köye döner, 3-5 gün çıkmadan evden, nefes bile almadan hatta, bir nevi deli işi kanaviçesini işler, kendine yepisyeni bol bol bol çok bol elbiseler diker ve sonraki kiraya kadar elinde süt güğümü, evden eve dolanıp, baharsa çiçek, kışsa kuru yaprak dağıtırdı Ayten. Ne yerdi ne içerdi bilen olmazdı. Tuvaletin yanında kalan ikiye iki toprak alana, bir de penceresi önündeki kolu kadar genişlikteki toprağa bir şeyler ekip dururdu. Muhtar bir de aylık bağlattıydı Ayten’e. Onunla da ekmeğini, nohutunu, pirincini, ununu alırdı Ayten, Nevşehirlilerin Celal yardım ederdi Ayten’e, Babası tembihlemişti, kimse kandırmasındı Ayten’i. Celal bir iki vazgeçecek oldu, diğer çocukların dalga geçmelerinden yılıp ama anası “senin kardeşin olsa yol üstünde mi koyacaktın, damımız varsa o kızın suyu yüzü hürmetine” derdi. Gülsüm Ayten'le hikayesinin benzerliği karşısında şaşırmış, delirmemiş olmasına sevinmişti de, Ali işte, Ali sahip çıkmasa, eş diye almasa, köylüsünün sesini kısmasa, belki kendi de delirecekti zamanla. 

Becerikliydi Ayten, tuvaletin diğer köşesine yolu gören 1,5 kişilik sedir bile yaptıydı, yorganlardan birini sedire minder yaptı hem de sırtlığı falan, kral koltuğu gibi yüksek ve heybetli, gören keyfe bak deyip kıskanırdı Ayten'i. İki tavuğu vardı Ayten’in, karşı komşunun horozu ile pek sıkı fıkıydılar. Onları kaybetti mi katıla katıla gülerdi Ayten, zaten o gülüşü çıkarttıydı adını deliye, ne gülmek ama, tavuklar ne ara kaybolsalar, horozun yanında bittiklerinden, Ayten komşunun bağırışına kulaklarını kabartır, komşu elinde sopası ile tavuk kovalarken, Ayten onları oturduğu yerden seyreder, üç köy öteden duyulan kahhakalar atardı ki, birkaç kez düşmüşlüğü bile olduydu bahçedeki sedirden. Tavuklarına isim takmıştı Ayten, Zarife ve Huysuz. Huysuz karaydı, kavgacıydı, kıskançtı, kedi sokmazdı bahçeye, horoz gibi bir şey bu derdi soranlara. Zarife öyle miydi, görsen uysal bir kedi sanırdın, gelip kendini sevdirirdi Ayten’e, hele de Ayten üzgün dönmüşse elinde güğümü ile. Akşamüstü Zarife'yle ikisi otururlar sedirde, geleni geçeni seyrederlerdi birlikte. 

Her köyde okul, her okulda öğretmen olan zamanlardı. Saygındı öğretmenler, aydınlık bir Türkiye hedefinin öncüleriydiler. Tazecik dimağları, onurlu duruşları ve inançlarıyla, gittikleri ücra köylere bile ışık götürürlerdi. Nevşehirlilerin köye taşındığı günlerde köye yeni mezun öğretmen olarak atandı Mesut. 22'sinde yağız, çelimsiz, çakır bakışlı, dimdik bir delikanlıydı, güleç yüzlüydü. Köylü bir ailenin ilk okuyanıydı. Ne yollar, ne dağlar, ne karlar aşmıştı yatılı öğretmen okulunu kazanana kadar. Tayin zamanı neresi çıkarsa çıksın aynı hevesle gideceği köylerde ne yapacağını listelemişti bir bir. Gün gün ay ay sıralıydı işleri. Her işin karşısında kimlerden yardım alacağı, devletten destek alıp alamayacağı, banka kredi koşullarına varıncaya kadar ayrıntılar bile yazılıydı. İlk toplantıyı muhtarla yaptı, okul binasını gezdi, eksikleri çıkarttı. Sınıfları belirledi, sonra günlerini, sonra ev ev gezip kayıt yaptırmayan okul çağındaki çocukları buldu. Muhtar iyi adamdı, hevesliydi. Köyün kalkınması için yapılabilecek projeleri uzun uzun konuştular, köyün ileri gelenleri, ağaları ile görüştü. Muhtarın okuttuğu bir oğlu vardı, şehirdeydi, doktor çıkacaktı. Gözleri dolu dolu anlatırdı. Dile kolaydı, köyün avukat olmuş İbrahim'inden sonra doktor çıkacaktı Seyfi. Bir de Kızılcıklıların Ramazan vardı, öğretmen olacaktı da çatışmada vuruldu diye duydulardı. Mesut bir yandan köyü tanıyor bir yandan gecesini gündüzüne katıp hem çocuklara hem köye fayda sağlayacak hangi kapı varsa tek tek çalıyordu. 

Mesut Öğretmen bir kaç yıl sonra tohum bankası oluşturdu, yerli ve ata tohumlarla yapılan ekimin önemini köylü de kavrasın diye köye uzmanlar çağırdı, üniversiteden hocalar. Köye kooperatif kuruldu, muhtar akıllı adamdı onunla bir olup kadınları örgütledi, köyün ileri gelenleri ile toplantılar düzenledi, aracıları ortadan kaldıracak bir sistem kurdu, bu durum aracıları epeyce kızdırdı. Köyde su sınırlıydı, kuru tarım anlattı, uygun ekim yapmak için pilot uygulama tarlaları belirledi. Krediler buldu, köylüyü de çok borçlandırmadan, bazıları geri ödemesiz krediler buldu. Sevildiği, takdir görüldüğü kadar, nefret edeni de oldu tabi. Ne de olsa, üç beş kişinin hüküm sürdüğü topraklar ve ağalık mertebeleri değişime yenik düşmek üzereydi. Sabah uyanınca teşekkür niyetine çiçekte buldu kapısında, küfür niyetine mermi de. Vazgeçmedi Mesut Öğretmen, bilinçli, kavgadan uzak uzlaşmacı diliyle, neredeyse öfkesi sıfır bir tonlama ile köylüye değerini, toprağının gücünü, emeğin karşılığının ancak bilinçli kararlar ile olabileceğini yılmadan anlattı. Bazen öyle olurdu ki köyün iki kahvesinden birine oturdu mu, yıllarca kavgadan ayak basmadıkları diğer kahveden çıkıp gelirlerdi köylüler “ne anlatıyor” merakıyla. Sımsıcak gülümseme ile karşılardı Mesut Öğretmen her birini. 

Uğraşlar karşılığını buldu. Köyün yolları yapıldı, meydandaki büyük anıt çınar ağacının tescili, köyün ve civarındaki doğa harikası şelalelerin, derelerin, kamp yapılacak ıssız ormanların meraklı gezginlerce keşfedilmesini sağladı. Öyle ahım şahım bir tarihi yoktu köyün ama doğası ve gelenekleriyle varlığını kendine özgü değerleri ile sürdürmeyi başarabilirdi. Hatta o yıllarda bilinse kesin “cittaslow” a aday bile olabilirdi.  Köyün yüzü gülmeye başladı, çehresi değişti, yeşerdi. 

Kadınlar köyün tek odun fırınında yaptıkları ekmekleri, tarhanaları, salçaları, reçelleri satmaya başladılar. Yılda bir kez hasat sonrası ekin bitti eğlencesi düzenleyip, haşhaşlı gömbe günü yaptılar, seslerini neredeyse tüm Türkiye’ye duyurdular. Akın akın gelenlere kalacak yer olmayınca, evlerin bir kısmı pansiyonlara çevrildi. Sokak başına iki tabure koyan,  közde kahve, semaverde çay, sac üstünde gözleme, elde avuçta ne varsa, ne elden geliyorsa, güç neye yetiyorsa satmaya başladı. Günler günleri kovaladı, duyanlar duymayanlara anlattı, gelen tur otobüsleri için tarlalar otopark fedailerine satıldı. bazı köylüler kolay yoldan para kazanmanın tadına vardı. Herkes birbirini kıskanıp daha çok nasıl kazanırım sevdasına düşünce, mısır kaynatanlar, börek açıp satanlar, domates suyu, salçası, reçeli derken, kantarın topuzunu kaçırıp üretmediğini de satmaya başladı. Köylü tercihini emeğe ve çok çalışmaya dayalı yerel üretim yerine endüstriyel üreticilerden yana yapıp, Mesut Öğretmeninin yeşertmeye çalıştığı ruhu şeytana sattı. Köyde yetişmesi mümkün olmayan karadut şerbetleri boy boy, şişe şişe tezgâhlarda yerini aldı. Kahvaltıya tarhana çorbası bulamayan köylü, 58 çeşit ürünlü köy kahvaltılarını geleneksel Seldili Köyü kahvaltısı olarak yer sofralarında, sedirli ahşap masalarda satmaya başladı.  10 yılda varılan yol, çıkılan yoldan çok farklıydı. 

Mesut öğretmen görevinin beşinci yılında, yarattığı canavarı görmeden, geride bıraktığı güzel şeylerle duyduğu gururla, tayini çıkan yeni köyüne doğru, yeni umutlar ve heyecanlar ile yol aldı. Ayten, Mesut öğretmen köyden ayrılacağı vakit çok ağladı. Öğretmene yapılacak veda yemeğinde, elinde güğümü ile çıka geldi Ayten, dilinde türküsü,

“Ayrılık hasreti, kâr etti cana… Kâr etti cana… Seher yeli sevdiğimden bir haber*”

Mesut öğretmene doğru yöneldi Ayten, sır gibi sakladığı kanaviçelerinden bir tanesini süt güğümünden çıkarıp, geldiği gibi,

“Ayrılık derdine nedir çareler…*”

Diye diye gözden kayboldu Ayten.

Mesut öğretmen elinde tuttuğu kanaviçeye uzun uzun baktı.

“Deli işi dedi.”

Güldü köylüler.

“Eeeee deli dedik de inanmadın bize be öğretmen” dedi Koca Muhtar.

Mesut öğretmen çolak Hüseyin ile Deli Ayten’e sahip çıkmıştı. İkisi de köyün delileri olarak bir daha dert yüzü görmedi. Çocuklar Hüseyin’le dalga geçmeyi, gençlerse Ayten’e yan gözle bakmayı.

“Bak benden sonra sana emanet Ayten ve Hüseyin, yüreği güzel çocuklar onlar, koru kolla onları, kurda kuşa yem etme bir daha.”

Muhtar, Mesut öğretmene verdiği sözünü tuttu, Ayten ölünceye kadar ona babalık etti. Nevşehirliler de sağ olsunlar Ayten’i hiç yalnız bırakmadı. Hüseyin bir gece kayıplara karıştı, Hüseyin’den bir daha hiç haber alınamadı, köylü cinlere karıştı dedi durdu.  Ayten, Mesut öğretmenden sonra her gün elinde süt güğümü kapı kapı gezmeye devam etti. Köylü Ayten’i bir daha hiç üzmedi, incinmesine izin vermedi. Bir gece kuru yorgan yatağında sabaha karşı geçirdiği kalp krizinden kurtulamadı. Cılız ve soğumuş bedenini Celal buldu.

Muhtar, 13 yıl aradan sonra Ayten’in cenazesi için köye gelen Mesut öğretmeni tabiri caizse davul zurnayla karşıladı, Mesut köy meydanından geçerken, tezgahlara göz gezdirdi de görmez olaydı. İçi burkuldu. Düzene yenik düşen hayallerle yüreğinde bir yer acıdı. Birkaç köylü ile selamlaşıp, bir kaçı ile kahvede sohbeti koyulttuktan sonra, Muhtarla birlikte doğruca Ayten’in evine gittiler. Muhtar, tek göz odanın içinde üst üste alt alta neredeyse on sandık dolusu kanaviçeyi gösterip, "bunlar senindir" dedi.  Mesut “ne yapacağım bunları” dese de, Muhtar “senindir, al bunları ne olacak bu çaputlar, kimse yüzüne bakmaz bizim buralarda.” deyip konuyu kapattı. Nevşehirlilerin Gülsüm, ara ara yemek götürdüğünde Ayten’i kumaşları işlerken görür, pek beğenir, bu kız bunları bu kadar ince, bu kadar karmaşık nasıl işler akıl erdiremezdi, anı olsun diye içlerinden bir tanesini öğretmenden rica minnetle aldı. Ricaya minnete gerek yoktu da, Mesut Öğretmen, öğretmendi ne de olsa. Ona karşı yanlış yapmak istemezdi Gülsüm, saygısı da sevgisi de başkaydı öğretmene, kızının etleri yara olmasın diye havalı yatak denen şeyden buldurup getirtmişti köye. 

Muhtara misafir olan Mesut öğretmen yanına aldığı on kadar kanaviçeye  tek tek baktı sabaha kadar, her biri bir öykü anlatır gibiydi, her biri bir çığlık, bir umut, bir aşk. Bazılarını evirdi çevirdi gene de anlatmak istenilenleri anlayamadı. Şehre dönünce, onları bir kamyonet ile köyden aldırdı, arkadaşlarıyla kafa kafaya verip, köydeki kız çocukları için ne yapabileceklerini, bu eldeki neredeyse bin parça kanaviçeyi pul etmeden nasıl değerlendirebileceklerini konuştular. İçlerinden bir ikisinin yurtdışına gönderme fikri cazip geldi, bir çözüm bulmuş gibiydiler. Denediler.

***

 

2011 / Mayıs

Newyork’ta beş katlı lüks bir mağazanın el emeği katında Türkiye'den gelen onlarca el dokuma halı, kilimin yanı sıra iğne oyaları ve ateş pahasına satılan kanaviçeleri görünce, etiketindeki nota takılmıştı gözüm. Türkiye, Seldili Köyü, Deli Ayten, 1964

Türkiye’ye dönünce, o Eylül köyün yolunu tutmuş, Deli Ayten’in hikâyesini dinlemiş, Mesut öğretmene hediye edilen o 20*50 kanaviçenin Newyork’a uzanan hikâyesine vurulmuştum. Köy o yıllara göre epey gelişmiş, neredeyse kasaba olmuştu. Ne el emeği vardı, ne tarla ne de Mesut öğretmenin hayalini kurduğu kendi kendine yeten köylü. 

Mesut öğretmen o kanaviçeleri o dönem Fransa’ya göçmek zorunda kalan başka bir öğretmen arkadaşına göndermişti, hiç biri bu sonucu beklemese de, kanaviçe öyle bir paraya satılmış ki, hummalı bir çalışma ile tüm kanaviçelere isim ve numara verip,  anlattığı hikâyeleri de kenarlarına not düşüp, başladılar dünyanın önde gelen el emeği ürünler toplayan küçük butik dükkanlar ile görüşmelere, el emeği ürünleri için düzenlenen festivallere  katıldılar. Dünyanın dört bir yanında inanılmaz paralara alıcılar bulan, müzayedelerde açık artırmalarda satışa çıkan kanaviçelerden elde edilen gelirle, kurdukları Seldili Ayten Eğitim Vakfı’na hatrı sayılır bir kaynak yaratarak hem Ayten’in adını yaşattılar hem de kız çocuklarının okumalarına destek oldular.

Mesut, ne ara kendi kendine kalsa, eline dikkat kesilmesi gereken bir iş alıp yapmaya başlasa, dalıp gitse uzaklara, hayallere günlük rutin yürüyüşleri sırasında, otobüs beklese şehrin karmaşasında, Ayten’den duyduğu türküleri bir gün onların da Ayten’in anısını yaşatacağını hesaba katmadan mırıldanıp dururdu. Yıllar sonra kumpasa yenik düşüp pek sevdiği mesleğinden olunca, arkadaşlarının da ısrarı ile kurucusu olduğu vakfa yönetici olarak devam etme kararını aldı, vakıf epey vaktini alsa da, zaman boldu, önce saz çalmayı öğrendi, konservatuara kaydını yaptırdı, oradaki değerli hocalarıyla, aklından çıkmayan, dara her düştüğünde mırıldandığı Ayten’in türkülerini derleyip, vakıf yararına verilen konserlerde sahne almaya başladı.

***

2022 / Mayıs

Merkezi İzmir’de bulunan vakfın Bursa konserine elimde Newyork’tan aldığım kanaviçe ile gidip Mesut öğretmeni bulduğumda neredeyse 80 yaşına merdiven dayamıştı, çakır gözleri halen çakmak çakmaktı, açılış konuşmasını yapıp, köyü, delilerini ve vakfa ismini veren Ayten’in el emeği göz nuru, yürek yorgunu kanaviçelerinin öyküsünü dağ köylerinde çalıştığı zamanlardan kalan siyah beyaz fotoğraflar eşliğinde anlattı. Sadece açılış türküsüne eşlik edip, sahneyi vakfın bursiyerli kızlarına bıraktı. Konser sonunda elimde kanaviçemle yanına gittim, elimden aldı kokladı, ıhlamur kokusu kalmamış dedi, gülümsedi. Hikâyeyi bir de onun ağzından dinledim. Hiç evlenmemiş olasına şaşırdım, yüzlerde kız çocuğuna babalık etmesiyle gururlandım. Vakfın Bursa şubesi için önümüzdeki ay İzmir'de görüşmek üzere  randevu alıp, dilimde Ayten’in türkülerinden biri ile parka kadar uzun bir yürüyüş yaptım.

“Sen ağladın, canım, ben ise yandım. Dünyayı gönlümce olacak sandım…*”

O gece konseri, Ayten'i, Seldili Köyünde yaşam mücadelesi veren Nevşehirli Ali'i, acıları kendine sır Gülsüm'ü düşünüp, yüzümde bir tebessüm ile uykuya dalarken, dünyayı gönlünce yapmak için, emek harcayan, inanan ve yılmayan bütün öğretmenlere teşekkür ettim. En çok da anneme, mesleğinin kutsallığına bir gün bile ihanet etmeden 80 yaşında hala ekonomik durumu olmadığı için okuyamayan ya da ailesi destek vermediği için eğitimi yarıda kalan  çocuklara onları incitmeden yardım elini uzatabildiği için.

 


-----------------------------

Fotoğraf / Ara Güler 

* Çeşitli türkü sözleri

** Bu öykü, yer  ve kişi isimleri tamamen kurmacadır.

*** Anneme teşekkür kısmı yaş hariç gerçek hayattan alıntıdır. Henüz 72 yaşında olan annemin 80’ninde de elini aynı incelikle ve duyarlılıkla çocuklara uzatacağına inancım tamdır. 

**** Öykünün yazılmasına vesile kelimeler;  Çember, Sır, Beden, Deli, Bilinç, Kelime Oyun'nun bulunduğu blog Sade ve Derin dir. /