1965 / Mayıs
“Çemberimde gül oyaaaa sevmedim doya doyaaaaa…*”
Her sabah neşeyle uyanır, beline değdi değecek kalın telli inadına siyah saçlarını anasının ördüğü kerpiç duvara yaslı, köşesi kararmış orta yerinden 5 parçaya ayrılmış pembe plastik çerçeveli aynasına bakarak tatar, bir türkü tutturur, yaz kış demeden camı kapıyı açar evi havalandırır, pencere önüne dizili, az güneş alıp, çok çiçek açan bitkileriyle konuşup, dertleşir, sırrı falan varsa yapraklara doğru eğdiği başını hiç kıpırdatmadan sokağın köşesini gören, tek oda tek göz evinin penceresinden, gözünü yoldan ayırmadan, geleni gideni tedirgin bakışları ile kollarken, kısık sesi ile sırrını mırıldanır, gözüyle her birini teker teker sevip, sularını dikkatle, özenle, şefkatle ihtiyaçları kadar verip, iki fincanlık şekersiz kahvesini içer, bedenini örten Sümerbank pazeni bol elbiselerinden birini giyip kendini sokağa atardı: Deli Ayten…
Elleri dert görmese, yüreği ezilmese, aklını yitirecek kadar bedenine hor davranılmasa, kıymeti yeteneğinden, kadınlığından, insanlığından, bahtı kara çanak, yanakları al elma, ilk baba elinde, sonra abi elinde, sonra bakkal Hüseyin elinde, elden ele dilden dile deliren, kökü bereketsiz, bedeni kuru, kadının kurdu 14'lük Ayten.
Seldili Köyü'nün yarım akıllısıydı Ayten, yüzü her şeye rağmen gülerdi, hüznü derinlerinde, acısı en saklısında, öfkesi kuytusundaydı Ayten'in. Bir de çolak Hüseyin vardı, onda hiç akıl yok derdi köylüler. Ayten'nin aile bir sebeple aniden köyden şehre bir gece yarısı göçünce, sapsız üzüm gibi bırakıverdiler Ayten'i kaderiyle bir başına. 17 yaşındaydı daha. Yürürken hafif yelde salınan ıhlamur gibi, kokusu yayılırdı etrafa. Hüseyin'le bunu evlendirecen, belki ters teper akıllı olur soyları deyip dalga geçerdi köylüler. Konuşacak başka konuları kalmayınca sararlardı Ayten'le Hüseyin'e. Köye sonradan gelen Nevşehirli aile o zamanki muhtarın da baskısı ile kira niyetine üç kuruş sıkıştırdı Ayten’in eline. Kötü niyetten değil de, yoktu onların da çaresi. Bir göz oda, bir ocak, bir de bahçedeki tuvaleti bıraktılar, leğeni vardı bir tane çocukluğunu bilen, hem kendi hem çamaşırı için onu kullanırdı. Tuvalete koydu leğenini, taharet bezlerini ve zeytinyağ sabunu, Ayşe Abla verirdi sabunlarını, o da karşılığında ona yanık bir türkü okurdu. Odanın sol köşesini mutfak yaptı kendine. Anasından yadigar camı kırık kuzineli sobayı koydu, bir bezle iyice temizledi sağını solunu. Elde kalanlara baktı; iki tencere, bir - iki ağzı yamuk bakır kap, iki tahta kaşık birinin ucu diğerinin sapı kırık, iki çatal birinin dişi eksik, üç çorba kaşığı hepsini bir güzel yerleştirdi. Bahçeden bulduğu kasaya kuru erzaklarını doldurdu. Odanın diğer köşesine yatağını kurdu. Beş yorgan verdiydi Gülsüm abla. Birinin ucu fare kemiriğiydi ama önemsemedi, kemirik olanla kaba olanı yatak niyetine alta koydu, tam yastıkları yerleştirecekti ki, sarı ter izlerinden lekeli yastığın ikisini de söktü, koyun tüylerini çırpmak için önce odaya yaydı, içeride adım atacak yer kalmayınca, kendi dokuduğu çaput kilimin üzerindeki tüyleri savurmadan, özenle kapı önüne serdi. Elinde çubuğu, dilinde türküsü, biraz çırptı, sonra yastıkları yeniden doldurdu. Göğsüne ilikli torbasından ip ve iğne çıkardı. Annesi ne çok kızardı, orasına burasına çengelli iğne ile tutturduğu bir kumaş parçası içindeki iğnelerine. Yastıkları özenle dikti, bir türkü daha çığırdı. İyice kabarttı yastıkları, sevdiği gibi, bulutlar üzerinde uyuyacaktı başı. Yorganlara üşendi. Eliyle bir iki düzletti. Yangında kendinde önce kurtaracağı kumaş ve iplikleri, daha temizce olan başla bir sandığa yerleştirdi. Renklerine ve desenlerine göre ayırdı. Onlarla bir süre konuştu. Tüm dertlerini bilirdi kumaşları, tüm gözyaşlarını o iplere sıralardı. Kapı eşiğine durdu, pencere kenarındaki çiçeklerine, evinin yeni düzenine uzunca baktı. Bir şey eksik dedi, bir şey? Radyosunu Gülsüm abladan istedi, kara radyoyu, iplikle diktiği askısından duvardaki kaba çiviye astı, radyosunu türkü çalan istasyona ayarladı. İşte şimdi her şey tas tamam ve olması gerektiği gibiydi.
Evin geri kalan avlu ve dört odasına bir güzel, ferah ferah yerleştiler Nevşehirliler, eski muhtarın uzaktan akrabası olmasalar köylü içine almazdı ya onları. Onlara pek üzülmüştü Ayten, hele de Ümmügül'ü görünce. Gülsüm abla 30'lü yaşlarında 5 çocuk anasıydı, yüzünü görsen 50 derdin, öyle çökmüş, öyle derin çizgilerle bezenmişti ki yüzü, gülüyor mu ağlıyor mu anlamazdın. 3'ü erkek biri yatalak iki kızıyla nedenini bir tek muhtarın bildiği bir sebepten kocasının kararı ile göçüp gelmişlerdi doğdukları topraklardan. Köylü durur mu cadı kazanına atıverdi aileyi, dedikodular aldı yürüdü. Nevşehirliler hiçbirine kulak asmadı. Dertleşmedi, anlatmadı. Sır sırdı. Akan derelere, dağlara, taşlara bile söylenmeyen büyük bir sır. Gülsüm abla Ayten'e, Ayten Gülsüm ablaya kıyamazdı. Gülsüm bir kendi yatalak kızına bakar ağlar, bir Ayten’e bakar daha çok ağlardı. Hiç gözünün yaşı durmazdı gözünde. Hüznünde boğulurdun baktıkça yüzüne.
Neyse
ki Nevşehirli Ali, adam gibi adam çıktı da Ayten'e musallat olamadı kimse onlar eve yerleştikten sonra, ilk zamanlar gece karanlığı
çökünce yoklama çeken bir iki delikanlıyı elinde sopa ile kovaladı diye dedikodusunu
yaptılarsa da, en son geleni tüfekle karşılayınca, sus pus olup, kayboldular
Ayten’in yakınından yöresinden.
Ayten
her ayın 7’sinde, Ali'yi beklerdi bahçedeki dut ağacının altında, heyecandan elleri
titrer, gözleri sulanırdı, eline tutuşturulacak kuruşları sayar, sevinçle
havaya zıplar, soluğu kasabaya giden minibüste alırdı. Kasabalı da bilirdi Ayten'i. Envai çeşit ip ve
metrelerce kumaş ile köye döner, 3-5 gün çıkmadan evden, nefes bile almadan
hatta, bir nevi deli işi kanaviçesini işler, kendine yepisyeni bol bol bol çok
bol elbiseler diker ve sonraki kiraya kadar elinde süt güğümü, evden eve
dolanıp, baharsa çiçek, kışsa kuru yaprak dağıtırdı Ayten. Ne yerdi ne içerdi
bilen olmazdı. Tuvaletin yanında kalan ikiye iki toprak alana, bir de penceresi
önündeki kolu kadar genişlikteki toprağa bir şeyler ekip dururdu. Muhtar
bir de aylık bağlattıydı Ayten’e. Onunla da ekmeğini, nohutunu, pirincini,
ununu alırdı Ayten, Nevşehirlilerin Celal yardım ederdi Ayten’e, Babası
tembihlemişti, kimse kandırmasındı Ayten’i. Celal bir iki vazgeçecek oldu,
diğer çocukların dalga geçmelerinden yılıp ama anası “senin kardeşin olsa yol
üstünde mi koyacaktın, damımız varsa o kızın suyu yüzü hürmetine” derdi. Gülsüm Ayten'le hikayesinin benzerliği karşısında şaşırmış, delirmemiş olmasına sevinmişti de, Ali işte, Ali sahip çıkmasa, eş diye almasa, köylüsünün sesini kısmasa, belki kendi de delirecekti zamanla.
Becerikliydi Ayten, tuvaletin diğer köşesine yolu gören 1,5 kişilik sedir bile yaptıydı, yorganlardan birini sedire minder yaptı hem de sırtlığı falan, kral koltuğu gibi yüksek ve heybetli, gören keyfe bak deyip kıskanırdı Ayten'i. İki tavuğu vardı Ayten’in, karşı komşunun horozu ile pek sıkı fıkıydılar. Onları kaybetti mi katıla katıla gülerdi Ayten, zaten o gülüşü çıkarttıydı adını deliye, ne gülmek ama, tavuklar ne ara kaybolsalar, horozun yanında bittiklerinden, Ayten komşunun bağırışına kulaklarını kabartır, komşu elinde sopası ile tavuk kovalarken, Ayten onları oturduğu yerden seyreder, üç köy öteden duyulan kahhakalar atardı ki, birkaç kez düşmüşlüğü bile olduydu bahçedeki sedirden. Tavuklarına isim takmıştı Ayten, Zarife ve Huysuz. Huysuz karaydı, kavgacıydı, kıskançtı, kedi sokmazdı bahçeye, horoz gibi bir şey bu derdi soranlara. Zarife öyle miydi, görsen uysal bir kedi sanırdın, gelip kendini sevdirirdi Ayten’e, hele de Ayten üzgün dönmüşse elinde güğümü ile. Akşamüstü Zarife'yle ikisi otururlar sedirde, geleni geçeni seyrederlerdi birlikte.
Her
köyde okul, her okulda öğretmen olan zamanlardı. Saygındı öğretmenler, aydınlık
bir Türkiye hedefinin öncüleriydiler. Tazecik dimağları, onurlu duruşları ve
inançlarıyla, gittikleri ücra köylere bile ışık götürürlerdi. Nevşehirlilerin
köye taşındığı günlerde köye yeni mezun öğretmen olarak atandı Mesut. 22'sinde
yağız, çelimsiz, çakır bakışlı, dimdik bir delikanlıydı, güleç yüzlüydü. Köylü bir ailenin ilk okuyanıydı. Ne yollar, ne dağlar, ne karlar aşmıştı yatılı öğretmen okulunu kazanana kadar. Tayin zamanı neresi çıkarsa çıksın aynı hevesle gideceği köylerde ne yapacağını listelemişti bir bir. Gün gün ay ay sıralıydı işleri. Her işin karşısında kimlerden yardım alacağı, devletten destek alıp alamayacağı, banka kredi koşullarına varıncaya kadar ayrıntılar bile yazılıydı. İlk toplantıyı muhtarla yaptı, okul binasını gezdi, eksikleri çıkarttı. Sınıfları belirledi, sonra günlerini, sonra ev ev gezip kayıt yaptırmayan okul çağındaki çocukları buldu. Muhtar iyi adamdı, hevesliydi. Köyün kalkınması için yapılabilecek projeleri uzun uzun konuştular, köyün ileri gelenleri, ağaları ile görüştü. Muhtarın okuttuğu bir oğlu vardı, şehirdeydi, doktor çıkacaktı. Gözleri dolu dolu anlatırdı. Dile kolaydı, köyün avukat olmuş İbrahim'inden sonra doktor çıkacaktı Seyfi. Bir de Kızılcıklıların Ramazan vardı, öğretmen olacaktı da çatışmada vuruldu diye duydulardı. Mesut bir yandan köyü tanıyor bir yandan gecesini gündüzüne katıp hem çocuklara hem köye fayda sağlayacak hangi kapı varsa tek tek çalıyordu.
Mesut
Öğretmen bir kaç yıl sonra tohum bankası oluşturdu, yerli ve ata tohumlarla yapılan ekimin
önemini köylü de kavrasın diye köye uzmanlar çağırdı, üniversiteden hocalar. Köye kooperatif kuruldu, muhtar akıllı adamdı onunla
bir olup kadınları örgütledi, köyün ileri gelenleri ile toplantılar düzenledi,
aracıları ortadan kaldıracak bir sistem kurdu, bu durum aracıları epeyce kızdırdı. Köyde su sınırlıydı, kuru tarım anlattı, uygun ekim yapmak için pilot uygulama tarlaları belirledi. Krediler
buldu, köylüyü de çok borçlandırmadan, bazıları geri ödemesiz krediler buldu. Sevildiği, takdir
görüldüğü kadar, nefret edeni de oldu tabi. Ne de olsa, üç beş kişinin hüküm
sürdüğü topraklar ve ağalık mertebeleri değişime yenik düşmek üzereydi. Sabah uyanınca teşekkür niyetine çiçekte buldu kapısında, küfür niyetine mermi de. Vazgeçmedi
Mesut Öğretmen, bilinçli, kavgadan uzak uzlaşmacı diliyle, neredeyse öfkesi
sıfır bir tonlama ile köylüye değerini, toprağının gücünü, emeğin karşılığının
ancak bilinçli kararlar ile olabileceğini yılmadan anlattı. Bazen öyle olurdu
ki köyün iki kahvesinden birine oturdu mu, yıllarca kavgadan ayak basmadıkları diğer
kahveden çıkıp gelirlerdi köylüler “ne anlatıyor” merakıyla. Sımsıcak gülümseme ile karşılardı Mesut Öğretmen her birini.
Uğraşlar
karşılığını buldu. Köyün yolları yapıldı, meydandaki büyük anıt çınar ağacının
tescili, köyün ve civarındaki doğa harikası şelalelerin, derelerin, kamp
yapılacak ıssız ormanların meraklı gezginlerce keşfedilmesini sağladı. Öyle
ahım şahım bir tarihi yoktu köyün ama doğası ve gelenekleriyle varlığını kendine
özgü değerleri ile sürdürmeyi başarabilirdi. Hatta o yıllarda bilinse kesin “cittaslow”
a aday bile olabilirdi. Köyün yüzü gülmeye başladı, çehresi değişti, yeşerdi.
Kadınlar
köyün tek odun fırınında yaptıkları ekmekleri, tarhanaları, salçaları,
reçelleri satmaya başladılar. Yılda bir kez hasat sonrası ekin bitti eğlencesi düzenleyip,
haşhaşlı gömbe günü yaptılar, seslerini neredeyse tüm Türkiye’ye duyurdular. Akın akın gelenlere kalacak yer
olmayınca, evlerin bir kısmı pansiyonlara çevrildi. Sokak başına iki tabure
koyan, közde kahve, semaverde çay, sac
üstünde gözleme, elde avuçta ne varsa, ne elden geliyorsa, güç neye yetiyorsa satmaya
başladı. Günler günleri kovaladı, duyanlar duymayanlara anlattı, gelen tur
otobüsleri için tarlalar otopark fedailerine satıldı. bazı köylüler kolay yoldan para kazanmanın tadına vardı. Herkes birbirini kıskanıp daha çok nasıl kazanırım sevdasına düşünce, mısır
kaynatanlar, börek açıp satanlar, domates suyu, salçası, reçeli derken, kantarın
topuzunu kaçırıp üretmediğini de satmaya başladı. Köylü tercihini emeğe ve çok
çalışmaya dayalı yerel üretim yerine endüstriyel üreticilerden yana yapıp, Mesut Öğretmeninin yeşertmeye çalıştığı ruhu şeytana sattı. Köyde yetişmesi mümkün olmayan karadut şerbetleri boy boy, şişe
şişe tezgâhlarda yerini aldı. Kahvaltıya tarhana çorbası bulamayan köylü, 58
çeşit ürünlü köy kahvaltılarını geleneksel Seldili Köyü kahvaltısı olarak yer
sofralarında, sedirli ahşap masalarda satmaya başladı. 10 yılda varılan yol, çıkılan yoldan çok farklıydı.
Mesut
öğretmen görevinin beşinci yılında, yarattığı canavarı görmeden, geride
bıraktığı güzel şeylerle duyduğu gururla, tayini çıkan yeni köyüne doğru, yeni
umutlar ve heyecanlar ile yol aldı. Ayten, Mesut öğretmen köyden ayrılacağı
vakit çok ağladı. Öğretmene yapılacak veda yemeğinde, elinde güğümü ile çıka
geldi Ayten, dilinde türküsü,
“Ayrılık
hasreti, kâr etti cana… Kâr etti cana… Seher yeli sevdiğimden bir haber*”
Mesut
öğretmene doğru yöneldi Ayten, sır gibi sakladığı kanaviçelerinden bir tanesini
süt güğümünden çıkarıp, geldiği gibi,
“Ayrılık
derdine nedir çareler…*”
Diye
diye gözden kayboldu Ayten.
Mesut
öğretmen elinde tuttuğu kanaviçeye uzun uzun baktı.
“Deli
işi dedi.”
Güldü
köylüler.
“Eeeee
deli dedik de inanmadın bize be öğretmen” dedi Koca Muhtar.
Mesut
öğretmen çolak Hüseyin ile Deli Ayten’e sahip çıkmıştı. İkisi de köyün delileri
olarak bir daha dert yüzü görmedi. Çocuklar Hüseyin’le dalga geçmeyi, gençlerse Ayten’e yan gözle bakmayı.
“Bak
benden sonra sana emanet Ayten ve Hüseyin, yüreği güzel çocuklar onlar, koru kolla
onları, kurda kuşa yem etme bir daha.”
Muhtar, Mesut öğretmene verdiği sözünü tuttu, Ayten ölünceye kadar ona babalık etti. Nevşehirliler de sağ olsunlar Ayten’i hiç yalnız bırakmadı. Hüseyin bir gece kayıplara karıştı, Hüseyin’den bir daha hiç haber alınamadı, köylü cinlere karıştı dedi durdu. Ayten, Mesut öğretmenden sonra her gün elinde süt güğümü kapı kapı gezmeye devam etti. Köylü Ayten’i bir daha hiç üzmedi, incinmesine izin vermedi. Bir gece kuru yorgan yatağında sabaha karşı geçirdiği kalp krizinden kurtulamadı. Cılız ve soğumuş bedenini Celal buldu.
Muhtar,
13 yıl aradan sonra Ayten’in cenazesi için köye gelen Mesut öğretmeni tabiri caizse davul zurnayla karşıladı, Mesut köy meydanından geçerken, tezgahlara göz gezdirdi de görmez olaydı. İçi burkuldu. Düzene yenik düşen hayallerle yüreğinde bir yer acıdı. Birkaç köylü ile selamlaşıp, bir kaçı ile
kahvede sohbeti koyulttuktan sonra, Muhtarla birlikte doğruca Ayten’in evine gittiler. Muhtar, tek
göz odanın içinde üst üste alt alta neredeyse on sandık dolusu kanaviçeyi gösterip, "bunlar senindir" dedi. Mesut “ne yapacağım bunları”
dese de, Muhtar “senindir, al bunları ne olacak bu çaputlar, kimse yüzüne
bakmaz bizim buralarda.” deyip konuyu kapattı. Nevşehirlilerin Gülsüm, ara ara
yemek götürdüğünde Ayten’i kumaşları işlerken görür, pek beğenir, bu kız
bunları bu kadar ince, bu kadar karmaşık nasıl işler akıl erdiremezdi, anı olsun
diye içlerinden bir tanesini öğretmenden rica minnetle aldı. Ricaya minnete
gerek yoktu da, Mesut Öğretmen, öğretmendi ne de olsa. Ona karşı yanlış yapmak istemezdi Gülsüm, saygısı da sevgisi de başkaydı öğretmene, kızının etleri yara olmasın diye havalı yatak denen şeyden buldurup getirtmişti köye.
Muhtara
misafir olan Mesut öğretmen yanına aldığı on kadar kanaviçeye tek tek baktı sabaha
kadar, her biri bir öykü anlatır gibiydi, her biri bir çığlık, bir umut, bir
aşk. Bazılarını evirdi çevirdi gene de anlatmak istenilenleri anlayamadı. Şehre
dönünce, onları bir kamyonet ile köyden aldırdı, arkadaşlarıyla kafa kafaya
verip, köydeki kız çocukları için ne yapabileceklerini, bu eldeki neredeyse bin
parça kanaviçeyi pul etmeden nasıl değerlendirebileceklerini konuştular.
İçlerinden bir ikisinin yurtdışına gönderme fikri cazip geldi, bir çözüm bulmuş gibiydiler. Denediler.
***
2011 / Mayıs
Newyork’ta beş katlı lüks bir mağazanın el emeği katında Türkiye'den gelen onlarca el dokuma halı, kilimin yanı sıra iğne oyaları ve ateş pahasına satılan kanaviçeleri görünce, etiketindeki nota takılmıştı gözüm. Türkiye, Seldili Köyü, Deli Ayten, 1964
Türkiye’ye
dönünce, o Eylül köyün yolunu tutmuş, Deli Ayten’in hikâyesini dinlemiş, Mesut
öğretmene hediye edilen o 20*50 kanaviçenin Newyork’a uzanan hikâyesine
vurulmuştum. Köy o yıllara göre epey gelişmiş, neredeyse kasaba olmuştu. Ne el emeği vardı, ne tarla ne de Mesut öğretmenin hayalini kurduğu kendi kendine yeten köylü.
Mesut
öğretmen o kanaviçeleri o dönem Fransa’ya göçmek zorunda kalan başka bir
öğretmen arkadaşına göndermişti, hiç biri bu sonucu beklemese de, kanaviçe öyle
bir paraya satılmış ki, hummalı bir çalışma ile tüm kanaviçelere isim ve numara
verip, anlattığı hikâyeleri de kenarlarına
not düşüp, başladılar dünyanın önde gelen el emeği ürünler toplayan küçük butik dükkanlar ile görüşmelere, el emeği ürünleri için düzenlenen festivallere katıldılar. Dünyanın dört bir yanında inanılmaz paralara alıcılar bulan, müzayedelerde açık
artırmalarda satışa çıkan kanaviçelerden elde edilen gelirle, kurdukları Seldili
Ayten Eğitim Vakfı’na hatrı sayılır bir kaynak yaratarak hem Ayten’in adını yaşattılar
hem de kız çocuklarının okumalarına destek oldular.
Mesut, ne ara kendi kendine kalsa, eline dikkat kesilmesi gereken bir iş alıp yapmaya başlasa, dalıp gitse uzaklara, hayallere günlük rutin yürüyüşleri sırasında, otobüs beklese şehrin karmaşasında, Ayten’den duyduğu türküleri bir gün onların da Ayten’in anısını yaşatacağını hesaba katmadan mırıldanıp dururdu. Yıllar sonra kumpasa yenik düşüp pek sevdiği mesleğinden olunca, arkadaşlarının da ısrarı ile kurucusu olduğu vakfa yönetici olarak devam etme kararını aldı, vakıf epey vaktini alsa da, zaman boldu, önce saz çalmayı öğrendi, konservatuara kaydını yaptırdı, oradaki değerli hocalarıyla, aklından çıkmayan, dara her düştüğünde mırıldandığı Ayten’in türkülerini derleyip, vakıf yararına verilen konserlerde sahne almaya başladı.
***
2022 / Mayıs
Merkezi
İzmir’de bulunan vakfın Bursa konserine elimde Newyork’tan aldığım kanaviçe ile
gidip Mesut öğretmeni bulduğumda neredeyse 80 yaşına merdiven dayamıştı, çakır
gözleri halen çakmak çakmaktı, açılış konuşmasını yapıp, köyü, delilerini ve
vakfa ismini veren Ayten’in el emeği göz nuru, yürek yorgunu kanaviçelerinin
öyküsünü dağ köylerinde çalıştığı zamanlardan kalan siyah beyaz fotoğraflar eşliğinde anlattı. Sadece açılış türküsüne eşlik edip, sahneyi vakfın bursiyerli kızlarına bıraktı.
Konser sonunda elimde kanaviçemle yanına gittim, elimden aldı kokladı, ıhlamur kokusu kalmamış dedi, gülümsedi. Hikâyeyi bir de onun ağzından
dinledim. Hiç evlenmemiş olasına şaşırdım, yüzlerde kız çocuğuna babalık
etmesiyle gururlandım. Vakfın Bursa şubesi için önümüzdeki ay İzmir'de görüşmek üzere randevu alıp,
dilimde Ayten’in türkülerinden biri ile parka kadar uzun bir yürüyüş yaptım.
“Sen ağladın, canım, ben ise yandım. Dünyayı gönlümce olacak sandım…*”
O gece konseri, Ayten'i, Seldili Köyünde yaşam mücadelesi veren Nevşehirli Ali'i, acıları kendine sır Gülsüm'ü düşünüp, yüzümde bir tebessüm ile uykuya dalarken, dünyayı gönlünce yapmak
için, emek harcayan, inanan ve yılmayan bütün öğretmenlere teşekkür ettim. En
çok da anneme, mesleğinin kutsallığına bir gün bile ihanet etmeden 80 yaşında
hala ekonomik durumu olmadığı için okuyamayan ya da ailesi destek vermediği için eğitimi yarıda kalan çocuklara onları incitmeden yardım elini uzatabildiği için.