19 Mart 2010

GÜZEL/E UYANMAK


Tek tek vardık da hiç bir olmamıştık diyorsun...

İçime bir sabah serinliği doluyor...

Senli benli hallerin en güzelinde buluyorum kendimi...



Günüme yayılıyor
Değiyorsun yüreğime
Ilıklığı gülümsetiyor öpüşlerinin
Güzel(e) uyanmak
Böyle bir şey olsa gerek diyorum
Böyle olsa keşke
Her sabah


EVET, EVET İKNA OLDUM

Bu sabah bir uyandım, kapımda bir mim: yaratıcı blogger ödülü hem de... Pek bir anartşist Esrik hem kurallara uymuş hem de beni unutmamış. Bendeniz, şanslı insan, geçen yıl da aldığım bu ödüle, yine yeniden layık görüldüğüm için ikna oldum ki, yaratıcı bir bloggerım. Esrik'e kocaman teşekkür... Neden ikna oldum, çünkü geçen yıl, bir soru ile yayına vermişim ödül aldığım haberini. Yaratıcı mıyım yoksa ilginç miyim diye...

Buyrun geçen yıl ki, yazımız;

Şimdi durum şu; sevgili Hayat İzlerim, Kelebenk, Ufuk Çizgisi ve Bırak Dağınık Kalsın; beni ödüllendirmiş. Bir ödül söz konusu olduğunda akıl ve gönül defterleri olan bloglarda insanın kendi adını görmesi kadar keyif veren bir şey olmasa gerek. Bilenler bilir öyle pek de şahane bir mim oyuncu değilimdir. İlla her mimi kendi keyfime göre, kırpar, şekillendirir ve öyle oynarım. Ama bu mimde ne yapacağıma karar veremedim: Meselenin yaratıcı ve ilginç olma halini henüz kafamda birleştirip ortaya bir şey çıkartamadım. Yoksa yaratıcı değil miyim? Kendine haksızlık etmiyeyim de "yeterince yaratıcı değil miyim" diye sorayım bari...

Burada ve şurada blog yazılarıma kendimce farklı bakış açıları geliştirmiş ve bloglarda şu ana kadar rastlamadığım bir yaratıcılıkla!!! ve ilginçlikle!!! yazılar yazmıştım.

Mimin iki farklı versiyonunu gördüm; kendinle ilgili 7 ilginç şey nedir sorusuna cevap arayanlar ve 7 sevdiğin şeye cevap arayanlar... Bir de ortak noktaları olan 7 kişiye pasla bölümü var, unutmadan onu da belirteyim.

Her iki sorunun cevabının da kreativ (hangi dilde sahi bu) blogger olmak için yeter şartı sağladığından pek de emin olmamakla beraber, ve kendim kendime ilginç gelmediğimden; meseleye Hayat İzlerimden Özlem'in de dile getirdiği gibi; hatırlanmak ve değer vermek bakış açısıyla bakıyor ve bu anlamda; biraz şımarıklık ve biraz da keyifle ödülümü alıyor ve yüreğimin en güzel köşelerinden birine kaldırıyorum. Bu ödüle ilişkin aklına "Evrenin Dünyası" gelenlere teşekkür ediyor ve mimi üzerinden zaman geçtiği için kimseciklere paslamıyorum ama gün geçmesin ki bloguna yazı yazmış mı, yeni bir yorum almış mı ki diye merakla baktığım her bir blog yazarının tek tek aklımdan ve yüreğimden geçtiğini bilmenizi istiyorum.
____________________________

Okuyucuya Önemli Not: Az önce aldığımız bir habere göre; bir ödülüm daha varmış benim... Durum şu; Mim Cadısına bu ödülden çifter çifter geldiği için, üzerine iki ayrı yazı yazdığı için ve de ben sadece birini görüp, adıma rast gelmeyince atlamış olduğum için ödülümü az önce hafif bir sersenişle almış bulunmaktayım. Hiçççççççç cık cık ne ayıp demeyin, haklı valla, ayrıca verdiği ödülü geri almamasını güzel yüreğiyle bağdaştırıyorum ben. Ödülü veren Mim Cadısı Bekriya'dan huzurlarınızda özür diliyorum bir de kocaman öpüyorum.
_____________________________
Fotoğraf  / Sorrente Patrick

18 Mart 2010

ASILIRSA ASILSIN (...MI)



sevgilinize biri asılsa ne yaparsınız" diye sormuşlar, helinavsar, basaksayan ve tugbaekinci "bize koymaz, asılırsa asılsın" demişler...

Onlar hali hazırda asılma potansiyeli olduğundan böyle demiş olabilirler mi diye düşündüm. Düşünmedim desem yalan olur. 

O ise;
biri sevgilime asılsa tavrımı sevgilim tavrı belirler ama asla 'asılırsa asılsın' demem, kadın beni görmüyo mu?
demiş...

 Ona da içimden, bazı kadınlar görmez dedim, ve hatta bazıları görür ama görmezden gelir ve hatta hatta, bazıları görür ve sırf bu yüzden asılır dedim.






Fotoğraf / ggosling

YUVASIZ(DI) KUŞLAR





Eski dostların buluşma noktasıydı, yuvasız kuşların meydanındaki, sırtındaki bir parçası kırık ahşap bank... Her cuma akşamı güneş rakı burcuna girmezden hemen önce boğaza karşı rüzgarı selamlayıp gelen geçenin attıkları kahkahalara bakakalmalarına kahkahalarla gülerlerdi...

İncirin çekirdeğinin bile fazla geldiği günlerde onlar incirin çekirdeği olmazsa diye hayıflanırdı, ne de olsa herşey değişiyordu, meyvaların tadı, yemeklerin adı... Ayak uydurmak değildi dertleri ya da değişime direnç değildi gösterdikleri, anlamaya çalışıyorlar ve anlamaya çalışan hallerine gülmeden de edemiyorlardı.

İki eski dost, kaldıkları huzur evlerinden sadece cuma akşamları izinli çıkar ve gece 12'yi gösterdiği anda da masalarından kalkar ve yuvalarına dönerlerdi. Son yirmi yıldır her cuma birbirlerini aramaya bile gerek duymadan o banka gider otururlar ve birbirlerini beklerlerdi. Yuvasız kuşlar her cuma onların gelişini bayram bilir, havalarda türlü çeşit numaralar yaparak; haftasonunu yakalama telaşıyla sırtındaki yükü bir an için bile bırakmayı düşünmeyen, yaşamın keyifsizliğinden dem vurarak vapurlara yetişmeye çabalayan insanlara, yaşamın çekilesi olduğunu kanıtlamaya çabalarlardı.

Haftalardan bir hafta, cumalardan bir cuma, Rasim yatağından isteksizce kalktı, gece gördüğü rüyadan huzursuz, yüzünü yıkadı, aynada kendine baktı. Veli'nin her cuma olmazsa olmaz gömleği, kışları üzerine aldığı yeleği ve illa ki kasketi ile gelişine ve kızışına inat, yaz kış üzerine geçirdiği envayi çeşit kazaklarından birini almak üzereydi ki, bugün şaşırtayım şunu da görsün diye geçirdi içinden, kahkahası yankılandı duvarlarda. Yan odada kalan Ali İhsan'ın kapısını çaldı. Gömleğin var mı dedi, bu gece için verir misin? Hayırdırlı kahkahalara ve takılmalara dönüp sırtını, döndü odasına elinde beyaz gömleği... Sakal tıraşını oldu ve giydi gömleğini. Ütülü bir pantalon buldu dolabından, hoşuna gitti telaşı gülümsedi. Saatine baktı geç kahvaltıyı bile kaçırmak üzere olduğunu fark edip hızlandı ve soluğu kahvaltı salonunda aldığında, müdürle karşılaştı... Müdür tanımaz gözlerle bakınca çapkın bir gülümseme ile bugün cuma, büyük gün dedi. Müdür Rasim'in gülüşüne kahkaha ile karşılık verdi. Keşke dedi her gün cuma olsa diyeceğim ama, son 20 yıldır ilk defa seni saç sakal birbirine girmemiş gördüm. Bundan sonrası hep böyle olursa, yakında evlendiririz bile seni diyerek kahkahlarla koridorda ilerledi. Rasim masaya oturduğunda hala müdürün kahkahası geliyordu. Rasim bir iki lokma aldı almadı, aklına rüyası geldi. Ama canını sıkmaya niyeti yoktu. Bugün Veli'ye hayatının süprizini yapacak ve 20 yıldır "berduş gibisin" diyen dostunun karşısına adam gibi çıkacaktı.

Öğlen olmuştu bile sabah gazeteleri bittiğinde, kapıdaki görevliye "yolcu yolunda gerek" dedi. "Hayırdır erkencisin" diyen görevliye ki, oğul derdi, "Bilmem dedi, içimde bir sıkıntı var, vapurla geçeceğim karşıya, yol uzuyor ama denizin kokusu, bu mevsimde göçmen kuşların kanat çırpışları ayrı bir keyif verir bana... Rakı masasına oturmadan önce, kederi dağıtmazsan keyfi çıkmaz sohbetin oğul" dedi, "içmek ölüm gibi gelir adama kederli zamanlarda" ve ağır ahşap kapıyı, yılların yorgunluğu omuzlarındaymışcasına, ağır ağır kapattı.

İskeleye vardığında kır çiçeklerine takıldı gözü, nedensizce bir demet kır çiçeği aldı, parasının üstü kalsın dedi, kırmızı üzerine, portakal rengi giymiş, saçlarını iki yanda örmüş Fadik, Rasim'in arkasından sesinin son renginde bağırdı "Amcaaa, sevenlerin çok olsun, bir de dua edenlerin" dedi... Rasim kahkaha attı, "neden gençlere aşk diliyorsun da bana dua" dedi. Kalkmak üzere olan balıkçı teknesinden bozma İsmet Aganın keyif teknesine attı kendini. İsmet Aga "gelmeyeceksin sandım, geçiktin" dedi. "Kararsız kaldım, senin külüstürle mi gideyim, yoksa şöyle modern bir yolcu vapuruyla mı" dedi Rasim, İsmet Aga gülümsedi, "adama benzemişsin bugün, zenginlerin kiraladığı deniz taksiyle gitseydin" dedi. Dolu dolu kahkahalarını yem sanan martılar alçalınca, ellerindeki bayat ekmekleri havaya savurdular. Bunu duyan martılar eşlik ettiler onlara karşı kıyıya kadar.

Rasim kıyıya indiğinde, elinde çiçekleri ile ne kadar komik göründüğünü, yeni yetme bir delikanlının ilk buluşma anlarındaki şaşkınlığı ile örtüşen heyecanı ve sıkıntısını fark ettiğinden beri adımlarını birbirine karıştırır olmuştu. Az ilerdeki dolmuşlara varabilse, oradaki şans biletçisi Şennur'a durumu anlatacak ve bayılana kadar güleceklerdi de, işte 'tek başına damat kılıklı eli kır çiçekli deli'ye çıkmasın diye adı, tutuyordu kendini. Dolmuşa bindiğinde sakinleşmişti ama çiçekler hala elindeydi. "Neden vermedim ki, Şennur'a ben bunları" dedi, kokladı, garip bir toprak kokusu geldi burnuna. "Ne garip, çiçeklerin taze toprak kokması" diye düşündü. Parasını uzattı, kaptan Murtaza her zamanki gibi almadı parayı, "Meydana mı, meşhur büyük buluşma, ne adamlarsınız, ben şu dolmuşta para toplayan yeni yetmeydim, konuşulurdu sizin dostluğunuz, kahkahalarınız, maşallah damat gibi olmuşsun, yakışıklı bir adamışşın be Rasim dede" dedi. Torununu görmeyeli ne kadar çok zaman geçtiğini anımsadı, gözünden bir damla yaş gelir gibi oldu. "Kader" dedi. Murtaza, "Yakışıklı olmak kader değildir ki" dedi. Gülüştüler...

Veli her zaman ki gibi olmazsa olmaz gömleği, kasketi ve sırtımı tutuyor dediği, incecik montu, tıraşlı yüzü, bakımlı elleri ve dedesinden yadigar bostonu ile gelmişti yuvasız kuşların meydanındaki, sırtındaki bir parçası kırık olan ahşap banka da, bank yoktu ortada, meydandaki bütün banklar, garip tek kişilik metal oturağı andıran yenileri ile değiştirilmişti. Yuvasız kuşlar da yoktu üstelik görünürde... Biraz dolandıktan sonra birbirine konuşma mesafesi yakınlığı bile olmayan tek kişilik oturaklardan, nispeten diğerlerinden birbirine daha yakın olan bir tanesini seçti ve oturdu. Rasimle ne güleriz biz şimdi bu duruma diye aklında geçirdi. Saatine baktı, Rasim geçikmişti. Zaten 10 dakika geç gelmese, geceleri eğlenceli geçmezdi. Beklerken, havaya bakınıyordu. "Kıymetini bilemediler şu kuşların" dedi. Koşuşturup duran insanlara baktı. "Neyin kıymetini biliyorlar ki zaten" diye iç geçirdi.

Neredeyse yarım saat geçmişti. Telaşlanmak istemiyordu ama Rasim bu kadar geç kalmazdı. Kalabalığın arasından Rasim'in geldiği yöne doğru dikkat kesilince, kendisine doğru koşarak gelen, telaşlı genç bir delikanlı gördü. "Siz Veli dede misiniz" dedi. "Evet" diyebildi, elindeki bastona sıkı sıkı sarılıp, "beni Murtaza kaptan gönderdi, sizi alıp Rasim'e götüreceğim." Veli, oturduğu yerden zar zor kalktı. Bedeni taş, elleri buz kesmişti bir anda. Delikanlı arabaya doğru giderlerken, "arkadaş mısınız" diye sorunca Veli, titreyen sesi ile "Canız" dedi. Yol boyu konuşmadı, ne delikanlı ne de Veli... Minibüslerin güzergahı, dar ara yolu kapatan polis arabası, ambulans ve kalabalık, nefessiz bırakmıştı Veli'yi... Arabadan indiklerinde zar zor yürüyordu. Murtaza, Veli dedeye sarıldı. "Belki yetişirsin diye" diyebildi sadece ve sarıldı. Donmuş gibiydi Veli, ambulans doktorundan izin alıp, güçlükle ve yardımla dostunu görmek için girdi ambulansın içine. Rasimi öyle giyinmiş, tıraşlı, adam gibi görünce, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Zor aldılar Rasim'in başından Veli'yi...

İner inmez ambulanstan kafasını gökyüzüne kaldırdı. Yuvasız göçmen kuşlar gökyünüzü kaplamışlardı. Rasim'i uğurlamaya gelmişlerdi. O gün o kentte ambulans nereye doğru yol alırsa alsın, kuşlar Rasim'i takip eti, Veli kuşları...

Yuvasız kuşlardık biz diye bildi o gece rakı masasında tek başına içerken ve kederi bırakmadığı için kapıda, her yudum ölüm gibi geldi... Ölüm gibi ağır, ölüm gibi beklenmedik, ölüm gibi sıradan...

Yuvasız bir kuştu artık Veli... O gece sabaha kadar içti... O sabah cenazeye, elinde  dünden kalan bir demet kır çiçeği ile bir berduş gibi gitti...



____________________________________________________________
Bazı yazıların yazılmasına sebepdir duyduğumuz, okuduğumuz bir kelime...
Bazı yazıların yazılmasına sebepdir baktığımız, gördüğümüz bir fotoğraf...
Kelime için La Paragas / Yorumlar
Fotoğraf için Sunday's rendez-vous © Laurence Garçon
İlk yayın tarihi / Mayıs 2009

17 Mart 2010

BİR YAZ AKŞAMI RÜYASI


_ Yaprak sarma, enginar, ezine, kavun, söğüş domates- salatalık, tava yoğurt, ev yapımı ekmek ve rakı var. Ne dersin???
_ fiiiiiiiiiiiiiiiiiiiivvvvvvvvvvvvvvvvv



İçesim var bu gece...



Görsel : Googleda yaz rakı masası görürsün...


GEÇTİM


Fotoğraf / Yokijo



Aslında yazmak istediğimi biliyorum.
Yani aslında, en doğru kelimeyi de...
Neden sustuğumu, beni neyin susturduğunu da,
en az o doğru kelime kadar iyi biliyorum oysa...

Oysa içim...
Oysa içim, doğmaya hazır bir bebek gibi,
az sonra atacak ilk çığlığını.
Bilerek susturuyorum kendimi...
Bilerek boğuyorum kelimelerimi.

Sen de farkındasın.
Sen de en az benim kadar çığlık atmaya hazırsın.  
Bırak peşini...
Geçtiysen, yani gerçekten samimiysen bu duygunda, bırak... 

Bırak artık, dönüp durma.
Rüzgarın yetmiyor, ateş çoktan söndü, artık sana yanmıyor. 
Anla!

Mayıs, 2007
____________________________________________


Yıllar öncesinin bir mektubunda buldum bu satırları; yüreğime kızmışım gene... En ufak çıkmazda yüreğimde alıvermişim soluğu. Yüreğimle yumruklaşıp, yüreğimi kanatmışım. Uzun bir dertleşme olmuş kendimle: 'Sözünün arkasında dur' demişim. 'Geçtim dediysen, geçip gitmeyi bil' demişim.

Zaman geçip gitmiş sonrasında, zaman geçmiş farkında olmadan, ben de geçmişim. Ama belli ki, geçip giderken pek bir esmişim. Rüzgarım bir tek kendime esmiş. Rüzgarım bir tek kendi yüreğimi kesmiş: Israrcı ve sertmiş. Esmiş. Sadece esip geçmiş.





16 Mart 2010

KANATSIZDI KELEBEK


Annesini görür görmez apartmanın koridoruna geldi. Ayakkabısının teki bakıcısının elindeydi. Pembe tülden kanatlarını takmıştı. Pembe pantalonun üzerinde, beyaz uzun kollu bir tişörtü vardı. Elinde, pembeli beyazlı bir gözlük... Annesine seslendi:

Anne bak! Uçabiliyorum... Ben uçan bir kelebeğim.

Annesi gülümsedi.

Gözlüklerini taktı. Annesine bir kere daha seslendi:

Anne bak! Görebiliyorum.... Ben herşeyi görebilen uçan kelebeğim...

O henüz 3 yaşında bile değildi. Kanatları olduğunda uçabiliyor, gözlüklerini takınca herşeyi görebiliyordu.

Zıplamaya başladı. Annesi geldiği için mutluydu.
Kanatları olduğu için mutlu...
Gözlükleri olduğu için çok mutlu...

O uçabiliyordu, yeryüzünde süzülüp, gökyüzünü görebiliyordu.
Hayalgücü böyle birşeydi.
Soğuk yüzüme vurdu apartmandan çıkınca, yürüdüm boş sokaklarda.
Kafamda binbir düşünce, bağırıverdim bir anda:

Hayalgücümü istiyorum.
Uçmak... Uçmak... Uçmak istiyorum.
Kanatlarımı geri verin, ben yeniden çocuk olmak istiyorum.





Fotoğraf / sai y

AZ İŞ BOL LAF

Fotoğraf / Jacek Gasiorowski



Oldum olası sevmişimdir camı. Cam objelerin ve eşyaların, hele de üfleme camlarsa, bambaşka yerleri vardır bende. Bu fotoğrafı görünce, evdeki cam şişelerim geldi aklıma. Koyu yeşil olanlar bende var, açık yeşil olan da... Büyük iki kahverengi, eski evde kaldı. Mavi olanına rastlamadım, denk gelirsem mutlaka almalıyım.

Geçtiğimiz yıllarda, yuvarlak, kocaman yağ şişelerinden ve ekmek teknesinden istemiştim. Sağolsun bir aile dostumuz, kendi araştırması için dağ köylerini gezerken birer tane edinmeme vesile oldu. Yağ şişesi, yılbaşı çamı süsleme ışıklarının içine konulması sureti ile aydınlatmaya dönüşürken, diğer şişeler ise içlerine konan kurutulmuş bitkiler ile dekoratif amaçlı olarak duvar dibine dizildiler... Şimdilerde onların dizildiği o duvarda en sevdiğim tablom duruyor. Ekmek teknesine gelince, ondan bir dergilik yaptım kendime,  L koltuğumun hemen yanında aldı yerini, içi dekorasyon dergileri ile dolu. Nasıl da seviyorum dekorasyonu, farklı objelerle farklı ayrıntılar yaratmayı... Hep düşünürüm, farklı bir bölümde okusam yolum nice olurdu şu yeryüzünde diye.

Bugün iş yoğunluğu az, bende laf bol anlaşıldığı üzere. Pek bir "bak blog bugün ne oldu biliyor  musun" tadında olduğum bile söylenebilir kolaylıkla. Hatta ben bu kıvamda yazayım bir kaç satır buraya:

"Merhaba blog... Bugün sabah yataktan kalktığımda, içim yine ve yeniden kıpır kıpırdı. Aşk güzel şey :) Sevgiliye en kocamanından bir öpücük verdim uykusunda. Gözünü hafifçe aralayıp, sen miydin dedi. Ala ala... Başka kim olabilirdi ki... Sinirlenmedim. Gülümsedim ve sana kim lazımdı dedim. Valla, dedim yani... Ama sinirlenmedim. Belli ki bir rüyadaydı ve ne yazık ki rüyasında gördüğü ben değildim. Neyse blog, hiççç moralimi bozmadım. Kalktım, en güzel giysimi giydim. Saçlarımı taradım, makyajımı yaptım. Kocaman bir gülümseme kondurdum yüzüme, bir kahve yaptım kendime. Kalktı kokusuna. Bana yok mu dedi. Aaa sen evde miydin dedim. Evet dedi. Anlamadı nazire yaptığımı. Hıh... Anlasa, dişimi de kırardım ben onun için... Amannn blog. Aşk güzel şey :) Umursamadım, bir öpücük verdi. Bana mıydı dedim. Ala ala... Başka kime olabilir ki dedi. Ay blog, galiba benim sevgilim saf. Valla, bildiğin saf işte. Sonra araba ile işe gelirken blog, düşündüm. Evet, düşünebiliyorum blog. Bak dilim varmıyor ama blog; galiba saf olan benim. Evet, blog, evet. Saklama söyle yüzüme. Bir adam, senin yatağında uyanırsa ve aaa sen miydin derse, bunu nasıl saflıkla açıklayabilirim ki ben blog. Ben saf olsam iyi blog, bak çekinme söyle, kırılmam bak valla. Söyle, aptalım dimi blog. Aptalım ben blog. Ama aşk güzel şey be blog :)"

Bu şaşkın haller bana ait değiller. Az önce telefonla görüştüğüm bir arkadaşımın anlattığı olayı, biraz da abartarak blogla paylaşan yeni yetme olayım istedim. Bu hallerden sadece "Aşk güzel şey..."i çok hissederek, bilerek ve yaşayarak ben söylüyorum, gerisi dediğim gibi şu anda kendiyle kavgalı bir arkadaşıma ait.

Bir yürekteki varlığın sürdürülebilir olması, bir parça da kavga etmeye değer şeylerin hala varolmasında saklı değil mi?

Tamam, tamam blog, kızma, ağır abla olup, ahkam kesesim yok. Sadece, aklıma bir hikaye geldi... Dur onu da paylaşıvereyim seninle.

Genç bir çift, şehrin lüks restoranlarından birinde yemek yerken, sessiz ve sakindirler. Öyle ki, dışardan bakan gözler onların birbirlerini tanımadıklarını bile düşünebilir. Başları önlerinde; birbirlerine gözleri değecek de konuşmak zorunda kalacaklar diye, hiç kalkmıyor neredeyse. O sırada cam tarafında oturan başka bir çiftin biraz yüksek dozlu sesleri giderek yükselerek gelip bizimkilerden erkek olana çarpıyor. Bu durumdan rahatsız olduğunu önce 'cık cık'larla, daha sonra da 'pes yani' gibi bir sözcükle dillendirince erkek, kadın dayanamıyor ve gözleri gözlerini delecek şekilde dik dik bakıyor eşine ve söylüyor masayı terk etmeden önceki sözlerini: En azından onların, hala uğruna kavga edecekleri birşeyleri var.

Kıssadan çıkarılamayacak hisse: Kavga iyi birşeydir...
Çıkarılacakları ise sizler zaten çıkarttınz değil mi?

Bugün de bitti blog. Bi de blog... Aşk güzel şey be blog... Valla bak :)



ÇOK ÖZEL VE ÇOK GÜZEL (Dİ)



Bizim özel günlere düşkünlüğümüz olmadı hiç.
Hani vardır ya hatırladın hatırlamadın kavgaları... Olmadı yani...
Biz birlikte geçirebildiğimiz günlerin değerini bildik hep.
Durup dururken mumları yakmanın,
şaraplar içmenin tadını çıkarttık birlikte.
Bazen o girdi mutfağa, bazen ben,
ama hep aşkla harmanlandı ocak üstünde dumanı tütenler...
Bu nedenle lezzetliydi yemeler...
Ne zaman kaybetsek birbirimizi, gözlerimiz aradı yek diğerini.
Bulunca rahat bir nefes aldık, bundandı gözlerimizin gülümsemesi.

Hiç mi üzmedik birbirimizi.
Üzdük tabi.
Kolay mı iki iken bir olmak.
Ama özür dilemesini de bildik.
Kendimizce, dilimiz döndüğünce yani... 

İlk günkü gibi sevmek bize yakışmazdı...
Çoğaldık.
Şubat 2006________________________________________

Günler geçmiş üzerinden
Haftalar, aylar ve yıllar
Neden bilmem aklıma gelişin
Düşünürken takvime takıldı gözüm.
2-3 gün önce doğumgününmüş, fark etmemişim.
Bugün artık sesimi duymasan da
Sen giderken ve gittiğinde
Çok ama pek çok ağlasam da
Şimdi, durduğum yerden bakınca
Biz olduğumuz zamanlara

Buruk bir gülümseme
Bir yanıyla kırık bir yürek
Sevmiştim diyor
Çok ama pek çok

Doğumgünün kutlu olsun
Bir pazar gününe denk gelen yıllar öncesinin doğumgününde
evi halı kaplamak konusunda tüm gün sesini çıkartmadan çalışıp
"sanırım artık doğumgünüm kutlanmayı hak ediyor"
deyişindeki muzurluğun, sevecenliğin ve sevgin
"Aaaa, unutmuşum..." dan fazlasını hak etmişti.
Kabul edemeyecek kadar uzaklarda olsan da
Bilirim, bugün anlamsızca ısınacak yüreğin.

Özür dilerim.






15 Mart 2010

HAZANIN RENKLERİNDE ROMANTİZM

Sis ve Düğün


Hazanın renklerinde


Düş gibi


Büyülü bir romantizm




ÖYLESİNE UYANMAK


Öylesine bir sabahtı işte...
Öylesine bir güne dönüştü,
sen öpünce...





















Fotoğraf / Coffee Break



 
öylesine uyanmalısın bir sabah
şarkılar söyleyerek günün güzelliğine
bir kahve koymalısın en sevdiğin fincana
mutlu olmalısın kokusunu içine çekince(*)




(*) Öylesine'den alıntı...

14 Mart 2010

FOTOĞRAFIN FISILTISI / YIKINTI

Fotoğraf / Nuno Milheiro



Yaşam, bakmakla ilgili

İlkokulda öğrendiğimiz gibi
Bakarsan bağ olur
Bakmazsan
Yıkıntı

Yürek için neden farklı olsun ki 
Bakarsan aşk olur
Bakmazsan
Yıkıntı

KENDİMLE KAÇAMAK


Havana Cafe - Son Retozon




Okuduğum kitabın yeşilinden mi bilmem, kendimi attım evin az ilerisindeki yürüyüş parkurunun hemen yanındaki mahalle kahvesine... Kulağımdaki ritme uygun, kıpır kıpır yüreğim... Havanın hatrı sayılır soğukluğu çarpsa da yüzüme; omuzlarımı silktim yaramaz bir kız çocuğu gibi, oturdum dışarıdaki masaya. Su bardağı ile çay söyledim, açık, hani bakınca bir tarafından, diğer tarafından İstanbul'u görecek gibi.

Adaların mimozaları başlamış mıdır acaba sararmaya... Ya da erguvanların moru yansımış mıdır boğazın sularına... Ah İstanbul... Ömrümün en genç, en güzel, en aşık zamanlarının İstanbul'u... En hoyrat zamanlarımın sığınağı Beyoğlu, en deli dolu fırtınalarımın limanı Beşiktaş; şimdi kimler yürüyor ara sokaklarınızda elele, yürek yüreğe acaba. Özlediğimi fark ettim, kendimin caddedeki süzülüşünü selamladım; ne güzeldim... Bir iç çektim...
 
Çaydan aldığım bir yudumla dönüverdim bulunduğum parka.  Kadınlı erkekli bir grup sabah sporunda. Yaşlı bir teyze elinde bezi camı siliyor, gözleri yürüyenlerin adımlarında, sanki onlarla adım adım geziyor parkı bir uçtan bir uça... Az ilerde bir elinde köpeğinin tasması, bir elinde poşeti bir adam görünüyor. Kadının biri çığlık çığlığa... Adam korkuyor, köpek ondan daha fazla. Adam yürüyüş parkına girmeden yolun kenarından devam ediyor... Kadın koca kalçalarını sallaya sallaya...

Kitap hala elimde, henüz okumaya başlamadım. Şu anda yaşamı okuyorum ve bundan müthiş bir keyif alıyorum. Bazen, özellikle de tek başımaysam, otururum bir köşeye gözlemlerim geleni gideni, olanı biteni... Hikayeler kurgularım üzerlerine... Severim bu oyunu oynamayı kendimle...

Az ileride bir kız çocuğu; belli ki daha 14-15 inde, ondan az biraz büyük ama libidosu dağları aşan bir delikanlı,  belki daha 17'sinde, oturuyorlar bir bankın üzerinde, dünyaları birbirlerine dönük; dünyaları bank, dünyaları gözleri, dünyaları elleri...  Gülümsüyorlar, süzülüyorlar, kıvranıyorlar birbirlerine... Konuşmalarını duymuyorum ama görüyorum. Oğlan kıza dokunuyor bir erkek gibi, kız çocuğu henüz bir çocuk belli, masum bir yaslanmışlık edasıyla bırakıveriyor kendini lipidonun eteklerine.. Rahatsız olmasınlar diye alıyorum gözlerimi onlardan, çeviriyorum sola... Yaşlı bir amca, elinde gazetesi, başında şapkası, uzun siyah paltosu ile görmüş geçirmiş bir yaşamı seriyor önüme. Alıp okuyorum, satır satır, yaşanmışlarının yüzüne vuran çizgilerinde ilerliyorum bir süre. Kafasını gazetesinden kaldırıp gülümsüyor, günaydın diyor. Günaydın diyorum. Alıyorum gözlerimi ondan da o anda. Kendine bırakıyorum amcayı, kendi çizgilerinin derinliğine....

Gün güzel... İçim cıvıl cıvıl, kuşlarım şakıyor, yaşamla flört ediyorum. Yaşamı seviyorum. Kendimi alıyorum karşıma. Gözlerimdeki hüzün ile gülümseme arasına takılıp kalan, uzaklara dalmış hallerine, bir kitap yazabilirmişim gibi hissediyorum o anda. Gözlerim... Gözlerim kendimde en çok sevdiğim yerim. Hani belki onlarla görebildiğim, konuşabildiğim için... Hani belki gözlerim hiç yalan söyleyemediği için...

İnsanın kendini gözlemlemesi ne zor. Alıp karşısına kendisini, seyredebilmesi. Ben sık sık yapmaya çalışırım. Kendime kendimden bir ayna tutarım. Kendim kendime sorar cevaplarım. Ne kadar dürüst olursun ki derseniz, elimden geldiğince derim. Çünkü bazen gerçeğin acıttığını bilirim. Canım acımasın istediğim zamanlarda, kendime beyaz olmadığını bildiğim bir yalan söylerim. Gerçeğimi bir süreliğine ertelerim. Günü gelir, mutlaka alırım kendimi karşıma, yüreğimi atıveririm alevlerin arasına... 

Ağlarım, canım her acıdığında, ben ağlarım... Kendime kızarım... En çok kendimledir kavgam, kendimi kendimle cezalandırırım. Sonra... Sonra değişim başlar... Sonra sevmek yeniden kendimi... Kutlamak ve çoşmak kendimle... Bir şölene dönüştürürüm kendimle yarışımı gene kendim kazandım diye... Kızgınlığımla açtığım yaralarımı sararım yine kendimle... Severim kendimi, sarılırım, öperim, öperim, öperim...

_ Abla tazeyileyim mi?
_ Bir kahve rica etsem... Az şekerli olsun... Çok az...

Şimdi elimde kitabım, onun bana vaad ettiği yaşamı okumalıyım...
İzninizle...
Yolunuz düşerse, bir kahve içimlik uğrayın...
Parktayım...

13 Mart 2010

KISMET DİKİLSE DE...




















Üzerindeyken dikme diye uyarırdı her seferinde beni annem;
Düğmeni üzerindeyken dikersen, kısmetini bağlarsın.
Onlarca düğme diktim kısmetim sana bağlanıp kalsın diye.
Tutmadı ipliklerim, kısmetim değilmişsin.
Şimdi, düğmesiz bütün gömleklerim.





Fotoğraf

FOTOĞRAFIN FISILTISI / BÜTÜN

Fotoğraf / Paul Rubaj



Bütün, 
kırılgandır
bölünüverir parçalara...
Oysa parça öyle mi?
Gelse bile bir araya,
kavuşamaz ki
bütünün kırılganlığına. 

YAZILANI YORDUM / 8






Fotoğraf  / jsmoral



Farkındalık bütün huzurunuzu, derin bir huzursuzluğa bırakan bir şeydir, bazen... Denizin dalgalarını seyrederken, yunus balıklarının gösteri havuzlarındaki zorunlu tutsaklığı gelir aklınıza, yüzleri gülen insanların için için ağlayışlarına takılır kalırsınız, leziz bir yemeğin kokusunu içinize çektiğinizde aç çocuklar gelip yaslanır cama, uçan martıların denizlerin üstünde değil de apartmanların çatılarında uçuşlarından anlarsınız denizlerin kirliliğini... Ve daha nicelerini görürsünüz baktığınız her çiçekte, ağaçta ve aldığınız her nefeste...

O nedenle farkında olmak huzurunuzu kaçırır bir parça... Kaçırmalıdır da...

Farkındalığın tek taraflı olamayacağını vurgulamak istedim...Yoksa, güne, güneşe, kediye köpeğe, açan çiçeklere merhaba diyerek güne başlamak gibisi yoktur aslında, insan yaşadığını duyumsar her bir adımda ama, bir ama vardır her bir farkındalıkta... Olmalıdır da...




12 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 7




















OLAY:

Yatağın kenarına oturduğun o sabahı hatırlıyorsun değil mi? Kum rengi perdenin ardından kırılarak, yatağa uzanan güneşi... Oysa içinin mevsimi hazandı. Yüzündeki hüznü seyrederdim uzaktan. Gözyaşlarının tane tane akışındaki pırıltıya bakar ve şaşardım, sevmek ama öylesine bir sevmek hali, alır götürürdü beni. Hatırlıyorsun değil mi, onu uzun uzun, sessizce, nezaketle seyredişini... Gözlerinle sevmiş, sözlerini yüreğinle söylemiştin. Duymamıştı belki ama, belli ki hissetmişti, hiç beklemediğin bir anda gözlerini  açtı, seni öylece onu seyrederken görünce, gülümsedi, yanına çekti, sıcağında sakladı.


ÖĞRENİLEN:

Bazı anların güzelliği ile sarhoş olunabileceğini o zaman fark etmiştin. Birlikteyken, nasıl seni mutlu kılan anlarla güçlendirdiysen bağını, sonlara doğru, en acıları ile güçsüzleştirip koparmak istiyordun.  Anları, bir bağ kurmak için değil, yaşadım diyebilmek için hatırlamanın keyfini günler sonra öğrenmiştin. Yaşadım diyebilmek için değiştim diyebilmek gerektiğini de... Ben değişmedim diyorsa biri, dönüp bak ona, anlattığını gerçekten yaşayıp yaşamadığına bir iyi bak. Çünkü, yaşamak değişebilmektir bir parça. Yaşadıklarından öğrendiklerini, kendine anlatabilmektir. Güzelliklere gülümseyebilmektir, hatırladıkça.



Fotoğraf / Crystal Newton

TEZAT



Fotoğraf / Claudio Naboni



İçimde açan kır çiçeklerinin renklerine bulamak istedim bu sabah kendimi... Baharın müjdecisi çiçeklerim salınıyordu, dün gördüm çiçekçinin camında... Ah frezyalar, bembeyaz ama illa bembeyaz frezyalar süslese evimin her köşesini... Bu sabah yüreğimin mevsimimde kuşlar ötüyor, doğa canlanıyor. Ben çocuklar gibi şenim. Yüzüm gülüyor. Tebessümle uyandığım sabahlara bir yenisi ekleniyor. Bu sabah, içimde açan kır çiçeklerini, mutluluk gözyaşlarım suluyor. Ben bugün güzelim.

Oysa;

Bu sabah uyandığımda kent kaybolmuştu... Bildiğin griydi, gipgri... Koyu, puslu havanın nemi üşütüyordu insanı. Başka bir  dünyayı vaad ediyormuş gibiydi... Hani aradığın heyecansa hafif korku ile süslenmiş, hava tam da bunun için oluşturulmuş bir fon gibiydi. Bir soba olsa dedim, sesini dinlesek... Hemen yanı başına oturup, ısısını hissetsek... Aklıma evvel zaman öncenin şu satırları geldi:


Sis indi karşı dağların üzerinden, cam önünde ötüşen kuşların sesi duyulmaz oldu; görsen az önce elma ağacında kalan bir yanı çürük bir elmayı paylaşmalarını; filme almak isterdin, çocuklar da bilsin paylaşmanın değerini diye... Akşam için bir çorba kaynatmanın ve sobayı kömürle desteklemenin zamanı geldi. Vakit keyifli düşlerden ve düşüncelerden, gerçeğe dönme vakti. Aynı hikayedeki gibi, hem sorumluluklarını bilecek hem de bahçenin güzelliklerini göreceksin...

Ah be sevgili, yüreğim; sımsıcak bir sevdaya uzak yollardan koşup gelişini hiç unutamıyor, o ilk gelişindeki heyecanlarla yüreğimdeydin tüm gün ve dönüşündeki hüzün kapladı aklımı bir an, sadece tek bir an hüzünlendim yokluğuna... Bugünkü keyfime katık edip seni, senli benli bir düşün peşine düştüm. Yüreğimi ısıtan sevgine sarılıp uyuyacağım bu gece... Gözlerini hiç ayırma gözlerimden ki özlemin yakmasın yüreğimi...

Aşkla...











Anladım ki, sana uyanmışım bu sabah sevgili...
İçimde açtırdığın çiçeklerin kokusuna...
Yüreğime baharı getirişine uyanmışım en çok da...
Hava puslu dışarda nemi üşütüyor insanı...
Yüreğin sımsıcakken, karlar yağsa damına, ne gam, değil mi?







Fotoğraf / Wilson Hurst





11 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 6




















OLAY:

Bir  gün, herşeyi anlatmasını istedin, ama herşeyi tüm detayları ile, detayları bilirsen rahatlayacağını sanıyordun. Sorular sorup, cevaplar alıyor, içindeki ruhun doymaması durumunda daha çok soru sorup, daha çok detay öğreniyordun. Mümkünse, en ince ayrıntıları da mutlaka cımbızlıyordun, titiz bir dedektifin özenindeydi, kelimelerinin sıralanışı. Dibe varırsan, rahatlayacağını, unutacağını ve içinde giderek büyüyen; ruhunu, aklını ve yüreğini ele geçiren duygunun, zayıflayıp yok olacağını sanıyordun. Detayları bilmek, sadece içindekinin güçlenmesine ve seni giderek yok etmeye doğru sürüklemesine sebep oldu. Sürüklendiğinin ne olduğu sinyali rüyalarında ilk defa çıktı karşına: Bataklık... Sen çırpındıkça; sen güçlü, sen umutlu, sen dimdik hayatta duran, sen kendine güvenen, sen yaşamı seven, sen kadın, gitmiş... O olmuştun; güvensiz, kıskanç, sürekli sorun çıkartan, huysuz ve mutsuz kadın. Terazinin bir kefesinde sen; yıkılmış, dağılmış, köyündeki yangınları gözündeki yaşlarla söndürmek isteyen sen, diğer kefesinde, sonsuz yeşillikler ve zaferin renkli havai fişekleri ile göz kamaştıran o vardı. Terazinin ne tarafı ağır basar diye sorduğun geceyi hatırlıyor musun? Bir de eklemiştin; insanın aklı kayıyor değil mi? Yoksa, yavaş yavaş yerleşiyor mu? Sessiz kalışı, altı çizili bir cevap olarak kabul etmiştin. 

ÖĞRENİLEN:

Detayları bilmek, senin gibi duyargaları açık insanlar için, içinde boğulacağın sonsuz, lacivert okyanuslardır. Algının ve gözlemlediklerinin, seni uçsuz bucaksız gerçekliğe adım adım taşımasını kolaylaştırır. Gerçek acıtır. Acı olan gerçek değil de, gerçeğin senden gizlenmesidir. Sen ki o gerçekleri, karşındakinden önce görmüş ve dile getirmiş olansındır. Sen, görünen köy dedikçe, karşındakinin ben o köye ayak basmam demesidir, acıtan. Oysa o yeni köy, çoktan fethedilmiş ve ele geçirilmiştir. Köy; onu ele geçiren tarafından yönetilmek ister ve bir süre sonra da 'yönet beni' nidaları ile davetkar tavırlı, cüretkar bir hale bürünür. Bir süre sonra, kendi egosuna yenilen, yeni köye ağa olduğu gerçeği ile yüzleşir ve eski köyünün; harabe, yıkılmış, dağılmış haline bakarak; şu talihsiz cümleyi kurar: Senin gibi güçlü bir kadının, bu hallerini anlayamıyorum. Nasıl bu hale geldin sen. Bu cümleden sonra sakın ola bir şey anlatmaya çalışma, sakın ola bir ayna tutup kendisini görmesini sağlama, insan kendi yaptığı ile yüzleşmekten korkar, görmek istemez! Unutmaki, bir insanın ruhuna ve yüreğine yapılan tecavüz tedavisi zor bir travma sebebidir. Bunun ilk sinyalini aldığında, yüreğinin penceresini, ruhunun kapılarını kapa, içindeki sığınaklara koş, ardına bile bakma! Bu kaçmak değil, kurtulmaktır unutma!



Fotoğraf / Crystal Newton

FOTOĞRAFIN FISILTISI / SENİ SEVİYORUM



Fotoğraf / Nuno Milheiro




 

Şimdi bir gölüm.
Bir kadın eğiliyor üzerime,
Erimimi arıyor gerçekte ne olduğunu anlamak için
Sonra bu yalancılara dönüyor, mumlara veya aya.
Sırtını görüyorum ve sadakatle yansıtıyorum sırtını
Gözyaşlarıyla ve bir el hareketiyle ödüllendiriyor beni
Önemliyim onun için.
Geliyor, gidiyor.


GELSİN...





 




Dizeler / Slyvia Plath .
Bir kadının gidiyorum  deyişi üzerine 'gelsin' kelimesi eklenerek gönderilmiştir.