12 Mayıs 2010

Islanmak Seninle...




özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun (*)




şimdi sağanak halinde akıyor gözyaşlarım ve ben içime akan her bir damlada eritiyorum bendeki varlığını isteye isteye

artık yok yarınlar
bir umut
bir yıldız 
bir geceyken
ve parlıyorken
ve aydınlatıyorken yolları
yarınlar yine karanlık bir labirent
çıkışı gören var mı



Ben içimin acısını akıtırken kelimelere, Teoman soundcheck yapıyor dışarıda, bir parça çalalım diyor, benim için diyorum... Parça başlıyor, Teoman henüz sigara ile kalınlaştımadığı sesi ile 'suç yok, suçlu yok' diyor... Dilim mırıldanıyor şarkıyı bildiği kadarıyla, ve ikincisi bizim olsun diyorum... 'Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden, bir sahne var aklımda, oyuncular sanki biziz, mutsuzuz, ikimiz; kimi aşklar hiç bitmezmiş, bizimkisi bitenlerden...'

Herşey karışıyor birbirine... Dün güne, yarın şimdiye... Sözler sözlere...

Sevmeye yeteneksiz hayat böyle
İki yabancı anladım
Birlikte ama yalnız aşk yok artık
İki yabancıyız yok ama
Hani o güneşin batışı zamanla alıştım
Bizi tanrıya inandırışı senle ben hep böyle
Şu an o akşam aklımda kalacağız
Ama çok zaman önceydi, yaralarımız ağır değildi gitgide eriyip
Yine de bağışladım ben hepsini yok olacağız
Hem seni, hem de kendimi yavaş
O kadar yoktun ki yavaş
Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden sorma neden
Benim de sahneler aklımda, seninkilerden farklı ama niçin
N'olur kendini kandırma herşey yalnızlıktan
Yoktur üstüne senin, güzeli çirkin yapmakta bak güzel bir gün
Suçuysa dünyaya atmakta ölmek için
Neyin bildin ki değerini düş yok, gerçek yok
Benimkini mi bileceksin? bak sonunda anladım
Bunu da tabii mahvedeceksin
yaz yok
kış yok
artık zamanı
karıştırdım

'Güzel bir gün  ölmek için' diyor ya Teoman...   Tesadüf diye birşey yoktu değil mi? Güzel bir gün ölmek için! öyleyse...

Eski bir yazıdan kalanları buluyorum arşivde dolanırken, tane tane okuyorum yazdıklarımı. Tarih atmamışım şaşıyorum. Tarihsiz bir yazı, zamansız gibi, ne zaman okunsa o an'a ait gibi... Bugüne ait gibi... Dünden kalma gibi, yarın her an kaleme alınıverecekmiş gibi...

Dünkü lodos, durmaksızın yağan yağmura bıraktı yerini... Senli benli bir hayatın ortasına yağıyor şimdi gökgürültüsüne katık edilen korkular... Her şimşek çaktığında bir gerçek bir hayalle kapışıyor... Yeneni, yenile olmayan bir dövüşün tarafları gibi ringin ortasında duruyorlar... Hatıralar... Hayaller... Biliyor musun diyor, hatıralarımla, hayallerimin birbirine karıştığını, sanki ispatı zor olmasa hangisi hayal hangisi hatıra bilemeyeceğim, Allahtan o anlardan bazılarını yaşadıklarım hala hayatta da sorabiliyorum, yaşamış mıydık biz... Yoksa ben sadece hayal mı kuruyorum...

Hayaller... Hatıralar... Yaşanmışlıklar... Yaşanması düşlenenler... Yaş alıp başını gidince, hatıralarına sarılırmış insanlar, yaşam asıl o zaman bitermiş, geleceğe dair bir hayali yoksa insanın, hatıralarından besleniyorsa sadece, hayat dururmuş; in denirmiş trenden, beklendiğin istasyona geldin. İnsan bazen inmeli bir istasyonda, garın lokantasında bir çorba içmeli...
Yazım biter bitmez, bir ses geliyor uzaktan, biraz içli, biraz ağlatan... Belli ki yarım bir yazı bu, bir sona bağlanmayan. Bir hikayesi olmayan, meramını anlatamayan. Belki de bu nedenle yarım kalmış bir yazı bu. Hani illa bir sona bağlanacaksa diyorum ki, bir garın lokantasında bir çorba içmeli, en azından senede bir gün, çıkılamayan tren yolculuklarının hatırına, orada oturup, hayalini kurmalı. Yoksa hatıraları mı canlandırmalı... Karıştı işte, yazla kış, karıştı dün bugün, yok artık bir gelecek, bekleme, soğutmadan iç çorbanı...


Candan Ercetin Senede Bir Gun



Belli bu gece uzun olacak, belki de Teoman haklı çıkacak...
Güzel bir gün ölmek için!


________________________________________________________________

(*) Ahmet Telli / Özletiyor Bu Yağmurlar Seni... Tamamı İçin
(**) Fotoğraf / deviantART

FOTOĞRAFIN FISILTISI / KARA UMUT





Yağsan anlayacağım.
Bari güneşime engel olma!




Fotoğraf / deviantART

11 Mayıs 2010

KİMSE BİLMEZ CANINI SEVDİĞİM




Kimse bilmez ömür boyu dert oldum
Kendimi aramaktan yoruldum
Düşüp yollara bir derman buldum
Seni gördüm göreli sana tutuldum...
Kimse bilmez bir ömür sürüklendim
Her sabah yeniden ümitlendim
Bakıp aynaya ne sözler verdim
Seni gördüm göreli aşka dilendim...

Boyuna posuna havasına yandıgım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattıgım
Gönlünü gözünü sözünü,
Canını sevdiğim...

Kimse bilmez bir ömür gelip geçti
Bu tarlada ne ekinler yetişti.
Dön bir bak bana, gözlerim gülüyor
Seni gördüm göreli mevsim değişti
Seni gördüm göreli dünya değişti...

Boyuna posuna havasına yandıgım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattıgım
Gönlünü, gözünü, sözünü,
Canını sevdiğim...



Söz:Özlem Tekin-Cem Öcal

10 Mayıs 2010

KARAR

Üst düzey bir toplantının, sınıra dayanmış bir öğle yemeği açlığında, gözler saatlerde, saatler yelkovanla akrebin tatil rehavetine kapılmış yavaşlığında, evet, geçmiyor zaman ya da yetmiyor zaman hallerinin sıkışıp kalmış garipliğinde; elimde bir not defteri, diğerinde bir kalem, bembeyaz bir sayfaya alınacak ne çok notum var da kelimelerim nerde diye düşünürken... Bir yapılacaklar listesi hazırlasam diyorum, 40'a 2 kalada; kalemin kağıtla buluştuğu o anda elim titriyor:

MAYA yazıyorum, hemen yanına KARDELEN...

Elim durmuyor, yüreğimin çığlığı susmuyor... To do list, to do list olmaktan çıkıyor.




Oysa ben seni yoldan geçerken bile sevdim. Dokunmamıştım üstelik henüz sana. Ne adını biliyordum ne de nasıl bir kokun olduğunu.... Sen hiç bilmedin: Sen başka kucaklarda, sırtlarda, omuzlarda hayata şaşarken, ben sensiz kalışıma şaşıyordum. Hiç mi hak etmedim seni diye öyle çok düşündümki... Ama sen bir hak değildin, bir karardın nihayetinde: Doğru adamla kadının bir araya geldiğinde hayat adına aldığı en önemli karardın sen: Hiç cesaret edemediğim. Yalnız kalırsın diye korktum en çok, yetemem sana diye...

Seninle oynayamadığım oyunları oynadım çocukların bahçelerinde... Binlik puzzle yaptım dilini zar zor konuştuğum bir tanesiyle. Kovboy oldum bir diğeri ile. Saklambaçtı en sevdiğim oyun, gözyaşlarım gözükmesin oyunlar oynarken diye... Fal baktım plastik fincanlarda, öyle küçüklerdi ki, senin ellerini düşledim bir kız çocuğunun "alır mısınız" diyen kahve kokusu bedeninde...

Geceleri ağlayarak bölmedin uykularımı belki ama çok uykum bölündü benim sensiz oluşuma. Benim olman şart değildi ki; benim olmadığın zamanlarda oldu elbet hayatımda. Öyle çok sevdimki seni o zaman bile; bendensin gibi, bensin gibi, cansın gibi sevdim seni en çok.

Bir erkek çocuğu oldun bir seferinde, at koşturdum seninle salonun ortasında ve sonrasında bir kız çocuğu; salatama roka kopartan... Bir "dedişşşşşşşş" diye sesdin günün ortasında. Saçımı saydın tel tel renkleri öğrenirken. Kırmızıydım ben ve sen kıvırcık saçlarına isyan ettin; benimkiler düz, seninkilere benzemiyor diye...

Sen hiç benim olmadın belki ama kokladığım her bebekte, oyunlar oynadığım her çocukta, derdini dert edindiğim her ergende benimdin sen, benimleydin, bendendin o anlarda...
Şimdi tamamlanacak bir "to do list"im var elimde, tek madde halinde...

________________________________________________________________


Yukarıda okuduğunuz yazıyı, 2009'un 8. ayında kaleme almışım. O günü hatırlıyorum. Tetikleyeni de... Bugün ne mi tetikledi bu yazıyı yeniden yayına vermeye: Annemin gözyaşları... Dün anneler günüydü. Annemin; en üzüldüğüm şey ne biliyor musun, diyerek lafa başlayıp, tamamını getiremeden gözyaşlarına boğulması ilk defa denk geldiğimiz bir an değildi, ama dün, kimin anneler gününü kutlamak için aradıysam cümleler daha önceden planlanmış gibi, benim anne olmam üzerineydi... "Sen tanıdığım kadınlar içinde, anne olması gerekensin, o kadar yakışır ki anne olmak"  minvalinde kaç cümle duydum ve kaçında gözümden yaş geldi, bilmiyorum... Akşama doğru bir çocuktan gelen mesaj, katmerledi ruhumun derinliklerindeki soruyu; "Sen anne olsan, çocuğun çok şanslı olurdu, aklıma geldi öle bi..."

Evren bana birşey demek istiyor... Ya da benim evrenden duymaya ihtiyacım olanı bana sunuyor farklı farklı elçilerle... Bilirsiniz değil mi, Allah beni kurtaracak deyip de gelen yardımları geri çeviren rahibin hikayesini...

Dün uykuya yatmadan önce aklıma gelen ise, sevgili tontininin, anneanne olarak bize aktardığı anekdot oldu. Düşündüm ki, anne olmazsam, anneane veya babaanne olamayacaktım. Oysa...

Sabah sabah kendimi hüzün denizlerinde kulaç atmaya teşvik etmeden, diyorum ki, sanırım kararımı bir kez daha gözden geçirmeliyim. Vakit varken...












08 Mayıs 2010

O KURNADAN BU KURNAYA ÇİRKEF SIÇRAMIŞ

Ne zamandır gezmeye niyetliydim, şu gün bu gün derken, bu sabah ilk iş Eski Hamam Eski Tas sergisini görmeye, Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi bünyesinde restore edilen Umurbey Hamamı'nda kurulan TOFAŞ sanat galerisine gittik. Umurbey Hamamı dile kolay 600 yıllık bir hamam... İnanılmaz bir yapı...

İnanılmaz bir sergi... Hele de bu serginin, mimar kimliğinin yanı sıra tutkulu bir koleksiyoner olan ve hem müze hem de hamamın restorasyonunu yapmış olan mimar Naim Arnas'ın koleksiyonu olduğunu öğrenince daha da çok etkileniyor insan sergiden.

KISA BİR BİLGİ:

Eski ipek fabrikasının ana binası olan müzede 2600 yıl önceye ait bir tekerlekten yola çıkarak, TOFAŞ tarafından üretilen motorlu araçlara kadar bir zaman tüneline girilmektedir. Müzeye girdiğiniz gibi sizi 2600 yıl önceye ait Üçpınar Tümülüsü ve kazı çalışmalarını gösteren duratranslar karşılıyor. Orjinali Balıkesir’de olan bu tümülüsün içerisindeki araba parçaları buluntuları ve tekerlek parçaları bu müzenin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Devamı için...




Müzeyi gezerken iki şeye çok üzüldüm... İlginin ve bilginin azlığı. Ne yazık ki, müze ile ilgili bilgileri kapsayan bir broşür olmadığından şu soruma cevap bulamadım. Kozaklık nedir? İnternet sağolsun. Cevabım var artık. 

'Kozaklık da ne?' diye sorarsanız şöyle anlatayım. 10 - 15 yıl öncesine kadar ülkemizde güçlü bir ipek sanayii vardı. Çanakkale'den Bilecik'e kadar olan yörede yetiştirilen ipekböcekleri, koza yapmadan önce dut yaprakları ile beslenirdi. Üreticiden satın alınan ipek kozalarının fabrikada işlenene kadar saklanıp korunduğu özel depolara da 'Kozaklık' denirdi




Güzel bir flora içinde asırlık ağaçlarla çevrili, büyük ahşap bir kapıdan içeri giriyorsunuz. İşte o kapıdan girer girmez kozaklık karşıladı bizi. Az ilerde, gül bahçesi ile çevrili, işletme sıkıntısı çektiği her halinden belli, şık kafeterya üzerine düşler kurup, çalan klasik müziğe eşlik eden kuşların cıvıltısında, keyif büyüttük bir süre, yanında bir bardak çayla.


Ticari amacınız yoksa, fotoğraf çekmenin serbest olduğu müzede 100den fazla görüntü çektim ve bunun büyük bir kısmı, fuaye olarak değerlendirilen, Fransız Kozaklık bölümünde, yolunu şaşıran kaplumbağa oldu. Duvar boyunca dört dönen kaplumbağa sabah sporunu yapıyor gibi geldi bize.

Müzede gezerken, herbiri bir tablo niteliğindeki at arabaları süslemeleri en çok ilgimi çekenler listemin birinci sırasını, hemen sonrasında tekerleklerin sunumu ve uçan payton (ya da fayton - çünkü müzede bir yerde payton yazıyordu başka bir yerde fayton ve bu ikisi arasında nasıl bir fark olduğuna dair bir bilgi yoktu. Hatta şöyle bir anekdot aktarabilirim hemen: "Aaa bunca zamandır yanlış biliyormuşum bak, payton değil faytonmuş, ve bir 5 dakika sonra; neyse payton diye de bir şey varmış." Bu diyalog güne damgasını vurdu. Bilginin bu tür müzelerde nasılda olmazsa olmaz olduğunun altını çizmek adına.)











Araba müzesinden çıkıp, hamama doğru ilerlerken, orta bahçede sergilenen mermer çeşme başları selamladı bizi, kütük ve taşlarla örülmüş yol, bir düş bahçesinde ilerlerken beni düş diyarlara taşıdı ister istemez.



Hamama yaklaştıkça bir ses duyduk derinden gelen, sanki çocuklar sarmış hamamı... Sonrasında bir filmin hamam sahneleri olduğunu anladığımız bu sese yöneldiğimizde Adile Naşit karşıladı bizi:  Ben senle büyüyen bir kuşağın kuzusuyum Adile Teyze, iyi ki tanıdım seni.





Kurnalar, taslar, nalınlar, takunyalar, kirdenlikler, taraklar, altın işlemeli havlular, çeşme başları ve unutulmuş kültürler... Dedim ya, düş diyarlara taşıdı bizi yollar...

Yandaki görsele bir dikkatlice bakın, düşündünüz mü neden yeni bir hayat yeni bir nefes...

Çünkü şu anda, kırklanma hamamındayız...

Kırklanma hamamı bir kavramla ilişkilendirilmiş: ARINMA... Fahişelerin, pişman olup günahlarından arnmak için gittikleri hamammış.  Bu ritüelle tüm ruhun temizlendiğine inanılırmış. Kırklanmak isteyen kadın, üç kez abdest aldıktan sonra natırın altın yüzüğü veya küpesini suya atarak kırka kadar saydığı sudan dökülürmüş. Kırklanan kadına, natırın iyi dilekleri ve duaları iletilir, ve temizliği tamamlanarak hamamdan çıkılırmış.


Loğusa hamamı, bugün bildiğimiz 40 uçurmaymış aslında. Doğan bebek ve annesi ilk defa 40 gün sonra bu ritüel için evden çıkar, hamama gelir ve onu doğuran ebe tarafından yıkanırmış. Ebe, annenin belini kalınca bir kuşakla sarar, elini 40 defa içine batırarak kırkladığı bir tas suyu loğusanın başından dökermiş. Bir çeyrek altını, akan suya çarpan ebe, -sanırım bolluk ve bereketin onlarla olması için- dualarını okur ve töreni sonlandırırmış.

Hamamlar sadece bir arınma, temizlenme alanları değil,  kadınların sosyal ortamlarıymış o dönemlerde anladığım kadarıyla; doğum, askere gönderme, evlenme gibi sosyal olayların paylaşım alanı hep hamamlar olmuş kadınlar için. Hatta, bilirsiniz, eskinden kızlar hamamlarda beğenilirmiş... Tüm çıplaklıklarıyla görülebildikleri için herhalde... İlgimi çeken olaylardan başka bir tanesi de hamamlardaki yeme - içme ritüelleri. Mesela, asker hamamında, asker annesi bütün komşularını çağırır, eğlence düzenler ve bütün masrafı da kendisi karşılarmış. Amaç, oğul askere su gibi gidip, su gibi gelsin...

Peki onbeş hamamını duymuş muydunuz? Gelinler gerdek gecesinden sonraki 15. günde, tüm yakınlarıyla gelip, tecrübesini paylaşıyordu herhalde, tabi ki arınarak. 

Evliya kurnası, kadın hamamlarına ait bir bölüm, tahmin edeceğiniz üzere; dilek tutmak için. Ama bence ilginç olanı, dilek tutarken dua etmenin yanı sıra, yoksul birinin yıkanma masrafını üstlenerek, yıkandığı hamama; sabun, takunya ve süpürge gibi hediyeler bırakması. Eskiden hem daha temiz hem de daha duyarlıydık galiba...



Hamamı gezerken ve o kültürle yoğrulurken, üzerimize sinen; hamamın kendine has kokusu ve zarafet duygusu oldu. Mesela, öyle zarif buhurdanlıklar vardı ki, kendimi o zaman dilimine ışınladım ve o hamamda bir kadın oluverdim, ritüellerin tam ortasında, arındım ve dualarla uğurlandım. Gümüşle kaplanmış topuk taşlarıyla ovdum ayaklarımı ve kemik ya da gümüşten yapılmış taraklarla taradım saçlarımı...









07 Mayıs 2010

TAS TAMAM



Hangimizdik tam söylesene
Hangimizdik sevdadan susan

Ben seni küsurlarında sevdim
Kusurlarınla da severdim

Söylesene
Neydi tas neydi tamam


__________________________________

06 Mayıs 2010

TETİK/LENME


Bu geceyi bana tarif et dese biri az önce okuduğunuz cümleyi kurabilmek isterdim. Cümle bana ait değil ama kulaklarım o sesi duydu. Gözlerim gerçeğin karanlık yüzünü gördü. Yazarla aynı hassasiyet üzerinden olup olmadığını bilmediğim bir bağ kuruverdim cümle bittiğinde. 

Bir göl üzerinde, uzun zamandır kıpırtısız bir havada öylece durmakta olan sandaldayım. Karşı kıyı uzak, yola çıktığım kıyı da. Tam ortasındayım desem, geçeli çok oldu, sonuna yaklaştım desem, sanki daha başındayım. Bana ruh halimi sormuştun ya, kurabilsem az önce yukarıda okuduğun cümleyi kurardım sana.  Gerçek ne diye sorma bana, yalan ne diye sorarsan aslında ona da bir cevap bulamam hali hazırda. Sen sadece ruh halimi sor bana.

Okuduğu tek bir cümleden yola çıkıp da dilin ucuna gelen onca kelimeye hızı yetişse, taramalı bir tüfeğin, bilinçsiz bir elde, oradan oraya hem savrulup hem de savurarak ateş etmesi gibi sıralı ve hızlı bir yağmuru yağdırabilirdi aslında. Ama o durdu, sesi dinledi. Gecenin tenhalığında az önce banda aldığı kırılan kalp sesini dinletmeye karar verdi ona. Çevirmeli telefonun 3'üne parmağını soktu kısa bir çevirme sesi, hemen ardından 9 ve bir 9 daha ki, onlar uzun uzundu. Sonra bir sıfır çevirdi, geri dönüşü uzun sürdü ve ardından bir 5... Sakindi, az önce kırılan kalbinin sesini ona dinletecek ve gecenin karalığına çalacaktı bütün kederlerini. Sesi duydu, yüksek sesli bir dramın hemen öncesinde, hüzne ritmini veren o sesi. Kırık kalbe bıçak darbeleriyle defalarca, defalarca, ama defalarca girip çıkan bıçağın yüreğe her değişindeki o iç burkan sesi. Telefonun kapanma şiddeti yerel magnitüd ölçeği ile tespit edilemedi ki, kırık kalp sesinin değeri o anda sıfırı gösteriyordu. 

Yalan olan neydi diye sorma bana ve gerçeği isteme benden, kırık kalbin hikayesi ise başka bir anlatıcının ucu körelmiş kurşun kaleminde, ağır mı ağır gidiyor kelimeler. Ağır mı ağır bu gece. Ağır mı ağır bir roman olur yazsam, taşıyamazsın orada gizlenmiş hüzünleri.

Kadın bir cümlenin kendisini tetiklemesi ile otursa da yazmaya, kanıyor sadece. Damla damla kanarken farkında bile değil, az önceki bir tetiklenme değil be kadın, az önceki bir telefonun, yerel magnitüd ölçeği ile tespit edilememiş kapanma şiddetinin çıkarttığı ses değil. Az önceki, az önce duyduğun ve kanamana sebep bir tetik/lenme. Derin kuyulardan sesi gelen bir dram. Gerçeğin ta kendisi, yalancının kim olduğunu bana sorma. Söyleyemem. Ben bu gece oturup senin hallerini resmedenim sadece; resim dersinden ilkokulda sınıfta kalan.





 * Bazen bir tek cümle yeter aslında, siz yazmış olmayı dilersiniz ve o cümleyi siz yazamadınız diye darbe alan her bir harf ağlar ardınızdan, bizim suçumuz ne diye.

** Cümle için, Kalabalık Odalardan, Burcu Yıldızer'e teşekkürler...

NEREDE KALMIŞTIK


Aslında durum şu, hatırlarsanız  bir yolculuğa hazırlanmıştı yüreğim, hayat kahkahalarla güldü bana, sen kim oluyorsun da benden ayrı plan yapıyorsun tek başına diye. O güle dursun, kararını vermiş bu yürek çıkacak illa yola ya, tam karşıdan gelmez mi bir mim o anda, Journey To Blue dedi ki, kalk da bloglar arasında dolan bari. Niyetim en azından bu sefer, nadiren kurallarına uyduğum bu mim olayında uslu çocuk olmak.
Sonuca bakacağız elbet...

ÖNCE KURALLAR...

• Takip ettiğiniz bloglardan ya da bloğunuzda yer verdiğiniz blog listesinden baştan 3. sıradaki bloğa girip, onun takip ettiği bloglardan (blog listesinden) -daha evvel görmediğiniz- bir bloğa tıklıyorsunuz.
• Oradaki yazılara göz atıp birini gözünüze kestiriyor, okuyorsunuz.
• Hoşunuza giden bir paragrafı alıp bloğunuzda paylaşıyorsunuz.
• Bu paragrafla alakalı birkaç cümle sarfetmeyi de ihmal etmiyorsunuz:)
• Alıntı yaptığınız bloğun son yazısına yorum olarak bu mimi düşüyor, kendi yazınıza link veriyor ve bu blog sahibini de mimlemiş olduğunuzu iletiyorsunuz.

• Son olarak mimlemek istediğiniz başka blogdaşlar varsa mimi onlara da yolluyorsunuz.

BUYRUN BURADAN YAKIN...
 
Ben artık bloglarımı readerdan takip ediyorum. E o da malum, alfabetik sıralama yapıyor ama ben 3 katagoride takip yaptığım için çetrefilli bir durumla karşı karşıyım. Hangi katagorideki üçüncü blogu seçeyim ki... Tamam kısa bir düşünme payı ve ya şundadır ya bunda usulu ile portakalı soyan versin kararı diyor ve durumu yüce divana taşıyorum.
 
Ve işte 3. blogum: Ahkam Defteri
 
Ve onun takip ettiği 3. blog, şu gün, şu saat itibarı ile güncellenen: Hepsi Detay (burada bir karışıklık olduğunu fark ettim ama, bu blogu bilmediğimden, hiç oralı buralı olmadan gezinmeye devam ettim.)
 
Ve işte etiketler içinden gözüme   kestirip, üzerine tıklayıp, baştan sona okuduğum yazı dizisinden bir bölüm : Gracia & Park Güell
 
Seçtiğim paragraf ve fotoğraf, üzerine bir kaç kelime etmem mi gerekiyor, tek bir kelime etsem: 'Görmeden ölmek istemiyorum'; ama seninle, ama seninle, ama seninle diye de ekleyip, sevgiliye bir mesaj içerikli göndermede bulunsam...
Park Güell de bu eserlerden biri, esasen Barselona'daki zenginler için bir uydukent gibi tasarlanan Park Güell'e çok fazla talip olmayınca burası belediye tarafından satın alınmış ve halka açık hale getirilmiş. Hemen girişindeki Hansel-Gretel evlerinden tanıyabileceğiniz bu büyük parkta renkli mozaikler göze çarpıyor. Parkta aynı zamanda Gaudi'nin evi olan Casa Museu Gaudi de yer alıyor. Burada Gaudi'nin çalışma odası ve yatak odası gibi yerleri gezebiliyorsunuz.
 
İşte böyle bir mimin daha sonuna geldik. Bak gene uymamışsın falan anlamam, gayet de uydum. Mimi paslamayacağım ama yeni bir blog keşfetmek için harika bir yöntem olduğunun altını çizmek istiyorum. 

05 Mayıs 2010

GEÇEN YIL BU ZAMANLAR

ucu yanık bir mektubum var geceye
umut koydum bohçama
huzur, sağlık ve mutluluk ekledim bir tutam
aşkı unutur muyum hiç aşkı da koydum elbet
kelimelerimin kıfayetsiz kalma riskine karşı
yüreğimi koydum bir de aklımı tabii
ama en çok hislerimi doldurdum bohçaya
hüznü ekledim bir tutam
tenimin kokusunu koydum bohçama
nefesimi eklemeyi unutmadım elbet
en masum en içten gülüşümü ekledim
bir de en güzel düşümü koydum içine
ucu yanık bir mektubum var geceye
adettendir dediler bir ateş yak
anlatamadım onlara
ben yüreğimin yangınlarını da koydum bohçama
bu gece gül ağacının dibine koyacağım bohçamı
ve içinde bulacaksın ucu yanık mektubumu
sabah kalkınca bakacağım penceremden
gül bükmüşse boynunu anlayacağım sen bulamamışsın hazırladığım bohçayı
ama gonca, dönüşmüşse açan bir güle
bayram edeceğim; tez elden cevap gelir bana bugün yarın diye

Yazmışım da beklemişim cevap gelir elbet diye, kocaman kokulu bir güle dönünce gonca...
Uzak yollardan gelmiş cevap, gelirken aşk getirmiş...
İyi ki gelmiş...


 
Not:
Bir ara yazacağım uzun uzun...
Merak edip soranlara bir ses vereyim istedim: İyiyim, çok öperim.


_________________________
Fotoğraf / Mektup



30 Nisan 2010

VAR


SİZE ANLATACAKLARIM VAR
Yabani meyve gibiyim
Mevsimim geldi mi
Tadıma varılmaz benim
Şimdi izninizle
Yolculuğa hazırlanıyor yüreğim
Anlatacaklarım var
Dönüşümü bekleyin

***




SANA İSE FISILDAYACAKLARIM
Bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Ben çalmadan açacaksın kapını
İçmekte olduğun kahvenin dumanı tütüyor olacak masanın üzerinde
Oturacağız karşılıklı pencerenin yanındaki ahşap masaya
 üzerinde yazdan kalma tek bir kurutulmuş ortanca
Bir kahve uzatacaksın bana nasıl içtiğimi sormadan
Avuçlarında ısıttığın sevda yorgunu yüreğimi geri verirken bana
Öpeceksin dudaklarımdan bir teşekkür etmeye fırsat bile tanımadan
Sahilin rüzgarı getirirken dalgaların nemini yüzümüze
Gözünün gözümü sevdiği o anda, uzanıp masaya sonsuzu koyacaksın(*)


O nedenle bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Az kaldı bekle...


_________________________________________________________________

(*) Dize Edip Cansever'in Masa da Masaymış Ha! adlı şiirinden esinlenmedir...


27 Nisan 2010

Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim

İşten planlamadığım bir şekilde erken çıkınca, biraz mutlu, biraz çoşkulu, biraz da hevesle eve geldim... Henüz soyunup dökünmeden telefona sarılıp, erken geldiğimin haberini vereyim istedim ama bu karşı tarafın pek de ilgisini çekmedi. Ben de geceyi (yine ve alışık olduğum gibi) yalnız geçireceğimi fark edince, mumları yakıp açtım bir müzik ve başladım gazetelerde dolanmaya... (Gazetelerde dolanıyorum, çünkü uzun bir zamandır bir gazetenin okuru değilim ve gazetemi arıyorum.)

Haşmet'i okurken, eski sevgilisi olan Ayşe'yi fark ettim, aynı gazetede yazarlarmış da haberim bile yokmuş... (Bu arada fark ettiniz değil mi, kadının eski sevgili olduğu bilgisine sahibim ki yanılıyor da olabilirim ama köşesi olduğundan bihaberim...) Bakayım bakalım ne tür yazılar yazıyor ki derken, İclal'ın bir yazısına düzdüğü metiye ile İclal'e yol aldım... Yazılara, merak edip bakınırsanız, geçtiğimiz aylarda olmuş bütün olaylar ve tabi olaya Tuna da dahil ama, onun köşesine gidecek mecalim kalmadığından bir solukluk oturuverdim bulduğum bir taşa. (Sonradan anladığım kadarı ile zaten Tuna'nın köşe değiştirmesine sebep de o yazıymış.)

Manzaram şahane... "Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim" üzerinden, bir sahil kasabasında, gün batımı seyrediyorum adeta... (Bu arada itiraf etmeliyim ki, şu köşe yazarı olma meselesi bana yanlış öğretilmiş vakti zamanında, bloglarda dolaşırken köşelere saf tutması gereken; güncele, hayata, siyasete, kadına, erkeğe, duyguya, çocuğa, yaşamaya dair onlarca güzel ifadelerle donatılmış yazıları ile, özelini bile dile getirirken tarzını ve tavrını koruyan blog yazarları var, hemen akla geliveren ve iki elin parmaklarının yetersiz kaldığı. Ha, onlar kalemini satar mı bilemem...) 

Konu sapmadan keçilerin toprak yollarına ben döneyim konuma; bugün yazıya başlamama sebep başlık buradan alındı... Yazdıran ise şu yazıymış. O yazının yazılmasına sebeplerden biri ise; “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesi imiş... İclal'in yazısını okurken, anlıyorsunuz; cümleye değil düzülen onca kelime... Özel hisssetme ve onun üzerinden yaşanmış olan hayal kırıklığına... Kadınları, adamlardan ayıran da bu olsa gerek diye düşünmeyen var mı? Kadınlar, kelimelere anlam yükler, bazen haddinden fazla... Tamam, kadınları, çoğu kadın diye düzeltmeliyim, farkındayım. Hemen, ben yüklemem ki  pervasızlığında silkmeyin omuzlarınızı... Ne diyordum, kelimeler ve yüklenen anlamlar...

Nedense İclal'ın duygusunu pek bir derinimde anladım ben. Kelimelerinden aşık olunası bir adamın bana yazdığı satırları, kendimi özel hissettiren ve mutlu kılan o kelimeleri daha önce gördüğümü hatırlamasam iyiydi de, ah hafıza diyorum bazen filinkini ödünç alıyor durduk yere, gördüğümü sandığım ve hatta içten içe emin olduğum o kelimelere ulaşmak zor olmadı. Kısa süreli bir kalp sıkışması, sessizlik, şaşkınlık, hadi canımlık, olamazlık ve, ve, ve... Kırgınlıkla, öfkenin birbirine karıştığı o duygumun tarifi var mıdır bilmem ama bıraktığı izi bilirim. İlk şoku atlatan kendim, hemen mantıksal bir açıklama buluverdi kendine: Seni Seviyorum...

Evet, seni seviyorum, onlarca kez söylediğimiz ve duyduğumuz halde, ondan duyduğumuzda ya da ona söylediğimizde nasıl da ilk defaymışcasına bir etki bırakıyorsa, aslında bir farkı yoktu “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesinden. Nerede ve nasıl söylendiği önemliydi. Bu noktada taraf mıyım değil miyim belli olmayan bir yola girdi duygum farkındayım. Hani lahana turşusu ve perhiz meselesi, ama, evet, mutlaka bir ama vardır bu hallerde, inanırım ki, her ilişki, insanın içindekileri dışa vurur. Yani demem o ki, senin yanında iyi biri olmak istiyorum demişse bir adam veya kadın, bu mutlaka doğrudur, içtenlikle söylenmiştir... Şartlar değişir... Onun yanında istediği kadar iyi olamadığı için değil, hani tam da siz istediğiniz kadar plan kurun, hayat, karşınıza çıkandır misali, yollar ayrılır, sebebi önemli midir? Artık bu soruya şu cevabı verebilecek kadar yaşadım: Hayır. Önemli olan giderken götürdükleri ve bıraktıklarıdır. Yanında götüreceği kesin olan ise; kendisidir. Adamın ya da kadının sevdiğinin yanında iyi biri olma isteği değişmez, sevme halinin değişmeyeceği gibi. Herkes kendi gibi sever, kendi bildiğince, kendi inandığınca, kendi yüreğince... Zaman zaman, hassasiyetlerimi zorlasa da, hani beni aynı kelimelerle sevmekten vazgeç hali peydahlansa da yüreğimin bir köşesinde, duymak istediğim ve duyduğum; kelimelerin içtenliği ve samimiyeti oluyor (büyüyor muyum ne). Sanırım kelimelere değil de yaşananlara anlam yüklemeyi öğrenmekle de ilişkili bu durum.

Ezcümle derim ki;  kadınları aynı kelimelerle sevmekten vazgeçin kardeşim! ya da o kelimelere farklı anlamlar yüklemeyi öğrenin kardeşim! Ya da ve belki de en güzeli, ne söylediğinizin değil de ne yaşattığınızın önemini fark ediverin bir çabuk. Çünkü  bence, anılar kelimelerle değil, görüntülerle şekilleniyor çoğu zaman...



Fotoğraf

25 Nisan 2010

YAPRAK YAPRAK AŞK














Tatil üç gün,
gönül firar etmeye meyilli olunca,
çözüm; sıkıştırılmış kaçamaktı, kaçınılmaz olarak.
Güzel miydi? Hem de nasıl...
Çıkartılan bir ders var mıydı,
hani günün sonunda kulağa küpe misali? Kesinlikle...




23 Nisan 2010

BURSA'DAN ÇIKTIM YOLA...


Bursa'da çocuk olmak...
Bursa'da genç kız olmak...
Bursa'ya bir kadın olarak yeniden bakmak...

Bu yazıyı okuduğumda, aklıma takıldı; çocukluğum. Bahçesinde koşup oynadığım külliye, hemen yan tarafında yer alan, kum zeminli basket sahası, bir oğlana hava atacağım derken kırmızı bisikletimle virajı alamayıp burnumun üstüne düşüşüm. Kaykayla kayacağım derken, yokuşun sonundaki kahveye ayaklarım önde ben arkada girişim. Dalları on katlı binanın son katına ulaşan çınarın dibindeki çeşme ve ilk platonik aşk... Tophane sırtları ve ilkokul anıları, Salı pazarı ve amasya elması, İnanç ekmek fırının tost ekmekleri ve tahinli pidesi... Çocukluğumun Bursası...

Orta okul ve lisede, ergenlikten genç kızlığa geçişte büyüdüğüm yokuş, Heykel Altıparmak arası yürüyüşleri, parkın içinde ağaçlar arasında kaybolan Kristal kahvesi, bilardo ve unutulmaz bir aşk, düşlerle kavgalı gerçekler, Gemsaz ve Küçük Kumla kaçamakları... İçine, kırgınlıkları, sevinçleri, gözyaşlarını, heyecanları dolu dolu sığdırmayı başaran bir ergen. Sırf okuldan kaçtım diyebilmek için son dersin son 20 dakikası kala, müdür odasının camından atlamak sureti ile okulu asış, etüdlerde yapılan masa üstü parafutbol karşılaşmaları, kopya çekmek uğruna bir sınıfı heba etmek, azılı c sınıfının çete üyesi, daha iyi notlar alabilecekken geçer notla yetinmek, bu vesileyle yaşama vakit ayırmak, 90ların akımına kapılıp permalı saçlardan cinnet geçirmek, Nalbantoğlu'nda mahalle kültürünü yaşamak, Temenyeri parkında göz süzmek ve Mahvelde oturup gelen geçeni seyretmek... Genç kızlığımın Bursası...

***

Bütün bunları yazarken, bu yazının derdi başka bir şey anlatmak olsa da, beni çok farklı bir yolculuğa çıkartmasındaki gizemi arıyorum. Bir kadın olarak, yine yeniden döndüğüm, ve bu kentten giderken çantama doldurduğum hayallerimden hiçbirini gerçekleştirememiş olduğum gerçeği ile yüzleşiyorum. Bir kentin, kişinin kökleri varsa o kentin insanda daha farklı izler bıraktığını gözlemliyorum. Köklerimiz burada değil, ne benim ne ailemin, ne de kardeşimin... Üstelik kök salması için bir tohum falan bırakan da yok, henüz, ki muhtemelen o da kök salmaz buralarda... Diyeceğim o ki, 3-5 kuşak bir yerli olmak hali, kök salmak ve o şehirli olmak halini çok doğru açıklıyor. Kentin gelişimini gözlemlemek, kentin kalıcı izlerini takip etmek, o izlerden yola çıkıp, annelere, annenelere, çocuklara, kuzenlere, şehrin şekillendirdiği anılara ulaşmak daha kolay oluyor ve içi hep daha dolu.

Oysa ben gibi, gezgin bir şehirli için, şehirli olmanın anlamını, yaşadığım anlar belirliyor. Eskişehirliydim bir süre, ah Eskişehir... Hani derler ya, roman yazabilirim üzerine... Sonra Bursa'ya döndüm, kısa bir süre... Sonra, İstanbul, kendimi oralı hissettim, orada geçmişim varmış gibi, gelecek inşasına başladım. Su batmanını henüz çıkmıştım ki, Alger yolu gözüktü bana. Araya gidip gelmeli, misafir tadında konaklamalı Yalova'yı sıkıştırmayı unutmuşum bak! Alger, süresi kısa, izleri derin, içi karmaşık, dışı yakan, çantaya konan hayallerin tek tek denizlere salındığı, travmatik ve dramatik bir sonu adım adım hazırlayan Cezayir'in başkenti Alger...

Sonra yine İstanbul ve Bursa...  Geçmişi şöyle  kare kare film şeridi üzerinden seyrettiğimde, kentlerin beni mutlu kılacak, orada o anda olmayı anlamlı hale dönüştürecek detaylarını bulup çıkarttığımı fark ediyorum. Ve aklımın yansımalarına şehirden çok, anlar geliyor. O anları kalıcı kılanın, yanımdakiler olduğunu bir kez daha anlıyorum. Ve fark ediyorum ki, yaşadığım kentlerin bana sunabildiklerini, nüanslarla da olsa yakalamış ve bana sunulanların keyfini paylaşarak çoğaltmışım. Bursa'ya şimdi bir kadın olarak bakıyorum da, sözünü ettiğim yazının derdi olan, "Size bir kenti sevdiren; onun doksandokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır" sorunsalında, benim aradığım cevapların kentte olamayacağı kanaatı oluşuyor bende. Cevapları  insanlarda arayanlardan oluşumdandır belki de... Bilmem, belki köklerim bir şehre tutunamadığından, belki ve aslında acısı, bir köküm olmayışından...



Fotoğraf


22 Nisan 2010

İKİ 100'LÜ NAMUS


ÜŞÜYORUM DEDİ İNCE TİTREK BİR SES

ve devam etti...

Adım Ünzile benim...
Dayaktan usandı tenim...
Kaç koyun ettiğimi bilmeden...
Daha ben bile dokunmadan, satıldı bedenim...

Kendi yüreğimce sevdalanamayacağımı,
Ayşe, töre cinayetine kurban gidince öğrendim...

Namustum ben
En iki 100'lüsünden
Sığındığım ellerde anlamını pekiştirdiğim...

Adım Ünzile benim...
Güneşin kızlarından biriyim...
Bir değil belki binlerceyim...

Siz bilmezsiniz belki;
Güneşin kolu kısa kalır ayaz vurdu mu yüze...
Üşür bir yürek adresini bile bilmediği bir evde...



 ______________________________________________________________________

*  Aysel Gürel'in sözlerinde Onno Tunç'un müziğinde içimize işledin sen 'Ünzile'.
* Bu yazıyı sığınma evlerinde yaşayan kadınlar için kaleme almıştım, dün korumaya alınan çocukların da çığlıklarının aynı olduğunun altını çizdi bir  HABER, bir kaç yeni ekleme ile özü değişmedi, hala bu ülkede bir yerlerde üşüyor, çocuklar, kadınlar, çocuk kadınlar...

21 Nisan 2010

SIKLIKLA

Tesadüflerin, beni gülümsetmesinden duyduğum keskinliği nasıl anlatabilirim ki sizlere...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala özlüyor. Sevdiği adamla bağını kopartmak konusunda emin olamamasından kaynaklanan bir davranışını gözlemliyorum sıklıkla. O, sıklıkla herşeyin bittiğini söylese de, ve biliyorum ki farkında değil, ama o, ne zaman ondan bir haber alsa, bir ses, bir kelime gelip çarpsa ona, gidip oturuyor o pencerenin önüne. Tesadüf bu ya, nedense, ondan gelen bu sesin ya da kelimenin ardından, onunla paylaşılmış anların sesleri, solukları yankılanıyor camdan seyrettiği kendine.

Anlatabildiğimden çok emin değilim doğrusu, paragrafı yeniden okudum ve gördüm ki, biraz karmaşık olmuş anlatımım. Daha yalın anlatabilsem keşke...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala düşünüyor. Nereden mi biliyorum, o farkında değil ama, ne zaman ondan bir haber alsa, hani sıradan bir merhaba, nasılsın anlamında, hemen dalıveriyor gözleri, belli ki bir düş görüyor, gözleri açık. Unutulmuş açık pencereden giriveriyor, umut serçeleri, kanatlarında o adamın esmer teni... Sanıyorum ki, unuttum dese de, unutamıyor bu adamı, yoksa  her seferinde iner mi gözyaşları kelime kelime...

Anlatabildiğimden çok emin değilim doğrusu, paragrafı yeniden okudum ve gördüm ki, derdimi tam olarak anlatamamışım ben bu kelimelerle. Daha uygun kelimeleri bulup, daha doğru cümleler kurabilsem keşke...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala seviyor. Adı geçince, yutkunmasından anlıyorum hala sevdiğini ve titremesinden sesinin, anlıyorum ona verdiği değeri... Ne tesadüf ki, ona ait, onlu kelimeleri döküveriyor ortalığa yüreği, elinde değil biliyorum. İstemsizce ve içtenlikle dökülüyor kelimeleri. En çok da benden tereddüt ederek beklediği onay var ya, işte o sesten anlıyorum özlemini. Sıklıkla tekrarlanıyor bu durum ve arkadaşım, tesadüf diyor, sadece bir tesadüf. Gülümsüyorum. Onun tesadüf dediği şeyin, yüreğinde bir yerde hala o adamı taşıdığı ve bugün kapısını çalsa içeri buyur edecek olan hazırda bekleyen hali olduğunu biliyorum.

Tesadüflerin, beni gülümsetmesinden duyduğum keskinliği size anlatamayacağımı anlıyorum.
Denemenin faydası yok.
Yüzümde kırık bir gülümseme, keskinliğinin kanattığı yüreğime tuz basmaya gidiyorum.
Onun, o tuzu yüreğine basamayacağından eminim çünkü!




















deviantART

NE ALIRDIN?


Fark etmez!
Benim için eder.

Sen olsan da olmasan da ben o dağa tırmanırım cümlesindeki gibi.
Amaç, dağa tırmanmaksa benim varlığımın bir değeri olmaz.
Yani,
Fark etmez!

Yok değil, amaç benle o dağa tırmanmaksa...
Ne diye yoruyorum ki kendimi.
Zaten kurmazdın böyle bir cümleyi.
Benle olmaksa istediğin;
eteklerinde piknik yapıp,
hayalini kurardık, zirvede sıcak şarap içmenin.






20 Nisan 2010

BOYADIĞIN SOKAKLARDA YÜRÜYORUM



Bazı kentler vardır,
daha içinden geçerken bile fark edersiniz, unutulmaz izler bırakacaktır...

Bazı kadınlar vardır,
gözünüzün ucu değse bile anlarsınız, onunla anlar yıllara uzanacaktır...

Bazı adamlar vardır,
bir kelimesi, bir bakışı, bir gülüşü ile kendine çeker yüreğinizi ve öper usulca,
aşk kapınızdadır, içeri buyur edersiniz,
ilk adımında hissedersiniz, onunla gerçeğiniz düş gibi yaşanacaktır...


Au Di

Şimdi;
Salınıyorum bir barda
Sırtım dönük sana
Sarıl bana
Yasla yanağını yanağıma
Dans edelim gün boyunca


Doğumgünün kutlu olsun sevgili adam
Boyadığın sokaklarda beraber yürüyelim (mi?)
ve dilerim
gökyüzüne saldığın balonların çoşkusunda geçsin günler, dimi:)


19 Nisan 2010

YORUL/DUM


Senin bana ihtiyacın yok biliyor musun? Sen kendine bile fazlasın... dedi kadın. Kendi kendine konuşmalarının orta yerinde, sesini yükseltmese, farkına bile varmayacağı bir tek düzelik ve sakinlikle kendi kendine konuşuyordu. 

Bir gece öncenin rutin kavgalarının birini yaparlerken, adam kapıyı çarpıp gitti, çıkmadan önceki son sözleri; ben yoruldum, sen de yorul artık oldu. Aşk yorardı adamı. Kolay mıydı, maratona hazırlanmak, peki okyanusda yüzmek, peki, peki söyleyin, ya bir dağın zirvesine çıkmak ya da bir keşiş gibi yaşamak. Yok yok, aşk öyle yoruldum diyip gidilecek kadar basit olamazdı. İyi de düşündüğüm  örneklerin hepsi bireysel başarı değil mi dedi kadın, yine alışkın olmadığı bir tek düzelik ve sakinlikle konuşuyordu ve yine kendi kendine. Camdaki yansımasında soruyordu gözleri: Peki aşk... Ya aşk!

Belli ki, bir inanca ihtiyaç duyuyordu...



18 Nisan 2010

ERKEN KALKAN SAÇMALAR



La Llorona - Frida Soundtrack



Erken kalkan yol alır demiş ya büyüklerim, bugün yolum uzun...
Yol boyu, tadımlık sunduğum şu albümü dinliyor olacağım...
Arada hayata saydırdığım anları duymamazlıktan gelebilirsem,
sanırım güzel bir gün olacak.

Dönüşte günden haberdar ederim.
Veya etmem, bilemem.
Ruhuma bağlı.
Bu aralar kendisi serseri bir mayın gibi, ne duru var ne durağı.
Kafasına göre takıldığından mütevellit, arada saçmalıyor gibime geliyor.

Bu arada,
iyi pazarlarınız olsun.
Mutluluk ekip, kahkaha biçin.
Bulursanız mis kokulu bir çaya ya da kahveye sakın hayır demeyin.

Soracak olursanız, ki sormazsınız;
Ben, iyiyim!




TEK


Bildiğin bir dağ
Bildiğin bir gövde
Dalları taşmış dört bir yanına
Tek başına
Kendine kalabalık kökleri
Karma karışık

Çiçekleri de olmasa
Çekilmez ki hayatı
Bir ağaç için bile
Fazla gelir yalnızlık