AŞKIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AŞKIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2010

Geçen Yıl / Bugün



15 Ekim 2009


Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)






Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin... Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek... Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını... Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel... Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice... Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın... Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine... Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını... Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle... Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni... Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...


Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...



15 Ekim 2010

Sabahları erken kalkmayı seviyorum, sabahları erken kalkıp öncelikle gazeteleri okuyan her hangi bir programı dinliyorum. Dinlerken kendimi de güne hazırlıyorum. Yedi gibi o haberlerin yarattığı iç sıkıntısını dağıtmak için müzik açıyorum, genellikle Smooth Jazz dinliyorum bir saat kadar...  Bu arada ya kahvaltımı ediyor ya da bir kahve içip kendimle başbaşa kalıyorum. Başbaşa kalma zamanlarımı blog okumakla ya da yazmakla geçiriyorum. Bolca düşünüyor, sıkça hayal kuruyorum.  (Bu sabah kendimi okudum, eski(yen) kelimelerimde gezindim. Geçen yıl bugüne gittim. Yukarıdaki yazıyı buldum. Hali hazırda üzerime sinmeye devam eden o kahve kokusunun keyfini sürdüm bir süre, düşlere daldım, gerçeklere sarıldım. ) Sonra ya araba ya da servis ile yollara düşüyorum. İçim en son dinlediğim müziğin ritminde salınıyor çoğu zaman.

Hayatı seviyorum. Belki söylendiği gibi AŞKtır hayata karşı hissettiklerim, bilmiyorum. Her yaşımda şundan emin olamamıştım, zaman zaman tereddüte düştüğüm bile oldu. Bilmem şimdi yaşadıklarımdan, bilmem şu anda durduğum yerden bakınca geçmişime; daha net görüyorum: HAYAT da beni sevmiş. Hem de çok sevmiş, diyebiliyorum. Dedim ya her yaşımda bundan emin olamadım, ama her yaş aldığımda geriye dönüp bakınca emin olmaya bir kaç adım daha yaklaştım. ŞANSın insanın içinde olduğunu, inanırsa kapısını çalacağını da zaman içindeki denklik hallerimden çıkarttığım derslerle öğrenmiş oldum. Böylece dönüp baktığımda kendi sac ayağımı da oluşturmuş olduğumun farkına vardım. Kolay kolay yıkılmayacağımı bilsem de, kırıklarımı bir arada tutmaya çalışırken yorgun düştüm. İnsanı zorlayan şeylerden birinin, kendini bir arada tutmak, kendine yapıştırıcı olmak olduğunu da defalarca deneyimleyerek öğrendim.

Bu sabah çok derinlere daldım, tüpsüzdüm ve nefessiz kaldım. Şimdi tekrar yüzeye çıkıp, hayata karışmalıyım. Yağmurun neminde üşüyüp, yüreğimin buğusunda ısınmalıyım. Bildiğim bir yolu, ilk defaymışcasına almalıyım. Duyduğum heyecanla bakışlarımı yenilemeli, yaşamaya dört elle sarılmalıyım.



.













(*) Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







11 Ekim 2010

Masamın Üstünden Çıktım Yola


Hava oldukça soğuk, kışın ortasında karanlıklar içinde kalmış bir yanım, üşüyorum. Oysa iki gündür peteklere el dokundurulmuyor. Sarıp sarmalayıp kendimi uzanmışım L koltuğuma. Isının geldiği yöne dönmüşüm bedenimi. Kulağımda Radio Tarifa'nın iç burkan müziği. Nasıl da alıp götürüyor beni: bir sobanın sıcağına, elimde bir kadeh kırmızı şarap, yudumluyorum adeta sevdiğimi. İçimde sonsuz bir huzur, bu huzuru dürten hafiften kaçak güreşen bir baş ağırısı. Kucağımda yalnız zamanlarımın sırdaşı dizüstü bilgisayarım. Ben anlatıyorum, o notlar alıyor. Gül gibi geçinip gidiyoruz. Tek taraflı bir ilişki gibi gözükse de, hani hep benim anlatacaklarım var, onun da kayda alacakları, aslında değil. Onun da zaman zaman bana söyleyecekleri oluyor. Kendi dilimden vakti zamanında dökülmüş olanı bence zamansızca karşıma çıkarıveriyor. Biliyorum bunda O'nun parmağı var. Kafamı kaldırıp O'na bakıyorum. Benim zamansızca dediğime o asıl zamanı şimdi diyor. Bir bildiği vardır deyip, peki diyorum. Karşıma çıkanı okuyorum. Aklımda kaldığı kadarı ile notlar alıyorum. Bir tanıtım yazısında da dediğim gibi; hayatı okuyorum, aklımda kalanı yazyorum.

Yağmur damlalarının düzensiz vuruşlarında damla damla olan pencereden baktığım sokak ve arsa derin bir sessizliğe gömülü. Çocukların şen kahkahaları artık sadece kendi evlerinin duvarlarına çarpıyor. Böylesine soğuk kış günleri için mi çocukları olmalı insanın... Sesleri ile ısınmak mı tek çare. Yattığım yerden gördüğüm gökyüzü sonsuz gri, koyu ve kasvetli. Yazmak bir terapi. Eskileri bulup çıkartmak ve onlar üzerinde düşüncelere dalmak kaçınılmaz yalnızlığın iz düşümü.

O izdüşüm(ün)de ilerlerken, salonun bence dağınık olan taraflarına kapadım sol gözümü, sağ gözüm klavye ile meşk eylemekte. Parmaklarım bir ulak: içimden geleni, dışımda bir yerlerde resmetmeye. Kafam dağınık. Bir şeyler yazmakla, bir şeyi yazmak arasında sıkışıp kalan halimi çekip kurtaracak bir kahraman oluveriyor masaüstüm. Derleyip toparlayıveriyorum klasörlerimi. Şifreli bir kaç metni açamıyorum. Bir kaç denemeden sonra gene kaldırıyorum saklı oldukları yerlere. Belki zamanı gelmemiştir kilitlerini açmanın diyorum. Neyle karşılacağımı bilmediğimden, üzerlerinde düşünmeye de ara veriyorum. Bir süre... Biliyorum bir zaman sonra gene karşıma çıkacaklar ve belki o zaman bulacağım kilitlerini. Belki...

Birden bire, üzerinde düşünülmemiş bir hareketle, ekranın fotoğrafını çekiyorum. Verilmiş bir sözü tutmanın zamanı geldi anlıyorum. Masaüstünden çıkıyorum yola, başlıyorum yazmaya, yolun sonu nereye çıkar derseniz, biraz zahmetli bir okuma bekler sizi derim. Farkındayım, kısa cümlelerim yok benim. Ben bir başlıyayım da yazmaya elbet biter bir yerde kelimelerim.

Çocuk bana bu mimi gönderdiğinde, ilk blog yazmaya başladığımda da var olan masaüstünü göster mimini hatırladım. Arşivime baktım yoktu. Demek ki ben oyuna dahil edilmemiştim. Bu blogun okuyucuları bilirler ki, mimleri ille de kendi dilediğimce oynarım. Sağını solunu kafama göre yontar, aklımdan geçtiğince eklemeler yaparım.

Bakmayın siz kişisel masaüstümün bu denli temiz pak oluşuna, işyerindeki bilgisayar ekranımı görenler karmaşanın içinde iki saniyede kayboluverir. Onlara göre onlarca dosya karmaşık öbekler halinde yayılmıştır ekranıma, oysa hepsinin kendi içinde anlamlı bir ilişkiler ağı vardır, bir tek benim bildiğim başka gözlerin göremediği gizli bir bağdır bu. O nedenle çocuka demiştimki, kişisel bilgisayarımın masaüstünde oynayayım bu oyunu.

Bu mim geleli çok oldu aslında, tıpkı diğerleri gibi, zamanını bekledi. Az önce bir dosyanın kilidini ararken gözüme çarpan El İzi - v1 üzerinde düşünürken, arkadaşımın o öyküyü okuduktan hemen sonra telefondaki sesi dolandı kulaklarımda. Bunun hesabını soracağım sana. Dağıtttın beni.

Bu ifade ile kontras bir ilişki kurduğum masaüstümün üzerine yazmayı planlarken, oramı buramı çekiştiren El İzi yakamı bırakmadı.  El İzi, yayına verilmedi henüz. Bir öykü. Kurguladığım ve kurgularken zorlandığım bir öykü. Bir kaç yakın dostuma; özellikle de okur olduklarını bildiğim bir kaçına göndermiştim, ee nasıl buldunuz, sorusuyla. Gelen tepkiler hep olumluydu. Aynı noktada gelen eleştiri, o noktada yapmak istediğimi beceremediğimin işareti gibiydi. Bir film kurgusu mantığında yazmaya çabaladığım öykü, zamanlar arasındaki geçişlerde belirgin bir işaret vermiyordu. Kurgunun haraketli yapısı içine yerleştirdiğim ip uçları, okuyucunun o ip uçlarını yakalayıp yol almasını zorlaştırıyordu. Bu eleştiriler de hem benim hem de öykünün henüz pişmediğinin bir göstergesiydi. Fırının ısısı düşürüldü, şimdi kısık ateşte kokular tekrar yayılana kadar sabırla beklemeli.

Dosyayı açmadan uzun uzun düşündüm. V1 demek bunun çalışılmış bir kopya olduğunu anlatıyordu. Üzerinde çalışılmamış olan taslağı buldum. Kısacıktı. Sadece iki sayfa. Ne zaman yirmi üç sayfaya çıkmıştım. Üzerinde çalışmak istemedim. Konu ile ilgili okuduğum makaleler kafamı bulandırmıştı. İtiraf etmeliyim ki, bu noktada psikolog arkadaşımdan da konunun işlenişi bakımından uygunluğunu doğrulatmak anlamında yardım aldım. Sağolsun okudu, inceledi. Akademik bilgiye boğulmadan suyun karşısına geçmişsin, dedi. Öyleyse, o makalelerin bendeki sıcak etkileri geçsin, tortulardan yola çıkıp yazmaya devam etmeli, dedim.

Bilmem eder miyim, edebilir miyim? Daha önce seri olarak yazmaya başladığım Karanlık Koridor böyle bir nefes alma ihtiyacı sonunda yarım kalmıştı. Ve hatta Örselenmek de.. Aşka Dair'in başına gelen talihsizliğin ne olduğunu ise anlayamadım. Arşivi tararken yazıldığını ama yayına verilmediğini gördüm. Dün itibarıyla o da sonlanmış oldu. Öyle sanıyorum ki; kazasız belasız ve kesintisiz olarak bugüne kadar Fırtına Öncesi ve Güne Uyandım tamamlandı ve yayına verildi. Darısı, El İzi'nin başına diyeceğim de, onunla ilgili hayallerim var benim. Orta okul edebiyat öğretmenimin, yolda annemle beni gördüğünde söylediği gibi, belki bir gün... O sokaktan yıllar oldu geçmeyeli... Ya da İletişim Bilimleri Fakültesi'nde İletişim Sanatları okumak üzere sözlü sınava girdiğimde, Sinema Televizyon Bölüm Başkanı'nın öngördüğü gibi, dedim ya belki bir gün... O yılların üzerinden geçen sular okyanuslara karıştı ya, neyse.

İnsanın masasının üzerinden yola çıkıp, yüreğinin üzerine gelip durması ne ilginç. Oradan geçenleri bildiği halde, cesaretinin olmayışı. Geçen gün yazdığım mektubun sonunda dediklerim sanki tüm bu korkularımın özeti gibi.

yağmur öylesine deli deli yağıyor ki, nereye çarptığı belli bile değil.
cama çarpıyor, sonra mermere, sonra düşüyor yere.
yüksekten...
acıyor mu canı...
yağmurun, canı acır mı?

seni düşünüyorum, yanında kendimi.
içim ısınıyor.
zaten ne zaman seni düşümsem içim ısınıyor.
yüzümde bir gülümseme, ister istemez gelip kuruluyor.
yüreğimin baş köşesi senin.
gördüğüm iki kişinin konuşması.
duyduğum hep yürek sesi.
konuşuyoruz...
öyle ki, ne zaman nasıl başladığnın bir önemi olmadığı gibi,
ne zaman nasıl sonuçlanacağının da yok.

soba yanıyor, çıtırtısında paylaşılan bir kadeh shiraz'ın kırmızısı sarmış dört bir yanı
alev alev yanıyoruz

sarılmak

hiç ayrılmamak

bir adamın yüreğinde olmak

seni seviyorum dediğinde susmak
seviyorum diyememek

sevmemekten değil
korkmaktan
yüreğim üşümesin bir kez daha dersen
korkuyorsun dillendirmeye
yüreğinden geçip de
diline geleni, susuyorsun o noktada.

seni düşünüyorum
yanında kendimi
içim ısınıyor
yağmur deli deli yağıyor
pencereyi açıp bağır bağır bağırıyorum
seni seviyorum

10 Ekim 2010

Turuncuydu Aşkımın Rengi



bilir misin sevgili;
odaya yayılan portakal kabuğunun yağı ile ovduğum kürek kemiklerinin ağrısını hissederim hâlâ avuç içlerimde. şakaklarının terinde eriyen parmak uçlarımda derin çatlaklar oluşur her yağmur sonrasında. güneşe benzeyen bakışlarımı saymazsan eğer gök yüzümde yıldızlar kayar gündüz vakti. onca yıl geçti üzerinden yüreğinde sonlanan duygularımın bir türlü gelmedi yenilenme vakti. o zamanlar turuncuydu aşkımın rengi, gözlerimse bakmaya doyamadığın duru su yeşili. dudaklarımı hiç sorma sevgili, bugün bile bıraktığın gibi: acı tebessüm rengi...









Aşka Dair - 8

Aşka Dair - 4     Aşka Dair - 5     Aşka Dair - 6     Aşka Dair - 7





Ertesi gece 'balkon barda' buluştular yine. Anlatıcının balkonuna bu adı takmışlardı. Balkon Bar... O akşam, rakı sofrasını kurdular hep birlikte. Güneş rakı burcunda ilerlerken, hadi anlat dedi sabırsız olan. Sürekli beter senaryolar üreten akıllarının, arkası kesilmez sorularına kızmış olacak ki anlatıcı; masaya saklayın dedi hevesinizi.

Kesmesi için kavunu uzattı birine ve diğerine salata malzemelerini verdi. Kendi de sabahtan marine ettiği tavuk kanatlarını koydu teflon bir tavaya ve kapattı kapağını. Soslu tavuğun kokuları yükseldiğinde, masa hemen hemen hazırdı. Elma dilim patatesleri fırından çıkarttı ve çiğ köfte tabağını alıp masaya koymaları için, meraklı gözlerle ona bakan kadınlara uzattı. Yahu bu gece de rahat bırakmayacak mısınız beni? Valla masalcı ninelere döndüm, çocuklarım dizlerimin dibinde...  

Yemek masasına oturduklarında, hazırlanmış mezeler yarışa girmişti adeta, hepsi dağıtıldı kaşık kaşık. Biraz kadınsal mevzular konuşuldu: saçların; boyası gelmişti, tırnaklar; yazın manikürsüz olmuyordu, ayak topukları; kremlenmek istiyordu gece yatmadan önce, sıcakta karpuz peynir en iyisiydi, hem kilo vermek her daim gerekliydi. İkinci kadehlere gelindiğinde, kadınların çocuk bakışlarında 'hadi anlat' vardı. Hadi kaldığımız yerden devam et diyen muzur bakışlara yenik düştüğünü hissetti. Anlattıkça, artan özlemine gem vurabilmesi için bu gece çok içmeliydi. Bir duble daha aldı kendine, başladı üçüncü bir göz gibi hikayeye:

O sabah kahvaltı için tepeyi seçmişti kadın. Deniz uzaktaydı, ufuk karşılarında. Ten bir el mesafesi, gözler içiçe çoktan geçmiş. Yüzlerde bir gülümseme: sensin, burdasın der gibi. Herşey bir rüyadan uyanmak ve gerçek olduğunu anlamak gibi. Akıyor zaman, öyle böyle değil ama saatlerce, ne yol yorgunu bir adam var masada, ne de endişelerini omuzlamış bir kadın. Aradığını bilen, bulduğunu anlayan bir çift yürek. Atıyor. Öyle böyle değil. Heyecan karşıki kıyılarda çoşkun bir dalga, vurup vurup köpürüyor. Seyirlik bir tepede, manzarası birbirinin gözleri olan iki yetişkin insan. Çocuklar gibi konuşkan, gençler gibi çekingen,  yetişkinler gibi hevesli...

Günü uzattılar, köyün yollarına, kadın arabayı kullanırken, adamın gözü hep kadında. Güzelsin diyor. çok güzel... Seni filme almak isterdim. Kadın o andan sonra kendi filmlerinin prensesi olacağını biliyor. Senarist torpil geçiyor. Gün bu kadar da güzel olamaz ki...

Kadınlar artık masada falan değildi, kadınlar yola çıkmış gidiyorlardı. Solgun saçlarına değen rüzgarın etkisiyle uçuşan tel tel saçları tenlerine değdikçe, yüreklerinde bir yer ürperiyordu. İlk virajı alırken adamı gördüler. Yüzlerinde bir gülümseme, adam beyaz atlı bir prens... Gözü yaşlı olan atıldı söze, daldığı yoldan ayırdı gözlerini, hani neredeyse eli belinde: E valla abartıyorsun artık. Yok canım, bu kadarı da gerçek değil. Adam yol boyu izledi  mi seni... Bak sahi söyle...

Adam bir ömür boyu izledi beni. Ömrümüz kısa geldi o başka deyip güldü anlatıcı... Dostlarla yenilen yemekleri anlattı arada zencefilli somon tarifi vermeyi unutmadan, yapılan yürüyüşte okunan kitapdan alıntılar yaptı, sahilde kayalarda çalınan şarkıları söyledi bir ara hatırlayıp da yakamoza vesile ayın güzelliğini. Gidiş sırasındaki yağmuru yağdırdı gözyaşlarında. Sonraki gelişleri anlattı uzun uzun, ve gidişleri ve bekleyişleri... Ve gelişleri sonra yine bekleyişleri... Kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar dinlediler, kah gülerek, kah ağlayarak, kah eşlik ederek çalan şarkılara, kah küserek hayata, içtiler o gece, güneş parola.

Salkım söğüt oldu gözyaşları bir ara. Öyle ağlamak görülmedi, öyle gülmek, öyle donup kalmak ve öyle şaşmak olanlara. Kader diye birşey vardı. Yürekten istediğinde oluyordu. Vazgeçtiğin anda gelip seni buluyordu. Aşk, bir oyundu. Kuralı yoktu. Şanslıysan karşına ikinci kez çıkıyordu. Ve şanslıysan bir parçan daha herşeye rağmen nefes alıyordu. Sözlerle başlamıştı bizim hikayemiz, gözlerle bitti. O gece, baktık sadece birbirimize, kelimeleri özenle seçip yükledik gözbebeklerimize, hiç konuşmadık. Hiç söylemedik zaten bilinenleri, hiç lafını etmedik ayrılığın. Baktık sadece, sanki ilk defa görüyormuşcasına uzun, son defa görüyormuşcasına en derine. Kimse kimseye kal demedi, gitmek en doğru olandı. Gittik birbirmizden o gece. Bir daha hiç haber almadım ben ondan, bilmem o beni bildi mi neredeyim ne yapıyorum. Gözlerini hiç silmedim gözlerimden. Hâlâ ne zaman aynaya baksam gözlerini görürüm o derin kahverengilikte. Sözlerler başladı bizim aşkımız, gözlerimizde bitti. İyi ki...

Biliyordu, o geceden sonra başka bir hikaye anlatılacaktı o balkonda. Arkadaşları kendi hikayelerinin durağanlığına geri dönedursun, anlatıcı bir sigara yaktı yalnızlığına, içine çekerken dumanını, kafasını kaldırdı, baktı gökyüzüne. Yıldızı oradaydı,  söz verdiği gibi bulutların arasından ona bakıyordu. Gülümseyip bir selam etti geçmişe, dalıp gitti gök yüzünün gözlerine. Isındı yüreği, koca yüreğini açtığı koca yürekli adamı hep çok sevecekti. Ben seni sevdim dedi, ben de seni çok sevdim.  Ortanca saksısının yalnız bir köşesine söndürdü sigarasını. Gece uzun olacaktı.

28 Eylül 2010

Yüreğim Sen/indir




bazen kocamandır yürek,
içine girip çıkmak istemezsiniz...
bazen öylesine kocamandır ki yürek,
içinde kaybolup yitmek istemezsiniz...

yürek işi benzemez akıl işine
kalsan da kırılır
gitsen de


hangisi kocamansa
 iz onda kalır
ayna diğerinde
kor birinde
sızı öbüründe

hangisi kocamandır
söylesene
alev alev yanıp izlerini gözyaşıyla silen mi
sızım sızım sızlayıp aynada kendi aksini seyreden mi
hangi yürek daha kocamandır söylesene

söylesene
hangisi daha çabuk soğur yangınından sonra
hangi biri
söylesene 

 ya da
sus söyleme
yüreğim sen/indir
bilir yüreğine değince









24 Eylül 2010

Yangın Yeri



içimin tenhasında kısa bir yürüyüşe çıktım
benimle gelir misin

beni derinlerinde hisseder de
yüreğinde misafir eder misin

bir kahve içimlik olsun sohbetimiz
bir sigara dumanına saklansın vuslat
bir özlem boyu olsun sözlerimiz

çok kalıcı değilim be adam
tek bir anda saklı kalsın herşey
anlam yüklediğimiz o anda
sonrasında ben kaldığım yerden
yürümeye devam edeyim



içinin tenhasında
kısa bir yürüyüşe çıkmış
küçük kız çocuğu

üşümekten korkarım
ısınmaktan korktuğum kadar
ılınırsa yüreğim sana
çok yanar sonrasında
izin ver ben bildiğim zamanda gideyim




griliktir benim sonsuzca görebildiğim
alışık değil dünyanın renklerine gözlerim
üşümem geçti bak
titremiyor artık ellerim
müsadenle
yüreğimi yüreğinden alıp
ıslak dudağımda bir tebessüm
ortalık yangın yerine dönmeden
bırak da
senden gidebileyim
bırak da tek başıma
tenhalarımda yürümeye devam edeyim








12 Eylül 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Tütmek





gecenin koyu mavisinde
sabahını bekleyen 
 hüzün kanatlı albatros
bir rüzgara kaptırmış yüreğini
uçuyor da uçuyor

ah!
kanat çırpan
çırpınan
rüzgarını buldu mu süzülen
yere göğe sığdıramadığım
aşk!

gece gece
aklıma düştün
yüreğime gerçek














03 Eylül 2010

Bir Yolculuk Öncesi: Dönüş(tür)mek





Sırt çantam elimde, içine konacakları ayırmışım gün evvel ama gene de gözüm sağda solda. Özenle yerleştiriyorum; incecik bir yağmurluğu, kolları uzun bir tişörtü, şort olabilen pantalonu... ah keşke sandalet olabilen bir botum da olsaydı, onun yerine yağmuru seven spor bir ayakkabı alıyorum yanıma, sandaletler ayağımda; onlar güneşin aşığı. Ne olur ne olmaza hazırım: İlk yazın narin ve sevdalı gelinciğinden, kasımın yabani ve gene de sevdalı patına dönüş(tür)ecek hazan mevsiminde bir gezginim.

El çantamda; pembe kumaş kaplı defterim, yol kelimelerini yazmak için kısa, dolgun, gümüşi kalemi de yanında. Fotoğraf makinası da aldı yerini, detayları çekip saklamak ve gelecek günlere geçmişin anılarını anlatmak için oldukça sabırsız. Bir-iki kitap yanımda, yol(culuk) arkadaşı olmaya hevesli. Bir mp4, geceye ninniler söyleyecek belli. Bildiğim bir yolun tekrarındayım, daha çok aşk gibi, o nedenle de ilk sefermiş gibi; kanatsız bir kelebek içimde bütün bir yol dans edecek sanki.

Gidiyorum. İçimdeki çoşku hangi kelime ile tanımlanır henüz bilmiyorum... Gidiyorum, içimin yağmurunu güneşe dönüştürmek için... Gidiyorum, güneşli hallerimin yer yer yağacağını bilerek. Anlayacağın, gidiyorum aşka aşkla, ve biliyorum, günlerce yitip gitmeyen, yeni çekilmiş bir kahvenin buram buram kokusuna saklanmış yakıcı bir hasretlik var ucunda; 'hazır ol'da beklemekte anını ama korkmuyorum, ne olur beni anla. Gidiyorum, yüreğime yenik düşen aklım bir karış havada. Bana öyle garipseyen gözlerinle bakma. Hem sen bilir misin aşka düşmeyi, yanmayı mesela ve aklını kesip atmayı bir anda. Sadece yüreğine bırakmayı bütün kararları. Ama aklın işi bu, gelip karışmasa olmaz. İç sesin o senin, yüreğini yoluna koyacak olanın. Yürekli kararlar almanı sağlayacak ve aşkı(nı) ölümsüzleştirecek olanın. Ama akıl iki yarı; biri şeytan, oturtur seni sofraya, yüreğine değmeyen, değmesini istemediğin ne var, tadına baktırır birbir. Diğer yarı, bir melek. Onun kanatlarında dünyan bir başka güzel, bir başka kırmızı, bir başka parlak. Kavgalı iki yarın; aklınla yüreğin, gözlerinle sözlerin, olması gerekenle oldurmaya niyetlendiğin... Hep kavgalı... Aşk, biraz da dövüşmek değil mi?

Hem sen anlatsana bana... Aşk; açarken solmak, solduğun vakit yeniden açmak, değil mi... Aşk; dönüşmek pır pır uçan bir kelebeğe ve köklü bir ağacı dönüştürmek bembeyaz hafif bir buluta, değil mi... Aşk; giderken dönmek, dönerken koşmak, değil mi... Aşk, aç kollarını ben geliyorum diye bağırmak isteyip de, dudakta bir gülümseme ile havada asılı kalmak, değil mi... Aşk, pırıltılı bir yeni yetmenin gözleriyle sevdiğine zamansızca, uzun uzadıya bakmak, değil mi... Aşk, bunların hepsi, ayrı ayrı her biri ve aslında hiçbiri, değil mi...


        Eğer öyleyse sevgilim,
                                kahverengi gözlerinin huzurlu derinlerinde bekle beni,
                                                                yoluna çoktan çıktı yüreğim, 
                                                                                           dudağımda saklı bir gülümseme...
                                                                                                                         bekle, geleceğim.




Görsel

01 Eylül 2010

İlk Yağmur Soruları



Bugün yağmur yağdı mı sizin oralara
Düştüm mü yüreğine, bir yangın yeri ortasına
Kokladın mı çimenleri, toprağı ve tenimi
Özledin mi sen de ben gibi





31 Ağustos 2010

Seni Düşünürken...



Bir pencere açtım zamanda gezinen.
Gülümsedim.

O pencereden bakan kendimi,
Aşağıda bekleyen seni,
özledim.

Eylül de geldi çattı.
Eylül; hüznün kapı aralığı.
Dert ortağı yağmuru taşıyan yalnızlık vurgusu.

İşte öylesine bir yalnızlığın içinde,
Tıp tıp vurdukça taraçada damla
Seni düşünecek bir yürek uzaklarda
Bir pencere açacak zamanda gezinen.
Gülümseyecek gözleri, iyi ki...






28 Ağustos 2010

Ilık Esen Yele Yükle Anlamını



Dingin bir ruh:
tenha atımlarda sessiz bir yürek.
Yüzde yansıyan bir ışıltı.
Sabahın erkenine katık edilen hayaller;
bilinmeyen bir eski şehrin
medeniyet katmanlarında 
dolaşırken el(ele)ler,
huzur, hüküm sürüyor sevdalarında.

Ilık bir yel, habercisi beden ürpertisinin;
henüz açık pencereden bile geçmedi,
kokusu lavantaya takıldı
belki, edalı bir hanımelinde salınacak
bir ileri bir geri
ah beklemek!
ne bedbaht bir özveri
ne çilekeş bir hüzün
ne müjdeli bir haberci


Ten; yangın yeri, beklemeye tahammülsüz,
yürekte ağlamaklı sevdasına, yakarıyor adeta:

Sen, ılık esen yele yükle anlamını.
Kırılsın aklımın katılaşmış duvarları.
Belki o zaman dile gelir yüreğimin (z)amansız haykırışları.











fotoğraf / deviantart

27 Ağustos 2010

Günler ve Aşk

Fotoğraf


                                           Geçip gidiyor...

Mevsimi geldi hüznümün.
Yakında başlar güneş solmaya ve bulutlar ağlamaya.
Ağaçlar döker üzerinde ne varsa, yalın bir çıplaklıkla selamlar güçlü gövdeleri hayatı.

                                        
                                          Değip gidiyor...

Mevsimi geldi yüreğimin.
Yakında gözlerim dalıp dalıp bakar uzaklara ve yaşlarım akar inci inci.
Gönlümün yorgunluğu ağırlaşır, dilimde bir ayrılık şarkısı beni yarınlara taşır.

                                         Gidiyor...

Zaman beklemiyor.
Sorular hiç durmuyor.
Herşey ama herşey hızlı bir devinim içinde.
Bense; yüreğimin yalın çıplaklığında açıyorum gözlerimi gerçeğe.
Gelip geçiyor bir film şeridi gibi yaşanmışlıklar;
Gelip geçiyor günler
Delip geçiyor aşk







17 Ağustos 2010

Uykuyu Paylaşmak

"Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini,
uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)" (*)





Sen karşıma çıktığında, uykusuz gecelerimin tek sığınağı olan limanıma vuruyordu; gecenin siyaha çalan koyuluğunda derin lacivert dalgalar, büyüktüler ve korkunç; yutmaya hazırlanan bir yürek oburun çakmak çakmak gözleri kadar parlaktı yıldızlar; birer siyah inci. İhanet, kıtlıktan çıkmış bir sürüngenin açlığında; her yanımı saran şefkat duygusunu yiyip bitirmişti bir kaç zaman önce. Yüreğimin sanrısıydı hissettiğim şey; ölmek, eşti benim sözlüğümde ihanete... Yani anlayacağın, son nefesimdeydim ben, sen beni bulduğun gece.

Ölüm, bir pençesi kalmış bir dağ kedisinin insafındaydı, açlığında ve tıslamasında. Yakındı yüzüme... Soluğu bir rüzgar gibi yalıyordu, pençe pençe. Gözlerimin derinindeki korkuyu bir ele geçirse, oracıkta; son nefes, oracıkta son, oracıkta yokluk ve sonsuz evren. Oracıkta, bütün gözlerden, yüreklerden ırak, oracıkta koskoca bir boşluk duygusu, ölüm!

Dehlizinde kaybolmak kendinin, nedir bilir misin? Ne zordur nefes almak, ve hatta ürkmek kendi nefes alışından. Çoğalmasın diye irkildiğinden nefessiz kalmak ve derin, ve derin ve çok derin nefes almak ve boğulmaya ramak kaldığın için yutkunmak kendi tükürüğünde.

Tir tir titreyen bedenimi, yüreğinin gücüyle kavramaya hazırlanan avuçlarına bıraktığımda, sarılıp uyumak değildi aklımı kaçırmama sebep. Onurundan vazgeçmiş bir kadının, teslimiyetiydi yüzümdeki şehvet. İrinler taşan oyulmuş bir yara: sırtımda kürdan kalınlığında açılmış inanç/sızlığımla, sızıyor, sızım sızım sızlıyordu belki de. O gece, ne yaralarımı gördün kendime derin, ne şehvetimi kendimde sahte. Sen baktın sadece görür gibi yüreğimi gözlerimde; öyle derin, öyle kahverengi, öyle uçsuz, öyle bucaksız, öyle sımsıcak. İçimin derinlerindeki kuytulara gizlenmiş bir duygu çıkarıverdi başını, hemen gerisin geriye döndü saklı karanlığına, ya göründüysem telaşlarında bir saklambaç oyuncusu: sevgi.

Annesini; avcının parıltılar saçan kurşunlarından ikisi ile az önce yitirmiş, ulu ağaçların karanlığında, yamacına yıldırım düşmüş, kaybolmuş  bir ceylan ürkekliğinde kısılan gözlerimdeki bir damla yaşa dokunuşunda gizlenen bir arzu... asla, çiftleşme isteği değildi. Gözlerinin kahve değirmeninde saklı kokusuydu tenime sinen bakışların; sessizliğinde gizlenmiş bir çığlık: Uyu benimle, tenin tenime gebe kalsın; aşk doğsun sabahımızın güneşine... Akkor doğdu o sabahın güneşi, o sabah dehlizlerime giren sularının parlaklığındaydı yaşam, her ton turuncu alabildiğine...Bastıra bastıra nefes verirken sen nefesime; sevgindi duyumsadığım. Bir kitabın altı çizilmiş cümlesinde saklı kalan aşktı sunduğun, iyi ki...  

Haydi kapa gözlerini şimdi.




* Milan Kundera / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

05 Ağustos 2010

Sırt Çantamda Aşk



hangisi daha iyi gelir insana
deniz kum güneş
ya da
bir doz aşk

hafifletir
dinlendirir
gülümsetir
serinletir
güzelleştirir
hangisi



yüreğimin ateşinde
gidiyorum çeşmenin güneşine
çok değil
bir on gün sonra dönerim
içimde aşkın çoşkusu
tenimde egenin tuzu ile

sırt çantamda
iki elbise, biri askılı, ince
üç tişört, biri siyah sadece
iki şort, biri kısa epeyce
bir not defteri, kapağı kumaştan, pembe
bir kalem, tükenmeyen, en içten kelimelere gebe

bir çift yürek, aşkın en kırmızısı
bir fotoğraf makinası, an mıhlayıcısı
bir mp4, günbatımı tınısı

gidiyoruz
denize
kuma
güneşe

çıplak ayak yüreyeceğiz
turuncuya
beje
maviye
sonsuza

aşka
aşkla




--------------------------

fotoğraflar
deviantart ve google image


04 Ağustos 2010

Unut(ma)maktır Aşk

Forget Me Not




Söylesene bana; hangi düş gerçek gibi,
hangi gerçek düş gibi yaşanır aşktan başka.

Hangi duygu çıplak, savunmasız ve hesapsız bırakır
öncesi ve sonrasında.

Aşka inananların gerçekleri düş gibidir,
düşleri imkansız gerçeklere gebe.

Ki o aşk;
harfleri, kelimeleri, cümleleri kaybettirir adama,
unutursun,
hatta unuttuğunu bile unutursun zamanla.

Ta ki, bir an çıkana kadar karşına...
Çıkmaz deme, çıkar, mutlaka! 

Aşkın içinde her duygudan, her andan bir doz vardır,
ve bütün bu dozların toplamınca,
unut(ma)maktır aşk...






28 Temmuz 2010

İki / 2

two coffees please









Özlemişim biliyor musun...



Akşam serinliği çıplak omuzlarıma vurduğunda, bir elimde elin, diğerinde şarabım seninle sohbet etmeyi... Çocukların geceye inat top sahasındaki neşeli kahkahalarına eşlik eden, iç çekmelerimi... Ayağımı uzatıp yarı çıplak bacaklarımı masanın uzun örtüsü ile örtmeyi... Sen; elin rahat durmadığında rüzgara bulup bahaneyi üşüdün mü diye sorarken bana, elinin tenimde gezinmesini... Özlemişim biliyor musun gece yatağa girdiğimde sol yanımda olmanı. Göğsünde uyumayı... Sarıp sarmalamanı... Gece yarısı yangınlarını... Sabah uyandırmak için dudağıma kondurduğun o şefkatli öpüşleri... Özlemişim kokunu içime çekerek kulağına fısıldamalarımı... Salaş bir barın o en kalabalığında gözlerin gözlerime değdiğinde aynı bedende atan tek bir yürek olmayı... Yüreğim yüreğine attığında fark ettim ki; özlemişim senli benli bir hayatı... İyi ki geldin...


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

24 Temmuz 2010

Küçüçük Mutluluklar




Bir sabah uyandığınızda biraz da kafanız karışıksa yaşama dair...
Dolanırsınız kendi çıkmaz sokaklarınızda.
 Tam vazgeçip herşeyden dönerken şimdinizde sizi bekleyen sıkışmış kendinize;
Bir mektup bulursunuz zamanında yazılan,
Sonra bir fotoğrafa denk gelirsiniz içinizi çoşturan.
Mektubu okurken ki çokluğunuz,
Fotoğrafı çekerkenki yalnızlığınızla meşk ededursun
Küçüçük bir fıçının içinden sonsuz mucizeler doğuran sihirbaza döner yüreğiniz aniden.
Mutlulukla gülümseyen kendinizdir artık şimdinizde sizi karşılayan.


Gününüz güsel olsun efendim...
Gözlerinizden öperim.


 

21 Temmuz 2010

Bir Yer Var

Bir yer var biliyordum;
                           bitirmenin kolay olacağı, ve başlamanın hatta.

Bir yer var biliyordum;
                          karamsarlıkların yok olup gittiği,
                                                         kalan çukurlarda umut filizleri yetiştirebileceğim bir yer,
                                                         ki o filizler, yaralarıma merhem oldu sonrasında, görüyordum.

Bir yer var biliyordum;
                           içimdeydi,
                                     derindeydi,
                                              ışıksızdı belki
                                                           uzandın öptün,
                                                                         iyi ki...














19 Temmuz 2010

Aşka Dair - 7







Kelimeler yeni anlamlar buldukça, zaman çoğalıyordu. Sabahları beraber uyanır, beraber günü selamlar, günü çoğaltır, akşam üzerine kadar zor sabreder  ve geceyi yarısından sonrasında ancak sonlandırırdık. Bir gece hiç unutmam, bir şarkıyı defalarca arka arkaya dinlemiştik. O kendi yatağındaydı, ben onun yanında uzanmıştm. Ya da, ben L koltuğuma uzanmıştım, o sallanan koltukta oturmuştu ve sohbet ediyorduk. Öyle gerçektiki içimdeki hisler, biliyorum çok klasik olacak ama ancak kelebeklerin kanat çırpmaları ile anlatılırdı. Gece hiç bitmesin istiyordum ve sabah olunca gece hiç olmasın... Ya da şöyle diyeyim, daha doğru olacak, yaşadığım her dakikanın daha çok farkındaydım, midemdeki kasılmaların mesela. Yüzümdeki gülümsemenin...

Bulutlar iyice yükseldi, şaşkınlıklar da öyle. Üç kadın, tarifsiz bir büyü ile çevrelenmiş gibi, düş bir geceyi uzatıyorlardı,  ucu sabahın ilk ışıklarına değer de kendi gerçekliklerine tebessüm eden bir rüyadan uyanırlar diye umuyorlardı. Dev bir sinema perdesinden seyrediyorlardı sanki düş bir aşkın gerçek hikayesini, büyülenmişlerdi.

Anlatıcı, o zamanlara giden yüreği, ki hafızası var mıydı gerçekten yüreğinin, kaleme aldığı o uzun mektubun satır aralarında dolaştı. Bir kaç satırı onlarla paylaşmakta bir sakınca olmadığına karar verdiğinde, dökülüverdi kelimeler ister istemez kendi ağırlığınca...
Uyanmak istemediğim bir düşle,
hiç uykuya dalmak istemediğim bir gerçekliğin ortasında, tutkuyu yaşadım ben...
İlkti...
Onca yaşanmışlığın üzerine...
Güzeldi...
Kadınlar, masadaki tabakları aldılar, birer bira daha açtılar. Hava iyiden iyiye soğumuştu ve neredeyse saat oniki olmuştu. Evli olan kocasını, bekar olan oğlunu arayıp gelmek üzere olduklarını haber verdi. Gözü yaşlı olan, bana kalsa sabaha kadar oturur dinlerdim ama, deyip gözlerini devirdi diğerine doğru. Diğeri güldü, sence bu hikaye bitecek gibi mi?

Yola koyulan arkadaşlarını balkondan uğurladı. Uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yapıp, duvardaki rafın üzerinde bulunan ahşap kutudan bir sigara paketi çıkarttı. Balkona oturduğunda serinleyen havanın da etkisinden olsa gerek, omuzlarına ince bir şal aldı. Masayı, o geceki gibi, hani az sonra yağmur bastıracakmış gibi, iyice kapı tarafına yaklaştırdı. Sigarasını yaktı ve gökyüzüne baktı.

Yıldızların neden o gece o kadar ağladığını bir türlü anlayamadı. Ayın neden utancından bulutların arkasına saklandığını ve neden bir baykuşun, bir kargayla kavgaya tutuştuğunu ve neden hayat kadınlarının bu gece o köşede beklemediğini ve neden bulutların pembeleştiğini anlamadı. Sigarasından bir nefes aldı, derin, dumanlı... Gözlerini kapadı. Adamı düşünen kendini sevdi. Onu düşünürken, anlatırken ve yazarken ne kadar da güzelleşiyordu. Bir de yaşasam dedi. Bir de yaşasaydım... Ne kadar olmuştu ayrılalı, bir yıl, belki iki. Saymayı bırakmıştı. Saymayı unutmuştu hatta. Mumları üfledi ve söndürdü yüreğindeki yangını bir damla gözyaşıyla. Yatağına yol alırken, 'iyi geceler' dedi, adamın 'iyi geceler kocaman yüreklim' deyişine belki de yıllar sonra ilk defa sessizce karşılık vermişti.


Yazılıyor kendi hızında, biraz yavaş, biraz karmaşık duygularla...
Fotoğraf / deviantART



13 Temmuz 2010

Yüzümü Güldüren



En umutsuz zamanlarda gerçekleşen bir mucizedir aşk!
Sesindeki muzip gülümsemeye yükleyerek, çocuk seslerini taşımaktır uzaklardan.
Bahçedeki ortancalardan bir demet yapıp bırakmaktır, baktıkça yanakları okşayan.
En mutsuz zamanlarda yüzümü güldüren bir adamın, yüreğime bıraktığı öpücüktür  aşk!
Ve iyi ki şahanedir...
                          Ama ne...