15 Eylül 2011

Kuşlar ve Çığlıklar



Bir kaç sabah önceydi... Bir yazıya istinaden yazdığım iki satır kelimenin ardından geldi: "güzel, güzele güzel bakar." Hayata gülümsersen hayat da sana gülümsüyordu. İşte kanıtı, dedim: Son zamanlarda karşına hep güzel insanlar, gülümseyen insanlar, aşka yakışan insanlar çıkıyor.


Sevmek üzerine dillendirilmiş onca kelimenin gücüne bir kanıttır davranışlar. Ve kelimelerin gücü diziminden çok yaşamın o anki denk gelişiyle açıklanabilir. Şarkılar da öyle değil midir? Bir ayrılık sonrası dinlenen; geri dön geri dön... ne olur geri dön... Ah olur da bir gün sen de özlersen,Olur da bir gün sen de gözlerimle buluşmayı istersen... Sözlerinin yer aldığı bir şarkı, aşkın ilkbaharını yaşayan biri için hiç de dertlenilecek bir şarkı değildir... o muhtemelen, belki yine Sezen'den; "Damarlarımda yine aşk var, Gözlerim yine bir manalı, Başladı güneşli yağmurlar, Islandı umudumun saçları" şarkısının sözlerine takılıp dinlerken anlamsız gülüşüyle etrafına bakıyor olacaktır. Kelimeler güçlüdür ama inandırıcılığını durumdan alır.

Benzer savunuyu davranış için de düşünürüm. Davranış ve söylem birbirini tamamlar, birinin eksikliği diğerinin inandırıcılığını sorgulatır. Seni seviyorum dildedir. Yüreğe inmedikçe, davranışa dönüşmez. Eksik kalan da budur. Sevgili Buraneros'un "Sahi Kadınlar Ne İster?" diye sorduğu yazısı bu anlamda tüm kadınlarca ve tabii ki erkeklerce de okunması gereken hayatın inceliklerine dair bir ders kitabının soruya cevap arayan bölümü gibidir.

Sevmek üzerine düşündüğüm her seferinde, "sözün özle bir olması" ilkesi karşımda bir ışık gibi durur. Sevmek bir tercih midir? Sevmek ön koşulları olan bir bağıl ders midir? Sevmek okuldan mezun olmak için vereceğiniz bitirme teziniz midir? Yoksa sıklıkla dile getirildiği gibi; nedenleri olmayan bir hal midir?

Kimi niye sevdiğimiz değil belki de çözülmesi gereken, kendimizi niye sevdiğimizdedir asıl gizem. Onu çözebilirsek, hayatın anlamını -kuşkusuz genel olarak değil, özel olarak bizim için anlamını- çözer miyiz?

Kendi kişisel notlarıma bakarken bulduğum iki satırın, yazıldığı andaki çarpıcılığını düşündüm de, bu sabah okurken ki ruh halim, o sabah endişelenen, yükleri omuzlarında yatağa zımbalanmış bendeki etkiyi bırakmadı. Zaten bu yazı da bunu fark edince yazılmaya başlandı.



"Günaydın demek için çok erken farkındayım.
Ama uyandım. Seni düşünerek uyumuştum ya, belki de ondan seni düşünerek uyandım. 05.41di.
Ezan okundu, martılar havalandı, çığlık çığlık adın yankılandı gecede.
Sol yanıma döndüm. Hep yalnız kalan sol yanıma.
Dediğin geldi aklıma; "geçsene bakayım sen benim sol yanıma"
Belki de ilk o zaman fark ettim; önemli olanın bir adamın sol yanında olmak olduğunu...
Martılar havalandı, çığlık çığlık adını haykırdı(m)...
Önce martılara baktım, biraz ürkek, sonra kafamı çevirip sağ yanıma baktım:
Halim yok, dedim...
Halim yok, gelmeyin yüreğime daha fazla."





görsel / deviantart

11 Eylül 2011

Eksik Kalsın



Sabahın erken saati. Bir taksi durağının önünde bekleyen iki kadından biriyim. O işten çıkmış belli, ben henüz yeni gidiyorum. İkimizde de kısa etek. İkimiz de makyajlı, onunki biraz akmış. Ben ona bakıp kendi göz altımı siliyorum. Bana bakıyor. Ona bakmama mı bozuldu bilemem ama bana bakıyor, gözleri kısık ve bir parça gergin. Gülümseyen bir bakışı, 'sana ne be' edasıyla omuzunun üzerinden gözlerimin içine bırakıyor. Ben bakışlarımı kaçırıyorum. Ürktüğümden falan değil, utandığımdan.

Üzerine hikaye yazmayı sevdiğim sokaklardan birinde, yağmurlu bir İstanbul sabahında, karşıya geçmeye hazırlanırken, gideceğim mesafelerin hesabında değilim. Tek istediğim, az önce bana bir gülümseme bırakıp giden kadının üzerine bir öyküyü yazabilmek:

Durağa yaklaşan taksinin ışığı almasa gözümü, dalıp gittiğim o otelden çıkasım yok... Taksiye bindim, her hangi bir sabahtan farkı yok bu sabahın benim için. Arka koltuğun, yağmurun neminden nasibini almış kokusu siniverdi üzerime. Yer: Gene o otel odası...  Hikaye: Her hangi bir kadına ait olabilir... Mesela; Aysev... Metruk bir beden gibi uzanıyor kadınlığı akşamdan kalma sarı lekelerin arasına. Odanın kokusu, az önce bitmiş bir adamdan kalanlarla kadının acılarının yoğrulması ile havaya karışmış, ağırlığı teni yakan asidik bir alkol. Kadının uzanan bedeninden damlayan kan mı? Uzağında kalıyorum. Delilleri bozmadan yazabilmeliyim bu öyküyü. Dağınık çarşafların arasında parlayan, ucu sivri metale takılıyor gözüm. Bir kaç adım atıp, yerdeki iç çamaşırlarına basmamaya özen göstererek eğiliyorum o parlaklığın üzerine. Bir bıçağın saplanırken kırılmış ucu gibi... Belki de gördüğüm bir yürek kırığı. Neresindeyim bu öykünün. Kahramanını nereden tanıyorum. Çocukluk arkadaşım olsun Aysev...
Çocukken hangimiz biliyor ki kaderini... Hangimiz alın yazısını biliyor... Hangimiz? Sence de böyle sonlar alın yazısı ile açıklanmamalı değil mi Aysev... Kaderi olmamalı kadınların okşanmak isteyen ellerce öldürülmek.
Adın ne güzeldi senin. Ya o buğday sarısı saçların. Bulutsuz günlerdeki ay gibiydi yüzün, nasıl da parlardın daha çocukken bile. Söylesene kimler boyadı saçlarını kızıla senin...Yokluğumu fırsat bilen polisin... "o yolun yolcusuymuş zaten" demesine patlayan öfkemle, yatağın başında duran komodinden düşen su bardağının tuzunda toparlanıyor ekip buzunda bir kez daha dağılıyor. Onlar otel odasını terk ederken Aysev'den kalan geceliğin duruşunda takılı kalıyor gözlerim. Üzerindeki lekenin şarabi tonu yakıyor boğazımı. Duvarlarındaki iri çiçekli desenli kağıtların kalkan uçlarında, sıvası dökülmüş bir duvar... Nasıl da özetliyor her şeyi diyorum, tek bir cümle: Zaten o yolun yolcusuymuş... Polisin demesi, 80 tane aşkım kayıtlıymış. Aşkım1... Aşkım2... Aşkım3... ve böyle uzayıp giden 80 AŞK!
Bütün kadınlar gibi tek bir aşkla yetinecekken, neydi seni 80 aşka iten... Nasıl büyüdün sen o elma ağacından düştükten sonra... Nasıl koştun o sokakları... Nasıl yürüdün kaldırımlarda, kimlerle karşılaştın okuyup da adam olamadığın sıralarda...
Aysev, çocukluğumun oyun arkadaşı. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuğu. Elimizde bebekler, onlara giydirilen mendil elbiseler ve bir eşi olmayan küpeler, bozulmuş kolye uçları ve boncuklar... Ne zaman büyüdük biz. Nasıl bu kadar acımasız bir dünyada karşılaştık yeniden.
 Neydi o durakta o kadınla beni karşı karşıya getiren... Ondan sana uzanan hikaye neydi Aysev... Neydi benim öykümü senden, seninkini benden farklı kılan. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuklarıydık biz. Beni hayatın içinde bir kadın olarak var eden ve seni hayat kadını olmaya iten neydi Aysev.
Gazete haberlerinde okuduğum o otel odasında 'aşığı tarafından 8 bıçak darbesi alan hayat kadını' başlığının kırmızı neon ışıkları ile duvarına yazılan 'aşk yuvası'na takılı kalıyor gözüm... Sen her oyunda yuvanda bir anne olmayı dilerdin... İçi boşaltılmış bir sevdanın, kenara itilmiş bez bebeklerinden biri gibi, saçları dağılmış, üstü başı parçalanmış, gözleri oyulmuş bir halde hayatın ortasına bırakılmasaydın aşıklarından biri tarafından acımasızca sonlanır mı hikayen yine de... Ve ben o sabah, o kadında görmesem yüzünü, gözlerini ve bana; "sana ne be" deyişini... Sahiden Aysev... Dile gelip söylesene... Bize ne mi... Yoksa bize mi her şey. Anlatmak istediklerin aslında hep bize miydi senin ve senin gibi aşıkları tarafından öldürülmesi hak görülen o yolun yolcularının öyküleri hep bize miydi... Biz mi yazmayı bilemedik Aysev... Biz mi okuyamadık... Biz mi anlayamadık... Dile gelsen de söyleyebilsen keşke Aysev... Belki, belki bu sefer, belki de ilk defa anlardık ölümün diz çökmüşlüğünü... Belki acımaktan fazlasını yapardık. Belki bize dokunmayan yılanın başını ezerdik, senden farklı bir çocukluk yaşamadığımız için. Hem yaşasak ne fark ederdi ki Aysev... Bir zamanlar hepimiz sokaklarda evcilik oynayıp da anne olmayı kuran güzel yüzlü çocuklar değil miydik.

***



Bazı şeyler eksik kalsın isteriz. İsteriz ki, o hikayeyi okuyup geçip gidelim. Ama bir de gerçekler var... Üçüncü sayfa haberlerinin gerçeği. Çoğalıyorlar, artıyorlar, sanki dil birliği yapılmışcasına meşrulaştırılıyorlar... Bir öykü başlamışım sonu gelmemiş, üzerinde çalışamamışım. Arşivi karıştırırken buldum, 2009 yılında Ağustos ayında  düşmüş taslağa... Okuyunca,  Aydan Atlaya Kedi'nin yazısını hatırladım. Yorum olarak şunu yazmıştım:

nasıl da anlamsız kalıyor iyi dilekler... gün be gün artıyor şiddet ve sadece üzülmekle kalınıyor. temenni cümleleri havada asılı. kimse o cümlelere sahip çıkamıyor. geçen biri demişti; üzülme süremiz bile kısaldı öylesine sıradan artık ölümler.


Değişen olmamış... Kadınların sayısı artmış.. Bıçak darbeleri çoğalmış... Yorumda da yazdığım gibi azalan bir tek üzülme süremiz olmuş. Bir de bu öykü ile diğerlerini ayıran: Aysev bir hayat kadınıymış!


görsel / deviantart

09 Eylül 2011

Hayatla Sevişmek



Geceleri açık fırın görünce içinde birden ekmek alma isteği uyananlardan mısınız?
Yani bütün dertlerine, sıkıntılarına karşın hayatı seven, hayatla sevişenlerden misiniz?...

Size biraz anlamsız gelebilir ama benim garip bir Haşmet Babaoğlu okuma alışkanlığım var... Aylarca aklıma bile gelmiyor onu okumak. Sonra aniden, hiç de sebep yokken neler yazıyor bu adam diyorum. Onlarca birikmiş yazılarına şöyle bir göz atarken sihrine kapıldığım kelimelerin ardından gidiyorum. Bu seferki kelimeler; Fotoğraflar, ağaçlar ve biz...

Kendi yazıma başlık seçtiğim kelimelerin algılanma açısından taşıyacağı tüm risklere hazırlıklıyım. Sevişmek tabu bazı beyinlerde. Oysa sevişmek yürek işi, becerebilene tabii... Her şeye rağmen sevmek, her şeyiyle sevmek, ille ki sevmek gerek hayatı. Belki de en önemlisi; yoğrulmak, tüm duyguları harmanlamak ille de ürpermek gerek hayatın karşısında. Tıpkı sevişirken; yıkılmaz o koca benliğinizin bir parmak ucunun değişi ile sarsılması gibi...

Maya'nın bir önceki yazıma yazdıklarına takılı kaldım uzun süre... Bu sabah Babaoğlu'nu okurken aklıma takılan ve bu yazıyı yazmama sebep sorularına verilmiş bir cevap gibiydi: "yüreği kocaman olanlar her şeyi kocaman yaşar. acıyı da, sevinci de, ağlamayı da gülmeyi de...

Başı boş sokaklarda yüreği çizikler içinde, elini kolunu sallayarak gezen koca yüreklilere -bütün dertlerine, sıkıntılarına, tasalarına, endişelerine yani hayatı olumsuzlayıp, yaşamaya es verdiren negatifliklere- iyi gelir; bir gece vakti fırının birinin önünden geçerken çıtırtısı köşe başından duyulan buram buram bir somun ekmeğin kokusu...




görsel / Taş Fırın

08 Eylül 2011

Ufak Şeyler



Ufacık şeylere kocaman tepkiler veriyorum... Koca yüreklisin deseler de bazen ufacık şeyleri yüreğime sığdıramıyorum. Enerjim düşüyor, ışığımsa hemen soluyor. Kısa zaman içinde yeniden koşuştururken soran gözlerle bakanlara, enerjimi kıskanacağınıza sabahları gülümseyerek uyanın diyorum. Gülümsemenin sihrine inanıyorum. Çevremdekileri sıklıkla bana teşekkür ederken duyuyorum. Onlar teşekkür ettikçe teşekkürlerim çoğalıyor daha da kocaman gülümsüyorum. Söylemiş miydim, bu kadar kocaman gülümseyen ben kolaylıkla ağlıyorum. 



görsel / deviantart

07 Eylül 2011

Aynadaki Aşk



İnsanın en büyük mutluluğu unuttuğu kendiyle karşılaşması galiba hiç beklemediği bir anda... 
Adına ne dersen de, AŞK olunca içinde bir başka bakıyorsun hayata. 
Anlamlandırdığından çok başka yere götürüyor seni gördüklerin. 
Sen heyecanlarına yenik düşüp, içindeki yeni yetmeye söz geçiremezsen de, içinin başka bir yerinde soluklanan kadını dürtüveriyor köşe başında oyun oynamak isteyen çocuk... 
Gülümsüyorsun hayatın denkliğine; bir gün bir yerde unuttuğun bir sesle çıkıveriyor hayat yine karşına. 
Ve sen seviyorsun kendini, ilk günkü gibi... 
AŞKla... 



ne güzel bir aynasın bir bilsen...




görsel / deviantart

04 Eylül 2011

İki Kişi




"İki kişi birbirini çok sevse bile bu yetmeyebilir mi?"

Seyrettiğim diziden bir replik... Seyrettiğim dediysem ne adını biliyorum ne de konusunu... Oradan oraya gezinirken denk geldi cümle... Yazdım bir kenara, üzerine bir gün yazmak için. Kaldı öylece... 

Balkonda oturmuş Eylül'ün gelişine, onun az önce ellerimi tutup "ben istemez miydim bu gece sen de olasın" deyişine, havalar serinlediği için üzerime aldığım şala tutunan anılara gülümserken aklıma düşüyor cümle:

"İki kişi birbirini çok sevse bile bu yetmeyebilir mi?"

Üzerine ne çok şey düşündüm... En çok da geçen yıl bu zamanları... Sevmenin, ve hatta aşık olmanın tek başına yetemediği o zamanları. Balkonda -artık manzarası boş bir araziden okula dönen o balkonda- oturmuş; Eylül'ün gelişine, onun az önce ellerimi tutup "ben istemez miydim bu gece sen de olasın" deyişine, havalar serinlediği için üzerime aldığım şala tutunan anılara gülümserken çok sevdiğim bir adamın da dediği gibi, akıp giden zamana not alıyorum. Zamansızca aklıma düşüşüne bir anlam yüklemek istesem, bu kesinlikle özlemek olurdu biliyorum.  Ya da onun hep dillendirdiği gibi, özlemek bir bütünü ve parça parça her bir anı... 

"İki kişi birbirini çok sevse bile bu yetmeyebilir mi?"
Yetmeyebilir...
Yetmez!
Sevmek;
özlemek gibidir,
bir bütünde ve parça parça her bir an'dadır.




görsel / deviantart



31 Ağustos 2011

Günler Geçip Gidiyor

Bir bayram daha geçiyor... Sabahın erken saatlerinde başlayan bayram ziyaretlerinin sohbetine doyum olmuyor. Günlük koşuşturmanın yanında deniz kenarında olmanın da verdiği bir rahatlıkla misafirler gider gitmez plaj kıyafetleri kaldığı yerden hükmünü sürüyor. Havlular omza atılmış, deniz gözlükleri aranırken; kendinden önce sesi gelenler bu sefer kahkahalarla karşılanıyor, ne de olsa ev halkı suç üstü yakalandı, gelenler de bu fırsatı değerlendirip bir kahkaha daha patlatıyorlar: Nasıl da yakaladık...

Bilmem kaçıncı kahvelere bilmem kaçıncı fallar eşlik ediyor. Dilenen hep aynı; iyiler güzeller olsun kötüler bizden uzak dursun...

Öğle sıcağı bastırınca kapış kapış giden gazetelerden birinin üçüncü sayfasındayım... Kara bir bulut gibi çöküyor kelimeler yüreğime... Sıkışıyor... Ağrıyor... Acı sanki her yerde. Söyler misiniz ne oldu o iyi dileklere. 

Telefonun susmayan öbür ucunda bir ses "ben seni hiç unutmadım, senin yerin çok başka" diyor. Gözlerim doluyor. Ben de unutmadım ama... aramak nedense hiç aklıma gelmiyor. Yüreği sahte olmayan insanlardan o... işi düştüğü için değil, yüreğine düştüğüm için arıyor. Ziyaretime geleceğine söz veriyor. Gülümsemem yüzümde asılı kalıyor. Eskiye gidiyorum, onun da içinde yer aldığı anılar yumağını kucağımda buluyorum. Bir kedi misali oyun oynayıp keyif almayı ne zaman öğrendim sahi ben?

Bir bayram daha gelip geçiyor. Eski bayramların tadı yok diyenlere, yenisinden tat almayı öğrenin derken buluyorum kendimi. Anılar güzel elbet, o anılarda yer edenlerin olmayışından belki de özlem duymak. Ama yarın, yeni anılar olacak bugünün de tadını çıkartmayı öğrenmek gerek.

Tüm bunları kaleme alırken, gülümseyen halimi yakalıyorum... Ben son zamanlarda daha sık gülümsüyorum. Aşkın yüreğimde olduğunu fark ettiğimden beridir, eskiye de, yeniye de, olana da, bitene de... hep gülümsüyorum... Ben gülümsedikçe hayat da bana gülümsüyormuş gibi garip bir fikre kapılıyorum. 




29 Ağustos 2011

Pamuklara Sarılmak



en nazlı gününüzde
kuş tüyü yastıklara gömülüp
kalkmak istemezsiniz ya yataktan
yüreğiniz pamuklara sarılsın da 
hiç kırılmasın istersiniz ya yorganı usulca üzerinize alırken

sonra aniden hiç beklemedik bir anda
içten sımsıcak bir öpücükle uyandırıldığınızda 
yüzünüzde kocaman bir gülümseme ile yeniden doğmuş gibi olursunuz ya 

öyledir bayramlar anne babayla olunca

***

iyi ki ben hala çocuğum dediğim bir bayrama açacağım gözlerimi yarın sabah

siz de kendinizi özel hissettiğiniz bir yerde olun dilerim
yüreğinizce olsun bayramınız
yüzünüz gülsün kocaman

***
sizlere bir de ikramım var
bayram şekeri niyetine beş altın kural

 1. Kalbinizi nefretten uzak tutun 
2. Beyninizi telaşlardan uzak tutun. 
3. Basit yaşayın 
4. Daha fazla verici olun. 
5. Daha az bekleyin.













görsel / buradan

22 Ağustos 2011

Şanslı Olmak




Ortak bir arkadaşımızdan dönerken uğramak istemiş.

"Buyur gel" diyorum. Kahve kokusu evi sardığında kapı çalıyor. Kahve dediğinin hatrı 40 yıl, içmesi bilemedin 10 dakika... Kahveler biter bitmez neredeyse yanyana uzanmış sohbet ederken buluyoruz kendimizi. Aramızdaki kıvılcımları görmezden gelmemizin sebebi, konuştuğumuz konunun ağırlığı: çocuk

"Nasıl olur da anne olmayı istemezsin" diyor. Gülümsüyorum. "Ben şanslı bir çocuktum. Hayat bana torpil yaptı hep. Güzel şeyler sunuldu bana. Anlayacağın kim olsa ben olurdu, hatta şöyle bir değerlendirirsen ben vasat bile sayılırım. Galiba bu vasatlıkla bir çocuğa tek başına annelik yapamayacağıma kendimi inandırdım. Beni tanısan bazen ne kadar ikna edeci olabildiğime şaşardın" diyorum. Dönüp ona sarılmak istesem de, uzandığım yere biraz daha gömülüyorum. 

"Kendine haksızlık etme" diyor. "Hayatın sana sundukları değil, sunulanlar içinde senin tercihlerindir seni sen yapan. Sen iyi tercihler yapmışsın." Hatalarımı üst üste koyarken ondan gelen masum bir öpücük ile yayılıveriyor sımsıcak bir duygu: şefkat

Uzun saatler geçiyor. Konu konuyu açıyor. Eski karısını, çocuklarını ve kendini anlatıyor... Saatler geçiyor... Kendimi anlatıyorum. Eski eşimi, hayallerimi... Yıkıntılarım bu sefer hiç mevzu bahis olmuyor. O dinliyor. Ben kendi kendime seviniyorum. Geçip gitmişim köprülerden, bir su gibi akabilmişim. Yıkıntılarımın yerinde sonsuz bir çimen filizi. İnsan kaç kez yeşerir sahi?

Saatler geçiyor, öylesine ki, sabahın ilk ışıkları yarı açık pencereden süzülüp geliyor. Yüzümde bir gülümseme ile ona bakıyorum... "İnsanın sol yanıyla derdi ne biliyor musun" diye soruyorum. "Senin bildiğini bilmediğime eminim" diyor. "Sol yanına güvenmek istiyor insan" diyorum. Sözün bittiği yerde, o güçlü kolları ile "biliyormuşum" der gibi beni sarıyor. Pencereden süzülüp gelen güneş gözümün içindeyken, usulca bir hareketle dudaklarını dudaklarıma değdiriyor. "Gün aydı" diyor.... Alışılmadık bir ses tonuyla selamlıyor sabahı, o tondan devam ediyorum günü misafir etmeye... Uzandığımız yer kayıp gidiyor altımızdan, güneş çekiliyor huzurdan... Usulca kalkıyorum yataktan, el değmemiş bir duyguyu büyütüyoruz beraberce: saygı

Onu kapıdan uğurlarken, gittiği yeri biliyorum. Mantığımın söylediği o süslü kelimelere sırtını dönüveriyor yürek, oyun bozanlık ediyor. Elleri yüzümde öylece duruyoruz kapı önünde.Yüreğinin ucundaki çıkmıyor, çıksın diye ben ısrar etmiyorum. Duruyoruz, zamanın durmasını dileyecek kadar bir süre geçiyor. Dudaklarını dudaklarıma belli belirsiz dokundururken; "Şimdi git" diyorum, "dönersen bana, gidersen kendine ulaş." 

Kapıyı kapatır kapatmaz, elimi yüreğimin üzerine koyup şükrediyorum: Ben şanslı bir çocuğum. Senin şanslı çocuğun.

Telefonumun çalması ile kendime geliyorum. Zaman şimdiyi gösteriyor. Beni çekip alıyor geçmişin izinden, "dün gece" diyor telefondaki ses heyecanla..."Senle ilgili öyle güzel şeyler söyledi ki... Saate aldırmadan arayacaktım ama uyandırmaya kıyamadım." O, onun bana geldiğini bilmiyor. Sabaha varan sohbetten habersiz... Az önce onu uğurlarken ki sesimin titremesi geçmiş, gülümsüyorum, susup dinlemeyi öğrendim. Heyecanı kursağında kalsın istemedim. "Bu iş kesin olacak" diye devam ediyor. "Oldu" diyemiyorum. Olan şeyden onun mutlu olmayacağını hissediyorum. Susuyorum. Olan şeylerin sonuçlarını zaman geçince gördüğümü öğrendiğimden beri, ağlamayı bıraktım. Olan benim yüreğimden geçtiği gibi olmuyorsa, bir sebebi vardır, buna inanıyorum. Ben sadece, o sebebi, en yakında zamanda görebilmeyi diliyorum. Telefonu kapatırken "hayırlısı" diyorum. "Hayırlısı" diyor. Gülüşüyoruz. Onun hayrı ile benim hayrım aynı yere çıkacak mı sorusunu, bir işaret ile çengel gibi günün ortasına asıyorum. 




görsel / deviantart

10 Ağustos 2011

Sadece Sen Ol Yüreğimde


Yaşamın kendi rutin akışında,  bazen bir kahve içimlik sohbetlere karışıyoruz seninle, bazen uzun sahil yürüyüşlerinin iyotu oluyorsun buram buram... Rakı sofrasında gelip karşıma oturuyorsun en çok… Ya da bir kadeh kırmızı şarabı elime alıp köşe koltuğuma uzanınca, uzanıveriyorsun yanıma... İyi dileklerimizi esirgemeyip yolumuza devam ediyoruz kaldığımız yerden. Yaralar açarken birlikteydik diye herhalde, kapatırken de karşılaşıyoruz her seferinde…


Olur olmadık zamanlarda düşüyorsun aklıma;
İçimden geçense hep aynı:
Gene mi çıktın karşıma...



Durup dururken bir köşeden gülümsüyorsun
İçimi kıpırdatıyorsun aniden
İyi yapıyorsun be yüreğimin sevgisi
Her şeye rağmen iyi geliyorsun sen bana…
Hep ol yarınlarımda...
Hep ol, şimdiki gibi...





________________________________
Fotoğraf  / deviantART

İlk Yayın Tarihi - Şubat 2010

07 Ağustos 2011

Bir Amerika Klasiği: Coney Island





Brooklyn'in güneyine doğru uzun bir metro yolculuğu ile vardığımızda ilk durağımız aquarium olacaktı. Yol uzundu ve elimdeki kitap yolu kısaltıyordu. Dalmıştım... Ta ki, az ileride bana gözlerini dikmiş, elinde market arabasına benzer bir araba ile oturacak onca yer olmasına rağmen ayakta durmakta zorluk çeken o adamı fark edinceye kadar. O bakış beni kitaptan uzaklaştırıp, belki de hayatım boyunca bir kez daha gelmeyeceğim bu yeri görmemi sağlamıştı. Burası öyle bir yer olacaktı ki; gün içinde hevesle işaretlenen bir programa, başlamasından 15 dakika önce soluk soluğa varacak ve  kendimle ilgili bir gerçeğin altı orada çizildiğinde, kendimi bir kez daha şaşırtacaktım.












Yolun son yarım saatini pencereden geçen görüntüler üzerine düşünerek geçirdim. Kaldığımız yerlere oranla epeyce kirli olan ortama bir de bir türlü güven duyamayacağınız insan tiplemeleri eklenince, "getto" denilen şey bu olsa gerek diye düşünmedim değil. Bunu düşünmek, neden burayı tercih ettim diye sordursa da... "Sex and The City" kızlarının bile bir kere de olsa yürüdüğü o ahşap iskelede yürümesem ve dans etmesem olmazdı cevabı o anda yeterince tatmin edici gelecekti. Ayrıca günün bonusu bir beyzbol maçıydı. hatırlarsanız yazının başlığında da uyarmıştım: Bir Amerika Klasiği yaşayacaktım. 



Yenilecek hotdog, içilecek bira ve izlenecek beyzbol maçının yanı sıra filmlere sahne olmuş, girilemeyecek kadar pis bir denizi olmasına rağmen, sonsuz gözüken kumsalında iğne atsan yere değmeyecek olan bu kara ada ilginç insanları için bile gidilmeye değer diye not düştüğüm bir güne ev sahipliği yaptı. 




Gezi notlarım arasında; buraya giderken ya da belki de dönüşünde yazdığım iki satır beni bugün bu yazıyı yazarken daha çok düşündürdü aslında:

düşünmek kendini bulmaksa
yürümek kendine varmaktır

Siz de hayatın bir yerine takılıp kaldıysanız benim gibi... Yürümeyi deneyin...  Bazen kendini bulmak bir işe yaramıyor çünkü... Kendini bulduğun o yere gitmek de gerekiyor. Yolculuğun keyfine varabilmekse galiba şu yaşadığımız hayatın ödülü oluyor.

Ben güzel bir pazar günü geçirdim... Ben bu sabah; "evyen nerde" diyen sesten yola çıktım. Vardığım yeri sevdim.





31 Temmuz 2011

Statue of Liberty & Ellis Island Yolcusu Kalmasın

Hakkında bildiğim üç beş kelime dışında, zihnime kazınmış görüntüsü ile taaa oralara gitmişken, onu ziyaret etmesem, uzaktan gördüğüm ile yetinip dönsem olmazdı. Ben hariç herkes ziyaret ettiği için de, elimde Top 10 New York City kitapcığım, kulağımda Madeleine Peyroux ile düştüm yollara. Her sabah olduğu gibi, bendeniz “early bird” olarak sabahın altısında ayaktaydım ve ne yazık ki bu diyarlarda erkenci kuşlara otopark indirimi dışında pek de bir ayrıcalık tanınmıyordu. Evimizin hemen yanındaki Starbucks’tan incecik insanlar için yaratılmış büyük boy kahvemi alarak güne başladım, zira incecik olmak için onu içmek gerekiyorsa katlanacak kadar da ince idim. Saat sekizi gösterdiğinde, 3rd ave. 33rd st. den beni Statue of Liberty ve Ellis Island’a götürecek olan feribotun kalktığı iskeleye varmamı sağlayacak metroya bindiğimde, sokaklar hareketlenmeye başlamıştı.



Bir gün önceden randevumu alıp gittiğimin ve hatta o randevu saatinden bile önce orada olduğumun ne kadar iyi bir karar olduğunu dönüş saatindeki kuyruğu görünce anlayacaktım. Elimde internetten alınmış biletim ile Battery Park’a vardım. 3,5 dolar verdiğim 250 cc suyun plastiğini yiyesim geldi ama zararlı olur diye yapmadım.

Rotası önceden belirlenmiş gezimi tabi ki feribotun üst katında gerçekleştirdim. Boğazın tadını almış ve özenle anılarına kazımış biri olarak, içimde bir yerin sızlanışına yürek kabartmadım. Gözlerimi bir an için kapadım ve açtığımda uzaktan görüp bildiğim o kadına yaklaşmakta olduğumu fark ettim. 








İtiraf etmeliyim ki, beni Özgürlük Anıtından daha çok heyecandıran Ellis Adası'na varmak için sabırsızlanıyordum... Bundan sonrasında söz sussun, fotoğraflar fısıldasın isterim.  






























Dönüş yolunda daha önce okuduğum bilgileri süzüyor, gördüklerim ve yaşadıklarımla kendime yeni anlamlar çıkartıyor ve yüzümde kocaman bir gülümseme ile Bayan Özgürlüğe veda ediyordum. Bilir misiniz bilmem; 


Özgürlük heykeli, 1886'da Fransızlar tarafından politik özgürlüğün ve ülkeler arası dostluğun simgesi olarak Amerika'ya hediye edilmiştir. Anıt aslında Fransızlar tarafından Suveyş Kanalı’nın açılışından dolayı Osmanlı imparatorluğuna bağlı olan olan Mısır Valisi Kavalalalı Mehmet Ali Paşa’ya hediye edilmek üzere tasarlanmış. Ancak Fransa heykeli gönderememiş ve yıllar sonra elinde meşale ile dimdik duran özgürlük heykelini ABD’ye hediye etmiş. 

Aklından bir tek geçiren ben miyim? O heykel bize hediye edilebilmiş olsaydı, daha özgür bir ülke olabilir miydik?

Ellis Adasın'a gelince… Ufak sessiz bir ada Ellis. Orada ama yok gibi… 1892-1943 yılları arasında göçmenlerin ülkeye giriş yaptığı tek yer ve bugünkü teknolojinin imkanları ile kendi soyunuza ulaşıp, soyağacınızın dallarını bugüne taşıyabildiğiniz yaşamaya devam eden bir müze. Onlarca fotoğraftan fotoğrafladığım kareler müzenin koridorlarında yürürken duyacağınız seslerle adeta canlanıyor ve size o günlerin acılarını, umutlarını ve hayallerini taşıyor.

Dönüş yolculuğu kıyıya yaklaştıkça kendi iç sesimin çığlık çığlık olduğu bir anılar topluluğuna dönüşüyor.Bu deneyimden sonra rüya kent Newyork ve Manhattan gözüme daha bir farklı gözüküyor. Sokaklarında yürürken insan yüzlerinde geçmişin izlerini aradığımı fark ediyorum. Beni uyarıp bugüne getiren ise, kendi ülkemin özgürlük savaşının ve göçlerinin türküleri oluyor. Bir metro istasyonunda, kendimi şarkı söylerken buluyorum. Yüzümde alabildiğine bir umut. Gülümsemeye devam ediyorum. Kendi soyağacımın yaşayanlarına sıkıca sarılabileceğim için yaklaşık bir saat sürecek olan yolculuğumun tadını bu sefer de Buika ile katmerliyorum.










30 Temmuz 2011

Güneş Az Önce Battı

 "Öyle çok yanar ki canın, 
dünyadaki bütün suçları işlediğini sanırsın; 
oysa sadece sevmişsindir." 
Damdaki Kemancı - 1971.





Güneşin batışına denk geldim... 
Turuncusunu görsen söverdin,
sırf senden daha güzel diye.


Hoş ben bu aralar elime diken batsa sövüyorum.
Yüreğimin nasırı elimde bile yok diye.





29 Temmuz 2011

Kuşlar Üzerine




içimin kuşları uçuyor
havada ağır bir yalnızlık kokusu
içime çeksem!
yüreğim yanar

söylesene
teller sadece eski zaman telgrafları için midir 

başım önüme eğik bugün
içime çektiğim hava ağır ya
şair olsam bağırasım gelir 
insanım ağlayasım geliyor

kurşun gibi bir yaradır yalnızlık 

içimin kuşlarına sözüm geçse
uçmayın derdim
ve hatta unutun uçmaya dair bildiğiniz ne varsa

doğasında uçmak olanla
yüreğinde sevmek olanı kıyaslasam
sevme desem
sevme böyle havalarda

kuş bu
uçar kanadını kırma pahasına
yüreği de buradan yola çıkıp sen kıyasla




görsel / zeynepinyeri

Bırakmak




Bir gündoğumuna bıraktım yarınlarımı bu sabah,
çocukların şen sesleri, ve o bahçe, ve o deniz artık bana çok uzak...


Akşamüstülerin günbatımlarında buluyorum dünlerimi...
Bir içki masasına katık edilen kahkahalar, 
ve o yağmur ve o çamlık artık bana çok uzak...


Geceleri yıldızlara emanet ettim umudumu, 
kayıp gittiler bilinmeze bir gözyaşı vakti,
beklemeler artık bana çok uzak...

Yorgunum anla,
çok yorgunum hayat!







İlk Yayın Tarihi: 13 Temmuz 2010, Yorgun


28 Temmuz 2011

Nihayet

İnsanın kendi ile konuşmaları da bir yere kadar... 
Mantık denen şey, yok! 
Yüreğini dinle. 
Onca cümle arasından altı çizilenin, 
"yeterince istemiyorsundur da ondandır olmayışı"nı bi' düşün. 


Bugün güzel bir sabaha uyandım. Aklımda yukarıdaki cümle. (aşağı yukarı böyle bir cümleydi.) Sonra Newyork fotoğraflarına baktım. Neden oraya dair yazmayı bırakmıştım ki... (üzerinde pek durmadım, zamanını bekle dedim) Brooklyn Bridge'de yürüdüm sabah sabah. İyi geldi. Newyork yazısını bulayım derken, yolum St. Croix'ya düştü. Yüzümde alabildiğine bir gülümseme. Hemen ardından Newberyport... (ah! aşık olduğum kasaba...) 

Bu sabah güzel başladı demiş miydim? (demişim, bu iyi bir şey...) Aklımda gecenin heyecanı. Yüzümde kocaman bir gülümseme. Gönlümün kırık yanını pamuklara sarıp sarmaladım. O'na emanet ettim. Hayırlısı dedim, güne başladım. Güzel geçer mi dersiniz... (Hayırlısına inanırsan, güzel olduğunu fark edersin. Ama istediğim olsun dersen, hayırlısı ise bile mutlu olman zor be canım kendim)



26 Temmuz 2011

Sahipsiz Kalan Duygular




Ne çok duygum sahipsiz kalmış diyorum... Susuyor.
Hayallerimin yarınları yok gibi diyorum... Susuyor.

Sahipsiz mektuplarımın kelimeleri, deniz kıyısına vurmuş yıldızlar gibi... Belki bir gün biri bulur diyorum. Ya bulmazsa diyor. Ne garip, tam da susması gerekirken, o en can acıtacak olanından söze giriyor. Ben susuyorum, içim, bulur diyor. 

O bunu hiç bilmeyecek. Susmak bilmeyi istememektir. Konuşmaksa bilmediğin ne varsa yüzleşebilmek. Cesareti kırık insanla, kanadı kırık kuşu birbirine benzetmem boşuna değil benim. İkisi de bir çırpınış öteye gidemez. 

Günlerin sıcağı içimin kavrukluğu ile birleştiğinden midir bilmem... Yüreğimin turuncusunda saklı kahverengi bir hüzün var. Ne kadar üzerini örtersem örteyim, an geliyor çıkıveriyor filizlenme telaşında olan fasulyeler gibi...    Pamukların arasında baş veren filizler, neden soruları gibi peşi sıra birbirini kovalıyor. 

Ben böyle düşünürken ve elbet bazılarını dillendirirken, bunu sadece sevdaya yükleyenler oluyor. Susuyorum. Öfkemin de sahipsiz kalan duygularımdan biri olduğunun altını çizmek istemiyorum. Hem kim karşısındakini tam olarak anlayabilir ki... 

Hayatın müşterek yanını seviyorum... Kimden, nasıl ve hangi yüreğe hizmet geçti bu duygu bana bilmiyorum. Bugünlerde sıklıkla hayatın müşterek yanından kendime çıkaramadığım paylara kızıyorum. Kendimle yaptığım hesapların, hayatla denk gelmeyişi; muhasebeye olmayan yatkınlığımla açıklanabilecekse de...  Artık bir şeylerin hesabını yapabilmeyi, hayatı müşterek yaşarken kefenin ağırlığını üzerimde hissetmemeyi diliyorum. Sen buna önemsenmek, düşünülmek, aranmak, sorulmak, merak edildiği için uykusuz kalmak falan da diyebilirsin. Ben buna birilerini düşünmekten, çaba harcamaktan, özenmekten, sakınmaktan, aramaktan, merak etmekten yorulmak diyorum. Hayat müşterekse... Benim uzatmaktan yorgun düşen elim burada. Yüreğiminse yeri hiç değişmedi. Bunu fark etmeni bekliyor ve susuyorum. 



22 Temmuz 2011

Beni Yalnız Bırakın



İnsan kendini planlı bir şekilde, adım adım, gün be gün yani, yalnızlaştırabilir mi? Herkesi kendinden uzakta bir köşeye kendi sessizliklerinde yitip gitsinler diye bırakabilir mi? Onlarca sessizleştirilen her bir kelime, büyüyüp büyüyüp de akla, yüreğe, dile, güne sığmaz olup da insanı boğabilir mi? Yüreğin sıkıştığı zamanlara sığdırdığın nefes burnunun ucunda bir sızıya dönüşebilir mi?

İnsan kendini durup dururken ölümü düşünecek kadar başkalaştırıp, kendinin kendinden yitip gitmesine seyirci kalabilir mi? Peki bir kedi edinsen sen öldüğünde komşular seni kokmadan bulup da mezara koyabilir mi?

Hayat bir yerden sana gülümserken başka bir yerinden kan ağlayabilir mi?

Bu durumda yüzünde bir gülümseme, yüreğinde bir ağlama sesiyle kalabalığa karıştığında, herkes senin dertsiz olduğunu sanabilir mi? 

Palyaço gibi boyalı bir gülüşte, giderek derinleşen bir hüzün ne kadar saklı kalabilir ki? 

Diyelim ki, saklısındasın o gülüşün, gözlerin seni ele vermeden durabilir mi?



görsel / deviantart

15 Temmuz 2011

Evlilik Bir Sürpriz midir?




Zaman zaman dilek tutarsın ya içinden, bazen de öylece aklından geçiveren bir cümledir ve bazen bir isyanın ortasındaki bir cümlende saklıdır ya dileğin... Tanrı'nın işi gücü yoktur, böyle zamanlarda duyar seni. Sen isyanını hatırlar dileğini unutursun... Sen aklından geçirdim zannettiğinde yüreğindendir aslında geçen ve dedim ya işte, Tanrı sen fısıldarken duyar sesini. 

Duyar ve bekler... Sen de beklemeyi bilirsen, sürprizler olur yaşamda. Sürpriz öyle büyüktür ki, ağzından çıkıverir "bak sen şu Allah'ın işine" cümlesi... Farkında değilsindir ama senin işindir o. Sen diledin diyedir. İstedin ve sabırla bekledin diyedir. Belki bir gündür... Belki koca bir ömürdür. Sen sen olmayı bıraktığın, o da kendinden vazgeçebildiği içindir olan biten ne varsa... Bir olmak derim ben buna. Ondan dileyip, Ona dönüşmektir sürprizin aslı; Aşk olmaktır bir bakıma...


10 Temmuz 2011

Düşün Ayrıntısı

Bazen detaylarda kaybolur insan...

Kendi kendime geçen bir günü düşündüm gece gece
Kendi kendine kalınca insan
Daha fazla düşünecek şeyleri olur
Geçmişi düşünür
Şimdisine bakar
Geleceğine düş kurar


Baksa bile görmez önünün ilerisini...

Öylesine gömülür ki geçmişe
Şimdiye ve hatta geleceğe
Göremez burnunun ucunu

Böyle zamanlarım çok oldu
Dönüp bakıyorum da hep görmek istediğim gibi göreyim diyeymiş çabam

Deki gördün mü

Gördüm

Ama neyi...

(Buradan söylememe bence sen de müsaade etme)




Adım adım yürürken geleceğine...

Şimdisini es geçen oncanızdan biriyim bugünlerde
Geçmişe tutunmayı bırakalı çok olmadı
Gelecekle ilgili düşlerimse halen dile gelmiyor
Şimdide alsam nefesimi gam yemeyeceğim
Senin anlayacağın bildiğim sokaklarda yeniden kaybolmuş gibiyim



Unutur resmin bütününü...

Hepimiz insanoğluyuz işte günün sonunda
Unutuveriyoruz resmin bütününü

Şöyle bir gerinip de yaslamak gerek sırtını
Manzaraya karşı açmak kollarını

Almalı yanına en sevdiğini
Senden gitmek aklına  bile gelmeyeni

Bakmalı uzağa
Ta ki resmin bütünü gözün alabildiğine
Gözün önünde uzanıncaya kadar



07 Temmuz 2011

Üzülmedim Demek Mümkün mü Sence

Dün gece içime kıvılcım düştü...

Çektiğim onca fotoğraf şimdilik elimde yok... Yoklukla birlikte aklımdaki onlarca anı da sanki uçup gitti. Yokluk koca bir delik oldu bulutsuz gecenin derinliğinde. İçine çekti ne var ne yoksa. Yıldızlar çıktı birden bire ortaya. Yazmak gerek dedim, fotoğrafı yüreğine çizerken, kelimeleri o çizdiğine iliştirmek... Ama ben çizemem ki...

Elimdeki 8 GB ve 2 GB iki ayrı küçük mavi SD karta baktım. Onlarla konuşmadım. Ama içimden "ne istediniz" dedim. Cevap alacağımı falan düşündüğümden değil elbet ama üzüntümü başka nasıl dile getiririm bilemedim. 

Diğer 2 GBlik SD kart ise içindekileri bırakıp sessizce uzaklaştı. Arkadaşlarının bana ettiğine bir anlam verememiş olacak ki, giderken onlarla bile vedalaşmadı. Belki de "sizinki de kartlık mı şimdi" dese, onlar  da insafa gelir ve içindekileri masaya usulca bırakırdı. Öyle olmadı. 

Biraz sessizce bakındım etrafıma. Elimdeki mavilikleri bırakıp kanepeye uzandım az zaman sonra, maille gelen fotoğraflarda aradım avuntuyu. Dışımda ararken içimde buldum dinginliği ve MAVİ böylece yazılmış oldu işte. İçimde bir yer serinledi, ısındığım sularımda kaldığım yerden yol aldım. Sokak sokak düz gittim, anı anı yokuş çıktım, huzur huzur koştum. Kendimce anıları böylece yüreğime çizdim. Kelimeleri onlara kanat yaptım. Maviliğin içinde süzüldüler ben gülümseyen turuncu bir manolya oldum. Olmaz deme insan hüzünlendiğinde, vakti evvel yüreğine değenlerin kanat çırpınışlarındaki sırra akıl ermez bence. Ara sıra üzülmekten vazgeçip, senden gidenlerin, sende bıraktıklarına sarıl sessizce. Kuşların kanat çırpınışları ancak böyle duyulur yalnız gecelerde.