Bu öykünün bir başlangıçı var... Okumak istersen: İzüç
İziki (Onur)
Annemle bu konuyu hiç konuşmadık. Aklımın almadığı, yüreğimin sevmediği adamları severdi annem. Babamı hiç bilmedim ben. Kimdi? Süt içer miydi geceleri yatmadan önce benim gibi? Peki ya futbolu bilir miydi, öğretebilecek kadar? Hiç bilmedim, hiç soramadım. Annem babamı konuşmazdı. Babamla konuşur muydu bilmem..? Bildiğim, annem benimle hiç konuşmadı. Annemi anlayamazdım. Ya aşırı duygusal olurdu ya aşırı öfkeli. Ya aşırı korumacı, ya aşırı baskıcı, ya aşırı vurdumduymaz…
Neyi, nasıl, ne zaman, neden yapacağımı hiç bilemezdim. Hayata yenik başladım derdi sık sık. Bana bakar tekrarlardı cümlesini, hayata yenik başladık be Onurum. Beni hep Onurum diye sevdi, bir kere bile dokunmadan, hatırladığım kadarıyla yani, hani kendimi bildiğimden beri.
Annemin sürekli arayış içinde oluşunu ve güvensizliğini fark edememiş, kendine zarar veren sakarlık yaftasını kendimi hatırladığım en küçük yaşlarımda bile inandırıcı bulmamıştım. Annemin sıklıkla sergilediği aşırı korumacılığına geliştirdiğim tepki, baba arayışım içinde beni oradan oraya farklı farklı amcaların sahiplenişlerine kadar sürükledi. Annemin gösterdiği, korumacı tepkilerin anormalliğine bir anlam yükleyememem normal gelebilir. Çocuktum… daha küçücük bir çocuk... Savunmasız ve korunmasızdım. İhmal edilen çocuk yüreğim, annemin sürüklenişindeki arayışlara ve güvensizliğine giderek paralellik gösteriyordu. Kendimden kaçan kendimin teklik hali…
***
Herkes kötüydü. Herhangi bir adam, herhangi bir kadına göre her zaman çok daha kötüydü. Her adam, eldi bizim için. Her uzanan el çok, çok, çok kötü… Öğrendiğim ilk kelime de el oldu. İlkokula gittiğim zaman fark etmiştim ki benim dışımda hiçbir çocuk elin diğer anlamını bilmiyordu. Bunun bir övünç kaynağı mı yoksa bir utanç kaynağı mı olması gerektiğini kestirmem mümkün değildi. Üzerinde pek durmadığımı hatırlıyorum. El el oldu o günden sonra benim için de, tıpkı diğer çocuklar gibi önemsemedim. Ta ki dokuz yaşıma kadar…
Annem, yirmi beşinde doğurmuş beni, hatırladığım ilk adam- baba demeyi ne çok istemiştim- evimizden gittiğinde, annem günlerce ağladı. Gözyaşları yeşildi annemin. Acı yeşil diye bir renk olduğunu öğrendiğimde ben dokuz yaşındaydım. Hangi çocuk bilir ki, yeşilin acı bir tonu vardır. Ben, bilirdim. Annem ağladıkça ben de ağladım, onun nesi gitmişti bilemem, muhtemelen farklı sebeplerle, aynı adamın bizi terk edişine ağlıyorduk. Anne oğlun tek ortak noktası bir eldi. Yaşamak için tutunulan bir el.
***
Annem benim onun ağlayışlarına ağladığımı sana dururken, ben; beni seven, koruyup kollayan, sırdaşımın gidişine ağlıyordum. Çocukluğumun en güzel yıllarını, annemin yaklaşık iki yıl boyunca her gece; camın kenarında duran kahverengi, dokusu yer yer atmış kadife koltuğun, soyulmuş ahşap kolçağına sol kolunu uzatmış, üzerine düşmüş başını kaldırmak konusunda yeni doğmuş bir bebek gibi davranırken, cılız bedeninin küçülerek olduğu yere gömülmesini seyrederek geçirdim. Bu durumun, bir çocuk için nasıl da içinden çıkılmaz bir karmaşa olduğunu hayal bile edemezsiniz. Sığınacağınız tek dal koltuğa gömülü ve görünen kısacık kısmında derin, karanlık, ürkütücü bir çatlak. Tıpkı içinizdeki kuyu gibi… Kuyuya hapsettikleriniz gibi. Tek istediğiniz bir kahraman olmak, onu oradan çıkarıp kurtaracak kadar süper güçleri olan bir çocuk kahraman. Bari kendinizi kendi karanlık kuyularınızdan çekip çıkaracak kadar kahraman olabilseniz… Tanrıya inanabileceksiniz. Ama olamazsınız, üstelik her kahraman da sizin çocuk hayalinizdeki kadar iyi yürekli olmaz.
***
Annemi tanısanız severdiniz. Herkes severdi. Annem dışarıdan bakıldığında normal biriydi. Kimsenin onun evde sergilediği davranışlarının tuhaflığından şüpheleneceğini sanmıyorum. İlk başlarda her sabah saatler süren sabunlanması bana da tuhaf gelmemişti. Annem yıkanmayı seviyordu. Yıllar sonra, annemin arınma duygusu ile saatler süren sabunlanma bulmacasının parçalarını tamamlayabildiğimde; her sabah duşa girmek konusundaki hassasiyetini temizlik ile bağdaştırmamın yaptığım en büyük hata olduğunu da kavramış oldum: 30 yaşındaydım ve her sabah saatlerce sabunlanıyordum. Temizliğin tinsel bir boyutu vardı, ruh bir kere kirlendi mi, bir daha kolay kolay temizlenmiyordu.
***
On iki yaşıma geldiğimde, üç el tanımıştım bile. Annemin başarısız ilişki denemeleri, babamlı olan düşlerimi örseliyor, örselenen düşlerim, büyülü hikâyelerimi mutsuz sonlara taşıyordu. Sonu mutsuz biten her baba hayalimde, kendi çocukluğumun intiharları süsleniyordu. O yıllardan sonra uzun bir süre baba hayalim olmadı. Ahmet’in, son intiharım olduğunu bilsem, kesinlikle çok daha trajik bir ayrılık sahnesinin perdelenmesi için içimdeki oyuncuyu devleştirirdim o kapı kapanmadan hemen önce.
***
O yaşlar benim dokunulma arsızı olduğum yaşlardı. Dokunulma eylemini sevilme isteğimin yerine koymuştum. O sabah annem eve geldiğinde Ahmet’in kucağındaydım. Ahmet beni öpüyor, yanağımı okşuyor, akıllı bir çocuk olmam konusunda beni uyarıyordu. Böylece, beni çok sevecek ve istediğim futbol topunu alacaktı. Öylesine fiyakalı bir topum olduğunda, mahallenin çocukları babam yok diye yaptıkları alay eden konuşmalarını bırakıp benimle arkadaş olmak isteyecekti. Kararı ben verecektim. Kimi arkadaş seçersem, onunla top oynayacaktım. Teklikten, bütünlüğe giden yoldu Ahmet’in eli. Elinin izinden gidersem, mutlu çocukluğumun kapıları aralanacaktı. Öyle sanıyordum. Öyle olsun istiyordum. Ahmet’in dokunuşlarının tuhaf olduğunu bilsem de -çünkü daha önce de böyle dokunulmuştu bana- ben O’na inanmak istiyordum, güvenmek ve O’nun tarafından terk edilmemek. Bütünün bir parçası olma arzumdan dolayı, teklikten kurtulma hayalimle savaşan korkularımı bastırıyor, sevilmenin verdiği güçle içimdeki kuyuya bir taş daha atıyordum. Annemden saklanması gereken bir sırrım daha vardı artık. Annemden ve herkesten…
***
Giderek içime kapanmalarıma, sessizleşmelerime, derslerimdeki başarısızlığıma annemin dikkat kesilmemesi, Ahmet’in her şeyimle yakından ilgilenmesi, ondan korktukça ona yaklaştırıyordu beni. Bağımlılık, kara bir büyü gibi sarıyordu benliğimi. Dedim ya, dokunulma arsızı. Ahmet’in dokunuşlarının giderek dozu artan sertliğinin sevmekle ilgili olmadığını anlamama rağmen adını koyamıyordum. Üstelik cinsellik konuşulmaması gereken tükakaydı. Bir çocuğun ağzına kötü sözler söylediğinde biber sürülürdü ve böyle bir saçmalık dikkat çekmek için uydurulan koca bir yalandı ve cezası, sokağa çıkmamaktı. Bütün bunları üst üste koyunca Ahmet’in sevgisinin biraz abartılı bir sevgi olduğunu konusunda kendimi ikna edip, hem korku hem açlık hem de tuhaflık duygularımın harmanında devam ediyordum sırrımı korumaya. Bir kere kuyuya atılmıştı Midas’ın kulakları.
***
Kuyuya fısıldadığım sırrı yeryüzüne taşıyacak yağmur zamansızca yağdı. Ama ne yağmak… Annemin, hiç beklenmedik bir şekilde eve döndüğü gün; kalın, kaba, kısa, tırnakları yenmiş parmaklarının üzerindeki siyah tüyleri bacak aramda sinsi yılanların artan tıslamaları ile dolanıyordu. Giderek soğuyan bedenimi ısıtan kapının aralanmasıyla annemin gök gürlemesine benzeyen sesi mahalledeki her bir kapı deliğinden ve hatta açık pencerelerden, tülleri sıvazlayıp, sürünerek girdi, duvarlara çarptı. Yankılanan ses, geri dönüp kuyumun duvarlarını yıktı. Öylesine güçlü, öylesine yekti.
Annemin, beni Ahmet’in kucağından alıp koltuğa doğru bir atışı vardı ki, canımın acısında ettim ilk duvarları döven küfrümü. Ahmet’e anlamını bilmediğim onlarca kelimeyi ardı ardına savurduktan sonra, bir de tokat attı annem suratının tam ortasına. Çıkan sesten korkan bedenimin titreyişine el uzatsın istedim Ahmet, çekip kurtarsın beni korkularımdan. Ama o, yaşadığı şokun etkisi ile annemi kollarının arasına alıp bir iki sarsacak gibi oldu, sonra onu olduğu yere bıraktı. Annem, bir çuval gibi yığıldı. Ahmet, kapıdan çıktı gitti. Annemin sürünerek kahverengi koltuğuna gidişi ve gömülerek kayboluşu, sonrasındaki gecelerde, kâbuslarımın her türlüsünün ortak final sahnesiydi. Annem, her kâbusun sonunda sürünerek kahverengi koltukta kayboldu. Ben ona tutunmak istediğim her seferinde el izi kalan her bir parçalanmış etimi koparıp attım kör kuyulara. Annem kör kuyumun kapağıydı. İpini tutuyordum o kapağın, kuyunun dibindeydim. Açılmasın istiyordum. Kendi sırlarımdan boğulursam, kokmazdı bedenim. Tenimden yükselen kokuları bastırmak için her sabah yıkanmaya başladım. Saatlerce sabunlanıyordum. En çok da ellerimi yıkıyordum. Sanıyordum ki, çok yıkarsam, izi kalmaz…
***
Bir seferinde annemi ağlarken koltukta bıraktım. Odama doğru yürüdüğüm karanlık, koyu renk duvarların yarattığı darlıkta ilerlerken, el dediğini duydum, tokat gibi patladı yüzümde. Elime baktım, duvarlarda bıraktığım asidik terden, yürüdüğüm her adımda dökülen parçalara. Etlerim… Kendini bilemeden yaralanmış bir çocuktan kendi yaşadığını meşrulaştırmak isteyen bir ergene giden yolda, elimin izi kalıyordu. Sana öğrettiğim ilk kelimeyi nasıl unutursun, ikinci bir tokattı diğer yanağımı uzattığımda yediğim. Ağlıyordu. Hiç bilmediğim tonda bir ses çıkartarak, ağlıyordu. Bir tek köpekler öyle ağlar sanırdım, fırtınalı gecelerin uğultusunda, bir tek dişi köpekler ağlar öylesine acıyla.
***
Ahmet giderken, annemin son zerresini de yanında götürmüştü. Annemin yerini yokluk aldı. Şimdi beni kim sevecekti? Ahmet de gitmişti. Ağlıyordum. Annem hiç var olmamış gibiydi. Annemin kendine dönük yakarışlarında beni görmesi mümkün değildi. Kendi acısına öyle bir gömülmüştü ki; acı kahve koltuğu mezarı gibi duruyordu. Bir çocuğun öğrendiği renkler doğada da var olmalı değil mi, ilk onlara açmalı gözünü bir çocuk. Sarıyı papatyalardan öğrenmeli mesela, yeşili ilkbaharın yapraklarından, maviyi denizlerden… Ben diğer çocuklardan farklıydım. Ben acıyı öğrenmiştim. En kahve, en yeşil acıyı… O gece yastığımın şahitliğinde, beni sevecek birini bulmaya ant içtim.
30 yaşına geldiğimde, kendime beni sevecek 4 çocuk bulmuştum. Dokunulma arsızlığım yerini daha derin, daha güçlü yıkılmaz duvarları olan kuyuma, dokunma arsızlığına bırakmıştı. İçimdeki sevilme isteğini, severek kapatmaya çabalıyordum. Çok seversem, çok sevilebilirdim. Sonunda, biri beni öyle çok sevmişti ki, olaylar olup bittiği zaman bile bir tek o konuşmadı, sırrımızı ölene kadar saklayacağı inancı ve beni hep seveceği coşkusuyla, o küçücük karanlık odada, - bir metreye bir metreydi - yüreğimin canavarını beslemeye devam ediyordum. Canavarın diş izinde buluyordum el izlerinin karşılığını. Dokunulmayı normalleştirecek tek çıkış yolum, dokunmaktı. Çocukken öğrenmiştim; vicdanın sızlamıyorsa, yaptığın normaldir. Onu ele geçirmiştim böylece, vicdanımın sızlamasına izin vermedim.
görsel / deviantart