30 Nisan 2011

Novella Biscotti Pişirmiş Duydun mu?

efendim, bilirsiniz, hamaratımdır. elimin ne kadar lezzetli olduğu deneyenlerce söylense de, aslına bakarsanız, söyleyenlerin yalancı olmak gibi bir durumu yoksa da, bir sonraki sefere aç kalmak gibi bir durumları söz konusu olduğundan, aman da pek güzel demek dışında seçeneklerinin kalmamasını kadere bağlamak da mümkün haliyle. novella - benim mutlu yanım - bu sabah üşenmedi ve biscotti yaptı efendim. evet! kendi elleri ile yaptı ve az sonra, sert, şekersiz bir kahve ile, bol kakao ve çikolatalı biscottilerini balkon keyfi yaparak yiyecek. merak buyurursanız... bir türkün biscotti ile imtihanını kaçırmayınız efendim. deneyin sizin de olur, kıskanmayınız olur mu? rica edeceğim.


Bazı Masalların Sonu Yoktur*



Ve evet, ben dün senin büyüdüğün o şehirdeydim.


Sabahın en erkeni...

Sabahın ilk heyecanını attık üzerimizden, hasretle birbirine dolanan parmaklarımızı saymazsak, herşey normal seyrine döndü bile diyebiliriz. Eve gitmeden önce, her sabah yürüdüğün sahile gidiyoruz. Hem kahvaltılık bir şeyler alacağız fırından hem de sen güne nasıl başlıyorsan öyle başlayacak herşey. Ben bunu bu şekilde dillendirdiğimde, uzanıp öpüyorsun beni durduk yere. Şaşkın şaşkın bakarken ben sana; güne seni öperek başlıyorum diyorsun. Gülümsüyoruz güneş niyetine birbirimize. Sahilde o sözünü ettiğin çarşaf deniz, üzerinde yakamoz ve her seferindeki keşken "burada olsan"ın yerinde "buradasın, inanamıyorum" var.

Martıları selamlıyoruz, köpeğini gezdiren adama gülümsüyorsun, yürüyüşe çıkmış adam ve kadınla kısa bir sabah sohbeti, beni tanıştırma ve anlamlı bir "size de iyi günler"den sonra, yolumuzu çeviriyoruz bahçesinde mürdüm erikleri olan eve. Bugün ikimizin; sadece sen ve ben olacağız. Ben seni, doğup büyüdüğün şehrinde, bir kez daha tanıyacağım. Ölesiye meraklıyım: İlk öptüğün kızın evini görmek istiyorum, bisikletten düştüğün sokağı, futbol oynadığın toprak sahayı, babanla yürüdüğün yolları, sokak arası bir oynaşın tekrarını yaşat bana istiyorum. Aklımda onlarca soru, anlattıklarından yola çıkıp, anlatmadıklarına varmak istiyorum. Sense bana sabah kahvaltısının olanlarını sayıyorsun, başka bir şey isteyip istemediğimi. Farkında bile değilsin, ben senli benli hallere doyuyorum o anda; öyle özlemişimki, bir nefes çeksem teninin kokusu yetecek tıka basa doymama...

Kahvaltı bahçenin ahşap masalarında, incir ağacının hemen altında. Elimizi uzatıp, incir kopartıyorum. Yediğim en güzel incir. Kızıyorsun bahçeden böğürtlen, incir toplayıp ağzıma atmama, hoş bir flörtöz tavrın birbirini kovalayan; o telaşlı, o heyecanlı, o hiç bitmesin istenilen anlarını çoğaltıyoruz bakışlarımızda.

Domatesleri kopartırken dalından ve biberleri toplarken teker teker inanamıyorum burada, seninle olduğuma, ara ara dönüp bakıyorum gerçek mi diye etrafıma, ikna olmayınca bir çimdik atıyorum bacağıma, bir düş olmadığını anlıyorum herşeyin canımı istemeden acıtınca... O sırada yan bahçeden bir ses, "tiskinti duyuyorum" diye bağırıyor. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. "Tiskinti duyan" bu amcayı senin anlattığın kadarıyla tanıyorum. Ayakkabıları çalan köpek görünüyor köşeden, saklanmış böğürtlen çitinin ardına, boş bir anımı bekliyor belli, ama ben önceden almıştım onun marka ayakkabı düşkünlüğünü, tedbirliyim, boşuna beklemesi eve girişimi...

Mutfağa geliyorum, yüzümde alabildiğine huzur ve tanıdık bildik bir yerde olmanın keyfiyle... Hep sözünü ettiğin pencereden bakıyorum, kilimi serip de yıldızları seyrettiğimiz ağaçlar şunlar olmalı diyorum... Bir selam çakıyorum her bir yaprağına şahitliklerinde yaşanan anlar adına... Tezgaha yöneliyorum, bahçeden topladığım tazecikleri kahvaltıya hazırlamak için... Bahçede mangal keyfi için yanan ateşin ve onların yanında içilecek rakıların ve senin her anlatışında ağzımı sulandırmayı başardığın daha bir çok yemeğin kokusu siniyor üzerime... Anlattığın gerçek üstü mutluluk diyarının, gerçek prensesiyim şimdi ben. Hiç bu kadar mutlu olmuş muydum daha önce ve sevilmiş miydim böylesine diye düşünürken: Hemen arkamda bitiveriyorsun; bedenini, bedenime yaslıyorsun. Boynumdan öpüp, öyle çok düşledim ki burada böyle bir sabahı diyorsun.

O bakışın hiç gitmesin üzerimden istiyorum. Bana bakışını seviyorum: Yüreğimi aşkınla çepeçevre sarıyorsun ya her seferinde, ben her seferinde sana bir kez daha aşık oluyorum ya.... Hani sarıyorsun ya avuçlarınla sevda yorgunu ellerimi, bırakmayacağını çok iyi bildiğim halde; bırakma diye bakıyor ya gözlerim gözlerine, sana bakışımı seviyorum: Yüreğini aşkımla çepeçevre sarıyorum her seferinde, sen her seferinde bana bir kez daha aşık oluyor ve sesleniyorsun ya sessizce: SENİ SEVİYORUM diye... İlk kez duyuyorum ya ben her yineleyişinde ve heyecanlanıyorum ya ölesiye...

Bizim masalımız hep böyle kalsın istiyorum; hep böyle aşkın en haliyle...

****

Hani nasıl geçti günün diye sormuştun ya gece uykuya yatmadan az önce... Bu sabahımdı sadece... Sonrası bize kalsa, sadece sana ve bana... Olur değil mi sevgilim?


_____________________________

Fotoğraf / deviantART
* Bir Şehrin Gölgesinde Tanımak Seni adıyla Ekim 2009 da yayınlanmıştır. 

27 Nisan 2011

Aşk Üzerine*



hiç duymamıştım sesini... hiç bilmiyordum adını. blog yazmayı bu yüzden seviyorum. öyle zenginleştirdi ki dünyamı. sevdiğim adam da sevince kadını, işte belki de herşey o zaman başladı. bütün albümleri hediye geldi önce, sonra dinlendi defalarca. defalarca ezberi yapıldı tınıların, köpükleri alındı kabaran duyguların... dün gece konserdeydim. ve eğer merak ederseniz, buradan buyrun ve okuyun bir geceden geriye nasıl olup da bir tek aşk kaldığını.



* yasmin levy konseri sonrası bende kalanlar üzerine...

26 Nisan 2011

Yasmin Levy Gelmiş Şehrime

Bu gece dinleyeceğim onu. Sahnenin tozu dumanıma katılacak o içli sesin büyüsünde.  Ağladığım onca gecenin günahını çıkartır gibi, tek başıma keyfine varacağım bu gecenin. Yasmin Levy şehrime gelmiş duydun mu diyeceğim sana, duydun mu içimin gitmelerini, bitmelerini... Bilmem duyar mısın uzaklardan iç sesimi...




Geçen yıl sevgililer günüymüş... Dinlemişim. Yağmura eşlik etmişim.  

Bazı vedaların gitme kal diye yalvardığı olur, sağırdır yürek, gider...




Yasmin Levy - Adiós Querida


Nasıl kapalı bir hava, nasıl karanlık çöktü günün ortasına...
Bilir misin, nasıl çaresizce bir ses arar yürek böyle zamanlarda...

Biriktirdiği hüzün olan bir kadın için,
Ağlamasına sebep cılız bir damla;
Taşırır bilmezsin, yüreğin daha önce bu kadar dolmadıysa...

Kadın kafasını kaldırır göğe, bir umut arar gibi...
Gök gürler; 'hazırım eşliğe' der gibi...


Yasmin Levy'nin sesine gizlenmiş o mistik damla düşer yüreğe daha ilk adioda...
Gök son bir kez gürleyerek, kadına döker içindekileri...
Kadın taşar... Kendinde saklı keridasına; adio... adio kerida diye yalvarır gibi...



_______________________________________________________________
Adiós Querida için Deep Sound'a teşekkürler...
Fotoğraf / Anca Cernoschi
Adiós Querida / Hoşçakal Sevgilim
İlk Yayın Tarihi / 14 Şubat 2010

21 Nisan 2011

Deli Adama



bugünlerde sıklıkla aklıma düşüyorsun, yüreğimdense düştüğünden beri bir kez bile çıkmadın.
neden seni çok sevdim diye düşünsem de, bunun asla cevabı olamayacak sorulardan biri olduğunu biliyorum.
beklenmeyen bir ölüme "neden" diye sorsan da bir cevap alamadığın hal neyse, bu da o işte.

kimbilir neredesin şimdi, nasıl bir kanepede uzanmış, neyin hayallerini kuruyorsun.
hiç aklına geliyor muyum? yüreğinde bir yerim kaldı mı mesela...
o yere gittiğinde nasıl bir mevsimi yaşıyor yüzün;
keskinleşiyor mu bakışların; fırtınalı bir havada uzaklarda alabora olmak üzere olan gemiyi görmek ister gibi...
yumuşak bir gülümseme mi yayılıyor yoksa yüzüne, ilk baharın ilk çimine uzanmış gibi.

ah! bunca zaman sonra bile adını anarken hızla çarpmaktan yorulan yüreğimi nasıl avutsam...
nasıl gizlesem yüzümde açan kır çiçeklerini, hercai menekşeleri...
neyin arkasına saklasam çocuk sevinçlerimi...

bu sabah sana uyandım. yüzümdeki gülümsemeyi yakalayıp camdan fırlatmak istedim.
içimde bir yer o gülümsemenin hemen ardından yine acıdı; ilk günkü gibi.
"özledim" dedim. seni çok özledim.



.

08 Nisan 2011

Ne Az Kalmış Büyümeye




geçip giden zamana inat, büyümeyen çocuk yanımı sevdim, en olmadık zamanlarda asılan yüzümü gülümsetebilen küçük şeylerin varlığıydı en büyük hazinem, çok değil, bir kaç gün sonra bir yaş daha almış olacağım bu hayattan, torbamda ne kadar kaldığını bilmediğim yıllardan biri daha yerini alacak içindekileri biriktirmekten mutluluk duyduğum anılar kutusunda.

o kutuda neler neler yok ki...

geçenlerde katıldığım 'anlama' eğitiminde, "anlamaya çalışmayın, bazı davranışlarınız, anne karnına düştüğünüz 3 aydan başlayarak biriktirdiklerinizle bağlantılıdır. ve bir insan 7 yaşına kadar biriktirdiklerini, 70 yaşına kadar defalarca yaşar" cümlesinden çok önce bırakmıştım anlamaya çalışmayı. şimdi sadece olan biteni fark etmeye çalışıyorum. anlamaya çalışmakla fark etmek arasındaki ince çizginin üzerindeyim. oradan bakıp, oradan görüyorum. bu yüzden bazen çakıl taşlarının küçüklüğüne bakmadan çok büyük düşüşler yaşıyorum. olsun varsın diyorum kendime, düştüğüm yerden gördüklerimi de ekliyorum kutuma. kutum sonsuz bir evren gibi...

bir yanımın inadını kırmak zor olmadı. ama öyle bir yanım vardı ki, zaman zaman son nefesinde bir iyileşme evresine giren hasta gibi, ayağa kalkmaya çalışsa da artık o kadar dirençli olmadığından, içimdeki eski benlerle  vedalaşma vakti çok uzakta değil. önümüzdeki günlerde yeni bir benin yeşermesi mümkün olabilecek gibi. bunu fark ettiğimden beri bir başkayım. bir başkayım dediğim her seferinde, zorlaşan sınavdan çakıyorum, şimdilik.

geçenlerde aylardır yaptığımız çalışmanın verilerinin kaybolmasında sergilediğim şiddetli panik beni sarstı, öğrendim dediğim; sakinlikle karşılama, serin kanlı olma ve nefes alarak durulmadan eser yoktu. inanıyorum ki, bir adım daha iyileşmekti olan bitenin farkına varmak. belki de bu yüzden eskisine nazaran daha çabuk toparladım durumu. nihayetinde sorunu, zaman ve veri kaybı olmadan çözebildik.

evet, zaman geçip gidiyor ve küçük şeyler yüzümü gülümsetiyor. içimdeki güneş, sevdiğim bulutların arkasına hep saklanacak ama ben mimozaları, fesleğenleri, frezyaları ve ortancaları hep seveceğim. beyaz papatyalar ve kır çiçekleri ise vazgeçilmezlerim olacak. sallanan bir koltukta oturup içtiğim çayı, okuduğum kitabı ve beni ara ara çaktırmadan seyreden seni neye değişebilirim ki...

böyle işte, bir kaç gün sonra yeni bir yaştan bakacağım hayata, güzellikleri görebilmeyi, onların farkında olmayı, yüzümde gülümsemesiz, yüreğimde aşksız kalmamayı diliyorum kendime. dilekler söylenince gerçekleşmez diyenlere inat, bağır bağır bağırıyorum hatta... yeni bir yaşa, sımsıcak içten bir karşıma ile MERHABA diyorum. yeni yılın üzerinden geçen onca güne haksızlık etmek istemem ama, benim yeni yılım pazartesi sabahı uyandığımda başlayacak. evet! sevdiğim pazar bu defa bir başka mevsimin müjdecisi olacak.  her şey tanıdık gelse de, her bahar olduğu gibi, ağaçlar yeni çiçekler açacak.


.

07 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - son


 


Asya... O geceden sonra onlarca kez gittim Asya'ya... Sabahın erkeninde, öğlenin bir vaktinde, akşamın bir yarısında... Nasıl beceriyordu hiç bilmiyorum ama her seferinde elinde fincanı, yüzünde o sımsıcak gülümsemesi ile karşılıyordu beni. Sesi hep ilk günkü gibi içtendi: 'seni bekliyordum' derdi. Teninin kokusunda hep bir kayısı şeftali aroması, her seferinde ilkmiş gibi çekerdim içime. Onlarca kez gittiğim o evde Asyamın istemediği hiç bir şeye niyetlenmedim. Gecelerce sadece sarılıp uyumak dışında, hiç yakınlaşmadık. Bir kere bile öpmedim ben onu dudaklarından mesela. 

Bir gece, amaçsızca dolanırken İstanbul'un arka sokaklarında duydum kokusunu bir barın loş ışıklarından süzülen dumanın karanlığında. İçeri girdim, bir masaya oturdum. Bir içki söyledim. O kokuyu orada duymak tanımsız bir yanımı çıkarıp koyuvermişti bedenimin üzerine. Ben ben değildim.oturdum bara yakın boş bir masaya. oturur oturmaz, parmak uçlarımı acıtacak kadar şiddetli vurmaya başladım masaya. Tık tık... Tık tık... Dört parmağım, altına bacaklarımı zar zor sığdırdığım o metal masa üstüne öylesine şiddetli bir ritmle vuruyordu ki, yan masamdakilerin beni izlediği hissi ile kendime yaptığım işkenceyi oracıkta kestim. Barın oralarda duran bir kaç kadına şöyle bir göz gezdirdim. Benim Asyam... hiç yakışmıyordu o yüksek taburelerin üzerindeki sahte gülüşlere. İçerideki kesif kokuların arasından burnuma gelen kayısı şeftali kokusunu içime çektim. Asya oradaydı... Oradan geçmişti... Benim Asyam, o gece başka birine gülümsemişti. Parmaklarımın uçlarını kanatıncaya kadar vurdum masaya. O yaşlı bunağı öldürmediğim an'a gittim her bir vuruşta. Her bir vuruşta daha da büyüyen öfkemi susturmak için içtiğim viskilerin parasını ödeyemeyince, bir temiz yediğim dayakla dağılan ağzımı burnumu topladım sızdığım kaldırımdan. Sabah ezanı okunmak üzereydi. Dört saat boyunca yürüdüm Asyama doğru, burnumda kurumuş kan kokusu.  Vardığımda bütün bedenim enerjisini tüketmişti. Sürünerek yürüyen ruhum, bedenimin hayata inat duruşuna pes et diyordu. Defalarca gittiğim o apartmanın girişinde bir süre bekledim. Ya evde yoksa... Ya beni beklemiyorsa... Ah! Sanrılar... İçimde büyüyen duygularıma sözümü geçiremedim. O asansöre bindiğimde öyle bir haldeydim ki, aynada yansıyanın ben olmadığının ayırdına bile varamadım. 

O sabah yine o bunağa denk geldim. Yine o pis gülüşe... Zihnin geçmişe dönüş yaptığı anlar en tehlikeli zamanlardır.  Sırf onun katında gördüm bunak bir adamı... bir sabah vakti, dudağında sigara ile gülümserken diye...Nereden bilirdim, yan komşusuymuş adam. Ekmek almak bahanesiyle sigara içmeye gidiyormuş. Muhtemelen adam için herhangi bir sabahtı. Ama ne Asyam ne de benim için sıradan bir sabah olmadı. Adam kanlar içinde apartmanın boşluğunda yatarken, Asya çöpü çıkartmak için kapıyı açtı. Attığı çığlık apartmanı ayağa kaldırdı. Ona neden bunu yaptığımı açıklama fırsatı bile bulamadan kendimi burada buldum. 

Asya beni hiç aramadı. Yazdığım mektuplar eline ulaştı mı bilmem. Bir tek gün olsun bana yazmadı. Taksi şoförü gelip bütün hikayeyi anlattığında öğrendim, Asya'nın hayat kadını olmadığını, taksi şoförünün bizim kahveden Ahmet Abinin tanıdığı olduğunu, Asya'nın Ahmet abinin kardeşi olduğunu, görücü usulüne karşı geleceğim için böyle bir dolap çevirdiklerini, Asya'nın beni fotoğrafımdan görüp beğendiğini, Ahmet Abinin bana kefil olması ile de bu dolabı çevirmeyi kabul ettiğini öğrendiğimde çözmüştüm 'seni bekliyordum' deyişindeki sırrı... O gün bin kez daha aşık oldum Asyaya...

'Asya... Benim kayısı şeftali kokan Asyam... O gece sarılıp uyumasaydım sana... Karışmasaydım kalabalığına, uyanmasaydım kokunda...' (iç sesim hep aynı soruyla sınar aşkımı)

Yedi yıl oldu, tam yedi yıldır, bu dört duvar arasında hayalini kurarım ben baharın. Baharda çiçek açan kayısı ağaçlarının çiçeklerini toplarım Asyam için. Şeftali ağaçlarına tırmanırım sabahın erkeninde yüzünü bir kez olsun görebileyim diye. Her akşam onun gülüşüne sığınıp onun yüzünde ederim duamı, bildiğim en kutsal yerde. Af dilerim bana aşkı sunandan... Güya kendimce dindirmiştim sanrılarımın sancısını  ben o sabah. Şimdi gerçeğin sancıları ile kıvranıyorum her gece. Ben iyi bir adamımdır bakma burada yattığıma. Asyama da yazdım, ona gönderdiğim her bir mektubumun sonunda...

"Sevdiğimi yüzüne bir kez söyleyemediğim; ben iyi bir adamım, bildiğim en kutsal şeyin üzerine yemin ederim ki, iyi bir adamım. Ama bilir misin Asyam, iyi bir adamın, en kötü kaderidir aşkını ispata çalışması... Güzel gülüşünden öperim, kokunu nefes bilirim. Sen beni affetmedikçe, cezamı kalan ömrüm boyunca çekerim."











06 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - 2





Asansörden indiğimde omzuma çarpan tek dişi kalmış canavarın gülümsemesini söküp atmak istedim. O gülüşün benim nezdimde kabul edilemez bir yanı vardı ve üstelik olup bitenden emin değilken, o kadının ardından asılı kalan bu gülüşü hazmedemeyişimin açıklaması zor bir tarafı vardı. Böyle anlatınca tuhaf gelebilir ama benim gibi kadınlarla birlikte olmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşayan bir adam için yaşadığım sanrıların ardı arkası kesilmezdi bir kadına beş metreden fazla yaklaştığımda.  Sen o geceye, zincirini kırmak de, istersen ördüğü duvarları yıkmak de ya da... Ne bileyim işte... En iyisi sen buna; 33 yaşında hayata tutunmak için normalleşmeye yeltenmek de.

O gece o kapıya gittiğim her seferinde aklımda sabitlenmiş sorunun cevabını, 10 gün sonra bu şekilde alacağımı bilsem, sorar mıydım acaba: Ne işim vardı benim bu apartmanda, 25 nolu o dairenin önünde. İçimde önleyemediğim bir merak duygusu ile ilerliyordum ve bu duygunun başıma ne gibi işler açabileceğini az çok tahmin edebiliyordum: Sanrılar...

Aklıma 15-16 yaşında ilk kez sıra arkadaşım Faruk ile gittiğimiz evde yaşadıklarımız geldi. Onun zoru ile gitmiştim. İlkti ve ne yapacağımı bile bilmiyordum. Üstelik genelev denilen şeyin tek bir evden oluştuğunu sanıyor, koca bir mahalleye yayılmış onlarca evi gördüğümde yaşadığım şoku da üzerimden atamıyordum. İstanbul ve Ankara'dan  bayram için gelen kadınlar vardı. Biz onlara gitmiştik. Dedim ya, ne yapacağımı bilmiyordum ve böyle şeylerin kitaplarda okuduklarımla pek bir ilgisi olduğu söylenemezdi. Anlatılan kahramanlık öykülerine duyduğum garip bir özenti ile giriştiğim uğraş, deneyimli sahte sarışın kadının,  olaya el koyması ile bir facianın köşesinden dönmemi sağlamıştı. Gene de bu deneyimin sonraki yıllar için yeterli ve iyi bir adım olduğu söylenemezdi. Kapıyı çalmadan önce bunu hatırlamanın bana bir faydası olmasa da, anı böyle bir şeydi, sen istemediğin zaman gelip aklına yapışır ve özgüvenini bir sülük gibi emerdi. 

O eme dursun, ben çoktan kapıyı çalmıştım. Gülümseyen yüzü, üzerindeki küçük, ince askılı, büyük çiçekli elbisenin içinde, ufak tefek masum bir kız çocuğu gibi duran kadının kokusu beynimi uçurmuştu. Şeftali, kayısı karışımı bu koku için bile defalarca çalabilirdim o kapıyı. Beni içeri buyur ettiğinde fark ettim elindeki fincanı ve kokunun o fincandan geldiğini. Teni öyle koksun istemiştim. Gözlerime baktı. Yıllardır beklenen o adamışım gibi gülümsüyordu. Asansörün çıkışında denk geldiğim adamı öldürmediğime beni pişman eden o gülümsemeyi yıllarca silmedim hafızamdan. Bugün bile şu dört duvar arasında nefes alıyorsam o gülüşün hatırınadır. 

Salona geçtiğimde, neden burada olduğum gerçeğini unutmama sebep bir sofra vardı masada... Mumlar ve masanın iki yanında birer tas çorba. 'Yemek yemedim, seni bekledim' dedi. İnanmıştım. İnanmak istemiştim. Onun bu gece ve her gece yalnızca beni beklediğine kendimi bir ömür boyu inandırabilecek kadar o gülümsemenin benim olmasını istemiştim. Yalnızca bana öyle gülümsemesini... İlk görüşte aşk varsa, bu oydu. Bu benim ilk görüşte bir hayat kadınına olan aşkımı anlatan bir öykü olacaksa, o zaman bu öykünün kadın kahramanının adı Asya'ydı... 

ARKASI YARIN










05 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - 1




Sanıyorum onun için olağan gecelerden biriydi... Üst kenarı sarı yaldızlı beyaz porselen fincanı sol elindeyken, yüzünde kocaman bir gülümseme ile açtı kapıyı. Beni içeri buyur ettiğinde, burnuma çarpan kokuyu bugün bile hissederim. Sonradan, içtiği kayısı şeftali aromalı çayın kokusunun odaya yayılmış olduğunu fark etmiştim.   Oysa ben, Allah biliyor ya, teni öyle koksun istemiştim. Gözlerime baktı. Salonda karşılıklı otururken, yıllardır beklenen o adammışım gibi gülümsüyordu. Az önce o evden çıktığını sandığım, 70 yaşlarında, tek kalan dişi de simsiyah olan ve o da düştü düşecek gibi sallanan, pis gülüşlü bunağa çarptığımı fark etmemiş olacak ki, 'seni bekliyordum' dedi.

***

Ahmet Abi dert ortağım gibiydi. Oğlum sen nasıl adamsın der dururdu. Öğleden sonra iki gibi kahveye gider, bir kaç saat gazetelerimi okur, etliye sütlüye dokunmaz, Ahmet Abi ile hayattan konuşur, sonra da kalkar giderdim. Ben o kahvenin güzel ahlaklı, bakışları dalgalı, gizemli, yalnız adamıydım. O kahveye gelip de taş ya da pişpirik oynayan herkes beni tanırdı ve sorsan 'kendi halinde, iyi biri' derlerdi. Anlayacağın onlara göre tuhaftım. O akşamüzeri kahveden çıktığımda çevirdiğim taksi şoförüne yalnızlıktan dem vurunca, bana şehrin en güzel kızının telefonunun elinde olduğunu, istersem arayabileceğini ve yalnızlığıma bu çözümün ilaç gibi geleceğini söylediğinde şaşırmıştım. Kapanan genelevlerden sonra bu işler demek ki böyle yürüyordu şehirlerde diye düşünmüş ama adama bunu böyle söylemenin alenen pezevenk demek olacağı kaygısı ile çenemi kapamıştım. Gülümsemem ile 'evde misin... 5 dakika sonra orada oluruz' sözlerinin sıralanışı bir kaç saniye ile örtüşüvermişti.  Kahvenin etrafından bir tur atmış hissine kapılsam da gösterişli, çok katlı bir apartmanın kapısında durduğumuzda, buraya daha önce gelmiş olamayacağımı fark ettim, gelsem böylesine görkemli bir girişi asla unutmazdım. 'Buyur geldik, 25 numara... Taksiye ücret ödemene gerek yok, hayırlı günler' dedi. Kapıyı kapatmamla, köşeyi dönmesi bir oldu.

'Ne işim var benim burada' diye düşünürken, apartmanı çoktan geride bırakmış ve sokağın başına kadar bilmediğim hayatların arasında ellerim ceplerimde yürümüştüm. Tam elimi kaldırmış bir taksiye işaret edecekken, kadının beni beklediği, ve ona ayıp olacağı gibi aptalca bir hisle geri dönüp, sıklaştırdığım adımlarımla, yalnızlığıma ilaç olacak, adını bile bilmediğim kadının apartmanına doğru yürüdüm. Apartmanın önüne geldiğimde, krem renkli, duvar boyu aynalar ile çevrelenmiş, yeşil yapraklı bitkilerin dört bir köşeye konulduğu, geniş lobinin orta yerinde bir görevli olduğunu ve insanların ona yaklaşıp bir şeyler söylediğini ve adamın telefon ile konuştuğunu fark ettim. Geldiğim hızla sokağı geri döndüm. Ana yola çıktım. Saatime bakıp, yaklaşık 20 dakikadır, hiç tanımadığım bir kadını beklettiğim gerçeğini göz ardı edemedim. Bir kere daha kendime lanet ettim. Geri döndüm...

Geri döndüm, çünkü tesadüflerin öylesine gelişivermediğine inananlardanım. Üstüne üstlük bir geceyi daha yalnız uyuyarak geçirmek istemiyordum. Kadere inanmak bir yerden sonra teslim olup, karşına çıkanlarla baş edebilmek demektir. Ben artık baş edebilmek istiyordum. Tüm bunları düşünerek attığım her adımda, nedense kadının benimle bu geceyi uyuyarak geçireceği gibi bir sanrıyı, kendi heyecanıma yenik düşerek daha da büyüttüm. Az sonra yine o apartmanın görkemli girişinde yerimi almıştım. Üzerimdeki pardösünün ellerimi taşımaktan sarkan ceplerine tutunup aldığım güçle, sol elimi cebimden çıkarttım ve kapıyı; kendimden son derece emin, ve daha önce onlarca kez bu apartmanın 25 nolu dairesine gelmiş bir kişinin rahatlığı ile açıp, bankoya doğru yürüdüm. Oradaki görevliye, iyi akşamlar dileyip, göz ucu ile tespit ettiğim asansörlere doğru yöneldim. Az önce çaldığı bir şeyi marketten çıkartmaya çalışan genç kız ürkekliği ile asansörü çağırdım. Yüzümün görünmeyen beyazı asansör kapısına yansımasın diye, başımı önüme eğdim. Sirenler çalmamıştı... Rahatladım. Tahminen bir katın tuşuna bastım ve aynada kendime göz kırptım. Bu kendine daha çok güvenmelisin demenin, kendimce uydurduğum basit bir işaretiydi.

ARKASI YARIN










04 Nisan 2011

Gözü Yaşlı Guartz




İnsan sevdiği birini unutmaz.




Ama insan bazen birini "sevdiğini" unutur.




_______________________________________

Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Görsel / Smoky Guartz
İlk Yayın Tarihi/Aralık 2009

18 Mart 2011

Nereden Başlamalı




seni düşünüyorum. anlara sığdırılan, görenlerin özendiği kocaman kahkahalarımızı, kırılacakmış gibi hassasiyetle ve sadece parmak uçlarımızla sildiğimiz gözyaşlarımızı. evet, bugün seni düşünüyorum. yataktan çıkıyorum alelacele. daha yüzümü yıkamadan alıyorum elime kağıdı-kalemi; bir mektup yazmaya karar veriyorum. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

bazen, daha ilk yazıldığı anda anlamsız kalır ya cümle ve hatta kelime, hani şair der ya kifayetsiz... öyle bir an gelir de bakar kalırsın ya, kaleme, yazdığına, kağıda... anlara takılır da gidersin ya peşlerinden kimi zaman gözünde yaş, kimi zaman sımsıcak bir tebessümle... uyanırsın ya bir sabah yüreğin küt küt atarken, dilinde onun adıyla... bakar da kalırsın ya sol yanına... tutar da yüreğini elinle sıkarsın ya... seni düşünüyorum işte ben böyle bir sabahta. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

sevgili
sevgili yazıyorum, görünmez ama hissedilir bir m geliyor hemen ardından. susuyor şehir. uyanıyor kuşlar. o zaman anlıyorum. ben hâlâ senin yanında, sol yanımın sıcaklığında öptüğün o sabahlardan birine uyanıyorum usulca. uzaklıklar geliyor aklıma, o uzaklığın öğrettiği özlemek duygusu bağdaş kuruyor burnumun ucuna. sızlıyor evet. hemen sonra yakınlığın, içimde bir yere ulaşıyor sızı, ısınıyor ister istemez. işte öyle bir hal içindeyim bu sabah. burnumda bir sızı, yüreğimde bir sıcaklık; nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

...?
üç nokta koyuyorum, hemen yanına bir soru işareti. başlıyorum yazmaya. bittiğinde senin yazıyorum. yanına adımı yazmaya tereddüt ediyor kalemim. senin, yazıyorum bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha. bastıra bastıra.

üç noktayı siliyorum. sevgili yazıyorum. soru işareti hâlâ orada, içinde saklanan m, korkudan tir tir titriyor bulunduğu yürekte, çıkmaya hevesli ama korkularına yenik düşüp siniyor olduğu yere. senin yazan yere gidiyor kalem. hemen yanına bırakılan boşluğu doldurmak artık ne kadar zor bir bilsen. di yaz diyor akıl. kalem onun komuta zincirini kırmıyor. o koca boşluğun yanında di, nasıl da sırıtıyor bir bilsen. yürek nasıl da suskun izliyor olup biteni... nereden başlamalıydım ki, diyorum. nasıl seslenmeliydim.

yazdığım her şeyi siliyorum. ... hemen yanında bir ? kalıyor sayfanın en üstünde, en altta ise ... ve bir de di. arada kalan koca boşluğa bakıyorum uzun uzun. o boşluğu doldurmak ne kadar zor bir bilsen. yürek o boşluğun içinde suskun, akıl ağlamaklı... mektubu zarfa koyup, üzerine adresini yazıyorum. bir rüzgar vuruyor pencereme, Emirgan'ın koruları gülümsüyor bana. güneş gösteriyor uzaktan da olsa yüzünü. babamdan kalma yazı masasının üzerindeki bütün kağıtları uçak yapıyorum bir bir. süzülüyorlar havada boğaza doğru. bir zarf kalıyor üzerinde adresin yazılı. gerisi koca bir boşluk. nereden başlamalı diyorum yarınlara, nasıl seslenmeli hayata...




Görsel / deviantart

10 Mart 2011

Ölmek mi Gerek?



yazmak için oturduğum her seferinde,
nedendir kazımak seni tenimden.
biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya.
sen istersen umut de buna...

yazmak istediğim her seferde,
neyin nesidir seni kazımak yüreğimden.
bir kuşun kelebeksi değil diye kanadı,
kırılmaz mı sanıyorum ne...
ah! nedir kendini bu denli kandırmaca...
insan gün geliyor, Tanrı benim sanıyor...
sadece bana ait.

gülüyorsun değil mi...
gül tabi.
her yaranın altından çıkan ben olsam 
kahkahalar atardım
ama sen çıkıyorsun,
ve kanıyorsun.
tenim acıyor,
yüreğim ondan daha çok.
sen acı eşiğim sınırsız mı sanıyorsun?

ah! ne büyük yenilgi benimki...
Tanrım! ne büyük bir yenilgi benimkisi
senin varlığın karşısında...

biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya,
sen istersen buna tuz basmak de yaraya...

evet sevgilim, 
evet!
yazmak için oturdum,
evet sevgilim,
evet!
yine yaralarımı kazıdım,
evet sevgilim,
evet!
artık çok yorgunum.

bir kez daha bir şiiri 
şairi gibi yazamadan
 yarım bırakıp gidiyorum...
biraz mavi 
az biraz turuncu 
ve çokça tuz bulmak için yarama
huzur(un)dan ayrılıyorum

Tanrı varsa!

eğer bensem!

eğer benimse!

eğer birse!

senden geçerek
ona varmaya gidiyorum...

eğer değilse sevgilim
evet! eğer değilse...
bir mum yak kilisenin birinde 
sen inandığın Tanrına
beni yanına aldı diye dua et
ve bir camiye git sonra koşa koşa 
ve bir namaz kıl sadece iki rekat olsun
ve dua etmeyi unutma

şükret ona sevgilim,
beni yanına aldı diye...
ve herkese söyle
sevgili kuluymuş de
ve ağla ardımdan
nasıl bilirdiniz diye sorarlarsa
bildiğiniz gibiydi de
bir de hep, iyi ki derdi de.
iyi ki;
 aldın onu yanına,
derken
gülümsemeyi unutma!





06 Mart 2011

Ruh Uyumsuzluğu



Bir sabahın erkeni uyanıp da ona gideceğimi hiç düşünmemiştim.

Ruhunun kırk yaşında olduğunu söylüyordu ve belli ki buna inanmak istiyordu. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadım. Evet, itiraf ediyorum insanları sadece seslerinden tanımak konusunda son derece yetersizim. O sabah, iki durak öncesinde inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüğüm, o köprü altında karşılaşmasak ve ihtiyaca binaen yapılan kahve teklifinin, sevişmeye niyet vadesi çoktan dolmuş çekini kabul etmesem, onun imkânsız ruhunu bu kadar çırıl çıplak göremezdim. Yürürken konuşulan üç beş kelimenin önemsizliği birbirini takip etmeyen cümlelerimizde gizliydi.  İçilmeyecek bir fincan kahvenin kimsede hatırı kalsın istemiyorduk. Belki de o gün için birbirimize gösterdiğimiz tek özen de bu oldu.

Eve ilk o girdi. Üzerindekileri çıkaransa ilk  ben oldum. Tek bir bakışı ile çırıl çıplak kalacak kadar hevesli olan da bendim ya, neyse... Az önce avucumun içiyle kapattığım kapıya sırtımı dayamış, ellerimi popo hizamda kapı ile bedenim arasında sıkıştırmış, ondan gelecek davetkâr bakışı beklerken, beni ters köşeye yatırmak istercesine su ısıtıcısına uzanışını seyrettim. Sütlü mü? sorusu havada kaldı. Kafam kahvede değildi, onun bedeninde dolaşan ellerimi ceplerime soktum. Sade lütfen! Cevap da havada kaldı ya, neyse...

Günlerdir konuşmalar arasına sıkıştırılan, şehvet sinyallerin yer çekimsiz bir ortamda havada uçuştuğunu fark ettim. Kahvemden bir yudum aldım. Sonrası; karartı... boşluk... yıkım... Bütün bunlar olabilirdi. Neden o anda, o evde, onunla kahve içmem gerektiğini anlamaya çalışıyordum. Neydi bulmamı istediği? Neyi görmem için oradaydım... Kahvemi yudumlarken aklımdan geçenleri elemeye başladım. Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve baktı... O anda baktı. O bakışın tenimi yakan hızını ve delip geçen gücünü tarifsiz bırakan bir ürperti bedenimde dolaştı. Ona baktım. Al beni dercesine... Al beni... Kahvem üzerime dökülmese, akla ziyan bir bağırtıya ramak kalmıştı: Al beni...

Duymuş olmalı. Üzerimdeki gömleğin düğmelerini çözerken titreyen parmakları, bedenime uzanan bedeni, yüzümü örten nefesi... Evet, o bağırtıyı duymuş olmalı. Nefesimin sıklaştığı anda son düğmemi açan ellerini tuttum. Yanmış olmalı ki, bir nefes boyu daha uzaklaştı bedenimden.  Yapma, dedim. Bunu yapma!

Dudaklarının dudaklarımı yakan ateşini hissediyordum. Öpüştüğümüzden falan değil, bedenlerimizin, bir adamla bir kadın arasındaki en uzak mesafede, bir nefes boyu uzaklıkta duruşuydu buna sebep.  Ayağa kalkıp banyoya gittim. Bakışımla buğulanan aynada kendimi uzun uzun seyrettim. Gözümden yaş gelmiyordu ama ağlıyordum. Temizleniyordu içimde bir yer. Neresiydi, nedendi, neden bugündü bilmeden, farkına varmadan ben, temizleniyordum. Klozetin kapağını kapattım ve üzerine dizlerimi de toplayarak oturdum, arınıncaya kadar ellerim yüzüme kapanmış ağladım. Ruhumu akmayan o soğuk suların altında yıkadım.

Banyodan çıktığımda yirmili yaşlardaki cılız bedenine baktım. Çıplaktı, yataktaydı, vermeye hazırdı. Oysa al beni demiştim ona. Al beni...  Ruhunun kırk yaşında olduğunu söyleyen ve buna inanmak isteyen genç adama baktım. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadığımı söyledim. Gülümsedi. Öyle masum, öyle kırılgan, öyle istekliydi ki, eğilip alnından öptüm. Onun tişörtlerinden birini üzerime giyip yatak odasının kapısını üzerine çektim.  O almaya değil vermeye hazırdı ve ruhu ikisi arasındaki farkı kavrayacak yaşa gelmek için daha çok yol kat etmeliydi. Bir sigara yaktım. Salondaki pencereyi açtım. Dışarının soğuğunu yüreğimin ayazına katık edip, sigaramdan çektiğim uzunca bir nefesi içimde tuttum. Yoğunluğu ile avundum. Gideceğime hiç ihtimal vermemiş olmalı ki, bu süre içinde odadan çıkmadı. Kim bilir belki de, kor üzerinde bir sigara molasından sonra, hiç başlayamadığımız hayali keyfe döneceğimi düşünüyordu. Ya da yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Kim bilir...

Kotumu ve çoraplarımı giydim, kalın altlı siyah botlarımı ve üzerime de boğazlı örgü siyah kazağımı. Siyah montumu elime aldım. Çantamı çapraz olarak omzuma astım. Kitabımı masanın üzerinden alıp kapıyı açtım. Eşikte bir kaç saniye oyalandım. Odanın kapısını açmasını mı bekliyordum? Evi göz ucuyla süzdüm. Güçlü bir nefes ile üfledim, avucumun içinde saklı olanı ona gönderdim. Bilmem aldı mı?

Dışarıda esen ve uğultusu duyulan rüzgarın bedenime, içime işlemesine ihtiyacım vardı. Yağmurlarda ıslanmaya hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Asansörü kullanmadım. Hiç acelem yoktu. Bundan sonra zaman mümkünse olabildiğince yavaş aksındı. Merdivenlerden indim. Her basamakta bir kez daha eledim nedenleri... Bu değil... Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve o anda seslendi... Fısıltıyla ve korkuyla... Gidiyor musun, dedi... Hiç gelmedim ki, dedim.

Apartman kapısının üzerime kapanan ağırlığı sırtımda, rüzgarın öfkesi göğsümdeydi. O anda dışarıdaki soğuğu tanımlayabilecek bütün kelimeleri unuttum, adımı unutmaktı ya isteğim, neyse...

Kendi içimin yangınında kavrulan yüreğimi söküp atmak istedim. Belki de, kendimi kaybettirip, yüreğimi buldurmak içindi herşey, dedim. Yüreğime tutundum ve o köprünün altından geçtim. Otobüs durağına kadar yürüdüm. Dışarıda yağan yağmuru kendime yürek yası bildim. Otobüsün üst katında, pencere kenarına oturup, akıp giden hayatımı seyrettim. Sessizce teşekkür ettim. Rahmetine sual olunmazım bıraktı ağlamayı. Gülümsedi bulutların arasından. Canını bu sefer yakmadığına sevindim, dedi. Canımın yandığını belli etmeyecek kadar büyümüş müydüm? Gökyüzündeki kuşlara baktım, kanat çırptım. Başımı önüme eğdim, bilmediğim bir sokakta otobüsten inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüm... Sanki hiç gitmemiş gibiydim...






21 Şubat 2011

Toprağını Toprağımla Bulama...

Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.

Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.

Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...

Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...

Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:

- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...

Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.

Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.

Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:

Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...

Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...

16 Şubat 2011

Ayaz Vurursa Yüreğime





O geceyi anımsıyordum... Soğuk öyle bir işlemişti ki, damarlarımdaki kanın bile donduğunu iddia edebilirdim. Evet! O geceyi, anımsıyorum. Bulutsuzdu gece. Senin üzerindeki, beli ve kolları lastikli olmayan, ince trikodan düz örülmüş, yıkanmaktan rengi atmış, solgun lacivert kazağını; altına giydiğin dizleri çıkmış, günlerdir yıkanmamış izlenimi veren, üzerine neredeyse bir beden büyük gelen kanvas pantalonunu ve çıplak ayaklarını... Dağınıktı saçların, anımsıyorum. Ellerin büyüktü, onları da anımsıyorum. Ve ifadesiz bakışlarının üzerime çarpan oklarını hiç umursamayışını anımsıyorum, o bakışları ise hiç unutamıyorum… Bütün bu geri çağırış sana ve sana dair o gece ne varsa işte onlara. Ben yokum! Bir tek sen. Bir tek senin detayların… Anımsadığım ne varsa, sana dair.

Aklımda, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapakların var. Bir de 'devam et' deyişin. Neye devam etmem gerektiğini anlayamadığım bir sanrı sözlerin. Sesin; buğulu, uzaktan ve buyurgan… O geceyi anımsıyorum. Sesine, vurguna ve yılgın bedeninin hemen üzerinde ağırlaşan omuzlarınla o koltukta oturuşuna dair ne kadar ayrıntı varsa, hepsini. Krem renkli yüzü eskimiş koltuğun orta yerinde oturuyorsun. Elinde tuttuğun anların artık senin olmadığının bile ayırdında değilsin. Bana yalvaran gözlerinin, fersiz hallerinden anlıyorum: Sen! Bir tek sen bu geceyi, o açık camdan giren ayaza rağmen seviyorsun. Sana çarpıp, dalgalanarak çoğalan soğuk vurunca yüreğime, farkına varıyorum: bu gece sen kendinden uzakta olan bir sevdaya ellerini uzatıyorsun ve ben, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapaklarından seni öperken buluyorum kendimi. Dudağıma değen kirpiğinin ucu olmasa, orada olmadığıma yemin edebilecek kadar uzağındayım. Yani aslında uzağında ve yine de oradayım. O odada. O camın hemen önünde, ayazla senin aranda: Yürekten bir kalkan.




Bir peçete üzerinde dağılan keçeli kalemin izlerinden ne çıkartırsın bilemem kendine, ama ben o geceyi, o gece olanları ve fersiz gözlerinin yalvaran haykırışlarını anımsıyorum. Kaldığım yerden yaşamaya devam ediyorum.
 

* ÜZERİNE

ayazdı gece...
ve ben;
kalem tutan ellerimle,
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin sadece ellerimle

ellerim ellerine değdiğinde
dinle yüreğimi
nasıl da meyl ediyor sana
nasıl da içli
nasıl da aksak bir ritmle

ve ben;
kalem tutan ellerimle
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin ellerimle
ve evet! aksak bir ritmle...

sonra bakardım gözlerine,
aksak bir ritmle titrerdi dudaklarım
iç burkan nağmeydi aşkın
bulutsuz gecelerimde

yansımazdı ışığım gözlerinde
ve sen, işlerdin ayaz gibi yüreğime

sana yazan ellerimi...
        ellerimi geri verebilseydin
                    sarabilirdim uzağında soğuğan bedenimi

hiç olmadı bir şiir yazardım geceye
ya da tek bir cümle;
                    sevmek, cesurca gitmektir bir yüreğin üzerine!





* üzerine , kazara yazarda yayınlanmıştır;

07 Şubat 2011

Oyun Arkadaşı

Koca bir çınarın gölgesinde, bir sokak arası... Bir araba zor geçer iki apartman arasından, öylesine dar. Çocuklar için oyun sahası o sokak. Demirli parmaklıklarla kaplı giriş katlarının camlarından çıkan etli sarma ve kızartma  kokuları karışıyor oyunlarına. Bir çocuk elinde topu ile geliyor mahalleye. Üç kız, boyaları dökülmüş kahverengi apartman kapısında kıs kıs gülüyorlar birlikte, fısır fısır dedikoduya başlıyorlar hemen kendi aralarında, seslerini bir tek kendileri duyuyorlar. Erkek çocukların duruşu değişiyor. Kabarıyor göğüsleri. Bir horoz dövüşünün başlama sahnesi! Hayat daha o yaşta bildik bir perdeyle açılıyor. Çocuk farklı; sarışın ve renkli gözlü. Kızlardan biri uzun at kuyruğu yapılmış, fındık kabuğu saçlarını savuruyor. O yaşça diğerlerinden büyük. Bir abla belli. Daha küçük olan sarışın kız, ağzından büyük sakızını çiğniyor, annesi görse yiyecek yine tokadı. Onunla yaşıt olan sessiz ve sanki biraz sinsi. Parmağına dolandırıyor eteklerini.

Bir iki laf atıyorlar birbirlerine. Oyun oynayacaklar ama az sonra kuracakları yakınlıktan eser yok kelimelerinde. Bir tanesi, hafif kilolu olan çocuk, soruyor: Kimlerdensin... Sana ne, diyor çocuk. Soğuk bir rüzgar esiyor. Kimse o rüzgara kulak asmıyor gibi gözüksede, yüzlerdeki tebessüm donup kalıyor. At kuyruklu olan, komşuya mı geldiniz, diyor. Yoo, burada oturuyoruz. Yeni taşındık, diyor ve gülüyor. Az önce esen rüzgarın buzunda üşüyen yüzler ısınıveriyor. Çocuk öyle çapkın bakıyor ki, kız başını öne eğiyor. Oyunlar başlıyor. Şen kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes evine giderken birer ikişer, at kuyruklu kızla, yeşil gözlü çocuk o kaldırıma oturuyor. Anneler adlarını bağırıncaya kadar konuşuyorlar, çokça da kahkahaları karışıyor akşam ezanına. Günler geceler böyle geçiyor, akşam ezanları bir süre sonra eve giriş zili gibi geliyor. Okunmadan o kaldırımdan kalkmıyorlar. Adları onlarca ağaç dalına takılı kalıyor. Annelerin sesleri her seferinde mahallede koca bir tur atıyor. Koşarak eve giderken bile gözler hep birbirlerinde, tökezleseler de düşmüyorlar. İlk kıvılcımın heyecanı sarıyor uykuları. Yürekler pıt pıt atıyor.

Günler sonra çocuk elinde topu bir heves koşarak sokağa geliyor. Kızı göremeyince ortada meraklanıyor. Beklerken kırılan ümitlerinden desenler yapıyor toprağın üzerine ayakkabısının ucuyla. Kız uzaktan görünüyor. Çocuğun yüzünde kocaman gevrek bir gülümseme. Kız onu beklettiği için mahçup. Senin için geldim bu akşam, diyor çocuk. Annem izin vermedi komşular gelecekmiş. Ama ben yine de geldim seni görmeye, diyor. Oturuyorlar kaldırım taşına. Ellerini ilk defa tutuyor çocuk o gece kızın. Kızın kalbi duracak kadar hızlı atıyor. Havada uçuşan kelebekleri o anda saymak bile mümkün değil. Hepsi sokak lambasının ışığına doğru uçuyor. Çocuk yeşil gözleri ile süzerken kızın gözlerini, aklından geçiyor belli ki ilk öpücüğün hayali. At kuyruğunu savuruyor kız. Hissediyor havadaki öpücüğü. Tutup öpmek istiyor o hayali. Yeşil gözlerinin kaçırırcasına ayağa kalkıyor çocuk, gitmem gerek, diyor. Aniden. Hiç sebebi yokken... Kız hiçbir şey anlamıyor. Bir süre, çocuğun koşarak uzaklaşmasını seyrediyor. Havada asılı kalan öpücüğün  hayalini alıp, o da eve doğru koşuyor.

Günlerce sokağa uğramıyor yeşil gözlü çocuk... Kız kaldırımda oturup bekliyor... Hiçbir oyuna katılmıyor. Hiç kimseye onu soramıyor... Ne olduğunu bilmiyor... Sadece bekliyor. Elinde bir öpücüğün hayali, o bekleme sırasında, ilk kalp kırığını örüyor.

***

Kaç kez söktü kimbilir o kırığı, kaç kez yamamaya çalıştı deseni uymayan kumaşlarla... Kaç kez ördü yeniden, desen desen. Kırıklar her yağmurda sızlar demişti yeşil gözlü çocuk kıza, ellerini ilk kez tuttuğunda. Elleri acıyordu şimdi, elleri ile tutmasaydı o hayali... Fark etmeseydi havadaki kelebeği... Acır mıydı yüreği... Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuğruğu saçlarını. Tam da o sırada, bir adam geçerken yanından çarpıyor omzuna, adam pardon diyecekken, gözlerini görüyor kadın önce, yeşil. Gülüyor hayatın denkliğine, adama gülümserken affettiğine dair bir göz hareketiyle, Allahtan saçlarınız kahverengi diyor. Yürüyüp gidiyor gideceği yere, yüzünde çocukluktan kalma acı bir tebessümle.



görsel/vladstudio

04 Şubat 2011

Kuşlar(ım) Havalanıyor





Uzaklara...
Çok uzaklara gitmekti niyet, iklimini bilmediğim coğrafyalarda kaybolmak.
Ne çok oyalandım bu topraklarda şimdi ben.
Gitmek gerekti çok uzaklara gitmek.
Lakin yapılması gerekenler vardı hep el altında,
şimdi onları yapması gerekenlere bırakmak gerek.
İç sesimdi bu sabah beni dürten...
Kalk diyen...



Artık zamanıdır gitmenin, İç Sesimi dinlemenin...




30 Ocak 2011

Zor Olan




Bana koyu gelen bir sohbetin ortasındayız. Bir hayali paylaşıyorum sesli sesli... Anlatma bana böyle şeyleri, diyor. Bu yalnız bedene ne yaptığının farkında mısın..?  Beden yalnızlığına bulur bir başka bedeni, yürektir yalnızlığı giderilmesi gereken, diyorum.  O anda onun yürekle bir işi olmadığını da anlıyorum.

***

Derin bir boşluktan bahsediyordu geçtiğimiz günlerde H.Babaoğlu bir yazısında. Neyi başarırsan başar, neye ulaşmış olursan ol; aile, ev, araba, konforlu bir yaşam diyordu, hep o boşluk hissi. Yazıyı okurken de aynı şeyi düşünmüştüm. Ruhu beslemek yüreği beslemekle ilgili. Oysa kaçımız yüreklerimizi beslemeyi seçiyoruz. Geçtim beslemekten, kaçımız onun çığlıklarını duyuyor ve ona göre cevaplar arıyoruz. Oysa kafanı çevirip baktın mı sol yanında göreceksin niyelerini... Görmek istersen tabi!

***

10lü yaşların sonu, 20li yaşların başı bedeni keşfetme uğraşlarının tavana vurduğu yaşlardır. Karşı cinsin bedeni üzerindendir beğeniler. Olgunlaşmamış bireyin açlığa yüklediği anlam hep aynıdır: sevişmek doyuyur tüm açlıkları. Oysa insan bir bedenle sevişmez sadece. Beden bir araçtır.

***

Geçen gün Kazara Yazar'a yazdığım şu yazıya bir yorum geldi sevgili buraneros'tan

Aslında gayet anlaşılabilir ve kolayca izah edilebilir bir durumdur yazınıza bahse konu hal... "varolmanın dayanılmaz hafifiliğini" nasıl yorumladığınızla ilgili bir olmuşluk ya da olmamışlık halidir, kadınları kategorize etmek; ve bence insanın kendiyle ilgili bir sorundur. Kimileri gün gelir farkederler bir bedenden öteye gidemediklerini... kimileri öğrenemezler bir türlü "hayatın gerçek tadını" ... ve aslında insan durup baktığında kendine, isterse görür niyelerini...

***

Evet, gün gelir, bazıları bir bedenden öteye gidemezler ne yazık ki, ve kendi bedenlerinde çürüyen yüreklerinin çığlıklarını duyamazlar bir türlü. Bir olmamışlık, bir tamamlanmamışlık halidir üzerinde taşıdıkları. Uzaktan bile tanırsınız onları. Libidosu tavan yapmış budalaları!






* görsel:vladstudio


27 Ocak 2011

Satır Arası



Geçip giderken bırakılan bir mektubun satır aralarından...

bu aralar kalakaldı elimde karışmış bir yürek çilesi gibi kelimelerim. cümlelerim dağınık bir zihin örgüsü... 




15 Ocak 2011

Adi Herif(*)



"adi herif", ağlamalarının arasına sıkıştırılmış bir beddua gibi, yinelenerek ve her yinelenmesinde daha baskın bir nefrete eklenerek çıkıyordu ağzından: "adi herif"...

Konuşamayacak kadar sıklaşan iniltili hıçkırıklarına bir durak vermeyeceği her halinden belliydi, susuyordum. Resmi bir aracın arka koltuğunda, üstelik de şoförün gözü yolda kulağı bizde halinden bu denli rahatsız olmuşken soru sormadım. Sadece sustum. Ağlamasına sebep haller üzerine bir kaç olasılığı resmediverdi zihnim.

İlki:

Adam sonunda, karıma dönüyorum, demişti... Ve bunu hiç olmadık bir zamanda; sahil kasabasındaki dantel bozması naylon malzemeli tülleri eskilikten grileşmiş, bordosu ağırlaşmış kalın perdelerin dokumasındaki desenlerinde asılı böğürtüler arasında… çarşaflarındaki lekelerin, aynı yere defalarca atılmış olmasından belirginleşmiş sarılığında… loş ve basık lobisinde ağır bir sigara kokusuna karışan beklemiş ve kusulmuş alkolün yakıcılığında… dar girişli otelin 218 nolu odasında, teri kurumamış bir sevişme sonrasında… camdan görünen lokanta arkası çöpleri seyrederken söyleyivermişti.

İkincisi:

Aldıracaksın o piçi, diyivermişti... Kendi kurulu düzenine sokulan bir çomaktı sözü edilen piç. Şehvetli gecelerin, sorumluluk hissedilmeyen sabahlarına açılan pencerede adamın hiç istemeyeceği, yan gözüyle bakamayacağı bir manzaraydı; hamile bir kadın. Ve adam pencereyi kapatıverdi, camları bile kıracak bir hiddeti odada büyüterek. Öyle kuvvetli bağırdı ki, otel yerinden oynadı. Bir gece öncenin, alım, balım, peteğim buruşukluğu, tertemiz bembeyaz çarşaflarla henüz değiştirilmemişti üstelik!

Üçüncüyü kurmak üzereydim ki, onun fısıldayan sesi, dişlerinin arasında çıkmaya çabaladı. Adi herif, çıkış kapısının şifresi gibiydi. Her cümle öncesi dökülüp sonra gene yerine dönüyordu. Tükenmez bir adilik biriktirmişti içinde. Anlıyordum ama bu meseleyi o aracın içinde konuşmak istemiyordum. Aracı durdurdum, şoföre bir 10 dakika sonra gelip bizi almasını söyledim. Yolda yürümek akıllıca değildi, kabararak yükselen dalgalar habercisiydi gelecek felaketin. Bir ağaç altında, metal bir banka oturduk, soğuktu. Gözyaşları doluya bıraktı yerini.

Beni aldatıyor, dedi. Şaşırdım. Evli bir adamla birlikte olan bir kadının kuracağı cümlelerden biri miydi duyduğum. O zaten aldatmaya meyilli bir adam olmasa senle işi ne, diyecek oldum ama denize köpük eklemenin sırası değildi. Kadınların neden böyle bir yanılgısı olduğu üzerine düşünen kendimden suçluluk duysam da, o andan itibaren dinlediğim arkadaşımın değil, kendi sesimin tınısıydı. Son derece farkındaydım, olup bitenin, ve hatta zihnimin sinsi planının…

Kadınların, evli adamlarla birlikte olma halleri üzerinden düşünüp, güven duygusunu nerede sağlamlaştırdıklarını bulmayı isteyen yanıma söz geçiremedim. Artık düpedüz, o bankta oturmuş, kendimi, sadece kendimi dinliyordum. Arkadaşımın gözyaşlarına eşlik eden hıçkırıkları ve cümleye dönüşemeyen kopuk kelimeleri ritimli bir müziğin dalgaları gibiydi. O ses dalgası arka fonda devam ederken, kendi sesimi bastıramasın diye iyice kapandım kendime. Kendi kendime kulaklarımı tıkayamayacağım bir döngüye girmek üzereydim. Güven duygusunu bulmalıydım. Bir ilişkinin sacayaklarını bulmaya çalıştım. Güven, o sacayaklarından biriydi. Güven... O sacayaklarının olmazsa olmazıydı... Güven...

Onun sesi ile irkildim. Nasıl güveneceğim, dedi. Bunu derken beni sarsmasa farkına varır mıydım bilmem, yüzüme bakıyordu, bir cevap arıyordu. İçim, ulan daha önce nasıl güvendiysen öyle güven diyordu, hem de bağıra bağıra, öfkemin kaynağını biliyordum. Sırası değildi. Karısını senle aldatan adama, daha önce nasıl güvendiysen, işte aynen öyle güven... Diyemedim. Sadece baktım. Onun ona güvenmesini anlayamadım. İkinci olmaya razı kadınların aradığı şeyin güvenmek olmadığını sanacaktım ki, beni aldatıyor cümlesi vuruverdi yüzüme çelimsiz tokadını.

Araba bizi almaya geldiğinde, o elinde aldatılmışlığı, ben elimde bir sacayağı aldık arka koltuktaki yerlerimizi. Ellerimi tuttu, iyi ki varsın, dedi. İçimin onu dinlemeyen yanı sızladı. Yüreğimin ona bas bas bağıran yanı ezildi. Aklımın soruları uçup gitti. Omzuma yasladığı başında, güvenmeyi istemenin ağırlığını hissettim. Karısı hadi neyse neydi de, bir başkası güveni zedelerdi, ben bunu hâlâ anlayamasam da, hâl böyleydi. O adamın güvenilmez olduğu gerçeği ile yüzyüze gelemeyecek kadar inançlıydı. İnandığı sevmekse, sevmek güvenmeyi de ayrılmaz bir parça olarak kabul etmez miydi? Sevmek haline yüklediği anlam, güvenmeyi, gücenmeye dönüştürüvermişti. Gücenmişti, kırılmıştı, ama biliyorum kendini gene yapıştıracaktı. O adam, o ilk zamanda karısına rağmen yansıtabildiği 'bana güven, yanındayım'ı o kadına yaşattığı duyguya rağmen, gene, yine yansıtacaktı. Ve arkadaşım, dalgalı denizlerinin doğası gereği, taşıp taşıp durulacaktı. Yansımanın bir yanılsamaya dönüşmesi uzakta bir gün değildi. Ben bunu biliyordum, yaşayan bilirdi, okuyan da, duyan da, gören de bilirdi elbet ama, yaşayan hissederdi de... İçimde titrek bir yan, ofise çıktım. Masama oturdum, kaç saat geçtiğini bilmediğim süre boyunca, elimde sacayağım, düşüncelerimle “tut-kaç” oynadım. Bu benim bulduğum bir oyundu… Tut-kaç…

Akşama kadar durulmak bilmeyen düşüncelerim ve elimdeki sacayağımla çıktım ofisten. Kendi güven kavramım üzerine odaklandım. Kafamdan türkü çeşit cümle kurdum. Sildim, yeniden yazdım. Yıkıldığı âna gitti zihnim, içimden söylendim: 'işi gücü geçmişi kurcalamak, bir yara bulsun ki beslensin, aç kurt…' Ama bu sefer benle oyun oynamasına izin vermedim zihnimin. O tuttu ben kaçtım. O defter, orada, olması gerekenler ve olmaması gerekenlerle birlikte kapanmıştı. Birinci kadın olarak, ikinci kadına şunu söylemeyi çok istemiştim: ona nasıl güveneceksin, bana olan aşkını sana anlatırken, ve sen o aşka aşıkken… o sana bütün bunlarla geliyorken, senden çıkıp benim koynuma, benden çıkıp senin koynuna geliyorken, benim bildiğim bütün güvenmeye dair ânılar tek tek inceldiği yerden kopuyorken, sen ona nasıl güveneceksin...

Elimde sacayağım, tek başına arabama kadar yürüdüm. Arabayı çalıştırmadan önce bir süre, uzun bir süre ağladım. Silecekleri çalışmayan göz kapaklarımı kapadım. Sacayağımı camdan dışarı usulca bıraktım. Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek. Sacayaklarımdan birini daha geride bıraktım, köşeyi döndüm ve uzaklaştım. İnsan kendine bile güvenmemeli mi sorusunu yanıma alıp, radyoda çalan, Radiohead’in yumuşak sesine umutla eşlik ettim:









(*) Kezban’a ve Güven’e Dair / Bir Ömür Teşekkürle…

11 Ocak 2011

Bulmaya Direnmek


Bulmaya direnmekti benimkisi...





direnmek için şuradan
bulmak için buradan,

gitmelisin...






fotoğraf / bir kış günü gördüğüm

07 Ocak 2011

İyileşmeyi Yazabilmek



Deniyorum...
Dört yolu birbirine bağlamak benimkisi...
İyileşmeyi yazmayı deniyorum...
Bir dörtleme deneme.
İlki için buradan...
İkincisi için şuradan yol alabilirsiniz.





görsel / deviantart

01 Ocak 2011

Yola Tutunmak




buradan bir YOL var bana doğru...

oradaki ben umutlu,

burada kalanda hep bir hüzün kokusu.

her zaman güneş doğar,

bir düşün;

umuttan doğan daha parlak olmaz mı...
 
umuda yolculuk benimkisi,
 
bir kaç satır önce temize çektim geçmişimi,

bir sırt çantasına yükledim yüreğimi,

gidiyorum dediğimde gitmesini öğrenmek kaldı geriye.
 
onu da öğrendim mi,
 
sen uzaktan seyreyle...
 
bir el salla bana,
 
uzaktan!
 
sol elin olsun havada,
 
ve sağ elini sık içine,
 
yumruğun olsun gücün,
 
tutunduğun bir yumruktur çünkü geriye kalan,
 
biri senden gittiğinde.
 
oysa o seni de götürür gittiği yere.
 
seni, onu ve yüreğine değen ne varsa.
 
bir yumruktur onun da tutuntuğu
 
sol eli gözyaşını silerken...
 

31 Aralık 2010

Üzerine Yürek Pulu Konulan (Son) Mektup...



sevgili,

söylenecek onca sözün içinden, hep bilineni, defalarca söyleneni seçtim sana. seni sevmekle geçsin bir yıl daha. bir yıl daha bak gözlerime. bir yıl daha saçlarım dağılsın omuzlarında. sen bir yıl daha sev beni. bin yıl daha... seveceğim ben seni... hep, AŞKla...


Görsel