19 Kasım 2009

LÜTFEN!.. LÜTFEN YETER

Oturmuş koltukta hayıflanıyorum bir günün daha bitişine... Oysa güzel bir gündü, keyifli... Anlatacağım başka bir yazımda. Balkondayım Beklerim adıyla... Ama içimden gelmedi o yazıyı düzenlemek, resimler koymak, süslemek... Oturdum evin köşesindeki koltuğa, kırdım dizlerimi, açtım bir Norah Jones, yumuşak yumuşak dinliyorum. İçimdeki tarifi olmayan - üstelik malzemesi bile belli değil - sıkıntıyı atmaya çabalıyorum. Atılmıyor. Balkona çıkıyorum. Sevdiğim, gülümseten bloglarda geziyorum. Dağılmıyor. Giderek boğuluyorum.


Kendimin en kuytusuna gidip oturuyorum. İçimde bir sıkıntı. Bugün aldığım haberden belki. Belki kendime dokunan ucundan. Belki hayatı sorgularken takılıp kaldığım bir andan... Sebebi çok, sebebi yok hallerimdeyim.

Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Güvenimi aldı benden, geceleri rahat uyumalarımı ve sabahlara mutlu uyanışlarımı

diye haykırıyordu, kendisine tecavüz eden adamla mahkemede karşılaştığında. Dizinin senaryosunu yazan daha önce tecavüze uğramadıysa nasıl olur da yazabilirdi tecavüze uğrayan bir kadının haykırışlarını diye düşünürken yüreğime edilen tecavüzün sonrasında benzer kelimelerle boğuştuğumu fark ettim.

Uzun zaman oldu. Tedavisine geç kalınmış bir hastalık şimdi bendeki... Oysa tedavi oldum sanıyorsun. Hazırım diyorsun. Çevrendekileri kandırıyorsun bir süre. Seni tanıyan dost arıyor, mutsuz, temkinli, kızgınlığını gizlemeye çalıştığı düşük tonlu sesi ile...

Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edeceksin. Daha ne kadar onarmadan ruhunu dayanabileceksin. Daha ne kadar yüreğini acıtabileceksin. Daha ne kadar acını saklayabileceksin. Daha ne kadar yaralı yüreğini onaracak birini arayacaksın. Gönüllü olur mu sanıyorsun sana biri...

demiyor da sen o telefonu kapattıktan sonra sorularla kalıyorsun başbaşa. Oysa dostun sadece "lütfen diyor lütfen yeter..."

________________________________________________________

Gün geliyor, yetiyor, geçmişi arkanda bırakıp, bir kapının aralığından ileriye bakıyorsun, içinde garip bir heyecan ve bir telaş, yüreğin sıkışıyor ama bu sefer mutluluktan... İleriye bakıyorsun, endişe gelip tutuyor omuzundan, endişen aslında; gelecekle ilgili değil, geçmişin omuzlarında bıraktığı gri bir toz... Elinin tersi ile alıyorsun omuzlarındaki tozu, üflüyorsun boşluğa, kapıdan geçip koşar adım devam ediyorsun ileriye, mürdüm eriklerinin hemen altında seni bir ömür bekleyen, güzel bakan güzel gören güzel gözlere: Dalıyorsun yepyeni düşlere...

Yeniden güveniyorsun,
 geceleri rahat uyuyor ve sabahlara mutlu uyanıyorsun...
Bu bir mucize desen de artık sihirli lambalara inanıyorsun...


_____________________________________________________
İlk Yayın Tarihi : Mayıs 2009Okuyucuya Not: Balkondaki o keyif henüz yayınlanmadı. Duıruyor taslaklarda... Belki bir gün...
Fotoğraf / 1x.com

18 Kasım 2009

KAPI ARALIĞI





Sen hiç aralanan bir kapıdan

baktın mı uzağa
yakını görerek
biraz ürkek
biraz telaşlı
biraz meraklı

baktın mı yakına
her adımda geleceği düşleyerek

17 Kasım 2009

ZERAFET





 o kadar gerçek ki;
 elini uzatıp bir kaçını gizlice almak ve küçük bir kaçamak yaşamak istiyor insan…


Su gibiydi kenarları, bir genç kızın düşlerini süsleyen; gelinlik sandığına kaldırılacak bir danteli çağrıştıran hali vurdu beni en çok... Hele o; evden ayrılacağı gün incecik ve kuğu boynuna dolanacak, anne yüreğinden gelen siyah inciler ki ne az bulunurlardı denizlerin dibinde... Bir düş kurdum üzerine, elimi uzatıp bir kaçını gizlice aldım mutfak tezgahının üzerinde az sonra tart olmayı bekleyen likapalardan:

Bir adam, ama ne adam mutfakta... Duvarları krem renkli, küçük kare fayansları duvarla aynı renkte olan ve akça ağaçlı mutfak dolabıyla bir bütünlük oluşturan tezgah bir ton koyu herşeyden, hakim olan renkler krem ve fıstık yeşili... Kadının sadeliği ve özeni, adamın dikkati ve beğenisi ile birleşmiş bir yaşam alanının tam köşesinde duran oval masa; sabah kahvaltılarında ve en çok da yemek hazırlığı sırasında yapılan sohbetlere tanıklık ediyor... Üzerinde koyu fıstık yeşili bir örtü ki; o da fransız balkonunun camlarını süsleyen; ince belini ortaya çıkaran  bir ton koyu satenle kombinlenmiş uçuk fıstık yeşili tülle yarenlik etmekte... Sohbetleri  bir gece öncesinin sır gibi saklanan tarifinin içine bir doz aşk katılmış yemeği üzerine ve muhtemelen yemeğin hazırlanışı sırasında adamla kadının birbirlerine hiç yakınlaşmadan dokunuşları... 


O gece için planlanan yemek; kremalı fıstık yatağında bonfile, mandalina soslu mevsim yeşillikleri ve yoğurtla inceltilmiş mayonezli patates salatası... Ve yanında illa ki mumlar ve şarap ile... Kadın mutfak tezgahına gece için hazırlanacak malzemelerini dikkatle ve şaşılacak bir el çabukluğu ile hazırlıyorken, adam müzik seçimini yapıyor: Frank Sinatra





İkisinin yüzünde de o bildik, tanıdık aşık haller: Sabitlenmiş bir gülümseme ancak günün anları üzerine keyifli hatırlatmalar yapılırken dudaklardan uzaklaşıp, gözbebeklerine gelip kuruluyor. Adam ve kadın ezber bozan bir gerçekliğin kendi biriktirdiklerinden yola çıkılınca o hiç de şaşırtmayan şahaneliğine şapka çıkartıyor her denk gelişte... Denklik hali için, 1000lik puzzle parçalarının kendi karmaşıklığı içinde, ortaya çıkması önceden tasarlanmış tablonun en can alıcı yerinde iki tanesinin bir araya gelişi ile tanımlandığı bir halle resmediliyor... Zerafet işte tam da bu noktada karşılık buluyor kendine... Ahenk tanımı tam da bu noktada yeniliyor kendini ve mutluluk tam da o anda donmuş bir kare fotoğraf oluyor belleğin en ön sırasında... Yüreğin ritmini hızlandırıp, nefesi kovaladığı an, soluksuz kalıyor insan... Anlara sığdırılan çokluğa, çokluğa sığdırılan sadeliğe ve sadeliğe sığdırılan bir coşkuya yol veriyor bir mumun gölgesi... Uzuyor gölge, adamın ve kadının üzerine... Uzanıyor gece adamın ve kadının sesine... Uzuyor gece...

Likapalar ağzımda bıraktıkları biraz mayhoş tatlarıyla dişimin kavuğunda bile yer etmeyince, elimi uzattım gümüşi tabağa ki geç kalmıştım... Çoktan kek hamuruna malzeme olmuş likapalara teşekkür edip, bana o geceyi yaşatan adama ve o gece gibi gecelerin tekrarlarının ve çok daha güzellerinin yaşanacağı yepyeni düşlere beni sürükleyen yüreğe sarılıp uyuyacağım bu gece...


Sol yanınızı sıcak tutun derim:
belki bir likapa değer dilinizin ucuna
ve bir düş kurar aklınız yüreğinizle bir olup yaşanmış bir an üzerine...
Belli mi olur, belki düşünüz gerçek olur...



_______________________________________________

Fotoğraf / Likapa@Cafe Fernando/foto

16 Kasım 2009

YÜREĞİNE DÜŞEN DEĞERLİDİR



2005, Cezayir...



"bazen ne kadar uzak olsa da ve hatta hayatımda yok artık desen de
yüreğine düşen gelir aklına, bir an gelir hissedersin ... değerlidir bilirsin..."









2 YIL SONRA BUGÜN...

O mektubu hatırlar mısın bilmem? Ayrıldığımızdan kısa bir zaman sonra yazılan onca satır arasından neden bunu bulup takıldı ki gözüm; değerli olduğun kesin, yüreğime düştüğünde, şimdilerde uzak olduğunda...

Sana yazdığım onca mektubun satır aralarına sıkışanlar, şimdi dönüp bakıyorum da, hep hüzün olmuş... Aşkla yazılsalar da, büyük bir hayranlık duygusuyla harmanlansalar da, hasretimi dile getirmek konusunda çaresiz kalsalar da, hep sevdim kelimelerimi, hele de sana yazılıyorlarsa. Gidiyorken senden; yazdığım satırları o siyah beyaz fotoğrafın arkasına yazdığım o satırları ve o geceyi hatırladım:

18 yıllık burbondan içmiştim 2 duble ve ağlıyordum ölesiye. Ertesi gün ayrılacaktım ve sen günler sonra eve geldiğinde, herşey bıraktığın gibi olsun istiyordum, hatta abartılı bir özen gösterdiğim bile söylenebilirdi ama ben buydum. Ancak bu şekilde bu evden çıkarsam huzuru bulacaktı yüreğim. Aklımı hiç sorma, kaçırmıştım çünkü... Sana yazdığım onca mektubu yırtıp attıktan sonra; duvarda asılı, eski filmlerin tadında, eski bir aşkın solgun yüzlerine takıldı gözüm. Hala duvarda asılıydı, günler sonra çivisinin bile yerinde yeller esecek olsa da, almadım onu yanıma. Elime alıp, uzun uzun sevdim...  Neden bilmem o fotoğraftaki kızın o gün bile hüzünle bakan gözlerine, adamın telaşını gizlemek istercesine avucunun içinde sıktığı mendile ve bir kütüğe dolanmış sarmaşıklara karşı borçlu hissettim kendimi: Uzun uzun anlattım olup biteni. Neden sonra  sustu kelimelerim, neden sonra elimde bir kalem, fotoğrafın arkasına şu notu düştüm, hiç çevirip okumayacağın ihtimalini aklıma bile getirmedim:

Gidiyorum senden, ayaklarım geri geri...

Ertesi gün ayılabildiğim en erken saatte elimde sadece valizim; içine doldurduğum kederim, ümidim ve aşkımla çıkmıştım yola ki telefon geldi senden...

Aklıma düştün...
dedin...
Aklına değil de yüreğine düşseydim keşke...

diyebildim...

ve kapadım telefonu. Bir banka oturdum, banka oturup, valizimi açtım ve izin verdim; ümidimin ve aşkımın uçmasına... Kederimi aldım yanıma, tüketene gözyaşım bitene kadar yürüdüm hayatta; ümidimin ve aşkımın bir kez daha avuçlarıma konmasını dileyerek...

___________________________________________

4 YIL SONRA BUGÜN...

Yıllar sonra, hiç beklenmedik bir sabahta, avuçlarımı avuçlarına alıp, aşk yorgunu yüreğimi, yeniden taptaze bir aşkla dolduran adama bir teşekkürden fazlasını borçluyum biliyorum...

Aşkı bir kez daha bulduğum için, hayallerimi her daim canlı tutan bir adamın yüreğine düştüğüm ve o adamın kendi hayallerinde 'beni' bulduğum için ve en önemlisi hüzün artık gözbebeklerimde olmadığı için, daha güzelim şimdi ben...
Teşekkür ederim, güzel gören güzel yüreğine...


___________________________________________________

11 Kasım 2009

KUSURSUZ DEĞİLDİR GÖRÜNEN



öylesine uyanmalısın bir sabah
şarkılar söyleyerek günün güzelliğine
bir kahve koymalısın en sevdiğin fincana
mutlu olmalısın kokusunu içine çekince (*)




Bir gece evvel iki dubleyi sırdaş edip kendimize, konuştuk içimizde kalan ne varsa. Senin bıraktığın cümleden ben başladım, benimkinden sen... Birbirini tamamlayan puzzle parçaları gibiydik. Bir parçayken eksikti bir yanımız, denk geldi sandığımız her bir parçada arada kalan boşluğun farkındaydık... Farkındaydık da, olmazları oldurmaktı sevmek, ve aşk anı yaşamaktı sadece ikimiz içinde. Ve biz, yani, senle ben, ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı insanlarla onlarca yaşanan anın, onlarca tanıklığında bildik de boşluğu; gene de söz söyletmedik üzerine.

O gece öylesine kurulan bir rakı sofrasının tanıklığında konuştuk saatlerce; bir denklik anının keyfini çıkarıyorduk, puzzle parçalarını bulmuştu, defalarca denedikten sonra ve belki tamamlanamaz dediğimiz bir anda, eksik kalan parçamdın, eksik kalan parçan... Kesintisiz bir bütünlüğün sağlamlığında, kusursuz değildi görünen: Ama güzeldi... Bir mutluluk tablosu olabilirdi ya da içtenlikli bir huzuru yansıttığı söylenebilirdi pekala. Sözler sözlere karıştığında, o hep bildik uykuya açıldı kapılarımız: Kokumu teninden aldım ve gözlerimi kapadım...

Uyandık; hırçın dalgaların yarattığı serinliğin evin duvarlarını yalayıp, kahvaltı masasının kurulu olduğu mutfak penceresinden içeri girişine tanıklık ederek.  Gülümsedik; kahve kokusunun beraber uyanışımıza keyif katan dumanını içimize çekip, bahçedeki sonbahar habercisi yaprakların telaşlı savruluşuna yârenlik ederek. Öptük; yaşadıklarımızın düşten öte sıcaklığının sarıp sarmaladığı yüreklerimizi koyup önümüze, bir sevdanın dolu dizgin yol alışını başımıza taç ederek.

_____________________________________________________

(*) Öylesine şiirimden alıntı...
Fotoğraf / autumn feelingII@Neslihan Öncel

10 Kasım 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 13






AFFETMEKTİR GÜÇLÜ OLMAK

bilmelisin ki... duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.
bilmelisin ki... aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.
bilmelisin ki... karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
bilmelisin ki... gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. gerçek aşkların da!
bilmelisin ki... tecrübenin kaç yaş günü partisi yaşadığınızla ilgisi yok, ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
bilmelisin ki... aile hep insanın yanında olmuyor. akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. aile her zaman biyolojik değil.
bilmelisin ki... ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzülebilir. onları affetmek gerekir.
bilmelisin ki... bazen başkalarını affetmek yetmiyor. bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.
bilmelisin ki... yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
bilmelisin ki... şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
bilmelisin ki... iki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez. etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
bilmelisin ki... her problem kendi içinde bir fırsat saklar. ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
bilmelisin ki... sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

Can YÜCEL


________________________________________
Fotoğraf / deviantART

SONSUZA DEK...




Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir.
Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek,
evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak
pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır.
Onun için kadınlarımız,
hattâ erkeklerimizden çok aydın,
daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar;
eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.

Mustafa Kemal Atatürk

06 Kasım 2009

06112009/2028/Belki Ela Olur Gözlerin



Seni hep istedi biliyor musun, 19 yıl önceydi ilk kez senden bahsetttiğinde, gözlerindeki mutluluğu görsen, o gün çıkar gelirdin aslında. Annen aradığında ve öyle güzelki görsen dediğindeki sesi bir daha duyar mıyım bilmiyorum ama ilk defa mutluluğun sesi kazındı kulağıma... Mutluluk budur işte dedim kendime; annenin "öyle güzel ki..."sinde saklı sımsıcak bir tını... Heyecan ise, babanın seni beklerkenki hallerinden seri bir fotoğraf albümü benim için bundan böyle...


Hoşgeldin Ela Kız...
Biliyorum çok büyük bir mutluluk getirdin...




Daha çok şeyler yazacağım sana dair; bunlar ilk hislerim...
Senin haberini aldıktan sonra ilk ağzımdan dökülenler...  
Bir de bil istedim; çok ama çok seveceğim seni...


Güncelleme:
Az önce gördüm seni; öyle güzeldin ki... Mutluluktan ağladım...

_______________________________________________________

Fotoğraf / deviantART

04 Kasım 2009

DOĞALLIK



Senin doğallığını sevdim demişti, bir de yalnızlığını
O gelince yanıma yalnız değildim artık  ve ne yazık ki kısa zamanda kaybettim doğallığımı
                    Önce yamuklarımı düzellti sonra törpüledi pütürlerimi

Bilmem artık seviyor mu beni

                                                             Oysa değiş(tir)meye ne gerek vardı
                                                             Senin doğallığını sevdim demişti, bir de yalnızlığını

03 Kasım 2009

BİR FISILTI / AYDINLIK İÇİN

Rüzgar değildi, hayır kesinlikle bir rüzgar değildi ama içimi ısıtan bir esintiydi. Fısılda dedi... Sadece fısılda... Duymazlar ki dedim... Ben şimdi nadasa bırakılmış bir toprak parçasıyım... Çoçuk parkındaki terk edilmiş salıncakta kurumuş bir yaprak... Terk edilmiş kasabanın kilisesindeki çan... Kendi içine kaçmış cılız bir ses... Sesim çıkmaz ki... Dene dedi... Atamız için dene... Severek ve sevinerek dedim. Çünkü bilirim ve inanırım ki; aydınlık fısıltılar çoğalırsa kaybolur karanlıklar...






ALTINA İMZAMI ATARIM...

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."



Daha önce gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projelerinde de elimden geldiğince destek vermiştim ama bu seferki bir sosyal sorumluluk projesi değildi... Bu sefer hedeflenen tek ses olmaktı, tek yürek... Bugün Cumhuriyeti yaşıyorsak onun önderliğinde dökülen kanlara da sahip çıkmaktı.  Bugün Cumhuriyet türlü çeşitli oyunlarla yara alıyorsa, işte tam da hedeflenen CUMHURİYETE sahip çıkmaktı.

Cumhuriyete inanıyorsanız, ben bir bireyim diyorsanız, size verilen hakların tek tek elinizden alındığını düşünüyorsanız, eskiden kardeştik ne oldu bize diye soruyorsanız,  BİR MİLYON KALEM EDİTÖRLERİNİN BAŞLATTIĞI KAMPANYA DESTEĞİNİZİ BEKLİYOR...

01 Kasım 2009

Susturdum İçimdeki Sesleri Söz Yağmurun

 bazen kelimeler yetmez yürektekini anlatmaya...

Yazdığım onca taslak içinde gezindim dün gece; geçmişin tadını da, kendi tadımı da, aşkın tadını da yeterli bulmadım yayınlamaya.  Bir mektup yazdım geçenlerde yitirdiğim bütün aşklara, başka bir zamanda anneme, bir kaç zaman önce bir de kendime; yok olmadılar onlar da istediğim tadda... Ne bir serzenişti kelimelerim ne de mutluluğun tadı vardı satır aralarında. Yaşamın tadı da yoktu bugünlerde; oysa iki önemli konu vardı üzerine yazmak istediğim; omuzlarımıza yüklediğimiz gereksiz yükler ve hayatımıza aldığımız insanları değiştirmek üzerine ama istediğim kıvamda çıkmadı kelimeler... Bir şiir denedim ama olmadı... Bir öykü başladım, iki bölüm gitti, henüz serimdeydim ama tıkandı... Yazılmış kelimelerden bile tat almayınca, anladım,  içimin tadı yoktu aslında.

Yepyeni bembeyaz bir sayfa açtım. Başladım kelimeleri serpiştirmeye orta yere. Saçıldılar, dağıldılar, anlamsızlaştılar... Neden bilmem yetersiz kaldılar içimdeki duyguyu anlatmaya. Yazdıklarımı silmedim, taslak yapıp bıraktım hepsini yarım yarım... Belki artık mola zamanıdır dedim kendime. Belki içimdeki bütün sesleri susturup yağmura bırakmak gerek sözü... Dinlemek biraz onun uzaklardan getirdiklerini. Kendine yüklediklerini almak sırtından teker teker... Anlamaya çalışmak içine sığdırdıklarını. Biliyorum, kendi sırtımdaki yükleri de bırakmalıyım yol kenarından akıp giden yağmura ve içimdekileri dökmeliyim camda iz bırakan damlarara, izin vermeliyim gözümün yaşına, karışsın yağan yağmura...




Kelimeler yeniden anlamını buluncaya kadar ya da tamamlanıncaya kadar taslaklar; ıslanayım yağmurlarda... Sırıl sıklam bir aşığın gülümsemesini de alarak yanıma, terk edilmiş çocuk bahçelerine döneyim yüzümü...Belki şimdi çocuk seslerine hasret ahşap salıncakta kuru bir yaprak olmak gerek bir başına ve sallanmayı beklemek rüzgarda...





Rüzgar esmezse yapacak bir şey yok ama eserse gene görüşürüz buralarda...


______________________________________________________
Fotoğraf /  sonrası eskimişlik @ Neslihan Öncel