07 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 3

“ - İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır.- Epikuros'un bir sözüdür, duyduğum ilk gün kazıdım aklımın duvarlarına. Epikuros felsefesinin temelini, yiyelim içelim, çünkü yarın öleceğize dayandırsa da ve her insan ömründe en az bir kez bu sınıra dayansa da, temel sorusu  -Bu benim şu anki keyfime katkıda mı bulunacak yoksa keyfimi azaltacak mı- olan bir felsefeyi baş tacı etmem mümkün değil... "

Mutfağa yeni bir şarap açmak üzere giden Sıla, Sinan'dan etkilendiğini fark etti. Hassasiyetlerden konuşurken ve eşi ile yaşadığı ayrılığın sancılarını aktarırken nasıl olup da dönüp dolaşıp felsefeye dayandırmıştı konuyu. O gece Sinan'ının gelişi, çok şeyi değiştirecekti; Sıla yüreğinin atışlarında bile hissediyordu değişimin ılık nefesini.

Sinan az önce kapıyı sinirle çarpıp gelmiş olmanın etkisi ve henüz yatışmamış öfkesinin verdiği enerji ile söze devam etti:  "Biz insanlar olan bitenle değil, olup bitene yüklediğimiz anlam üzerinden düşünürüz. Şöyle düşün, sen kendi hassasiyetinden bir konuya yaklaşıyorsun, karşındaki bir davranışı öylesine içinden geldiği gibi yapıyor, herhangi bir art niyet falan yok, yapıyor işte. Ama sen, kendi yüklediğin anlam üzerinden, durumu değerlendirip, bir de faturayı kesiyorsun. Sonra hem fatura kestiğine yanıyor hem de o faturayı ödemedi diye karşındakini suçluyorsun." 

Sinan'ın ilk başta ukala gelen tavrına giderek ısınan Sıla bütün geceyi, Sinan'ı dinleyerek geçirdi. Bir düş ülkesinden çıkıp gelen prens gibiydi Sinan. Hocasıyla tartışmaları, hayat üzerine kurdukları felsefi cümleler ve ta hayatın içinden küfürlerle atılan kahkahalar o geceyi bir masal gecesine çevirmişti.

Sinan evden ayrılırken, kalan yarım şişe şarabı yanına aldı; Kasım Hoca kapıyı kapattıktan sonra dolu dolu bir kahkaha ile salona döndü: Eşoğlu eşek herif benim keyif şarabına köpek öldüren muamelesi yapacak iyi mi?

Sıla, "Bazen, köpek öldüren de pek ala bir keyif olabilir" diyerek, evin çatı katında bulunan konuk odasına doğru yöneldi. Kasım Hoca'nın çalışma odası ile yatak odasının hemen yanından yukarı çıkılan döner dar merdivenden yukarı çıkarken, Hoca'sının "alem heriftir bizim Sinan" deyişine sessizce gülümsedi.

Sıla yatağa uzandığında, Sinan'ı düşündü. Sinan'a aşık olabilirdi. Ses tonu kulaklarından gitmedi. Hele kahkahkahaları, nasıl da yakışıyordu gözlerine. Gözlerini kapadı, yüzü yüzündeydi; gülümsedi. Sıla Sinan'dan çok etkilenmişti, fakat muhtemelen Sinan, Sıla'nın sıkıcı biri olduğunu düşünmüştü. Ne de olsa bütün gece söyleyebildiği kelimelerle ancak  kesik kesik cümleler kurabilmişti. Aradaki, 'hımmları', 'aaaları' ve de 'gerçekten mileri' de sayarsak galiba hepi topu 20 cümle kurmuştu. Bir ara, Sinan'ın Hocaya, sen elma demek için armudu olumsuzluyorsun, olmuyor hoca dedikten sonra, onu destekleyen gülüşüne bir anlam yüklediyse ne ala, yok eğer ona da bir anlam yükleyemediyse bir kez daha karşılaşsalar bile Sinan asla hatırlamazdı onu.

O gece, Sinan'a kapadı Sıla gözlerini.

_____________________________________ Devam Edecek...

06 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 2

Yağmurlu günlerden birinde; Sıla ve hocası, hocanın evindeki çalışma odasında, kalın, ahşaptan 12 kişilik bir masanın üzerine yayılmış; yılın en önemli uluslararası kongresinde sunacakları makaleye ilişkin litaratürü tarıyorken, telefon çaldı. Telefonu açmak konusunda tereddüt eden Kasım Hoca, Sıla'ya baktı. Sıla nedense odadan çıkması gerektiği hissine kapıldı. Yaklaşık 12 yıldır birlikte çalıştığı hocasını hiç bu kadar tedirgin görmemişti. Kasım Hoca'nın sesi koridordan bile duyuluyordu; gergindi, mutsuzdu ve endişeliydi... Konuşmanın sonlarına doğru duyulur duyulmaz bir sesle "sevmiştim"i duyan Sıla bunun bir gönül işi olduğundan emin oldu. Hocasının bir sevgilisi, kız arkadaşı, aşığı... Nesiydi sahi ve niye bilmiyordu ki bunca zamandır? Eşinden boşandığını biliyordu, hiç görüşmediklerini de, hiç çocukları olmadığını da... Sadece limonlu dondurma yediğini, filtre kahvesiz güne başlamadığını, zeytinyağlı yemeklerden kerevizi, çorbalardan kremalı mantarı sevdiğini biliyordu da, bir kadından bahsedildiğini ya da daha önce konuşulduğunu hiç hatırlamıyordu. Mutfakta meyva tabağı hazırlarken, hafızasını zorladı... Bu bilgiye zemin oluşturabilecek herhangi bir tanıklığı da olmamıştı. Okul yıllarına uzanınca akıl, yüreğini harekete geçirdi. Nasıl da aşık olmuştu hocasına, onun o hayatı dolu dolu yaşamışlığına, birikimlerine, saygınlığına... Ne çok hayal etmişki kendisini, bir kongrenin bitiş kokteyline beraber gidişlerinde hocasının kolundaydı ve herkesin ona hayranlıkla ve kıskançlıkla bakışlarına tebessüm edişini ne çok çalışmıştı aynada... Hocasının sesi ile irkildi.

Çalışma odasına döndüğünde artık 60larına merdiven dayamış olan adamın yorgun yüzü ile karşılaştı. Koltuğa uzanmış, yere kadar olan camından Tarabya sırtlarına uzanan ufka bakıyordu, güneş batışının o muhteşemliğine her seferinde hayran olduğunu söyledi, fısıldar gibi... Sıla biliyorum hocam dedi, ilk kez denk geldiğimde günlerce etkisinden çıkamamıştım. Kasım Hoca, bu günlük yeter Sıla dedi, çalışmaya ara verelim, akşama kal istersen, Ayşe yemek için bir şeyler ayarlamıştır, beraber yeriz, tabi eğer programın yoksa.


Ayşe evin kadını gibiydi... Kasım Hoca eşinden boşandığından beri haftaarası 3 gün gelir; evi çekip çevirir, alışveriş yapar bir de yemek pişrirdi. Sıla'yı da pek severdi. Genç kızlığında evin hanımı bulmuştu Ayşe'yi. Boşandıklarında, öksüz çocuk gibi ortada kalacağını düşünmüş özellikle de Kasım Hoca'nın eşi, aile dostları Frencesco ile evlenip, Livorno'ya yerleşince... Ama  öyle olmamıştı: Kasım Hoca Ayşe'ye sahip çıkmış, düğününü yapmış, eşine üniversitede iş bulmuş ve böylece kendi yalnızlığına aile kılmıştı Ayşe'nin ailesini...


Salondaki şöminenin karşısına kurulan Sıla ve Kasım Hoca, bir yandan Ayşe'nin harika şeftalili tavuğunu yerken, her zaman ki gibi iş konuşuyor, akademianın dedikodusunu yapıyor ve çok eğleniyorlardı ve tabi bunda 2000 rekoltesi Chianti Classico Riserva'larını yudumluyor olmalarının payı büyüktü.

Kapının alacaklı gibi çalınmasından duydukları şaşkınlığı üzerlerinden atınca, kapıya koşan Sıla oldu. Kapıyı açması ile donup kalması da bir olmuştu... Kasım Hoca'nın kimmişine ses veren, Sinan'dı.

_________________________________ Devam Edecek...

05 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 1






“...ancak unutulmamalı ki,
sorgu odasında çok kalan her ilişki eninde sonunda “suç”u kabullenir.”


Haşmet Babaoğlu
 
 
 
Hayat akıp gidiyordu, biri diğerine o soruyu sormasa olduğu gibi akıp gidecekti de zaten. Ama o soru soruldu, kimin ne zaman, neden ve hangi akla hizmet sorduğunun bir önemi yoktu. Uzun zamandır yaşanan sessizliği ille de bir şeye benzsetmek gerekiyorsa, fırtına öncesi gibiydi diyebiliriz. Şimdi o güne, sorunun sorulduğu ve cevabının beklenmediği o güne, o sabahın körüne dönelim... Okuyucunun aklını bulandırmak değil niyet ama hatırlarsanız; sabahın köründe ürkütücü karanlıktan bahsederdi bu kadın kahraman:
 
Neydik sahi biz? Düş gecelerinin, düş anlarında sevişen, düş-engellileri miydik seninle? Engelli, bir şey eksikse söylenir ya insana, ama her engellide fazladan bir şey vardır olmayanın yerine. Bizde ten yoktu biliyorduk ama can da mı yoktu be sevgili… Bendeki engel onur, sendeki yürek miydi ya da…  
İşte yine o kadın kahramanımızlayız, aslında öykünün tam da burasında bir isim vermek gerek kendisine, Sıla... Evet, Sıla... Yaşananlara ve oradan bakıldığında çizilecek bir resme en çok sıla yakışacak gibi. Bir de Hasret var aslında ama... Sıla... Hasret... Sıla... Hasret... Evet, evet Sıla; hafızamın raflarına kaldırdığım anlara daha çok yakıştı... Bir süre ayrı kaldığı bir yere veya yakınlarına kavuşma hali diye tanımlanıyorsa Sıla; benim öykümde; bir süre ayrı kaldığı aşka kavuşma diye yer bulacak ve tam da arzuladığım hali anlatacak.

Son sevişmemizden bu yana, sabah kör, karanlık ürkütücü… Bende fazladan bir pişmanlık, sende rakı masasına bir meze… Kaldı, kalacak… Ne ürkütücü…

Bir öykünün en sancılı yeridir, kahraman(ı)ları yaratmak; eğer kahramanınızın profilini çıkartmaz ve olası yaşanmışlıklarının çerçevesini çizmezseniz, ipin ucu kaçar gibi gelir bana. Ben de ipin ucu kaçmasın diye; Sıla'yı resmedeceğim size, yani aslında kendime... Sıla, 25'lerinde; okuldan mezun olalı ve hayata karışalı belki 3, bilemedin 4 zaman geçmiş henüz. Alımlı, sevimli ama huysuz, aşka inanıyor bir de evleneceği adamla ölmeye... Okuma yazması olmayan bir anne ile köyde bakkal olan bir babanın ortanca kızı. Üniversite mezunu dayı oğlu tutmasa elinden ve okutmasa liseyi; üniversite ve şehir sadece bir düş olurdu ama o azmiyle ve biraz da şansın yardımıyla gerçek kılmış düşlerini. Çocukken ne bulsa okuyan çocuklardan o, okuldaki kitaplarının tamamını okuyan tek çocuk hatta. Meraklı ve  başarılı bir öğrenci olarak kısa sürede hocalarının yıldızı olmayı başaran,  nerede ne bulsa akıl defterine notlar alan bir genç kız Sıla: Okulda kalması konusunda ısrar eden hocasının asistanlık teklifini hiç düşünmeden kabul eder. Ne de olsa, zorlu bir akademik hayatın, şehirle ve şehirli olma haliyle tek bağı olacağının farkındadır. Okul hayatı boyunca tek bir sevgilisi olmuştur. Onunla da ayrıl barış, iniş çıkış, adı konamayan bir sevgililik yaşamıştır. En azından o adamın sayesinde, kadın ve ilişkiye bakışındaki ürkekliği üzerinden atmış ve büyümüştür. Zaten önünde uzayıp giden zorlu yokuşun o kadar başındadır ki, yeni bir ilişkiye başlayacak ne enerjisi, ne vakti ne de isteği vardır. Ama tahmin edileceği üzere; taki o adamla tanışana dek.

_______________________________________________________ Devam Edecek...

Fotoğraf / 1x.com

04 Şubat 2010

AŞK

Sevgilim sabahın erkenini seviyor,
ben geceyi ve esmerliğini onun,
o dorukları seviyor, korkuyor bundan
ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı,
ona bir yeşil gülümsüyor,
ben, hayatı delice sevdiysem nasıl,
diyorum, seni de öyle.
O kendi boşluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor,
ben göğe bakıyorum geceden,
kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında,
o sabahları eğilip öpüyor denizi.

Çıplağın çıplağımda, rüzgarın dağımda olsun,
esmerliğin gecemde, öyle kal.
Bulutlara bak, gidiyorlar, hızla diyorsun,
yağmur bir yalıyor yüzümü, bir duruyor.
Sabahları eğilip yüzüme öpüşün geçiyor bir,
bir duruyor aklım.

Su ve rüzgar, dağ ve doruk, sonsuz hepsi,
oysa camdaki sardunya gibi üşür
bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir bir,
çıplağın çıplağımda.

Rüzgarın dağımda olsun esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda.

                           Birkan Keskin


_________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

AZICIK SEVGİ

Gece geç vakit döndüğüm yemek sonrası, kapıyı açmak üzereydim ki, karşı komşunun kapı tıkırtısını duydum. Bu paket size gelmiş deyip uzattı. Şaşırdım, alalade bir paket kağıdına sarılmış, dikdörtgen bir kutuydu. Üzerinde sadece el ile yazılmış adım vardı. Evren'e... Teşekkür edip aldım ve eve girdim. Akşam için kafamdaki planı gerçekleştirmek üzere, önce gidip üstümü başımı değiştirdim. Düşük belli bir eşofman altı ve gri yarım kollu bir tişört giydim. Ev sıcaktı, dışarıdaki havayı dikkate alıp, ısıyı düşürmemiştim.  Ellerimi yıkayıp, aynadaki gülümseyen bene bir öpücük verdim. Bu gece her zamankinden güzeldim.

Mutfağa geçerken, hemen kapı girişinde durmakta olan pakete gözüm takılsa da, henüz açmaya niyetli değildim. Mutfağa girdim, önce malzemeleri çıkarttım: Küçük boy, mümkün olan incelikte, turuncusu göz alan iki havuç, orta büyüklükte kabuğu ince ve kokusu göz yaşartmayan soğan, yeşili iç ısıtan tadı mayhoş görüntüsü hoş bir elma,  kokusu insanı kendinden alan, kabuğu ince bir portakal, antalyada dalından az önce koparılmış dişleri gıcırdatmayan bir limon ve iki kişiye yetecek  bir kereviz, sapları daha sonra çorbalara katılmak üzere kesilmiş...

Müziksiz iş yapamadığımdan, hemen salona geçip kendi ritmimi buldum.

Yemeğimin tüm hazırlığını bitirince, kendimi salondaki kanepeye atıp, elime kumandayı aldım. Televizyon seyretmekten vazgeçip, köşe koltuğuma kuruldum. Biraz bloglarda dolanıp, keyfime keyif kattım. Yabancı bloglardan birinde gördüğüm bir fotoğrafa fena halde takıldım, kendimi ılık sulara bıraktım.

Yemeğimin piştiğini haber veren saatimin çalmasıyla bir düşten uyandım. Mutfağı saran muhteşem kokuyla yarın geceki mezuniyet davetimde harikalar yaratacağımı anladım. Altını kapatıp, düşüme kaldığım yerden devam etmek üzere, tekrar koltuğuma koştum. Gözlerimi yummak üzereydim ki, kutuyu açmak için ne bekliyorsun dedim kendime.  Kendim, evet ne bekliyorum ki deyince,  fazla heyecanlanmama izin vermeden, salondan çıktım.

Paketi elime aldım; heyecanlandım: Ya ondansa diye mi, yoksa ya ondan değilse diye mi bilemedim. Köşe koltuğa gidip, paketi yavaşça açtım.


İçinde bir kart, ve bir çikolata vardı: En sevdiğimdi; Lindt Petits Desserts Mouesse au Chocolat hem de Dark... Gülümsedim... Sımsıcak bir duygunun, çilolatanın damağa yapıştırılıp emildiğinde insanın bütün duyularına seslendiği gibi bütün hücrelerime seslenmesine izin verdim. Canlandım... Kış uykusuna yatmaya hazırlanan yüreğim uyandı. Gülümsemem bütün yüzümü kapladı. Gözlerimin içine kadar yayıldı. Hüzne kapılmış, ağlamaklı gözlerimde bir ışıltı, gecemi aydınlattı. Bir koşmak isteği, bir koşmak isteği ki; beni benden aldı. İçim koştu. Ona kocaman sarıldı. Azıcık sevdi, çokça öptü, bolca kokusunu içine çekti. Çok özledim biliyor musun dedi. İçim yaptı bütün bunları ben köşe koltuğumda oturmuş, gülümsüyordum. Kocaman sımsıcak, sevgi yüklenmiş bir gülümsemeyle dışarıda yağan kara baktım. Düş gibiydi...


Kartın üzerinde yazan 'Azıcık Sevgi' ile çoktan çözülmüş olan buzlarımın eriyen hallerine gözyaşlarımı karıştırdım. Onları avuçlarımda toplayıp, hemen yanıbaşımdaki ortancalara ulaştırdım; filizlenmiş hallerine gülümseyip, kartın içini açtım.

"Biliom üzüom seni bazen, ama inan anladığın şeyler değil hallerim, ben öleyim işte; duygularımın samimiyetine güvenim fazla belkim. O an yüreğimden geçen zengin onu ben biliomda karşıdaki bilmio belkim o anda, ben bunu bilemiyom bazen, sonra farkediom, ama çare olmuo bu"

Aslında oluyor deyip, gülümsememin yüreğime kadar yayılmasının keyfini çıkarttım. O gece alnıma konan öpücüğün değerini, her zamankinden fazla bildim. O gece, hiç uyanmadım. Sabah uyandığımda, dışarının soğuğu yüreğime yetmedi, hala öyle sıcak öyle sımsıcaktı işte...


___________________________________________________________
(*) Azıcık Sevgi / Küçük Bir Aşk Hikayesi
(**) Dany Brillant / Histoire dun amour
(***) Yemek tarifi için Cafe Fernando

03 Şubat 2010

ŞARAP OLSA DA İÇSEK


Use me...




Önce bahardı
Bir dağ evinde güneş batarken;
 Kurbağa seslerine eşlik ederek şarap içmek vardı

Sonra kar yağdı
Bir dağ evinde kar yağarken;
Şöminede yanan odun çıtırtılarına eşlik ederek şarap içmek vardı


______________________________________________________
Fotoğraflar / Colombiada  bir kasabadan

YİNE Mİ BE YÜREK YİNE Mİ


Oturmuş koltukta hayıflanıyorum bir günün daha bitişine... 
 ...


Kendimin en kuytusuna gidip oturuyorum. İçimde bir sıkıntı. Bugün aldığım haberden belki. Belki kendime dokunan ucundan. Belki hayatı sorgularken takılıp kaldığım bir andan... Sebebi çok, sebebi yok hallerimdeyim.


Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Güvenimi aldı benden, geceleri rahat uyumalarımı ve sabahlara mutlu uyanışlarımı

diye haykırıyordu, kendisine tecavüz eden adamla mahkemede karşılaştığında. Dizinin senaryosunu yazan daha önce tecavüze uğramadıysa nasıl olur da yazabilirdi tecavüze uğrayan bir kadının haykırışlarını diye düşünürken yüreğime edilen tecavüzün sonrasında benzer kelimelerle boğuştuğumu fark ettim.


Uzun zaman oldu. Tedavisine geç kalınmış bir hastalık şimdi bendeki... Oysa tedavi oldum sanıyorsun. Hazırım diyorsun. Çevrendekileri kandırıyorsun bir süre. Seni tanıyan dost arıyor, mutsuz, temkinli, kızgınlığını gizlemeye çalıştığı düşük tonlu sesi ile... Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edeceksin. Daha ne kadar onarmadan ruhunu dayanabileceksin. Daha ne kadar yüreğini acıtabileceksin. Daha ne kadar acını saklayabileceksin. Daha ne kadar yaralı yüreğini onaracak birini arayacaksın. Gönüllü olur mu sanıyorsun sana biri... Demiyor da sen o telefonu kapattıktan sonra sorularla kalıyorsun başbaşa. Oysa dostun sadece "lütfen diyor lütfen yeter..."


Aylar öncesiydi, bu yazıyı yazmaya sebep hallerimin üzerinden geçeli çok olmuştu. Bir cümle, onca zamandır içimde saklı olan yaranın kabuğunu kopartmıştı. Aylardan Mayıstı. Üzerinden geçen onca aydan sonra kanamaz sandığım yüreğim, kanadı. Günler sonra, bir cümle, çıkıp geldi uzun zamandır saklandığı belli yerinden, taa yürekten. Çok şeydi, yüreğime sarılıp sarsıla sarsıla ağladım. Şimdi yine ve yeniden o uykusuz gecelerdeyim; dilimin ucunda benzer bir cümle, kurmaya korkuyorum, sessizce içime ağlıyorum...

Yine mi kandın sözlere, yine mi dağlandın
Yine mi yıprandın, yine mi korunmadın
Yine mi yürek, yine mi aldandın...




____________________________________________________________________
Görsel / Pino

AH ETME NE OLUR

BİLMEM

Yağmura karışan bir AH sesi
Yürek kabartınca
İçten olduğu belli
Bilmem sızladı sadece
Belki kırıldı ortadan
Ama ses çok netti
Kısa
AH
Yürekten geldi
Yüreğe gitti mi

Bu satırları karalamışım vakti zamanında, ah bir sızının sesidir aslında, ama bir de ah etmek hali vardır... Büyükler ne derler bilirsiniz, ah döner dolaşır gene seni bulur. Ama yürek bu; elde değil, ah diyorsa, sen sustuğunda avaz avaz bağırıyorsa, o zaman ne yapacağız hiç düşündünüz mü? Yani ah etmiyor, sadece ah diyor.. Sadece ah...

Sen burada duruyorum dedin
Ben birkaç adım geldim
Ben burada dururum dedin
Ben birkaç adım gittim
Gitmek ve gelmek uzaklıkla ilgili değildi
Bütün mesele ödün verebilmekti
Şimdi herşey dengelendi
2 adım ileri gitmiştim
2 adım geri geldim
Şimdi ben burada duruyorum
Peki sen bir kaç adım gelebilecek misin?

Yaşam; sen bir adım at ben sana koşarım üzerine kuruluysa bir yürek için, işi zor. İlk başta adımı atan da, koşan da, sonunda kaçan da hep kendisi oluyor.

Dün akşam bir süper modelin yaşamı üzerine bir belgesel biyografi seyrederken, onca güzelliğine rağmen aldatılışını anlatırken ki hüznüne takıldım. 20 yaşında aşık olup evlendiği adam için yaşadığı kenti, ailesini, herşeyi bırakıp eşinin peşine gitmiş o konser senin bu konser benim dolanmış bir şehirden başka bir şehre. Sonra bir gün, konserin olduğu kasabaya gitmemeyi tercih edip şehirdeki lüks otelde kalmış, çünkü ertesi gün eşi tekrar o şehre dönecekmiş. Gece eşini yalnız bıraktığı için huzursuzlanıp, bir taksi ile onca yolu göze alıp, bir süpriz yapmak üzere yola çıkmış ve asıl süprizle oraya vardığında karşılaşmış. Eşi, giyinme odasında dansçı kızlardan biriyle sevişiyormuş. O anda orayı terk edip, boşanma davası açmış. Ben asıl sonrasında kurduğu cümle ile uğraştım bütün gece:

Bütün erkekler aynıdır, yüreğinizi teslim ederseniz, ihanetleri kesindir?
Çünkü ilişkiler, güç dengesidir.

Gece uyku ile uyanıklık arasında dolanırken düşündüm.
Yüreği teslim etmeden sevmek mümkün mü?
Peki pratikte ki sonu hep aynı ise, yani ihanet kesinse, o zaman bir ilişkiye yüreği teslim etmemek mi gerekir? Yüreksiz bir sevgi...  Mümkün değilmiş gibi...

_____________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

KUMAR


Candan Erçetin - Vakit Varken

Kazananı ya da kaybedeni yoktu
Havaya demir bir kuruşu atıp beklediler
Ya yazı gelecek ya tura dedi adam
Bekleyip göreceğiz
Kalleş bir rüzgar esti
Kuruş rüzgara teslim olup uçtu gitti

Kadın ya yazı gelseydi dedi
Adam sonucu değiştirmezdi dedi
Kadın o zaman kuruşun bir önemi olmadığını bildi
Üzüldü
Kumar kötü şeydi


_____________________________________________

02 Şubat 2010

KARAR



haydi birini seç dedim
kararsız kaldı
hem pembe kır çiçeklerini
hem de mor sümbülleri severdi
mor sümbüller
bendim
pembe kır çiçekleri
o
gözlerini kapadı
sımsıkı sımsıkı kapadı
seçmesem dedi
yok öyle hem karnım doysun hem pastam tam kalsın dedim
gözlerini sımsıkı sımsıkı kapadı
kararsızdı
ben asla pembe kır çiçeklerinden vazgeçmem dedi
cümlesi bittiğinde
mor sümbüllerimi alıp yola koyuldum
ben senden vazgeçerim dememiştim ki dedi
ben sadece pembe kır çiçeklerinden asla vazgeçmem demiştim diye yineledi

ben mi yanlış anlamıştım
birinden vazgeçmem demek diğerinden vazgeçerim demek değil miydi?

___________________________________________________________________

AKLINA GELMEYEN









En acısı neydi biliyor musun? Kal bile demedi...
Belki git diyememiştir, hiç düşündün mü?


Bir sohbetin ortaya yerindeyiz, nasılsın diye soruyor, iyiyim diyorum; galiba...
Ne oldu ki diyor, anlatıyorum olanı biteni, yüreğime değenleri...
Ben uzun bir sessizlikten sonra, sorumu soruyorum o beni başka bir soru ile yanıtlıyor.
Ayrılıyoruz caddenin duraklarından birinde, o karşıya geçip kendi yönünce ilerliyor.
Ben kalalalıyorum.
Hiç aklıma gelmeyenle başbaşa, yürüyorum.
Yol uzun, söylenen çok.
Tüm söylenenler içinde, ben daha çok bir iddaaya takılıyorum.
Sana söyleyeceğim ve son olacak...
Kendimi düşünüyorum da, hiç büyük iddaalarım olmadı benim.
Sadece sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...
Oysa sen öyle miydin; sen sonsun, senden sonra gözüm görmez, kulağım işitmez, yaşamak bile boş ve anlamsız derdin. Bilirdim, son olmadığımı, gözünün benden sonra da göreceğini ve yaşayacağını dolu dolu. Öyle de oldu, ben daha yaralarımı saramadan, evleneceğin haberi geldi, hemen akabinde bir çocuğunun olduğu.
Ben senin gibi iddaalarla sevemedim seni.
Ama sevdim, çok sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...

___________________________________________
Fotoğraf / Neslihan Öncel