30 Ekim 2010

Ama Ama Neden?



Ama ama neden bir adam hem yetenekli, hem zevkli,
hem eli kalem tutan hem de aynı zamanda elinin lezzeti olan bir adam olur ki...

Ona
ya da
ulaşabilirsiniz...




Üşüme/k

 
İnsan çok yorgun olunca, ağlayamıyormuş.
Okudukları karşısında dolu dolu gözyaşları
Öylece donup kalıyormuş.
İnsan bu yüzden yüreği yorgun düşünce çok üşüyormuş.

29 Ekim 2010

Seninle Büyümek


Seninle büyüdüm ben
Seninle büyüsün isterim çocuklar
Cumhuriyeti bilsinler
Kitaplarda okutulduğu için değil
Yaşatıldığı için öğrensinler







28 Ekim 2010

Sansür




Kırpılmış düşüncelerimden
Gönderilememiş cevaplar yazıyordum 
Kırıldı kelimelerimin ucu
Söz bulandı acıya
Gözlerim yağıyor şimdi istemeden
İçimde bir yer ağlıyor inceden
Kan lekesi dediğin ne zaman çıkar yürekten



Kesişmek



Hayat sizi kesiştirecek,
yarım kalan bütün hikayeler bir gün bir yerde tamlanır çünkü...

27 Ekim 2010

Kayıp

Doğduğu günü hatırlıyor musun, dedi. Bu bir soru değildi. Doğduğu günü hatırlıyordum. Doğduğu gün bir abi olarak onun gözlerindeki ışığı gördüğüm için, bugün o gözlerin neden kör olduğunu biliyordum. Camiden çıkarken baş sağlığı sözlerinin havada asılı kalışına şaşırmamak gerekti. Yağmurun yaz ortasında deli gibi yağışına ne demeliydi peki. Ya acısından kudurmuş gibi sağa sola devrilen selvilere... 

***

_ Korkuyorum be abi, bu deli çocuk henüz yirmisinde, dün akşam sille tokat dövecektim, ellerimden ellerim aldı onu. Yatırdım yatağa, uyuttum. Küçük bir çocukken anlattığım masalı anlattım. O bile sakinleştirmedi onu. Korkusunu görsen. Tir tir titreyişini… Gözlerime bakışını. Saçlarını okşadım. Geçecek, dedim. İnanmadım ama dedim.
_ Çok içmedik mi?
_ Çok içtik değil mi?
_ Çok içtik…
_ Bakkal kapandı mı?
_ Kapandı…
_ Kapandı değil mi? Korkuyorum be abi, bu deli çocuk henüz yirmisinde. Neye dertli bu kadar bir bilsem. Dövdüm, sövdüm, kovdum, sardım, sarmaladım, anlattım, dinledim. Neyi yapmadım be abi. Bir abi olarak, nerde hata yaptım.
_Nerede şimdi?
_Sabah gene bıraktım kliniğe. Kaçmamışsa, oradadır. Ulan bir de zeki puşt. Buluyor illa bir delik, ama doktor bu sefer son dedi. Bu sefer de kaçarsan ağlasan yalvarsan almam. Peki, dedi. Kalacakmış. Görürüz. İki gün veriyorum ben bu sefer, o bile uzun ya.

Korkularına yenik düşen insanlar tanıdım ben. Korkularıyla yüzleşmek zorunda kalan… Hiç biri onun gibi bir gecede kaybetmedi gözlerini. Tarifsiz bir siyahlığı nasıl tarif edersiniz… İşte öyle tarif ederdi kardeşinin ölümünü.

Kadın yığıldı pazar yerine. Salıpazarı dediğin uçsuz bucaksız kalabalıklar diyarı. Bir su getirdi çocuğun biri koşar adım. Bir iç çamaşırı tezgâhında alışveriş yapan kadın okuyup üflemeye başladı. Bir hasır tabure üzerinde elinde bir plastik şişede su, ses çıkmadığında nasıl anlatılırsa bir ölüm, öyle anlattı kadın kendine bakan meraklı gözlere yirmisinde bir çocuğun zamansız ölümünü.

***

Yumruk attım suratına. Öfkemi kontrol edemedim. Nasıl sarhoş geldi eve bir bilsen. Nasıl leş gibi kokuyordu. Ölecek gidecek bir yerde. Ölecek ve ben o zaman soracağım ona… Ölüp gidecek bu oğlan. Bak sana diyorum. Klinikten kaçmış gene. Kapıyı bir açtım, karşımda. Aldım elime adi bir votka şişesini, diktim kafasına, ağzından, yüzünden aktı. Üstü başı… Şeytan dedi ki, çak kibriti. Tut elinden yanın beraber.


Çocuk gözlerinde, sarı bir çizgi… Ölümmüş meğer. Kimse bilmezdi, yakıştırmazdı doğduğunda öleceği günü. Çocuk ellerinde bir şişe. Camdan, büyük gelirdi eline, düşerdi tıngır mıngır diye gecenin kulak delen sessizliğine. Ürperirdi yer gök, ölüm kol gezerdi gözlerinde. Baygın kalırdı salonun orta yerinde bir koltuk tepesinde. Çocuk yüreğinde bir keder, kahırlı bir yetmişliğin geçmişini sırtlamış omuzları vardı biraz çökük. Gülümsemesi ten soğukluğunda bir buz kesiği…


_Klinikten geldim. Kalmak istemedi gene. Doktor da almak istemedi ya. Yalvar yakar. Son dedi doktor. Son. Zincire vurun dedim. Vurun zincire, kollarını. Ayaklarını vurun zincire. Doktor ölümün kıyısından dönmüş, dedi. Daha kaç kıyısı var ölümün? Daha kaç kıyısı var, lanet olası denizlerin. Bildiğim bütün kıyıları karıştıracağım denizlere. Yeri göğü birbirine karıştıracağım. Kardeşimi bu illetten kurtaracağım. Ölüm kol geziyor üzerinde. Bir görsen, bir kemik yığını bedene örtü diye örtmüşler tenini. Ölü sarısı bir ten. Gözleri bildiğin mat gri. Ölüm yirmisinde, ne ağır gelir bir bedene. Ölüyor kardeşim göz göre göre. Yok oluyor bedeninde. Efkârlıyım, diyor. Çok canım acıyor, diyor. Neden diyorsun, neyin var diyorsun. Sus pus. Çocuk zamanların tıp oyunundayız sanki.  Yirmi yaşında bir çocuğun neden efkârı yüzyıllık bir elbise… Neden kuşandı üzerine. Ne zaman kuşandı bu kadar ağır bir yükü cılız yüreğine.

***

_Klinikten çıkmışsınız dün annen söyledi? Uğrasam da görsem bir kendi gözümle?
_Biz O’nu kaybettik hala.
_Kaçmış mı gene? Polise haber verdin mi?
_Kaybettik, diyorum hala.
_Ben de polis… Nasıl kaybettik? Nerde kaybettik? Nasıl kaybettik? Cem…
_Hala, tamam sakin ol hala. Hala! Hala! Bekliyorduk zaten… Bir de sana… Alo… Alo… Hala!

Su getirin ablaya… Abla otur sen… Kadın bayılıyor… Nasıl da yığıldı… Ne olmuş… Nesiymiş… Doktor mu çağırsak…

Zaman kopması nedir bilir misin? Zaman koptuğunda havada asılı kalır kelimeler. Sahipsizdirler. Uçuşurlar, vızıltı gibi sesleri vardır. Baş ağrıtırlar. Hatırlanmazlar, unutulmazlar. Zaman kopması yaşayan insan anlattığını sanır bütün detayları. Ağladığıdır anlattıkları. Dövündüğü dizleridir. Kapandığı tezgâhtır, sarıldığı tanımadığıdır. Anlatır. Sarsıla sarsıla ölümü. Ölümün detayı varmış gibi. Bütün detaylarıyla sarsılır. Parça parça kopar teni, yapışır kaldırıma. Zaman kopmuştur, zamansızca. Gömer dökülmüş etlerini toprağa.

_Uyudu mu?
_Oğlum bi daha içmeyelim lan biz bunla… Moloz sızıp kaldı baksana.
_Şişttt… Oğlum kalksana lan. Ulan puşt sırf kapı parası vermemek için sızdım numarası yapıyor. Gidiyoz dimi lan yeni açılan bara.
_İçmicen kardeşim, içmesini bilmiyosan. Hadi gidelim. Sabah uyanınca arar, biz de ayarımızı çekeriz. Ne bırakıp gittiniz diye söylenir durur ama alacak cevabını süzme.

***

_Akşam klinikten kaçmış. Bir gece önce yumruk atmamış olsam bana gelirdi. Korkusundan arkadaşlarına gitmiş anlaşılan. İçmişler. Çocuklar bu sızınca bırakıp âleme akmışlar. Fark edememişler. O sırada alkol komasına girmişmiş zaten, çocuklar çıktıktan bir iki saat sonra da...



Donuk kelimeler gördüm ben. Ardı ardına sıralandığında yıllar süren cümleler yola koyulurdu, ardında çöllere benzer görüntüler kalırdı. Bir kum fırtınası her şeyi dağıtırdı. Bir ölüm nasıl anlatılırsa öyle anlatıyordu kardeşininkini işte. O sabah haberi ilk aldığında, yumruğuna yüklemişti ölümü. Parmakları kırılıncaya kadar vurmuştu duvarlara. Duvarlar kan ağlayınca kadar acımamıştı canı. Canı… Canı, hiç bu kadar acımamıştı. Kahrettiği bir yumruktu solu. Sol tarafına inmeler inse, tutulsa sol kolu... Kalkmasa bir daha... 

Bir daha o kolunu hiç kullanmadı. Sadece o gün, sol elinde alçısı, taşıdı kardeşini sonsuza. Dönüp bana: Doğduğu günü hatırlıyor musun, dedi. Bu bir soru değildi. Doğduğu günü hatırlıyordum. Doğduğu gün bir abi olarak onun gözlerindeki ışığı gördüğüm için, bugün o gözlerin neden kör olduğunu biliyordum. Zaman kopmuştu gene, hiç olmadık bir anda, sözleri kor edercesine durmuştu hatta.














Sıyırmak


Sıyırmaya beş kaldı diyorum, halbuki üç kaldığını biliyorum. Kendime o iki skorluk torpili çok görmüyorum. Dikiş bilmeyen ellerimle oturup kıyılmış yürek parçalarımdan kendime bir gömlek dikiyorum. Saçımın tellerindeki beyazları yapıştırıyorum tek tek üzerine. Beyaz, gözümü alıyor. Ağlıyorum.

Kollarını bir karışın kadar uzun tutuyorum. Yürek parçalarım kıymık kıymık dağılmış sağa sola, topluyorum. O parçaları birbirine ekleyip ince uzun bir kemer yapıyorum. İlk gelin misali, parmak uçlarımın kesiğinden damlayan gözümün kanlarıyla özenle kemerimi boyuyorum. Kırmızı, canımı yakıyor. Ağlıyorum.

Gömleğimi giyip bağını ince belime doluyorum, kollarımı arkadan bağlaman için sırtım dönük kapına varıyorum. Kırmızı kuşağımı görünce, gelin mi oldun, diyorsun. Kollarımı gösterip, hayır delin, diyorum. Gülüyorsun. Gülüyorsun çünkü kendime yaptığım torpili anlamıyorsun. O kadar dürüst değilim, bilmiyorsun.

Ellerimi arkadan bağlıyorlar üç zaman sonra tanımadığım adamların sesleri, sen daha iki vardı diyorsun. Senin sesini tanıyorum. Arkamdan el sallıyorsun. Duyuyorum. Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde tüm ışıkları kapatıp ağlıyorsun. Hissediyorum. Gidişime bir anlam veremiyorsun. Sana diyecek iki lafı olan sesimi bırakıyorum kafesli camdan dışarı. Süzüle süzüle gelip konuyor yüreğine, bir kar tanesi zarifliğinde:

Arkamdan salladığın sol eline iyi bak sevgilim. Sıyırıp bütün kederlerimi, soyunup acılarımı, gözlerim kahvenin en güzeli, tenim pembe beyaz olduğunda, ben sana çırılçıplak geleceğim.  Sen, sol elinle seveceksin beni sol yanımdan başlayarak. Sevgin, yüreğimi dağlayacak. Ağlayacağız. Biliyorum. Seni benle ağlayabileceğin için bu kadar deli seviyorum.


26 Ekim 2010

D/okunduğunda Sızlar Kelimelerim



Gelişine...

Dokundun yüreğime yıllar öncesinin özlemiyle
Parmak uçlarımda uçuşan kelebeklerse aşk
Ve saç diplerimde gezinen bir acabaysa eğer
Aşktı sana hissettiğim

Romanlar okurdum dilini bile bilmediğim
Trenler geçerdi içinden
Çitlerin ardında kömür kokusu
Beyaz sıvalı kerpiç evin penceresinden bakar
Her yıldız gördüğümde ölesiye mutlu ağlardım
Yüzümde turuncu bir gülümseme
Gözümde mor bir inci tanesi
Dokundukça parmak uçların
Kapıları çarpardı yüreğimin
Bir yüreğim olduğunu
Öptüğünde anladım


Gidişine...

Sebepsiz ve sözsüz kalınca elimde bitmemiş bir hikâye gibi hayallerim
Çok dokundu yüreğime gidişin
Yıllar öncesinden parmak uçlarımda kalan sızıydı ardından hissettiğim
Ve o gideşe yüklenen bir nedendi, saç diplerimdeki tanımsız ağrı

Ağrıma dokunma demiştim
Ağrıma dokunma!
Ağrıma gitti sözümü dinlemeyişin
Bir istasyonda içtiğim çorbanın acısıyla yansa da yüreğin
Bir daha o trene binmeyeceğim






.

25 Ekim 2010

Garip Ama...


Bildiğin garip bir durum. Sürekli bir yazma isteği, önüm sıra koşup ebe diyen bir erteleme kararı. İçime sığmayan kelimelerin, çıkmak istemeyen tavırlarını da anlamak mümkün değil. Bir gel-git var, dilimle yüreğim arasında, aklımla kelimeler arasında gidip geliyorum. Ben. Kimim? Neden konuşamıyorum? Sussam yüreğim kırgın, konuşsam aşk. Söyle bana. Söyle ki bileyim, kadersiz miyim?

Oysa ne garip, garip çünkü ben hep çok şanslı olduğuma inandım. İnandım mı gerçekten, yoksa öyle olmasını mı istiyordum ölesiye. Ah, gözün yalanlarına kanıp da ağlayan yürek, söylesene şimdi neresi senin sığınağın.

Bir gel-git var, yüreğimle dilim arasında, kelimelerle aklım. Neden yazamıyorum? Ben. Neden? Suskun yüreğim harflerini kaybetti bir gece vakti. Şimdi yarım kalan kelimeleri teğellesem birbirine, dikiş tutmaz cümleler kursam mesela, giyinsem kuşansam anlatmak istediklerimi üzerime, okuyabilir misin beni ellerinle. Sana bir sır vereyim, yüreğimin vuruşları gizli bir şifre elbet alfabesini bilene.

Oysa ne garip, garip çünkü ben hep senin o alfabeyi bildiğine inandım. İnandım mı gerçekten, yoksa öyle olmasını mı istiyordum ölesiye. Ah, yüreğin sanmalarına saplanıp da ağlayan göz, söylesene hangi okyanusa karıştı akıttığın yaşların.



Fotoğraf

24 Ekim 2010

Yine Güzel Bir Pazar

Bu sabah gazeteleri şöyle bir okudum. Ardından dışarıda yapılacak pazar kahvaltısı için hazırlığımı tamamlamıştım ki, telefonum çaldı. 10 dakikaya kadar sendeyim. Ben zaten hazırdım: son bir aynada kendine bakış ve işte günü karşılayan bir çift gülümseyen göz.

Özlemişiz. Laf lafı açtı. Yeni keşfedilen şarkılar ve şarkıcılar paylaşıldı. Günlük olaylar ve yalnızlıktan dem vurmalarla gidilecek yere varıldı. Güneş gören masa beğenildi. Baş köşesine kurunuldu. Tabaklar alındı. Açık büfenin önünde duruldu. Yiyeceğimiz kadar kahvaltılık tabağa yerleştirildi ve masada sohbet kaldığı yerden devam etmeye başladı.

Daha birinci lokmalar çiğneniyordu ki, burnumuza çarpan kokusu ile yanımızdan geçen sarışın kadına dikkat kesinildi. Nasıl da keyifsizdi. Kucağındaki ufak kız çocuğu ile eline yapışmış olan erkek çocuğun ağırlığından iki büklüm olmuş sırtındaki yük hissedilir derecedeydi. Adam elinde araba anahtarı ile dünyanın bütün yüklerinden kurtulmuş hafifliğinde uçarak yanımızdan geçti. Kadın çocukları ile bir oturma düzeni kurmaya çalışa dursun adam açık büfeden tabağına muhtemelen bir haftalık yiyecek stoğunu almak konusunda ciddi bir projeye girişti. İkram defalarca kalkıp istediğin kadar almaya müsaitken, adamın tabağını neredeyse devrilecek noktaya kadar doldurmasına şaşkınlıkla bakınıldı. Oluşan katlı kule takdire şayan bir mimarlık projesi olarak hafızalarda yerini aldı. Yüne de kıtlıktan çıkmış bir halleri olmadığından da davranışa bir anlam verilemedi. İnsanın göz doymasının, mide doymasından daha önemli olduğunun bir kez daha altı çizildi. Nefsin körelmesi direk gözle ilişkilendirilmeliydi belki de ki; bu konu da masaya yatırılıp tartışıldı. Konu benim ayakkabılara gelince, meselenin nefisle değil ihtiyaçla ilgili olduğu kararında ısrar edildi. Üstelik siyah bir ayakabım bile yoktu. İnsanın kankası ile tartışması da pek bir güzeldi. Hemen haklılık payı kartı ile ihtiyaç pekiştirilebilirdi.

Yan masamıza gelen çift daha sabahın ilk saatlerinde kırgın ve sinirliydiler birbirlerine. Bakışlarında, hareketlerinde ve suskunluklarında bile hissetmek mümkündü soğuk rüzgarları. Az ötemizdeki oyun parkında sürekli kaydıraktan kayıp, kendini yere yapıştıran çocuğun anne ve babasının dikkatini çekmek üzere yaptığı onca can acıtan davranışa, kafasını tabağından kaldırmadan tepki veren anne babanın bıkkınlığdı en çok ilgimizi çeken. O çocuğa koşup sarılma ihtiyacı hissecek kadar içimde yandı bir yer. Ama bunu engelleyen iç sesim, içinde olmadığın hayatlara müdahale etme dedi. Duydum ve dinledim. Yangımı soğuk bir bardak suyu kafama dikmek suretiyle dindirdim.

Aklıma paradigma felci yaşadığı ânı anlatan Amerikalı eğitmenin gözleri ve sözleri geldi:
metroya binmiş, günün yorgunluğunu atmak üzere elime aldığım kitabı okuyordum. Kitaba öylesine dalmıştım ki biri erkek biri kız, 9-10 yaşalrındaki iki çocuğun bağıra çağıra söylediği gospel ile irkildim. Uzun süre babalarının onları susturmaları için dik dik baktım. Adam dalgındı, bense giderek öfkeleniyordum. Nasıl olur da bir baba çocuklarıyla ilgilenmezdi anlamıyordum. Sonunda dayanamayıp, biraz çocuklarınızla ilgilenir misiniz? Burada kitap okumaya çabalıyorum, dedim. Adam kafasını olabildiğince sakin ve yavaş kaldırdı. Başka bir alemden bakar gibiydi. Sesi neredeyse çıkmayacaktı, gözleri kan çanağıydı. Biz cenazeden geliyoruz. Çocuklar anneleriyle vedalaştıkları andan beri, bu şarkıyı söyleyip duruyorlar. Sanırım zamanla onlar da atlacak, dediğinde içimin titrediğini hissettim. Önyargım beni tokatlamıştı. Özür diledim. Çocuklarla birlikte bağıra çağıra o şarkıyı söyledim.

Eve geldiğimde, bir önceki yazıma gelmiş olan yorumları yayına verdim ve onlara yorum yazdım. Olan biten hep aynıydı. Ait olmadığımız yaşamlara ilişkin fikirler gelişriyor ve bunları gördüğümüz pencereden algıladığımız şekliyle yansıtıyorduk. Anlatmak istediğimiz, karşımızdakinin anlayabildiği kadardı. Bazen bizim de pek doğru kelimelerle ifade etmediğimiz anlar olabilirdi. Ama önemli olan konuşmaktı, paylaşmak ve gördüklerimizi ynasıtabilmekti. Haklısı, haksızı yoktu. Durduğumuz yerden gördüğümüz tablolar vardı. O tabloyu yapan olmadığımız sürece, tablonun neyi ne kadar anlatmak istediğini de, ancak neyi ne kadar anlayacak alt yapımız, birikimimiz ve bakış açımız varsa işte o kadar anlayabiliyorduk.

Gün güzeldi. Dinlenmek ve güneşin ısıtan ışınlarından faydalanmak gerekti. O nedenle az sonra L koltuğuma uzanıp, Ledisi dinlemeye koyulacağım. Geriye, bana uzak diyarların hayallerine sarınıp düşlerin beni çıkarttığı yolculuğun keyfini sürmek kalacak. Belki akşam saatleri o keyfi, eğer olur da kelimelere dökmeyi becerirsem sizinle de paylaşacağım. Şimdilik günden ve kendimden beklentim budur. Hepinize keyifli bir pazar dilerim. Fotoğraftaki tostun öyküsünü ise başka bir pazara erteledim. Şimdilik göz süzmekle idare ediverin.





Kimse Kusura Bakmasın



Dünden beri yazıp yazmama konusunda düşünceliyim aslında. Sebebi de şu ki; ben kişisel olarak giyim kuşama karışılmasının, tek tipleştirilmenin  -her anlamda- yaratıcılığı öldüreceğine, zenginliğin -maddi değil elbet- çeşitlilikten geleceğini savunmuşumdur. Bu şartlar altında bakıldığında başörtüsü bayrağının geldiği son noktada, Başbakan'ın ‘Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası’ konulu forumda başı açıklara çıkışması konusunda, yani hak savunma konusunda iki çift laf söylemezsem -başı açık olarak, cevap hakkı doğuyor değil mi- kendime daha sonra çok kızacağım. 

Savunulması istenen söz konusu hak, bir bayrağa dönüştürülmek isteniyorsa, söz konusu hak, baskıya varan bir yapıyla mahallede huzursuzluk yaratıyorsa, durup düşünmek gerekmez mi? Neyin hakkı, kimin hakkı diye...

Başbakan Tayyip Erdoğan, kadınları, genç kızları, kılık kıyafetine göre, inancına, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakmanın, üniversitenin özgürlükçü niteliğini aşındıran ilkel ve gerici bir tutum olduğunu söyledi.(*)

Kimse kılık kıyafetine göre, inancına göre, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakılmazdı, eğer o kılık kıyafet siyasete alet edilmese, bir bayrağa dönüştürülmese ve 'eğer taraf değilsen bertarafsın' ile sindirilmeye çalışılmasa. Gelinen noktada dini inancından dolayı mağdur olanlar vardır elbet, ama bunu gene o dini inancı bir kıyafet olarak üstüne giyip, o kıyafetin altında türlü ahlaksızlığı özgürlük olarak tanımlayanlar yaratmışlardır ki bu noktada onların hakkını savunamayacağım, kimse kusura bakmasın. Yozlaştırılan, içi boşaltılan bir inancın savunucusu olmayı kabul etmediğim için de kimse benim kişisel hak ve özgürlüklerin savunucusu olmadığım sonucunu çıkartmasın.

Dini inancını yerine getirmek konusunda bugün gelinen noktada bile, samimiyetini, saflığını ve dürüstlüğünü koruyanlardan da bu anlamda özür dilerim, onların da bu oyuna istemeden dahil olduğuna dair endişemin altını çizerek. Affetsinler, ben dini kıyafet olarak giyenlerin oyununa dahil olamayacağım. İnancımı, bana öğretildiği gibi, Allah'la kul arasında bırakacağım.



(*) İlgili haberden alıntı.