13 Ocak 2012

Aşk-ı İstanbul



"Şimdiler de ben sadece adını içime sayıklarken, sen nerede, nasıl, neden bilmediğim bir uzaklığı büyütüyorsun" dedim önce. Sonra düşündüm, gitmeyi ben seçmişken, nasıl oluyor da "uzak kalmayı" sana bir elbise gibi biçip giydirebiliyorum, allayıp da pullayıp bir suçu sana, kelimelerine, zekana, hayata baktığın yere, duruşuna, kahverengi gözlerine, gülüşüne... yüreğine... nasıl oluyor da yamayabiliyorum inan hiç bilmiyorum. 

Çılgınca bir fikre kapılıyorum bazen, düşünü kurduğumuz onca zamana yakışır bir karşılaşma olacak belki  bir gün o şehirde, evet! İstanbul'da o tren garında bir yolculuğa hazırlanacağız seninle. Ben bir kompartımanda, sen diğerinde, birbirimizden habersiz, ama düşünerek ve iç çekerek bir yolculuk yapacağız seninle. İçimiz hop edecek andıran birini görünce. Daha derinleşecek o vakit iç çekmeler. Bir şarkı gelip takılacak dilimize. Dönüp duracak nakaratı kırık bir pikap hüznünde... 

Bunları düşünerek çevirdim telefonunu... Ah bir bilsen sevgili... İçimin uçuşan yanı çığlık çığlık gene... İstanbul'a gidiyorum sevgili... İstanbul'a. Aşka. Bilirsin bazı şehirler ile olan aşkım hep bir başka. İçimin kuşları havalanıyor. Denizimin dalgaları çoşuyor. Gözümden akan bir çift yaş var ya, işte mutluluk orada çoğalıyor.

İstanbul'a gidiyorum sevgili, bir tren yolculuğu düşünü taktım yakama, sanırsın bembeyaz bir papatya.  Adını bağırıyorum her defasında içim acıyor böyle zamanlarda. Adın İstanbul oluyor, kokun deniz... Tenin sevgilim, tenin tütüyor burnuma... Biliyorum gene papatya falı bakacağım yol boyunca. Göreceğim, görmeyeceğim... Göreceğim, görmeyeceğim... Bilmek istemediğim bir masal sonu papatya falı... ne kadarı kaldıysa elimde, öylece takacağım gene yakama. Boynu bükük papatya... Beyazı kırık papatya... Canı gitmiş papatya... Ağlama.

İstanbul'a gidiyorum sevgili... Aşk olsun yol bana...Yakamda ne kadarını kurtarabildiysem işte o kadar bir papatya. 


30 Aralık 2011

İlham - Tutku - Mutluluk


Bugün aldığım bir maildi bu üç kelimeyi bana gösteren... 
Aşağıdaki görselde gözüme takılan üç kelime benim olacaktı 2012'de... 
Benimkiler; ilham - tutku - mutluluk oldu. 



"İlham" yazdım google... Bana Ömür Defteri'ni buldu getirdi daha ilk sayfada. Okumuştum bu yazısını ama bir kez daha okudum. Tanrının Nefesinden İlham Almış Kadın...


Hemen ardından kendi yazdığım bir yazının iki cümlesi takıldı aklıma... Hayatın içindeydim. Yaşama tutkuyla bağlı bir kadındım. 


Önce adıyla yayınlanmış bir öykümsü serinin son cümleleri... Önce Önce. Önce.. Önce... her öncenin bir sonrakine göre bir noktası az... ya da cümle tersinden şöyle ile kurulabilir: Her sonra kendinden önceden bir nokta fazladır. 

Üç kelime içinde beni gülümseten mutluluk oldu. Bu sabah okuduğum, "hayatın temeli kederdir, keder ara verdiğinde mutluluk yerini alır" minvalinde bir cümlenin üzerine düşünmüş ve "hayatın temeli mutluluktur, keder yolcu... Hana uğrar, misafir olur ve gider." Hüznü severim, geldi mi kalsın isterim. Ama mutluluğu her zaman tercih ederim... Mutluluk üzerine ne zaman düşünsem okusam aklıma Sevgili Buraneros'un şu yazısı gelir: Mutlu Mutlu Mutluluk Yazdım... 



Dilerim buluşurum kelimelerimle ve dilerim ki; 
siz de kendi kelimelerinizle buluşabilin 2012'de. 
İyi Yıllar Herkese...

28 Aralık 2011

Kurabiye Tadında Bir Aşktır Hayat



Hayat bugünlerde aşkla yapılmış bir kurabiye tadında, diyorum. Gülümsüyor. İlle aşkı karıştıracaksın değil mi, diyor. Aşk karışmazsa olmaz ki, diyorum. Aşksız olmaz. Yine gülümsüyor. Aşk ona hiç uğramamış gibi, belki de bu yüzden beni anlamıyor. Yeni bir yıl geliyor. Dileğim AŞK oluyor... Çünkü aşk olunca, sağlık da, huzur da, mutluluk da gelip seni buluyor. Ben buna inanıyorum. AŞKa... 




görsel buradan

27 Aralık 2011

Küçük Bir Not




Ara verdim. Yorgun gözlerimi dinlendirmek için kısacık bir ara. Önümde duran not kağıtları arasından pembe olanı seçtim. Küçük bir not kağıdına sığdıramadığım onlarca kelimenin özeti gibiydi: Özledim. Yazdım ve kağıdın üzerini ellerimle kapattım. Düşüncelere daldım: 

Kaç mevsim önceydi,
Sararmış yaprakların sesleri eşlik ediyordu yüreğimize
Kaç mevsim önceydi söylesene...
Ses gelmeyecekti. Aramayacağım artık seni demişti. Arayamam. Anla beni.
Meraktadır şimdi.
Neyler benim yüreğim kış soğuğunda diye meraktadır.
Oysa her yürek ısınır o da bilir. Bilir de işte yine de meraktadır gözleri: Durgun sulara dalgın bir bakış...
Akşam olunca bulutsuz gökyüzünün tek yıldızı belirir: Aşk
Hep orada durmasını ister, ister istemesine de o da bilir: Yıldızlar da bazen ölür.

Ellerimi küçük not kağıdının üzerinden çektim. Aklımdan geçen cümleleri, aklıma geldikleri gibi ardı ardına sıraladım. Not kağıdı doldu, taştı. Kalan ne varsa masaya yazdım. Yazdıkça ağırlaştı dünyam, dönmez oldu. Durdu. 

Ağladım... Az önce kahkahalarla gülen kendim değilmişcesine, ağladım. Küçük bir not kağıdına, "özledim"i tam da o anda yazdım. Sonra masaya baktım, boştu. Dünyaya baktım, dönüyordu. Gökyüzüne baktım, güneş vardı. Gündü, aydındı... 

Güne dair gerçek olan şey: elimde küçük bir not kağıdı, yüreğimde sadece özlem vardı. 

Not kağıdını buruşturup attım. Telefonda tuşlara basarken yüreğimin sarı yaprakları çıtırdadı. Diren Collection Shiraz ödül almış duydun mu dedim. Sesimi duymuş olmaktan rahatlamış sesiyle: Şapşahane der gibiydi... Biliyorum bunu derken "en" gözleriyle bana gülümsedi. Aramızda ipince, uzunca ve yüksekçe bir bar vardı. Fonda o şarkı çalıyordu. Gözlerimi kapadım. Anın beni kanatlandırıp da hiç bilmediğim o kıyılara kadar götürmesini diledim. Gözlerimi açtığımda bilgisayarın başında raporumun sonuç kısmına gelmiştim. Sonuç yazıp iki noktayı -bir noktayı sen, diğerini ben niyetine- özenle üst üste koydum. Usulca öpmekti seni. Öptüm ve anın aralık kalan pencereden uçup gitmesine izin verdim. 

Güne dair bir not düşüp kaldığım yerden devam ettim: 
Hayal etmek özlemenin fotoğrafıdır...



22 Aralık 2011

İç Ayçekirdeği




Çocuktum. En sevdiğim şey, kabuklarından çıtlatmak yöntemi ile ayırdığım iç ayçekirdeklerini bir kenarda biriktirip avucuma sığmayacak kadar çok olduklarında bir çırpıda yemekti. Çocuktum. Annem Almanya'dan dönerken bir kırmızı bisiklet ve bir paket iç ayçekirdeği getirmişti. Kırmızı bisiklete mi yoksa iç ayçekirdeğine mi daha çok sevinmiştim hatırlamıyorum. 

Akşama kalınacak bir mesai için tost yaptırmak için uğradığım o küçük bakkalda iç ayçekirdeğini gördüm. Dayanamadım aldım. Leblebi tozu bulsam onu da alırdım. Çalışmaya başlamadan hemen önce, avuç avuç iç ayçekirdeğini yerken yine çocuktum.

"Dışı kadın içi çocuk" diye bir cümle okumuştum köşe yazılarından birinde... Ben de dışı kadın içi çocuk olanlardandım.



20 Aralık 2011

Kırık Ayna




Proje ödevini yapıyoruz... arkadaşımın 6. sınıfa giden oğlunun "Haydn'ın Hayatı ve Eserleri" üzerine teslim edeceği powerpoint sunumu hazırlamak bizi hem güldürüyor hem de eğitim sistemi üzerine düşündürüyor; çünkü yan masada bir anne de oğlunun soy ağacı ödevi ile meşgul... 

Gülmekten akan yaşlarımı silebilmek için arkadaşımın uzattığı aynanın kırık döküklüğü ile dalga geçmeye hazırlanıyorum ki o benden önce davranıyor; "sakın ola ki gülme; o ayna benim evde kalmışlığımın ve üzerimdeki yalnızlık lanetinin elimde kalan tek ve  kırık kanıtı..."

Ayna ve kehanet... İnternetin sunduğu sonsuz olasılıklar içinde, bilginin doğruluğundan pek emin olamadan besleniyorum. En ilgimi çeken ise şu adreste karşıma çıkan bilgi oluyor. 

Ayna; Balkan halkları arasında genel olarak önemli bir yere sahiptir. Çeşitli adetlerin zaman zaman başkahramanı olur. Örneğin bizde gelin sandığına, çeyiz bohçasına muhakkak bir ayna konur. Aydınlık, parlak bir geleceğin sembolüdür. Mutlu bir birlikteliğin olması için bu adet uygulanmaktadır. Ayrıca kına yakılırken şami altından gelinin yüzüne ayna tutulur. Yüzü aydınlık, ak, pak olsun diye...

Ayna, böylesine güzel ve özel anlamları bünyesinde barındırırken "kırık ayna" da tam tersine kötülüğün ve olumsuzluğun bir simgesidir. Kırık ayna, yahut ayna kırılması uğursuzluğun hoşnutsuzluğun alametidir. Aynayı kıran eğer bekâr bir kız ise onun 7 yıl evlenemeyeceğine, evde kalacağına dair bir inanç vardır. Rüyada kırık ayna görmek de uğursuzluk sayılır.

Arkası sırlı yansıtıcı bir cam parçası olan ayna, halk tasavvufunda yansıtıcı bir cam parçası olmakla beraber, aynı zamanda manevi sırlarda içermektedir. Balkan Türkleri arasında Aynanın cinleri topladığı inancı vardır. Bunun içindir ki gece aynaya bakılmaz, çocuklara aynaya bakılma izni verilmez.. Bazı hallerde ayna örtülür.
Nerede, nasıl, hangi anadan,babadan, hangi toprak parçası üzerinde doğacağımız kararı bize ait değil elbet. Ama neye inanacağımız, nasıl yaşayacağımız, neleri önemseyip, neleri dikkate almayacağımız kararı her seferinde bize ait. Yeni bir yılı karşılamak üzere hazırlıklar yaparken bir arkadaşımın çam ağacı kuracağımı söylemem üzerine "sen yakında Christmas da kutlarsın" demesine sadece gülümsedim. İç sesim, "her toplumun bana güzel  gelen adetini dinine, diline, inanışına bakmaksızın içerdiği anlamdan çok yerine getirdiği güzellikleri öne çıkartarak yapmanın nesi kötü" dedi. 

Mesela ben ilk evliliğimde gelin hamamı yapmadım, kına da... Ama bu sefer kesinlikle gelin hamamı yapacağım. Uğursuzluk getirir diye aynalardan uzak duracağım. Yeni yılı karşılamak için, çam ağacımı bu akşam dostlarla birlikte yenilen bir yemek sonrası güle eğlene, aşk ve bereket ama en çok sağlık dileyerek kuracağım. Bir çocuğum olsaydı, sallanan dişi düşünce gece yastığının altına "Diş Perisinden" diye hediye de koyardım. Cezayir'de yaşarken gördüğüm; kız çocuklarına her doğumgününde bir ata lira yapmak ve evlenirken o ata liraları kemer yapıp beline dolamak fikrini de çok sevmiştim. 

Batıl inanışları da olmalı insanın, mesela kavga olur diye bıçağı tükürerek uzatır bir arkadaşım, ayakkabıları terlikleri işi rast gitsin diye düzeltenler var... Sırf inanışa inat, onlarca düğmemi üzerimde diktim, kısmetim ona bağlansın diye... Bağlanmadı. Arkadaşım üzerimdeki bir söküğü dikerken ip parçası tutturuverdi ağzıma, bir diğeri gelip başının üstüne koy dedi... Alıp koydu... Kısmetim bağlanırmış... Eee bağlanmasın dedik, dediklerini yaptık. Göreceğiz sonucu. 

Bir kırık aynadan yola çıkıp, güzel gelenek ve görenekleri düşünürken, komşuda pişen bize de düşen aşurenin üzerine serpilen tarçın kokusunu duyar gibi oldum. Hakkıyla pişirilmiş bir aşure bereketinde, çeşitliliğinde, lezzetinde güzel günler dilerim hepinize diye cümleyi bağlayıp huzurlarınızdan şimdilik ayrıldım.  





15 Aralık 2011

Kıskanmak Üzerine Bir Deneme

Sabah uyandığımda akşamdan kalma kelimeleri cümlelerdeki yerlerine koymaya çalışıyordum. Yüzümü yıkamam da pek çözüm olmadı. Kahvaltı ederken takılıverdi çatalıma bir bordo rengi "en", zeytine uzandığımda bıçağımın ucundaydı "sen" kelimesi. Akla yığılan kelimelerle yüreğe sızanları bir araya getirip, birikmiş onca kelimenin ağırlığında, yazanın yazdığı gibi eksiksiz bir cümle kurmanın ne zor olduğunu o zaman fark ettim. Belki de akşam akşam o mektubu okur okumaz telefona sarılsam, ya da atlayıp da yanına gidip, tek başına demlendiği masada karşısına otursam ve "kıskanıyorum ulan" desem... sabah bu baş belası ağrı ile uyanmış olmayacaktım. Siz ulanı bir kadının ağzına yakıştırmayabilirsiniz, ama bazı tavırlar "kıskanıyorum" kelimesinin sonuna ekleyiverir "ulan"ı... Tıpkı kadehi kaldırırken gözlerinin içine dik dik baktığımı hayal ettiğimdeki ben gibi... Evet! Ben bu cümleyi böyle kurardım: "kıskanıyorum seni" ve o duyumsardı "ulan" kelimesini. 


Mevlana boşuna dememiş "kıskançlık ateşten meydana gelir" diye... O ateş bütün gece yaktı düşlerimi. Aşka mı aitti duygum yoksa çok sevmeye mi diye düşünürken, düşüverdiler avuçlarıma bir cümleye bağlaç bile yapmayı beceremediğim kelimeler. Ah o kelimeler! Başından beri kıskanılan, bana söylense, yazılsa, okunsa dediğim kelimeler... Böylesine yazabilsem, anlatabilsem derdimi dediğim kelimeler... Böylesine öpülüp okşansa duygularım dediğim haller... Her bir kelimede, her bir cümlede hayaller... hayaller... hayaller... nasıl da bir anda gelip bir anda geldikleri gibi yitip gittiler...

Mektubu yırtılmaya yüz tutmuş kat yerlerinden özenle katlayıp yerine kaldırdım. Zaten bende bulunmaması gereken bir anı-kanıt üzerine fırtınalar koparamayacak oluşumun gururumla bir alakasını kuramadım. Olası bir  gururun, "ne olursa olsun, açıp okuma içindekileri" diye güvenle bırakılan o ahşap kutuyu  açtıran merakıma dil uzatmasına izin veremezdim. Açmıştım, okumuştum, kıskanmıştım... Evden çıkarken, Moilere'e kulak kabartıp; "kıskançlar daha çok sever ama kıskanç olmayan daha iyi sever" cümlesini arabaya bininceye kadar tekrarladım. Onu hem çok sevmek hem de iyi sevmek istiyordum, aramak üzere telefonu elime aldığımda sanki karşımdaymışcasına, gözlerine dimdik ama sevecenlikle baktığımı hayal ettim: "seni böyle bir adam olduğun için hep çok seveceğim" cümlesindeki, "ulan"ı o duydu mu bilemedim.



08 Aralık 2011

Geçmiş Olsun, Ben Mumları Yaktım



Karışık duyguları oluyor insanın. Nasıl anlatmalı diyorum. Bu soruyu sorarken bile, aslında nasıl anlatırsam anlatayım, senin beni anlayacağını da biliyorum. Senli vakitleri var günün, nasıl olmasın ki... Bulutsuz bir gecenin yıldızında, bir kuşun kanadında, radyonun frekanslarından birinde, bir kitabın giriş cümlesinde, çınarın sararmış yaprağında, bir şelalenin her bir damlasında, bir şarkının sözünde... Nasıl sana denk gelmeden geçip gider ki, yelkovan... Diyelim ki geçip gitti, ya akrebe ne demeli... İlle bulur getirir senli bir vakti. İşte o vakitlerde mideme kramplar girdiği de olur, dudaklarımın hafifçe ama biraz da buruklukla yanlara doğru genişlediği de... Ama galiba en ciddi tepkimi, kendime "ne için vazgeçmiştim" diye sorarken veriyorum. İşte o anlarda gözümde bir damla yaşla yakalıyorum kendimi anılar dehlizinde. Yok yanlış anlama, varılan noktanın bugün bile doğru bir kararın sonucu olduğunun farkındayım ama bilirsin işte, insan bazen yenilir kendine bile.

Anıları silip atmanın en doğru yolu, onları yenileri ile değiştirmektir demiş amcanın biri... Bilirsin isimleri pek aklımda tutamam. Senin adını ise bugünlerde sıklıkla dilimin hemen ucunda tutmak zorunda kalıyorum. Unutsam ya... Sadece adını mı? Mesela geçenlerde biri "oğlum" diye seslendi. Dönüp baktım gayri ihtiyari... Gülümsedim. Ne içten bir sevgi sözcüğüdür: Oğlum.

İnsan ne kadar sevilirse sevilsin, sevildiğinden emin olamazmış. Hep de sanırmış ki, bir tek kendisi çok seviyor.  Yazdıklarımın karmaşıklığındaki anlam bütünlüğünü saklı kalmış kelimelerin arasından çıkarıp; yalın bir algı ile okuyacağını biliyorum. Bütün bunları yazmak yerine, aslında hissettiklerimi sadece iki kelime ile sana anlatabileceğimi de... Ama bazen insan uzatıyor işte, uzatamadığı günlerin hatrına, kelimeleri çekiştiriyor birbiri ardına. Oysa nasıl da kolay çıkıverir bazen o kelimeler bir yüreğin kuytusundan, çıkar da yerleşiverir tüm yoğunluğu ile içtenlikli sesin tınısına.  Tını batıverir kadının gözüne... O anda görsen kadını, sanırsın ki ağlamaktadır içli içli... Sanırsın ki, geçmişedir göz yaşı... Dile gelse, konuşsa yani o anda, belki o zaman fark edersin, "geçmemiş"edir yüreğinin aşkı.




Görsel / buradan

01 Aralık 2011

Aralık

Bir kapı aralığından bakıyorum hayata bugünlerde... Biraz durgun biraz halsizim. Kafamın içindeki tilkilere sorsan, onlar bile yorgun artık dolanmaktan. Değil kuyrukları, kulakları bile birbirine değiyor soğuktan. Sıklıkla, kendimi ananemin çorbasını hayal ederken buluyorum gün ortasında. Kimse tarifini bilmiyor. Kızıyorum. Hadi ben çocuktum, siz hiç mi dikkat etmezdiniz nasıl yapardı... 

İçimi ısıtacak tek şeyin, bir tas çorba ya da gülen bir çift göz olması acaba tesadüf mü? Kapıyı kapatmak gerek belki, bak koca bir yıl da bitiyor diyorum kendime... Koca bir yılın biteceğinin haberi ilk günden de verilmez ki diyorum sonra... Daha ne de olsa üç onluk günler var yeni yıla. Biraz umutsuz muyum ki... Biraz kırgın. Belki de biraz ne istediğini bilmez bir halim vardır benim. 

Aralık da gelmiş diyorum. Kapıyı usulca kapatıp, ağlıyorum. 



görsel / buradan



23 Kasım 2011

Gün Ortası




Sabahın erken saatlerinde başlayıp da gün ortasına uzanan toplantıda aniden gerilen seslerdi; beni yazdığım nottan alıkoyan. İçimde bir yer gülümsedi halime. Kim bilir kaç dakika olmuştu o salondan uzaklaşıp da vardığım yerde düşünceler boyu oyalandığım.  Ajandamın geçmiş günler sayfalarından boş bulduğum birine düştüğüm notu bir kez daha okudum.

Hayatın içinde bir yerde donup kaldı zaman, tam o anda belirdi: kırmızı bir kapı.
Hani şu fantastik filmlerin bulutlar üstü ülkeleri olur ya, işte öylesine bulutlar iniverdi göz hızama.
Böyle zamanlarda zaman donup kalır mı bilmem ama, gören artık yürektir.
İnsanın yüzüne bir gülümseme gelip oturur, sesine bir ses rengi daha eklenir.
Görenler buna aşk der -yüzlerinde müstehzi bir gülümseme ile- ben de gülümserim ama ışıldayan gözlerimle.
Bir önceki akşamın gergin konuşmalarının peşi sıra gidilen bir dost evinde, yudumlanan sıcak çay arasına katık ettik göz göze gelişimizi... Uzun uzun baktık birbirimize, uzun uzun ve pek çok şeyi bir çırpıda anlatıverir gibi. Önce kimin gözleri özür diledi hatırlamıyorum. Bunu önemseyecek ve sıraya koyacak da değilim. Benim için değerli olanın çaba harcamak olduğunu biliyorum. 

Ajandanın başka bir sayfasında karşıma çıkan bu kelimelerin nasıl bir gecenin sabahında yazıldığını hatırladım. Toplantı devam edip giderken, o geceye uzandım. öylesine soğuktu ki, pencereyi açtığım gibi kapattım. 

Toplantı notları, günlük planlar, yapılacak işler listelerinin arasında özlü sözlere de rastladım:

Neye inanırsanız, onu elde edersiniz. (W. Rudolph)
O özlü sözü not aldığım eğitimde, en ön sırada oturuyordum. Konferans salonunun kadife bordo koltuklarında, yine sayamadığım dakikalar boyunca, nelere inandığımı ve ne yaşadığımı bulmak için girdiğim dehlizlerde kayboluşumu  hatırladım. İçimde nasıl bir gerginlik oluştuysa, üst yöneticimin, Evren Hanım siz aynı fikirde değilsiniz galiba deyişi ile kendime geldiğimde, utandım. Gündemdeki iş süreçleri maddesi ile ilgili bir şey düşünüyordum, dedim. Ne de olsa o madde benim konumdu ve o konuda can sıkacak ve yüzümün gerilmesine sebep olacak sorunlu iş süreçlerine ilişkin bir sunum yapacaktım.   

Bilgi ve ilgi alanım dışında olan konular ardına ardına geldikçe, ajandanın geçmiş günler sayfalarındaki gezintime de büyük bir merakla devam ediyordum. Neler neler olmuştu koca bir yıl... Bazı notlarda gülümsemem, bazılarında ise gerginliğim hep yüzüme yansıyordu. Kahkaha atmama sebep olacak küçük notlar bile mevcuttu. Kendimi, dersi dinlemeyen bir öğrenci gibi hissediyordum. Aslında bu cümleyi çok rahat şöyle kurabilirim: ben o anlarda dersi dinlemeyen bir öğrenciydim. 

Her an azar işitmem mümkün olduğundan mı bilmem dikkatimi çeken son notla, ajandamın kapağını kapattım:

Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak, doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve değer şekilde kızmak, işte bu kolay değildir. (Aristo)




görsel / buradan

19 Kasım 2011

Uzak Kalmak

Bu aralar teknoloji ile arama giren kara kediyi okşuyorum. Nasıl da mırıl mırıl ve keyifli... Haliyle ben de. Yazmak üzerine yazdığım yazıları şöyle bir okudum geçenlerde. Yazmak bir tedavi benim için cümlesinin derdimi anlattığını bilmek güzel bi'şey kendi adıma. Teknolojiden uzak kalınca nelerden uzak kalmışım diye öncelikle bloglarda ve diğer sosyal ortamlarda kısa bir gezintiye çıktım.... Readerımdan daha sonra okumak için yıldızlar koyduğum yazıları bir çırpıda okudum. Okurken okurken fark ettiğim ve hep savunduğum -ya bizden olanı ya da bizden uzak olanı okuruz tezimden hareketle- benden uzak olanları izlediğim blog listemden kaldırmaya karar verdim. Böyle zamanlarda mucizeler yaratmayı sevdiğimden olsa gerek, mucizevi bir şekilde, izlediğim bütün blogları silmeyi başardım. Böylece geçtiğimiz haftayı -vakit buldukça- yenilerine yer açmak için bir fırsat olarak gördüm. Şu anda listemde olanlardan son derece memnunum.

Blog yazdığım günden beri yüzyüze tanıştığım bloggerlar dışında kalanlar için düşüncem şu olmuştur: kelimelerinden ötürü kendime yakın bulduğum bu insanları tanısam ne olur... Her ne kadar sanal bir ortamda paylaşsak da, duyguların sanal olamayacağı bir gerçek -burada bir parantez açmalıyım belki de, çünkü duyguları sanal pek çok insandan da söz edilebilir, ben bu noktada kendini yazarken, kendinden yazarken mümkün olduğunca samimi, içten ve yürekli olanları ayırmak isterim sadece.

Gündemin bir pamuk ipliği gibi sürekli koptuğu-koparıldığı ülkemde, nefes alırken bile zorlanmaya başlayınca -belki doğru, belki yanlış- insan uzaklaşmayı bir çözüm sanıyor. Önce çevresinden sonra kendinden... Sıralama içinde bulunduğumuz ruh haline göre farklılık gösterebilir elbette. Sebep ne olursa olsun, sonuçta belki de temelde yatan aslan; kendinden yeni bir "ben" yaratabilmek. Kendinden yepyeni birini yaratma süreci sancılı ve kişinin becerileri ile orantılı olarak göreceli bir zaman istiyor... Burada "ben"i tırnak içinde kullanmamın şöyle bir sebebi var: benden uzaklaşabildiğin sürece kendin oluyorsun aslında. Yani ben buna inanıyorum. Söylediğim şey biraz karmaşık gibi gözükebilir. Daha yalın anlatabildiğimi fark ettiğim gün bu konuya yeniden döneceğim.

Kendime dönük gözlemlerimi bir kenara yazabilmek istiyorum, ama bunu kağıt kalemle yapma isteyim ağır basıyor, belki de bu yüzden de "Evrenin Dünyası" bir öküzün boynuzunda şu sıralar, öküz başını çevirse, dünya da dönecek. Ama o şimdilik, sabitlemiş bir şekilde hayatından gelip geçen trenlere bakıyor.

Balkon için havalar soğudu ama içimin balkonunda güneşli bir bahar sabahında kahvemi yudumladım bu sabah. Yaşam-ölüm, hayaller-gerçekleşenler, yitip gidenler-elde kalanlar üzerine uzun uzun düşündüm. Çıkarımlarımı yazacak kadar düzenli bir düşünce süreci değildi. Ama belirtmek isterim ki; yazmak istediğim şeyden şu satıra kadar bahsetmemiş olmam ama gene de çevresinde dolanıp durmam kafamın içinde dolanan ondokuz tilkinin eseridir. Düşünceler, kelimeler ile buluşamıyorsa, bir süre daha susmak gerek.

Yaşamak;
Kandırmadan, sınamadan, üzmeden, üzülmeden...
Yaşamak;
Bir sevgiyi çoğaltmak için çabalayarak...
Yaşamak;
Elindekinin değerini bilerek ve koruyarak...
Yaşamak;
Her şeyin içinde,
Yaşamak;
Bir o kadar da dışında kalarak...


İşte! Tam da böyle bir yaşamak diliyorum kendime.


görsel / buradan