02 Nisan 2009

EŞELENDİM (**)


Su balıksız olur, balık susuz olmaz.
Arif Nihat Asya

Sabah ofise gittim. Arkadaşım iyi gözüküyorsun dedi. Makyaj yapılmış... Özenle giyinilmiş DE merak ettim ruhun nerde dedi. Geliyor yolda dedim. Bir yere uğraması gerekti. Baktım ikna olmadı devam ettim. Biraz gecikecekmiş az önce haber verdi. Meraklanma öğleni bulmaz gelir dedim.


Radyodaki ses:

Nesine yar nesine
Ölürüm ben sesine


Dış Ses:

Yazıyı bekliyorum hala... Bitmedi mi?


İç sesim:

Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine


Arkadaşımla göz göze geldiğimizde anladım onun da iç sesi benimki ile aynıydı. Gözler dolmuştu gene. Birbirine benzer hikayelerin benzer baş kahramanlarıydık biz. Anlardık ruh nerede kalmış, beden nerede. Gidiyorum dedim kendi odama. Bugün çalışmak ve herşeyi unutmak günü.


İç sesim tüm koridor boyunca bana eşlik etti.

nesine yar nesine
ölürüm ben sesine
bir daha vursa idi
nefesim nefesime (*)


Masama oturmaya fırsat bile bulamadan telefonum çaldı.


Telefondaki ses: (hani az önce karşılaştığım ruhumu soran ses)

Su balıksız olur, balık susuz olmaz bilir misin.


İç sesim:

Bilirim. Ben denizde bir balıktım önce.
Bilmediğim denizlerde yüzdüm.
Korkusuz ve özgürdüm.
Alışıktım medcezirlere.
Bir gün deniz gitti ve dönmedi.
O gün anladım ki
Su balıksız olur ama balık susuz olmazmış.


Başka Bir Dış ses:

Evren hanım bu evraklarda imzalarınız eksik sisteme giriş için imzanıza ihtiyacım var.


Telefondaki sese cevap veren kendi sesim:

Çalışmam lazım. Bu gün çok iş var. Bi de unutmadan senden nefret ediyorum.


__________________________________________________


Gün içinde ne çok şey yaşar şu yürek. Ne az bilir karşımızdakiler. Ve hatta yanımızdakiler. Maskeler takarız tıpkı şapkalar gibi. Şapkaları çıkarıp maskeleri düşürünce ANLARIZ. Bazen ruhu rahat bırakmak gerek.


BIRAKIN GİTSİN. Onunla uyusun. Ağlasın. Sevişsin. Hatta kavga etsin. Gelir telaşlanmayın. MUTLAKA geri gelir. Ruh yüreğin sesine kulak verir. Ruh geri dönüş yolunu illaki bilir. Ruhumuz huzur bulunca; kürkçü dükkanı gibi dönüp dolaşır gene yüreğimize yerleşir.



____________________________________________

İlk Yayın Tarihi / 02.12.2008
(*) karacaoğlan
(**) Yazının adı yazı ile ilişkilendirilmemiş olup, durumdan fazife çıkartılmıştır. Durumdan vazife çıkartmak da bir dostun duruma yaptığı yoruma özeldir. Aslında başlık bir çeşit durum komedisidir.

4 SUAL


-BİR-


Biz mi kelimelere fazla anlamlar yükledik

Yoksa kelimeler anlamını mı yitirdi şimdilerde?

___________________________________


-İKİ-


Yürek yalan söylemezse

Sözlerdeki bunca yalan niye?

___________________________________


-ÜÇ-


Cevabı umursamıyorsa

Neden sorar insan, var mı bir istediğin diye

___________________________________

-DÖRT-


Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın derlerdi eskilerde

Yüreği olmayanlar sevmelere kalkıyor bugünlerde, tuhaf değil mi sizce de?

__________________________________



FARKIN YOK


Ne zaman ağlasan telefonun diğer ucunda beni bulma telaşındasın.
Ne zaman mutlu olsan telefonun diğer ucunda ben varım diye bozuluyorsun.
Tuhaf olan ne biliyor musun?
Ben senin telefonun diğer ucunda olmanı bir başkasının varlığına yüklediğim anlamdan değil de sana yüklediğim anlamdan dolayı istiyorum. Bu nedendendir ki; ben ne zaman telefonun bir ucunda olsam, sen diğer ucunda olduğunda mutlu oluyorum.

Sense...
Senin diğerlerinden farkın yok...
Sen diğerleri gibi başkasına yüklediğin anlamlar havada kaldığında bana sarılıyorsun.
Sarılma bana...
Sarma...
Sevme...

Yok yalan söyledim.
Sarıl bana..
Sar beni...
Sev-
- emezsin ama en azından dene...


_________________________________________

01 Nisan 2009

BAZEN


suskunluğum saygı duymaya çalışmaktan
çığlığım kulaklarında lal olsun
ve bir gün ihtiyaç duyarsan diye penceremi açık tutacağım gelişine
ve ağlamayacağım gidişine
bilirim
ve
inanırım
bazen gitmek gerek


yazdım önce ve sonra BAZEN döküldü dilimden...


bazen gitmek gerek
bazen kalmak
bazen bırakmak gerek
bazen sımsıkı sarılmak
bazen uzakmak elini
bazen çekmek
bazen bakmak gerek
bazen görmek
bazen her gitme bir parça içe dönüştür
bazen her kalış bir parça gitmektir kendinden
bazen sevgiyle kalır insan
bazen gözleri bulut bulut

üzülmedim desem yalan olur gidişine
ağlamadım desem inanmazsın sözlerime
bazen yalan söylemek gerek
bazen inanmak söylenene
bazen gitmek gerek kendinden
bazen kalmak kalanınla kendine
üzülmedim desem yalan olur gidişine
beni kendime bırakış şekline
ağlamadım desem inanmazsın sözlerime
bazen inanmak gerek söylenene

bazen sözler söylemek gerek gidenin ardından
bazen
lal olup kalmak geride


____________________________________


Bu şiir inanılmaz kadına atfedilmiştir.

Adı ile müsemma gitmek istemesine...

_______________________________

DEVREN SATILIK DEĞER


ortadaki yalanı bul
kendine, arkadaşlarına, dostuna ya da hayatındaki insana söylediğin yalanı
hayattan çok şey mi istiyorum diyorsun ya
cevabı evet
evet, çok şey istiyorsun.
bir enkaz devraldın sen
bir başkası tarafından enkaz olarak ortada kalmışlığına kapıldın en çok
kaderi değiştirme gücün var sandın yüreğindeki sevginle
oysa insan bir enkaza değil, bir değere sahip çıkmalı hayatta
bir enkaz ancak bir enkaz daha yaratır yanında
oysa değere sahip çıkmak, değeri bilmek, değer yaratır sonunda


anlatmış mıydım sana devren satılık köşedeki dükkanın hikayesini;

bizim mahallemizde devren satılık bir köşe dükkan vardı
yeri güzel, içi güzel...
kimse dikiş tutturamadı o dükkanda.
mahallede aldı yürüdü bir dedikodu
perili, büyülü, kısmeti kapalı...
kim niyetine girse enkaz devraldığını biliyordu aslında.
ama her devralan da aynı umut: 'ben kaderini değiştireceğim bu köşe dükkanın...'

kim ne iş yaparsa yapsın, ne kadar para yatırırsa yatırsın, ne kadar kendini adarsa adasın
değiştiremiyordu köşe dükkanın kaderini...
oysa her gören aynı cümleyi kurardı, öyle güzeldi köşe dükkan;
'bu dükkan benim olsun bak sen o zaman gör, periyi, kısmeti...'
devralanlar için de durum farklı değildi;
'mirim adamıyorlar kendilerini, anlamıyorlar işten, sen 1 ver bakalım o dükkan 5 vermiyor mu'
ama olmuyordu işte, sen 5 versen de dükkan 1 bile vermiyordu.
dükkan bir süre uzun bir süre boş kaldı
camları kırıldı, sıvaları döküldü, çerçeveleri çürüdü
unutuldu gitti mahallelinin dilinde
nice sonra köşe dükkanı kiralamak isteyen bir adam geldi mahalleye,
yeniydi adam mahallede, geçmişini bilmiyordu ne köşe dükkanın ne de köşe dükkan hakkında söylenen dedikoduların
ve en önemlisi oranın bir enkaz olduğunun ayrımında değildi
bir değer olarak gördü o köşe dükkanı
farkına varılmamış bir hazine
umutlarını yükledi omuzlarına
karşılayabileceği maksimum maliyetle girişti köşe dükkana sahip olmaya
mahalleli durur mu, acımaya başladı adama;
vah zavallı dedi, ah aptal dedi, tüh kısmetsiz dedi...
adam hiç birini duymuyordu, hiç birini bilmiyordu,hiç birine şahit olmamıştı
zaman içinde dükkanın kaderini değiştirdi adam
köşe dükkanın aslında bir değer olduğunu kanıtladı
farkında değildi hiç bir şeyin ve farkında değildi değiştirebildiklerinin
köşe dükkanı devralan niceleri gibi bir enkazı devraldığını bilmiyordu
fark ettiği ilk ve tek şey
köşe dükkanın bir değeri olduğuydu
ve değere sahip çıktığı için sonunda bir değer yarattı
___________________________________________________

yüklenen anlamlar ancak zaman geçtikçe unutulur
değer ancak zamanı gelince bulunur
yalan ortadaysa kaldırmak gerek
doğru önündeyse görmemezlik aptallık olur

sevmek yüklediğin anlamın, kişideki yansımasıdır... yalansızdır, kavgasızdır, bir önceki an'ın karbon kopyasını yaşıyorsan, çok şey istiyorsundur hayattan... fark ettiğin halde devam ediyorsan, hayata kızma, çok şey mi istiyorum deme filmler kaç kez seyredersen seyret senaryoları değişmedikçe aynı oyuncular tarafından oynanıyormuş gibi gelir sana ve bazen senaryoların değişmesi de yetmez, bazen filmin sonunu değiştirmek için başrol oyuncusunun da değişmesi gerekir...



________________________________

LAMA

Güldük doyasıya...
Gözlerimizden yaş geldi hatta...
Özlemişiz, çok ama çok özlemişiz.

Yemek yedik, 3 kişiydik ama herşeyi ortaya istedik. Sonra servis açtırdık. Sonra tek tatlı istedik ve 3 kişi bölüştük. Bu arada hep güldük. Çok güldük. Gözlerimizden yaş geldi adeta.
Ben yemeğe oturduğumuzda kendimi İstanbul Cadde Kırıntı'da zannettim. Oysa Bursa Kükürtlü Siesta'daydık. Bira içemedim. T-bone Steak yiyemedim. Ama çok güldüm. Fena halde İstanbul'um geldi benim...ÇOK ÖZLEDİM.

Saatleri 9 ettik. Geç olmuş dedik. Oysa İstanbul'da olsaydık, büyük ihtimal yemeğin ortasına bile gelmemiştik. Çok gülüyor olurduk gene mutlaka. Ama gece erkenden bitmez İstanbul'da.

Yemek bitti doğal olarak ama ayrılmak istemedik. Kahve içmek için FSM Gönül Kahvesi'ne gittik. Önce dışarıda oturduk, üşüdüm tabii. Sonra içeride bir masa bulduk. İyi ki bulduk. İki adam vardı sohbetini koyulaştırmış. Yanlarındaki boş masaya oturduk. Adamlardan biri nasıl hoş, dudakları, yüzü, gülümsemesi…

Ben taktım adama. Üzerinden bir sohbet bir kahkaha, nasıl eğlendik, gözlerimizden yaş geldi adeta. Adam farkında değildi belki ama biz onun üzerinden yazdığımız türlü hikayelerle çok güldük, çok eğlendik. Sonra ben aniden ayakkabılarını fark ettim, aman Allah'ım olamaz dedim. Bu ayakkabıları giyen adamın yüksek ihtimal bol paçalı boxserı vardır dedim. Arkadaşım hayrola nüfusuna mı alacaksın dedi. Yok yok ama bir kere bile olacaksa da olmaz artık dedim. Nasıl yani dediler, ne oldu onca fanteziye… Ayakkabıları çok çok çirkin dedim. Ayakkabıları ile mi evlenecektin ki dedi. Hayır ama dedim benim için önemli. Güldük bunun üzerine. Ben başladım, sesi şöyle, aaa bak bak gömleğinin kolunu nasıl da kıvırmış. Hıh olmaz dedim. Hatırlatayım bir kez daha, adam durumla yakından uzaktan ilgilenmiyor, biz öyle kendi çapımızda kafa yapıyoruz aslında kendimizle. Çok gülüyoruz, öyle ki, gözlerimizden yaşlar geliyor o kadar çok gülüyoruz, o kadar çok dalga geçiyoruz kendimizle. Arkadaşım sinirleniyor sonunda, senin de ne çok kriterin var, tabi yalnız kalırsın diyor. Aaa... Neden söylendin ki sen şimdi bana diyorum. Hayır, sanki sen dört dörtlüksün diyor. Sen farkında değilsin ama benim içimde Adriana LAMA var diyorum. Artık o andan sonra orada oturmak mümkün değil, hesabı isteyip kalkıyoruz. Arabaya biniyoruz ama artık gülmekten hakikaten ağlıyoruz. LAMA deyip deyip gülüyoruz. LAMA olup tükürmek istiyoruz; hayata, beklentilerimize, mükemmellik arayışımıza çok içerliyoruz.

Gülmekten dağılmış bir halde evlere dağılırken; ne çok ihtiyacımız varmış diyoruz. En son bu kadar çok ne zaman güldüğümüzü hatırlamıyoruz. Ama bu geceyi not ediyoruz. 1 Nisan şakası tadında olsun hayatlar diyoruz. Gülmek çıksın fallardan ve içimizdeki LAMAlar çok yaşasın diyoruz.

DİLERİM;
İçinizdeki çocuk hiç büyümesin, hep gülecek nedenleriniz olsun hayata.
Şükredin gözlerinizden yaş gelecek kadar gülebiliyor olduğunuza...
Şükredin dostlarla geçen gecelerinizin olmasına...
Şükredin yaşanmışlıklarınıza...
Mutlu olun kısaca...
Mutlu edin eğer şansınız varsa...
Gülün ve becerebiliyorsanız güldürün yarın dostlarınızı yaptığınız şakalarla...
Hiç olmazsa eğlenin Nisan birin hatırına...

____________________________________

Fotoğraf

30 Mart 2009

MERAK ETTİM ?


  • Hayatınızda kalmasını istediğiniz bir arkadaşınız bir gece önce kötüyüm çok diye mesaj atsa ve o an uygun olmasanız, en geç ne zaman ararsınız?

  • İşler ters gittiğinde ilk ne yaparsınız?

  • Biri sizi çok kızdırsa ama çok, öfkenize yenilmemek için nasıl bir yol izlersiniz?

  • Biri sizden borç alsa ve zamanında geri ödemese, ona borcunu nasıl hatırlatırsanız?

  • Aşkından ölmek üzere olduğunuz adamı eve geldiğinizde bir kadınla sevişiyor görseniz, çığlık mı atarsınız yoksa tokat mı?

  • En yakın arkadaşınızı aradınız 3 kere üst üste ve telefonuna cevap vermedi, ilk aklınıza gelen ne olur?

  • Yolda yürürken tanıdığınız birini gördünüz ama kafasını çevirdi, ne yaparsınız?

  • Bir tiyatro oyununda telefonunuz çaldı, telefonu kapatmanız kaç saniyenizi alır?

  • Otobüs durağında sıra beklerken, sizden sonra gelen biri sıranın önüne geçti, insan evladına nasıl bir tepki verirsiniz?

  • Sevdiğiniz bir arkadaşınız sizi arayıp, aramıyorsun hayırdır dediğinde ona verdiğiniz cevapta ne kadar dürüst olursunuz?

  • Söylediğiniz yalanı unuttuğunuzu fark ettiğinizde durumu kurtarmak için yeni bir yalan mı söylersiniz yoksa durumu açıklığa mı kavuşturursunuz?

  • Aşık olduğunuzu fark etmeniz ile söylemeniz arasında geçen süre ne kadardır?

  • Artık aşık olmadığınızı ve hatta birlikte yaşamak bile istemediğinizi fark ettiğiniz ve söylemeniz arasında geçen süre ne kadardır?

  • Bir çocuğu mutlu etmek adına, bilerek ve isteyerek en son ne zaman bir oyunda yenildiniz?

  • Birini sinir etmek adına belki de hile yaparak en son ne zaman birini yendiniz?

  • Okeyde taş çalıp sonra da itiraf eder misiniz?

  • Ortak bir projede yan gelip yattığınız oldu mu?

  • Ortak bir projede hiç çalışmayan birini patrona ispiyonladığınız oldu mu?

  • Hiç kabahati olmadığı halde ağlattığınız biri olduğunda gönlünü almak için pasta mı alırsınız yoksa sarılır mısınız?

  • Arkadaşınız evdeyim uğra dedi, kapıyı çaldınız açan olmadı kaç saat kapı eşiğinde arkadaşınızı beklersiniz?

  • En son ne zaman ağlayan bir çocuk gördüğünüzde gözleriniz dolu dolu oldu?

  • Anne/Babanızı anımsayınca şükrediyor musunuz?

  • Abla/kardeşinize en son ne zaman hiç nedensiz sarılıp, iyi ki varsın dediniz?

  • Pazarcının aldığınız çileğin alt tarafını çürükleri ile doldurduğunu fark edince, ne yapalım bunları da birine satması gerekiyordu gibi bir yaklaşım sergiler misiniz?

  • Üst komşunuz gecenin bir yarısı müziği sonuna kadar açsa ve bir de tepine tepine dans etse, kaç şarkılık sabrınız vardır?

  • Çaldığı müzikler tarzısınız ile uyuşsa kalkıp dans eder misiniz?

  • Kül tablasını içtiğiniz sigaralarla birlikte salonda bıraksanız ve koca/karınız sabah kalktığında söylense, ertesi gece özen gösterir misiniz?

  • En son ne zaman sevdiğiniz birini yaptığınız süprizle ağlattınız ve o ağladığı için ona sarılıp ağladınız?

  • En son ne zaman deniz kenarına gidip iyotu içinize çektiniz?

  • Alışveriş yaptığınız marketten çıktınız ve fazla para üstü aldığınızı fark ettiniz, parayı geri mi ödersiniz, o parayı bir sokak çocuğu için süt almak için mi kullanırsınız?

  • Sabah uyanınca açan papatyaya, öten kuşa ya da gökyüzünün maviliğine hayran kaldığınız oldu mu?

Bu liste uzayıp gider aslında... Merak ettiğim ne çok şey var ilk defa tanımaya çalıştığım insanlarda. Ömrüm yetmez bazı sorularımın cevaplarını bulmaya...

Öyle ilişkiler var ki çevremde adam kadının en sevdiği yemekten bir haber, kadın adamın tuttuğu futbol takımından. Ama bakıyorum gül gibi geçinip gidiyorlar. Galiba fazla merak iyi değil? Bazı soruların cevabı olmasa da olur sanki...

Ben bazılarına 'evet', bazılarına 'hayır', bazılarına 'duruma göre değişir' ve bazılarına 'her zaman', bir kısmına 'asla' ve bir kaçına 'böyle yapan olur mu', bir kaçına da 'hadi canım' dedim...

Cevaplarımı merak etme, dedim ya fazla merak iyi değildir.

Bu cümlemden sonra aklından bildik cümleyi geçirme.

Hadi geçirdin diyelim, gülümseme.

Hadi gülümsedin, bari bana belli etme...





_________________________________________________________

29 Mart 2009

GEÇ KALMAMAK


Bir yanlışlık var yaşanmışlıklarımda...
Bir yanlışlık var anlara yüklediğim anlamlarda,
İnsanlara yüklediğim duygularda...
Bir yanlışlık var yüreğimin sızısında...

Nedenini bildiğim bir soru var bende.
Cevabı kayıp hazine haritalarında...
Yakalanmamak gerek korsanlara.

Yorgunum aslında gecelerden
Cümleler kurmaya sebep hecelerden
Bir kuşun kanadını çırpışından yorulup,
süzülüşü vardır ya havada...
Süzülmek istiyorum hayata.
Hiç kanat çırpmadan,
Bu gece uzak kalmak kelimelerden.
Dalında kuruyan bir yaprak gibi
Rüzgarın esintisi,
Yağmurun damla darbesi ile
Düşmek istiyorum olduğum yere

Bir yanlışlık var yaşanmışlıklarımda
Bir yanlışlık var anlara yüklediğim anlamlarda,
Bir yanlışlık var yüreğimin sızısında...

Nedenli sorularımın cevaplarını bulmak gerek

Geç kalmamak sabaha



Geç kalmamak sabaha



Geç kalmamak hayata




__________________________________

ETKİLEYENİ BULMAK

Kitabın görselini ararken ulaştığım bilgi ile başlayayım Sevgili Bekriya’nın kitap mimine…

AĞLA SEVGİLİ YURDUM / Alan PATON

Ağla Sevgili Yurdum, Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki ırk sorununu yalın bir biçimde, zekice ve tutkulu bir içtenlikle ele alan bir roman, okuyanı sarsan bir yapıt. Kendisi de Güney Afrikalı olan Alan Paton, bu romanında, olaylara yansız bir tutumla yaklaşır ve yüreğini de okurlarına alabildiğine açar. Ama sonuçta bir tartışmadan, bir duygusallıktan çok ötelerde oluşmuş bir sanat yapıtı çıkar ortaya.


Ağla Sevgili Yurdum, sıradan bir Zulu rahibinin, katil oğlunu, Johannesburg girdabında arayışının öyküsüdür. Dilinin İncil'i çağrıştıran yalınlığıyla çarpıcıdır, ırk sorununu yansız ele alışıyla da gerçekçi bir romandır. Bu roman 1984 yılında yayımlanmış, daha sonra oyunlaştırılıp sahneye de konmuş, filme de çekilmiştir. Etkili anlatımıyla, bu roman, dünyanın dört bir yanında büyük yankılar uyandırmış, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde hala sürmekte olan siyah-beyaz çatışmasını ilk kez gözler önüne sermiştir.
______________________________

Öğretmen bir anne babanın çocuğu olmanın güzel tarafları vardır, oyuncaklarınız kadar kitaplarınız da olur ve hatta kitaplarınız oyuncaklarınızdan daha çoktur. Annem Can Yayınlarının tüm çocuk serisini almıştı bana. Bir de akıl çantası vardı, çeşitli akıl oyunlarının içinde bulunduğu… Güzel bir çocukluk geçirdim ben. Dolu dolu… Bugünkü aklımı o günlere borçluyum kısaca…

Bekriya, etkileyen kitap deyince, işler karıştı tabi. Her dönem etkileyen birden fazla kitap olmuştur beni ve bu mim sadece bir kitap diyordu. Aldı beni bir telaş… Güncelleri aklımdan geçirdim. Üniversite yıllarına gittim oradan lise, ilkokul derken okul öncesi… Yok çok gittim dedim, ilkokula geri döndüm. Küçük Kara Balığı buldum, Martı Jonathan mı acaba dedim… Küçük Prens vardı bir de aşkı ve yaşamı öğrendiğim… Of ne zordu etkileyen bir kitap seçmek… Nedense ilklerden biri olsun diye tutturmuştum, ne de olsa sonrakiler onun gölgesinde uzananlar ya da yan kolları olacaktı zaman içinde…

Sonunda karar verdim. Çocukluğumun hayallerini süsleyen ve hayata bakış açımı şekillendiren, insan olmayı anlatan ve din, dil, ırk ayırmadan insan sevmemi sağlayan; Güney Afrika’da, hayaller kurup sokaklarında gezdiğim Johannesburg’da geçen kitabı seçtim. Küçük zenci çocuk, arkadaşım olmuştu o dönemde. En yakın arkadaşın kim deseler, onu anlatabilirdim sizlere. Neden beyazım, neden kötüyüm diye isyan ettiğim olmuştur. Teninin renginden utanır mı insan, utanır işte… Bugün teninin renginden, dininden, dilinden, görüşünden, görünüşünden dolayı ezen, sömüren, hor gören kim varsa; Aias’ın Habercisinin cümleleri yankılansın kulaklarında…

"Özgüven yitimi yaşamaya başlayan birey, sadece kendi kaderini ve kurtuluşunu düşünmeye başlar. İşte hata da tam bu anda oluşur. Kaçınılmaz son bu anda oluşur. Kaçınılmaz son büyük cezadır. Tüm inanç sistemlerinde olduğu gibi cezamız sadece bu hayatta çekmekle yükümlü olduğumuz değil, tüm hayatlarımızdaki acıdır.

Biri, insan tabiatıyla doğar da, insan gibi düşünmezse, işte bu insanlığın hudutlarını aşan düşüncesiz mahlûklar tanrılar tarafından ağır cezalara çarptırılırlar ”

Kitabın görselini ararken keşfettiğim bir de blogger oldu: Aysema, geçen yılki bir yazısında hem kitaptan alıntı yapmış - s.104-105-106 - hem de Alan Paton’un bir konuşmasında bu kitabıyla ilgili söylediklerine yer vermiş. Ben yazımda sadece konuşmaya yer vereceğim, alıntıyı buradan okuyabilirsiniz.

"Benim inancım odur ki: Korkunun gücüne karşı koyacak tek güç sevgi gücüdür. Eğer bu anlayış ve sevgi yitirilirse insanlık korku ve mutsuzluğa mahkûm edilecek, yaşam da dayanılmaz bir köleliğe dönüşecektir."
_______________________________

Merak ediyorum Yalnızlık Okulunun Sevgili Müdürü okuduğu hangi kitaptan etkilendi acaba? (Biliyorum yoğunsun ama ne zaman vaktin olursa o zaman yaz, senin kaleminden okumak zevkli olur.)

ZORU BAŞARMAK


İktidar bugün her yerde diye başladı cümlelerine...
Giydiğiniz eteğin boyunda... Bindiğiniz otobüste...Aldığınız ekmekte...İçtiğiniz çayda...Okuduğunuz kitaplarda... Seyrettiğiniz filmlerde...İçtiğiniz suda...İktidar bugün her yerde...


İktidar bir tek aşkda ve şiirde yoktur bilir misiniz? Çünkü aşk ve şiir karşı dururlar. Eşiklik bir tek aşkda ve şiirde bulur kendini. Aşk ve şiir sınır tanımaz. Taraf olmaz aşk da, şiirde de öyle... 65 yaşımda, hala ve inatla aşka ve şiire tutunmam bundandır. Dilerim ve isterim ki, aşık olun, şiir yazın, şiir okuyun... İktidara rağmen, karşısında ve dimdik ayakda durun.

Bu sözler Ahmet Telli'ye ait. Üniversitede devam eden Aydınlarla Yüzyüze Söyleşileri etkinlikleri kapsamında yaptığı konuşmanın bende kalan kısmını aktarmaya çalıştım size. Ahmet Telli, şiirlerini güzel okuyabilen nadir şairlerden... Sesiyle, tonlamasıyla saatlerce şiir dinleyebilirsiniz kendisinden ya da şöyle söyleyeyim ben dinlerdim o gün... Söyleşi tamamlanıp şiir okumaya başladı, ilki çocuksun sen oldu...


Çocuksun Sen


1


Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte

Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum

Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa


Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan

Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil


2


Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya

Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm

Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)
Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte

Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan

Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su

Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç

Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(Soluğunun elma kokması bundandı belki)
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle

Çocuksun sen, çocuğumsun

Ahmet Telli

____________________________________


Evet iktidar bugün heryerde ve ne yazık ki gençlerin geleceğinde... Geleceği değiştirmek için karşı durmak gerek. Zoru başarmak için elele vermek gerek... Bugün hava güzel, gün güneşli, yarınlar da öyle olsunu düşünerek oy vermek gerek... Bugün iktidara karşı durmak gerek...

28 Mart 2009

KENDİNİ ANLAMA SORUNSALI


SERİM
Sevgili Yalnızlık Okulu varoluş sebebi gereği, ne deniyordu yönetim sistemleri litaratüründe: Misyon, evet misyonu gereği, yalnızlık sorunsalını incelemiş. Ve yazısını şu cümle ile bitirmiş ki, bence konunun mihenk taşı olmuş cümlesi:

Sonunun ne olacağını bilmediğimiz bir hayatın koynunda uyanmaktır yalnızlık…

Yazıyı iki kere okudum aslında. İlk kez dün akşam okudum ve şu yorumu yazdım:

Altı çizilesi bir cümle olmuş bitirişin yalnızlık sorunsalını. Meseleyi hayatın koynunda uyanmak boyutuna getirmişsin ya, sormak istedim sana, en çok sevdiğine, hiç gitmesin istediğine, dönsün diye geceler boyu içtiğine "hayatım" demez mi insan? Hayatın koynunda uyanmak bir parça sevdiğinin kollarında uyanmak değil midir zaten ve sevgiliye uyanmak aslında dönüp dolaşıp yalnızlığa uyanmak değil midir?

Soru sordum ya blog sahibine, bu sabah kalkınca merak ettim cevap yazmış mı diye... Nostatic yorum eklemiş yorumuma:

offf! evren n'aptın yaa :)

Ben de cevap verdim ona...

soru sordum nostatic ama yalnızlık beni dikkate almadı baksana :)

DÜĞÜM
Bu cevabı yazdıktan sonra yazıyı bir kez daha okudum. Ve merak ettim, bir çok blog yazarının merak ettiği gibi. Neden yazıyoruz? Neden yorum bırakıyoruz.? Neden cevap yazıyoruz? Tabii bu soruların hepsinin bir de olumsuz olanlarını eklemek gerek mutlaka...

Bir mim tadında oldu sanki... Ama bir mim değil. Kendini anlama sorunsalı...

Orta okuldaydım, edebiyat öğretmenim beni ve annemi nerede, ne zaman görse "Evren, gazeteci olsun hoca hanım - annem de öğretmendi - derdi. Üniversiteyi kazandığımda - İletişim Fakültesi o zaman özel yetenek sınavı ile alıyordu - sözlü mülakatta Sinema Televizyon Bölüm Başkanı, kalemin çok kuvvetli, bırak İletişim Sanatları diye tutturmayı, Sinema Televizyon' a alalım seni dedi. Babam ve annem yazdıklarımı okurlar ve desteklerler her zaman ve yazmaya devam derler. Arkadaşlarım da öyle...

Bunlar etki miydi, sonuç mu bilmem ama başlangıç olmadıkları kesin. İlk ne zaman yazmaya başladım diye düşündüğümde ki, çocukluk anılarımda bulursunuz detayını, hani şu küçüktüm annemin fırçasını alıp şarkı söylerdim tadında bir cevap verebilirim aslında size. Ama ben ilk ne zaman yazdığımı çok net hatırlıyorum. İlk yazdığım kişiyi de...

Ben genellikle içimde kalsıysa yazıyorum, kızdığımda, mutlu olduğumda, hüzünlendiğimde, aşık olduğumda, sahip olamadığımda, aslında karşımdakine a derken z demek istediğim anlarda... Ama ben o anları değil de, o anda bende kalanı yazıyorum daha çok. Karşımdakine geçmeyeni, geçmediğini düşündüğümü, geçmesin istediğimi... Ben kendimi anlattığım kelimelerle ve o kelimelerin sonucunda yazıyorum aslında:

Adam ve kadın hikâyeleri yazıyorum, geçmişe, geleceğe ve ana dair. Yüreğimden geçen en çok onlar… Yaşama dair notlarım da var aralarda hayata çivi niyetine çaktığım. Çiviler batar bazen ayağıma bir serzeniş olur kelimelerim. Zaman zaman merak edip kim ne demiş diye bakarım, izi kalanı paylaşırım satır aralarında. Hayat bir oyundur kuralını bilmediğim, bazen kazanırım bazen kaybederim. Kendime seslenirim, kendime kızarım, kendimi severim ama senden çok daha fazla değil inan. Anlatmak istediğin olursa, seni de dinlerim söyleyecek sözün varsa...

Söyleyecek sözü olanı dinliyorum ve aslında söyleyecek sözü olana benim de bir sözüm oluyor. Paylaşmak bu değil mi zaten.... Blog yazarlarının bazılarını düzenli okuyorum, hani şu anlam bulduklarımı ve tabi bir de merak ettiklerim var ki, o noktada daha çok başlık dikkatimi çekiyor, merak ediyorum ve mutlaka okuyorum.

Yorum bırakma konusundaysa mesele gene aynı aslında, söylenecek sözün olması... Her seferinde kelimelere kelime eklemek mümkün olmuyor ama bazı yazılar var ki, alkışı, takdiri, teşekkürü ve bazen sadece "... " hak ediyor ve aslında blog sahibine çok şey katıyor, en azından bana.

Bloga bırakılan yorumlara cevap yazma konusunu ise nezaketle bağdaştırıyorum. Hani kapınıza kadar gelen birine kapı açmak gibi... Ama evde yoksanız yapacak bir şey de yok tabi ya da ruh haliniz misafir kabul etmeye uygun değilse... O zama nda saygı duymak lazım blog sahibine. Ama ukalaca, sen gel yorum bırak beni çok da ilgilendirmiyor senin dediğin diyen blog yazarlarına denk geliyorum ki o noktada onların dedikleri de beni ilgilendirmiyor, okumuyorum bir daha.

ÇÖZÜM
Ve buradan blog yazma konusunda kendimi anlama sorunsalıma şu sonucu çıkarıyorum, ben paylaşmak için yazıyorum.

Nereden nereye geldim gene sabah sabah. Fazla uyudum, arpam bol geldi. Önce delerimi, sonra milerimi ve en sonunda da kilerimi kontrol edeyim de Şaşkınımı sinirlendirmeyeyim dimi?

Bu yazının yazılma amacı "hey yalnızlık neden cevap yazmıyorsun" falan değil. Lütfen yanlış anlaşılmasın, tam da aksine Nostatice verdiğim cevap yazdırdı bu yazıyı bana. Yorum bırakınca cevap beklemem ve ukala bir tavırla bir de dönüp hesap sormam yani. Yoksa yorum bırakmak da, bırakılan yoruma cevap verip vermemek de kişinin kendi kararı sonunda.

Bir arkadaşım ki çok severim kendisini ve yeri gelmişken belirtmeliyim ki, çok farklı bir anlam katmıştır hayatıma, bir mesaj attı geçenlerde bana, bana derken beni kast etmediğini belirteyim, içinde bulunduğu durumu özetlemek istemişti. Komik olan şudur ki; bu sabah aynı mesajı ben de kendisine ilettim.

Sadece ilgilendiğim kadar ilgilenilmek, sevdiğim kadar sevilmek istiyorum...

Hangimiz bundan farklı bir şey istiyor ki hayatta? (Farkındayım bu noktada bir kez daha oldum düğüm.Telaşa gerek yok, başka bir yazıda da bu düğümü çözerim.)


____________________________________________________

Not1: Yalnızlık; her hissettiğinizde, sırtınıza çantanızı alıp hayata tekrar, sil baştan başlamaktır aslında...
Not2: Şuşum bir de unutmuşsun ben ekleyeyim istedim, zarf olarak yazılan "tabii" çift "i" ile yazılır.

27 Mart 2009

GURURLU, COŞKULU TİYATRO

Uludağ Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları Bölümü, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’ne yakışır bir kutlama programı hazırlamışlardı. Üniversite yıllarımdan bu yana, tutkuları, gözlerindeki parıltıları bambaşka olan geleceğin sanatçılarını, genç oyuncularını seyretmemiştim sahnede.

Fuaye programında, öğrenciler seslerinde coşkularının
yansımaları ve yüzlerinde inanılmaz bir mutlulukla, müzikallerden ve şarkılardan seçkilerle karşıladılar konuklarını. Augusto BOAL’un, 2009 yılı için hazırladığı, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi ile başladılar programlarına… İlk bölüm, Oyunculuk Anasanat Dalı Lisans I Öğrencileri tarafından hazırlanmıştı.

Kahramanlar ve Metaforlar – Yazgıya Bozgu

Yaşam da ölüm de anlatılıyordu sahnede, hüzün de coşku da…
Sevda da anlatılıyordu, nefret de…

Seçtikleri müziklerin üzerine sadece oyunculuk güçlerini ekleyip ölümü sergilediler bize. “İnsan-yaşam-eylem-yazgı-bozgu” dizgesi bağlamında, eylemlerini en uygun anlatabilecekleri bir metafor-obje ve müzik eşliğinde 12 trajik kahramanın öykülerini çığlıkları, gözleri, yüzleri, elleri, vücutları, yürekleri ile aktardılar bize. Kanımın donduğu, tüylerimin diken diken olduğu anlar oldu. Özlemişim sahneyi, özlemişim insanın insana değmesini, özlemişim yüreklerin tek olup atmasını.

Burada detaylarını bulacağınız karakterlerin 4-6 satırda anlatılan hikayelerini yaklaşık 5 dakikalık performanslarıyla anlattılar ki seyretmenizi çok isterdim.

Aiskilos’un Prometheus’u, Sophokles’in Aias’ı, Sophokles’in Kral Oidipus’u, Sophokles’in Antigone’si, Turan Oflazoğlu’nun Genç Osman’ı, Sophokles’in Medeia’sı, William Shakespeare’in III. Richard’ı, William Shakespeare’in Lady Macbeth’i, William Shakespeare’in Hamlet’i, Murathan Mungan’ın Yezida’sı, William Shakespeare’in İago’su, ve Federico Garcia Lorca’nın Yerma’sı, birer birer ölürken sahnede, siz şaşırıyorsunuz ölüm neden ve nasıl buluyor bir şekilde insanı diye… Ve belki de daha da şaşırıyorsunuz ölümün bir tercih olabildiği anlara…

Oyunculuk Anasanat Dalı Lisans II Öğrencileri tarafından oluşturulan 2. bölümde ise Cehennemlik Gölgeler projesini sundular ki; daha açılış sahnesinde, Haberci'nin sözleri bir tokat gibi patladı yüzlerimizde:

Özgüven yitimi yaşamaya başlayan birey, sadece kendi kaderini ve kurtuluşunu düşünmeye başlar. İşte hata da tam bu anda oluşur. Kaçınılmaz son bu anda oluşur. Kaçınılmaz son büyük cezadır. Tüm inanç sistemlerinde olduğu gibi cezamız sadece bu hayatta çekmekle yükümlü olduğumuz değil, tüm hayatlarımızdaki acıdır.

“Biri, insan tabiatıyla doğar da, insan gibi düşünmezse, işte bu insanlığın hudutlarını aşan düşüncesiz mahlûklar tanrılar tarafından ağır cezalara çarptırılırlar ”

Aias - Haberci

Aias - Cehennem Kapıcısı, Prometheus, Antigone, Medea, Klyteimestra, Hamlet; Ophelia, Edmund, Juliet, III. Richard, Lady Anne, Kraliçe Margaret, Prolog Anlatıcısı, Hekate, Haberciler; kendi cümleleriyle anlattılar öykülerini.

Perde kapandığı anda yüzlerinde kendilerinden duydukları gurur bile onları ayakta alkışlamaya değerdi.

26 Mart 2009

YASTIK



Bej üzerine kırmızı, lacivert çizgilerim var benim. Dar diktörtgenim. Kırmızı büyükçe kare olana yaslarım sırtımı. Tamamlarız birbirimizi onunla. Dururuz L koltuğun bir köşesinde. Sırtına destek olurum evin hanımının. Bazen başını yaslar bana. Korktuğunda kollarının arasına alıp sıkıştırır beni göğsünde. Eğer bir kavga varsa şakadan ya da siniriendirdiyse bir arkadaşı, alır fırtatır beni hiç düşünmeden. Nadiren yıkar beni, sökmek zor gelir iplerimi. Olmaz demeyin, özellikle sehpada oynanan bir oyun varsa, teklifsiz benim üstüme oturur arkadaşları, evin hanımı kıyamaz da kırmızı olanlara, yastık var mıydı diyene, beni uzatır gözümün yaşına bakmaz bile o anda. Nedense ben hep hor görülenimdir. Misal; laptop bacaklarını ısıtmasın diye beni koyar bacaklarının üzerine ya da kolunun altına koyar destek olayım diye, verir tüm ağırlığını, düşünmez taşır mıyım, ezilir kalır mıyım diye. Kırmızı kadifeler narin ya, benim pamuksu dokum tepe tepe kullanılı çok amaçlı. Misafir gelir eve, yastıkları kaz tüyü hanımım misafirlere bir de beni verir üstüme hiç yakışmayan yeni kıyafetlerle. Ne diyorlardı ona: kılıf.... Sabahları özenle düzeltir hepimizi. Boy boyuz hepimiz. bazılarımız tek yumurta ikizi. İkişerli takımlar gibi diziliriz koltuklara. Düzeltir özenle her birimizi. Havalandırır. Kabartır koltuklarımızı her gece, olmadı sabahına mutlaka. Herkes kendi köşesine çekilince bakar uzaktan şöyle bir. Gülümser bize. Yerli yerinde bırakır bizi. Özenlidir hanımım, sevmez öyle dağınık ortalıkta duralım. Bilmez ki, o gelene kadar biz evde parti havasında... Her gece karşılarız bir kendisini askeri bir düzen içinde huzurla yayılsın tek kişilik L koltuğuna, dinlesin müziklerini, dalsın aşk kokan rüyalara... Her şeye katlanırım da dayanamam bir yaptığına: O her gece beyaz kılıflı yastığını alır koynuna... Bağırırım arka odaya giderken, duymaz beni bilirim, ama ben gene de söverim içimden hayata: Söyle! Adaletin bu mu dünya?


_______________________________________

TIK TIK

Resmin üzerine tıklarsanız yazıyı okuma şansınız oluyor



Öğle saatlerinde iki mail aldım.
İki ayrı kişiden. Okudum ikisini de dikkatlice.
Birinde;
"anı yaşa" dedim kendime,
Diğerinde;
"vermeyi vaad etmediklerine kırılmak aptallık olur sadece" diyebildim kendisine...

Kısa günün karı saydım her iki cümlemi de...
Paylaşmak istedim beni sevenlerle.

25 Mart 2009

İSTEDİM



bil istedim
hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden
oku istedim
kötüyüm
anla istedim geçmedim senden
gör istedim içimi


duy istedim çığlığını
ağla istedim yalnızlığına
gör yanlışlarını
anla doğrularımı


kapadın kapını bir akşam üstü bana
fesleğen kokusu yayıldı pencerenden
fırından yeni çıkmış taze patatesin kokusu geldi burnuma
yanında bira içiyordun besbelli
ağlıyor muydun acaba...


bil istedim
sen beni bil istedim
frezyalar evin her yerinde gittiğinden beri
ve sadece 2 mum yanıyor bir köşede, biri sana biri bana
bir müzik ancak sesi yükselirse duyuluyor
ya da sessizlik iyiden iyiye çökerse evin içine
bil istedim kötüyüm gecelerde


yazdım sana sayfalarca gittiğinde
anla istedim uyanmam bir daha güneşe
duy istedim martının açlığa çığlığını
karda uyuyan çocuğun üşümesini hisset içinde


kapadın kapılarını yüreğine
kapat
daha da sıkı kapat kapılarını
ben nasılsa açarım yine


bir yusufçuk çırpar kanatlarını bir yerde
ben duyarım
bilirim
ağlarım bize
nasıl bırakıp gittiğine
hangi yüzle geri döndüğüne
ağlarım ben ikimize

ben bu gece
duy
ağla
gör
anla
bu gece
bize ağla istedim
istedim
istemedim diyemem ki...
bir de
bil istedim yağmur yağıyor bu gece üzerime

________________________________________


ÖRSELENMEK - İLK - 6


ÖNCESİ... Uykuya yatmıştı da yatmasına, tutmamıştı uyku onu gene... Sabah ezanı okunurken kalktı yatağından...

Kadın hiç uyumamıştı... Kafası çok karışıktı. Neden yarın olmuyor diye düşündü. Sabah ezanını dinledi. Severdi. 5 vakit okunan ezan içinde en çok sabah ezanını severdi. Ezan okuyan bir arkadaşı, makamı farklıdır belki ondan dedi. Anlamazdı öyle makam falan... Dinlerdi ve severdi. O sabah tam da ezan bittiğinde telefonuna bir mesaj düştü.

Neden uyumuyorsun sen bu saatte...

Okudu... Gülümsedi... Yarın olmasını bekliyorum dedi içinden.


GÜNE UYANMAK dedi, böyle keyifli olmalı aslında. Sonra durdu düşündü, yarın da nerden çıktı dedi. Yarın bugün değil miydi... Güleç yüzlü adamla bugün yemek yiyeceklerdi. Kafası karıştı. Ajandasına baktı, evet dedi bugünün tarihini atmıştı.

20:00 Yemek, ANNELERİ DE GELİYOR...

Bu mesaj da nereden çıkmıştı. Hiç güleç yüzlü adama göre değildi. Anlam veremedi. Neyse ney dedi ve başladı hazırlanmaya. Akşam nasıl da sinirlendim dedi, sinirimden bütün adamlar öküzdür diye nasıl da bağırdım avazım çıktığı kadar. Güldü kahkahalarla, bazıları değildir canım dedi içinden. Ne de olsa tanımıştı bir iki tane öküz olmayan...

Çok değil 2-3 dakika sonra çaldı telefonu. Karşısındaki kahkahalar atıyordu. O da attı. Neden kahkaha attıklarını bilmiyorlardı. Yoksa biliyorlar mıydı? Sessizlik oldu, önce adam bozdu sessizliği...
"Nasıl da biliyordum dedi uyumadığını..." Sahi nerden biliyordu uyumadığını...
Sabah sabah olanları anlattı kadın. Adam dinledi. "Senin sorunun" dedi, "kızıyorsun aptal insanlara sen. Bırak onlar da aptallıkları ile yaşasınlar bu hayatta..."

Tanımıyordu sesi, ama bildikdi gülüşü. Demek ki dedi mesaj güleç yüzlü adamdan değil. İyi de kimdi ki bu adam...

Telefonu kapattı. Kafası karışmıştı. Telefonuna düşen mesajın kime ait olduğunu anlamak için, çağrı merkezine mesaj attı. 1-2 dakika sonra böyle bir numaranın kayıtlı olmadığı bilgisi geldi. Yüzü olmayan tanıdık sesin kime ait olduğunu çıkartamadı. Biraz daha oyalansa geç kalacaktı. Evden telaşla çıktı. Günlük proramının yoğunluğu içinde koşuşturacaktı. Bir de üstelik kuaföre gidecekti ve üstüne üstlük eve uğrayıp kıyafet değiştirip, geceye hazırlanacaktı. Bunları düşünürken telaşlandı. Bir yere yetişmediği ya da geç kaldığı görülmemişti ama her seferinde telaşlanırdı.

Öğlene doğru çaldı telefonu. Güleç yüzlü adam arıyordu. Programında bir değişkilik olmuştu. Haftaya ertelenmişti bütün program. Sesi küçüçüldü kadının. Adam yapma böyle dedi. Küçülmesin sesin. İnan elimde olmayan bir program değişikliği bu. Kadın konuşamıyordu. her seferinde inanıp, bekleyip, herşeyn yarım kalmasından çok ama çok yorulmuştu. Çıkmadı sesi. Adam anlattı durdu. Çıkmadı kadının sesi uzun bir süre. Adam kapatmak zorundayım dedi. Ve bir kez daha yineledi: Küçülmesin sesin.
Kadın kapattı telefonu. Oturdu masasının başına. Her yıkıldığında yaptığı gibi yazmaya başladı yüreğindekileri; adam bir av köpeği kadın da bir av kuşu gibiydi sanki.
Döküldükçe kelimeler peşi sıra bir şiir çıktı ortaya: EPANYOL BRETON VE ÇULLUK
...
...
...
düşündü kadınne hissettiğini biliyordu da
dillendirmek zordu
üzerine alınmak istemiyordu
o yokluk hissini
o çiğnenmişliği
o yutulmuşluğu
o üzerine bir bardak soğuk su içme halini
...
...
...

Koydu AN DEFTERİnin sararmış yapraklarının arasına... Kırılmıştı bir kez daha, inanmıştı bir kez daha. Kafasının içinde dolaşırken umutsuzluk, sabah ki mesaja takıldı. Kimsin ki sen dedi. Kimsin bu kadar tanıdık bu kadar uzak... Nasıl bir anlam katacaksın hayatıma...Yoksa yok etmeye mi geldi kalanımı...

Devam Edecek... ___________________________________________________ Devam Etti...

BU GECE ANISINA


Gecenin karanlığına karışıyor sesin.
Martı Jonhattan eşlik ediyor sana,
küçük kara balık yanında...
Sözler senin değil, ses mekanik
Çocukluğumdan çıkıp gelmiş gibisin
Ne güzel olur yanımda kalsan...
Bir hayal bile olsan...


Herşey tıpkı bu gece gibi olur gelsen
Şiirler okuruz geçmişimizden
Şarkılar yazarız geceleğimize

Sen gelirsen
Geceler yetmez bize
Vakit kalmaz sevişmelere

Sen gelirsen
Herşey tıpkı bu gece gibi olur
Sen kendi gecene uyursun, ben kendi geceme


___________________________________________


24 Mart 2009

YAZILANI YORDUM - 1


kadının geçmişi an gelir çıkar karşına,
bu güne kadar sevdiğini zannettiğin herşeyi silip götürür senden...
geçmişi şimdisidir ve geleceği senin değildir...
sen bırakmasan da, o geçmişini ve geleceğini alıp gider bir gün.
sen arkasından bakakalırsın.
ama dersin ama ben bir ömürlük sevgi biriktiriyorum senin gözlerinin içine baktığım her an. o da, şimdi de arkamda bıraktığım kederleri topla, bir ömürlük acı olsun yüreğine der.
sen, acıyı çok tattım ben, sen de öğrendim sevgiyi dersin.
o, yanlıştı herşey ilk başladığında hatırlasana, nasıl da herkes karşı çıkmıştı aşkımıza der.
sen herşeye rağmen sevdim dersin, o herşeye rağmen gider...
sen herşeye rağmen yanlışını görmezsin
sen kederler içinde söversin hayata
sen bir gece ansızın bir kadının koynunda bulursun kendini
sen kentin gri sokaklarında bir berduş
sen yaralı bir yüreksin
sen sevdasın dillerde destan
sen bir kadının en kuytusunda pervasızca dolaşan
sen bir gece ansızın, bir patlama sesi
sen bir gece ansızın, kafana sıktığın bir kurşunla duvarlara akan kan
sen bir kadının kalbindeki sızı
sen ananın yüreğini dağlayansın
sen kurda kuşa yem olansın
sen bir avuç toprak
sen seni terk eden kadının evindeki saksıdasın
sen kadının gözyaşları ile suladığı, herşeye rağmen ona açan bir çiçek
sen herkese herşeye rağmen sevensin
oysa sen
herşeye rağmen sevilmeyensin


________________________




_______________________


23 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 5


ÖNCESİ... Kadın iki tekila gold shut attı. Eski günlere girmişti aklı. Güleç yüzlü adama kendini teslim edişine, her kapıyı çaldığında açışına, her kapıyı kapatıp gittiğinde arkasında kalakaldığına kızıyordu. Ama en çok, herşeye rağmen bekleyişine kızıyordu. Kitaba konsantrasyonunu kaybetmişti artık. Tek bir şeyi düşünüyordu. Bu kitap, bu öykü, bu yazarla nasıl bir bağı vardı. Yazarını internette araştırmıştı. Yok gibiydi kadın, hiç olmamış gibiydi. Kitabın çıktığı yayınevinden yapılan açıklama dışında, kadın hiç yaşamamış gibiydi. Üstelikte nasıl oluyordu da çok satanlar listesindeydi? Neydi onları bu kadar biraraya getiren? Nasıl bu kadar paralel olabilirdi, benzerlikler yaşanabilirdi ki; tamam kendisi de inanırdı hayatın paralellikler gösterdiğine de bu kadarı da fazla değil miydi? Kitabı aldı sehpanın üzerinden, ayracının püskülü takıldı gözüne. Kadının okuduğu kitabı araştıracaktı internette bir de adamın okuduğu kitabı. Nasıl olmuştu da ikisinden de haberdar değildi. Yoksa o kitaplar yazarın ileri de yazmayı planladığı kitaplara gönderme miydi? Belki de dedi...


Shutlar etkisini göstermeye başladı. Sakinleşiyordu. Belki de şöminenin sıcaklığıydı kadını sakinleştiren. Sallalan koltuğunda bir ileri bir geri gidiyordu. Uykusu gelmişti. Kitabı kucağındaydı. Bıraksa biri alacakmış gibi sıkı sıkı sarılmıştı. Kırmızı püsküllü ayracı, üzerindeki pijamanın paçalarındaki kırmızı biritler ile uyumluydu. Uyuya kaldı bir süre sonra. Şöminenin ateşi geçmek üzereydi. Üzerine aldığı battaniye İskoç deseniyle tamamlıyordu kareyi. Kadın huzurluydu, yüzünde bir tebessüm, elinde kitabı, "eee bebeğime eee eee" diyen anne sesi ile sallalan bir beşikteydi sanki.

Uykusu derinleştikçe bir rüyaya daldı.

Denizde ilerleyen bir vapurun yan tarafında oturmuş, sigrasını içerken, bir martı konmuştu yanındaki adamın koluna. Adam besledi martıyı, elindeki simiti çaya batırıp yumuşatarak. Kadın baktı adama; ne hassasiyet dedi. Yaşlı bir kadın geldi oturdu adamın yanına. Martı korktu kadının çirkinliğinden, başladı çığlık atmaya. Onun çığlığını duyan başka martılar gelip saldırdılar çirkin kadına. Adam sinirlendi yaşlı kadına, kalktı ayağa. Attı kadını denize. Kadın şaşıp kaldı adamın acımazsızlığına. Atladı kadının ardından vapurun köpüklerinin arasına. Kadını bulamadı, daldı derine. Bir martı ölüsüne denk geldi. Martıyı eline aldı. Hayat öpücüğü verdi. Martı bir çığlık attı hayata. Vapurdan çığlıklar yükseldi o anda. Dönüp bir baktı yukarıya, yaşlı çirkin kadın güvertedeydi aslında. Kadın yüzmeye başladı vapurun peşi sıra. Martılara yem veren adam, bir can simidi attı kadına. Kadın yakalamaya çalışınca fark etti, alevler çıkıyordu simidin kenarlarından. Tutamadı adamın attığı can simidini korkusundan. Adam kendi atladı suya. Köpüklerde kayboldular martıların çığlıkları arasında.

Kadın uyandı martıların çığlığına... Sönmüştü şömine ve düşmüştü kitabı... Kalktı koltuğundan, sarındı battaniyesine. Aldı kitabı yerden. Battaniyesini yerlerde sürüye sürüye gitti yatak odasna. Rüyayı anlamdırmayı sabaha bıraktı. O, geceye dalmak istedi bir kez daha. Düşlemek istedi güleç yüzlü adamı. Rüyasındaki adamın güleç yüzlü adam olduğunu bilmeden, uykuya daldı elinde kitabı.

Oysa güleç yüzlü adam kadının hayatındaki çirkinlikleri yok etmeye çabalıyordu. Ama kadın o çirkinkiklerin peşi sıra gidiyordu. Her martı bir çığlıktı hayata, lokmasını paylaşacak kadar çok seviyordu kadını. Güleç yüzlü adam ne zaman elini uzatsa kadın alevler çıkan can simidi gibi davranırdı adama. Adam yılmazdı, gene de atlardı kadının arkasından köpüklerin arasına; "biz"i kaybetme pahasına... Kadın bilmeden yattı, uykuya. Uyanınca da fark etmeyecekti zaten.

Devam edecek... _________________________________ Devam Etti...