16 Kasım 2009

YÜREĞİNE DÜŞEN DEĞERLİDİR



2005, Cezayir...



"bazen ne kadar uzak olsa da ve hatta hayatımda yok artık desen de
yüreğine düşen gelir aklına, bir an gelir hissedersin ... değerlidir bilirsin..."









2 YIL SONRA BUGÜN...

O mektubu hatırlar mısın bilmem? Ayrıldığımızdan kısa bir zaman sonra yazılan onca satır arasından neden bunu bulup takıldı ki gözüm; değerli olduğun kesin, yüreğime düştüğünde, şimdilerde uzak olduğunda...

Sana yazdığım onca mektubun satır aralarına sıkışanlar, şimdi dönüp bakıyorum da, hep hüzün olmuş... Aşkla yazılsalar da, büyük bir hayranlık duygusuyla harmanlansalar da, hasretimi dile getirmek konusunda çaresiz kalsalar da, hep sevdim kelimelerimi, hele de sana yazılıyorlarsa. Gidiyorken senden; yazdığım satırları o siyah beyaz fotoğrafın arkasına yazdığım o satırları ve o geceyi hatırladım:

18 yıllık burbondan içmiştim 2 duble ve ağlıyordum ölesiye. Ertesi gün ayrılacaktım ve sen günler sonra eve geldiğinde, herşey bıraktığın gibi olsun istiyordum, hatta abartılı bir özen gösterdiğim bile söylenebilirdi ama ben buydum. Ancak bu şekilde bu evden çıkarsam huzuru bulacaktı yüreğim. Aklımı hiç sorma, kaçırmıştım çünkü... Sana yazdığım onca mektubu yırtıp attıktan sonra; duvarda asılı, eski filmlerin tadında, eski bir aşkın solgun yüzlerine takıldı gözüm. Hala duvarda asılıydı, günler sonra çivisinin bile yerinde yeller esecek olsa da, almadım onu yanıma. Elime alıp, uzun uzun sevdim...  Neden bilmem o fotoğraftaki kızın o gün bile hüzünle bakan gözlerine, adamın telaşını gizlemek istercesine avucunun içinde sıktığı mendile ve bir kütüğe dolanmış sarmaşıklara karşı borçlu hissettim kendimi: Uzun uzun anlattım olup biteni. Neden sonra  sustu kelimelerim, neden sonra elimde bir kalem, fotoğrafın arkasına şu notu düştüm, hiç çevirip okumayacağın ihtimalini aklıma bile getirmedim:

Gidiyorum senden, ayaklarım geri geri...

Ertesi gün ayılabildiğim en erken saatte elimde sadece valizim; içine doldurduğum kederim, ümidim ve aşkımla çıkmıştım yola ki telefon geldi senden...

Aklıma düştün...
dedin...
Aklına değil de yüreğine düşseydim keşke...

diyebildim...

ve kapadım telefonu. Bir banka oturdum, banka oturup, valizimi açtım ve izin verdim; ümidimin ve aşkımın uçmasına... Kederimi aldım yanıma, tüketene gözyaşım bitene kadar yürüdüm hayatta; ümidimin ve aşkımın bir kez daha avuçlarıma konmasını dileyerek...

___________________________________________

4 YIL SONRA BUGÜN...

Yıllar sonra, hiç beklenmedik bir sabahta, avuçlarımı avuçlarına alıp, aşk yorgunu yüreğimi, yeniden taptaze bir aşkla dolduran adama bir teşekkürden fazlasını borçluyum biliyorum...

Aşkı bir kez daha bulduğum için, hayallerimi her daim canlı tutan bir adamın yüreğine düştüğüm ve o adamın kendi hayallerinde 'beni' bulduğum için ve en önemlisi hüzün artık gözbebeklerimde olmadığı için, daha güzelim şimdi ben...
Teşekkür ederim, güzel gören güzel yüreğine...


___________________________________________________

11 Kasım 2009

KUSURSUZ DEĞİLDİR GÖRÜNEN



öylesine uyanmalısın bir sabah
şarkılar söyleyerek günün güzelliğine
bir kahve koymalısın en sevdiğin fincana
mutlu olmalısın kokusunu içine çekince (*)




Bir gece evvel iki dubleyi sırdaş edip kendimize, konuştuk içimizde kalan ne varsa. Senin bıraktığın cümleden ben başladım, benimkinden sen... Birbirini tamamlayan puzzle parçaları gibiydik. Bir parçayken eksikti bir yanımız, denk geldi sandığımız her bir parçada arada kalan boşluğun farkındaydık... Farkındaydık da, olmazları oldurmaktı sevmek, ve aşk anı yaşamaktı sadece ikimiz içinde. Ve biz, yani, senle ben, ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı insanlarla onlarca yaşanan anın, onlarca tanıklığında bildik de boşluğu; gene de söz söyletmedik üzerine.

O gece öylesine kurulan bir rakı sofrasının tanıklığında konuştuk saatlerce; bir denklik anının keyfini çıkarıyorduk, puzzle parçalarını bulmuştu, defalarca denedikten sonra ve belki tamamlanamaz dediğimiz bir anda, eksik kalan parçamdın, eksik kalan parçan... Kesintisiz bir bütünlüğün sağlamlığında, kusursuz değildi görünen: Ama güzeldi... Bir mutluluk tablosu olabilirdi ya da içtenlikli bir huzuru yansıttığı söylenebilirdi pekala. Sözler sözlere karıştığında, o hep bildik uykuya açıldı kapılarımız: Kokumu teninden aldım ve gözlerimi kapadım...

Uyandık; hırçın dalgaların yarattığı serinliğin evin duvarlarını yalayıp, kahvaltı masasının kurulu olduğu mutfak penceresinden içeri girişine tanıklık ederek.  Gülümsedik; kahve kokusunun beraber uyanışımıza keyif katan dumanını içimize çekip, bahçedeki sonbahar habercisi yaprakların telaşlı savruluşuna yârenlik ederek. Öptük; yaşadıklarımızın düşten öte sıcaklığının sarıp sarmaladığı yüreklerimizi koyup önümüze, bir sevdanın dolu dizgin yol alışını başımıza taç ederek.

_____________________________________________________

(*) Öylesine şiirimden alıntı...
Fotoğraf / autumn feelingII@Neslihan Öncel

10 Kasım 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 13






AFFETMEKTİR GÜÇLÜ OLMAK

bilmelisin ki... duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.
bilmelisin ki... aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.
bilmelisin ki... karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
bilmelisin ki... gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. gerçek aşkların da!
bilmelisin ki... tecrübenin kaç yaş günü partisi yaşadığınızla ilgisi yok, ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
bilmelisin ki... aile hep insanın yanında olmuyor. akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. aile her zaman biyolojik değil.
bilmelisin ki... ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzülebilir. onları affetmek gerekir.
bilmelisin ki... bazen başkalarını affetmek yetmiyor. bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.
bilmelisin ki... yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
bilmelisin ki... şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
bilmelisin ki... iki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez. etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
bilmelisin ki... her problem kendi içinde bir fırsat saklar. ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
bilmelisin ki... sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

Can YÜCEL


________________________________________
Fotoğraf / deviantART

SONSUZA DEK...




Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir.
Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek,
evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak
pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır.
Onun için kadınlarımız,
hattâ erkeklerimizden çok aydın,
daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar;
eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.

Mustafa Kemal Atatürk

06 Kasım 2009

06112009/2028/Belki Ela Olur Gözlerin



Seni hep istedi biliyor musun, 19 yıl önceydi ilk kez senden bahsetttiğinde, gözlerindeki mutluluğu görsen, o gün çıkar gelirdin aslında. Annen aradığında ve öyle güzelki görsen dediğindeki sesi bir daha duyar mıyım bilmiyorum ama ilk defa mutluluğun sesi kazındı kulağıma... Mutluluk budur işte dedim kendime; annenin "öyle güzel ki..."sinde saklı sımsıcak bir tını... Heyecan ise, babanın seni beklerkenki hallerinden seri bir fotoğraf albümü benim için bundan böyle...


Hoşgeldin Ela Kız...
Biliyorum çok büyük bir mutluluk getirdin...




Daha çok şeyler yazacağım sana dair; bunlar ilk hislerim...
Senin haberini aldıktan sonra ilk ağzımdan dökülenler...  
Bir de bil istedim; çok ama çok seveceğim seni...


Güncelleme:
Az önce gördüm seni; öyle güzeldin ki... Mutluluktan ağladım...

_______________________________________________________

Fotoğraf / deviantART

04 Kasım 2009

DOĞALLIK



Senin doğallığını sevdim demişti, bir de yalnızlığını
O gelince yanıma yalnız değildim artık  ve ne yazık ki kısa zamanda kaybettim doğallığımı
                    Önce yamuklarımı düzellti sonra törpüledi pütürlerimi

Bilmem artık seviyor mu beni

                                                             Oysa değiş(tir)meye ne gerek vardı
                                                             Senin doğallığını sevdim demişti, bir de yalnızlığını

03 Kasım 2009

BİR FISILTI / AYDINLIK İÇİN

Rüzgar değildi, hayır kesinlikle bir rüzgar değildi ama içimi ısıtan bir esintiydi. Fısılda dedi... Sadece fısılda... Duymazlar ki dedim... Ben şimdi nadasa bırakılmış bir toprak parçasıyım... Çoçuk parkındaki terk edilmiş salıncakta kurumuş bir yaprak... Terk edilmiş kasabanın kilisesindeki çan... Kendi içine kaçmış cılız bir ses... Sesim çıkmaz ki... Dene dedi... Atamız için dene... Severek ve sevinerek dedim. Çünkü bilirim ve inanırım ki; aydınlık fısıltılar çoğalırsa kaybolur karanlıklar...






ALTINA İMZAMI ATARIM...

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."



Daha önce gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projelerinde de elimden geldiğince destek vermiştim ama bu seferki bir sosyal sorumluluk projesi değildi... Bu sefer hedeflenen tek ses olmaktı, tek yürek... Bugün Cumhuriyeti yaşıyorsak onun önderliğinde dökülen kanlara da sahip çıkmaktı.  Bugün Cumhuriyet türlü çeşitli oyunlarla yara alıyorsa, işte tam da hedeflenen CUMHURİYETE sahip çıkmaktı.

Cumhuriyete inanıyorsanız, ben bir bireyim diyorsanız, size verilen hakların tek tek elinizden alındığını düşünüyorsanız, eskiden kardeştik ne oldu bize diye soruyorsanız,  BİR MİLYON KALEM EDİTÖRLERİNİN BAŞLATTIĞI KAMPANYA DESTEĞİNİZİ BEKLİYOR...

01 Kasım 2009

Susturdum İçimdeki Sesleri Söz Yağmurun

 bazen kelimeler yetmez yürektekini anlatmaya...

Yazdığım onca taslak içinde gezindim dün gece; geçmişin tadını da, kendi tadımı da, aşkın tadını da yeterli bulmadım yayınlamaya.  Bir mektup yazdım geçenlerde yitirdiğim bütün aşklara, başka bir zamanda anneme, bir kaç zaman önce bir de kendime; yok olmadılar onlar da istediğim tadda... Ne bir serzenişti kelimelerim ne de mutluluğun tadı vardı satır aralarında. Yaşamın tadı da yoktu bugünlerde; oysa iki önemli konu vardı üzerine yazmak istediğim; omuzlarımıza yüklediğimiz gereksiz yükler ve hayatımıza aldığımız insanları değiştirmek üzerine ama istediğim kıvamda çıkmadı kelimeler... Bir şiir denedim ama olmadı... Bir öykü başladım, iki bölüm gitti, henüz serimdeydim ama tıkandı... Yazılmış kelimelerden bile tat almayınca, anladım,  içimin tadı yoktu aslında.

Yepyeni bembeyaz bir sayfa açtım. Başladım kelimeleri serpiştirmeye orta yere. Saçıldılar, dağıldılar, anlamsızlaştılar... Neden bilmem yetersiz kaldılar içimdeki duyguyu anlatmaya. Yazdıklarımı silmedim, taslak yapıp bıraktım hepsini yarım yarım... Belki artık mola zamanıdır dedim kendime. Belki içimdeki bütün sesleri susturup yağmura bırakmak gerek sözü... Dinlemek biraz onun uzaklardan getirdiklerini. Kendine yüklediklerini almak sırtından teker teker... Anlamaya çalışmak içine sığdırdıklarını. Biliyorum, kendi sırtımdaki yükleri de bırakmalıyım yol kenarından akıp giden yağmura ve içimdekileri dökmeliyim camda iz bırakan damlarara, izin vermeliyim gözümün yaşına, karışsın yağan yağmura...




Kelimeler yeniden anlamını buluncaya kadar ya da tamamlanıncaya kadar taslaklar; ıslanayım yağmurlarda... Sırıl sıklam bir aşığın gülümsemesini de alarak yanıma, terk edilmiş çocuk bahçelerine döneyim yüzümü...Belki şimdi çocuk seslerine hasret ahşap salıncakta kuru bir yaprak olmak gerek bir başına ve sallanmayı beklemek rüzgarda...





Rüzgar esmezse yapacak bir şey yok ama eserse gene görüşürüz buralarda...


______________________________________________________
Fotoğraf /  sonrası eskimişlik @ Neslihan Öncel

27 Ekim 2009

DİLSİZ GECELERİN SESSİZ TANIĞI


Dilsiz gecelerin sessiz tanığıydı mumlarım... Öyle özele, güzele ihtiyaç duymaz; bütün ışıkları kapatır, yakardım mumları tek tek: Bazen 2-3 bazen 10'dan fazla... Bazı geceler, bir müziğin arkadaşlığına ihtiyaç duyardım bazı geceler sadece kendime. Kafamda onca soru, olasılıkları nedeniyle sorudan çok cevap olurdu. Dilsiz gecelerim vardı ve tek tanığıydı yaktığım mumlar... Karanlıktı geceler,  bazen anlamsız olurdu heceler; arka arkaya dizdiğim  ve anlamlı tek bir cümle kuramadığım gecem olmadı desem yalan olur; bazen de öyle bir akıp giderdi ki kelimelerim, cümlelerimin duru durağı olmazdı. Öyle gecelerden birinde kaleme aldım ilk seri öykümü ve bir başka gecede geldi ikincisi, öykülerimi sevdim; yaşanmış anlardan düşlere, düşlerden gerçeklere, gerçeklerden anlara uzanırlardı. Arada şiirler yazardım, bazen sorarlar; nasıl yazıyorsunuz, aslında cevabı basit: İçimden geldiği gibi... Herkes, her şey bir yazı nedeni olabilir benim için; bazen tek bir kelime, bazen koca bir yaşanmışlık, bazen bir bakış, bazen bir kaçış... Kendimle başbaşaysam, bir de içim kıpır kıpırsa; alırım elime kalemi ya da klavyeyi başlarım yazmaya; küçük hatırlatıcı notlar alırım, altına tarih ve kimle olduğu notu, tabii eğer önemliyse... Aklıma bir müzik gelirse onu da not ederim, ya da bir müzik hali hazırda zaten dinleniyorsa aklımın not defterine tınısını eklerim.



Yazmak, bir yürek işi, bir algının söze dökülmesi ve eğer biraz da şanslıysan bileğine kuvvet dillendirme işi... Bu anlamda bakıldığında, evet yazmak herkesin harcı değil ve başka bir bakış açısıyla aslında herkes yazabilir. Yazar olma halini, yazar olmayandan ayırmak için kullanılan şu örneklere oldum olası sinir olurum; yazar olmayan, bir güneş doğumunu şöyle anlatır:
> Bu sabah uyandığımda güneş doğmuştu.
Yazar süsler:
> Bu sabah güneşin yüzümü öpen o sımsıcak dokunuşuna açtım gözümü... 


Buradan şu sonuç çıkmasın, ben herhangi bir yargıya ulaşacak ne akademik formasyona sahibim ne de bu konuda kendi çapımda bir araştırma yapmışlığım var. Hani okulda öğrendiğimiz, anlatılan, altı çizilenlerden aklımda kalanlarla düşünüyorum şimdi ben; farkındayım buraya yazmak aslında sesli düşünmek ve aslında bir bakıma da riske girip, tatlı tatlı tartışılacak bir zemin hazırlamak ama ben varım... 


Blog yazmazdan önce de yazardım. Az önce de dediğim gibi aklıma düşerse, peçete, gazete kağıdı ya da bir kumaş parçası fark etmez illa not alır, o notu bir dosya içine atar ve sonra günü gelince de tesadüfi bir şekilde bulur üzerine düşünürüm... Öğrencilik hayatımın büyük bir kısmı aslında yazmakla geçti; bir iletişim sanatları öğrencisi için bundan daha doğalı yok elbet; okur, seyreder, tartışır ve yazardık... Ateşli, entelektüel! tartışmalarımızın bir çoğu güncel filmler, kitaplar, söyleşiler, festivaller üzerine olurdu, bir de ders için seyrettiğimiz yabancı reklam filmleri vardı ki, işte orada film kopardı ve geceler illa okunan şiirlerle noktalanırdı.


Ah akıl, gene nereden nereye getirdin beni... Dilimin duru yok bu gece... Mumlarım da yanık değil zaten. Sizler bu satırları okurken, dillenen gecemin tanıkları olacaksınız: Kiminiz bir iç çekecek, kiminiz gene ne saçmalamış bu kadın diyecek... Kiminize uzun gelecek ki o zaten bu teşekkür satırlarını bile göremeyecek... Neden yazıyorum sorusunun cevabı var aslında ve neden bu gece yazdığımın da... Ama siz zaten nedenini biliyorsunuz değil mi? Neden bu satırları buraya kadar okuduğunuzu da... Bazen bizden olduğu için, bazen bizden olmadığı için okuruz bir blogu; dilsiz gecelerimin sessiz tanığı gibidir kelimelerime kapılıp giden yürekler... Bazısı bir iz bırakır kendinden, bazısı okur gider kendiliğinden... 

Bir teşekkür yazısı bu aslında, dedim ya dilsiz gecelerimin sessiz tanıklığını bir tek mumlarım yapardı eskiden...
Çok eskiden...












Fotoğraflar / deviantART


26 Ekim 2009

DİÇ / Divane Aşık Gibi

Haberdarsınız mutlaka ama, ben kendime de bir ödev olması için koymak istedim dünyama...
İnsanların; inandıkları, savundukları ve sahip çıktıkları adına attıkları somut adımları kendime bir anlamda ayna gibi tutmak istedim.

Ben bu türküyü çok severim...
Çok içli gelir bana...
Bir kere de siz DOĞA İÇİN ÇALın derim...
İnanın pişman olmayacaksınız...






 Doga icin cal on Vimeo.

Pis Türkler / Bir Pazar Klasiği

Harika bir pazar sabahı, kahvaltı masamızda yok yok... En önemlisi de ayların verdiği hasretlik duygusuyla birbiri ile yarışan içten kelimeler, ayrıyken biriktirilmiş anlar ve tabi bir de gerçekleşmesi umut edilen yepyeni hayaller...


Saatler saatleri kovalıyor, garsonlar sıklıkla oraya giden hani gedikli müşteri tabir edilen biz müşterilerine aileden biri gibi davranıyorlar. Her türlü naz çekiliyor, bir parça börek istiyoruz, bunlar da yeni çıktı deyip, ev yapımı boğaçalar da ikram ediliyor, gazete var mı diyoruz, gazeteler geliyor çeşit çeşit, limon deyince adeta limon bahçesi serecekler önümüze... Keyfi katlayan bir pazar sabahında, güneş yüzünü arasıra kıskanırcasına saklıyor. Garson üşüyen omuzları uzaktan fark edip, polar şalları göndertiyor; artık daha konforluyuz...

Öğle saatlerine doğru, gözleri mahmur uyanıklıkla uyuşukluk arasında gezinen onlarca yüz doluşuyor bu keyifli kahvaltı mekanına... Yumurtalar çeşit çeşit; sahanda, suda, omlet, menemen... Az öz geliyor herşey, az öz yiyemesek de, tıka basa değil hissimiz... Sabah kahvelerinin yanına eşlik eden günlük haberleri yorumlarken, nereden nereye gidip geliyor anılar... Laf alafı açıyor, olur da yarım kalan bir konu olursa küçük bir hatırlatma ile mutlaka dönülüp o konu da nihayete erdiriliyor. Güneş kendini iyiden iyiye belli edince, anlıyoruz ki kalkmak ve dolaşmak vakti... Karşılıklı gene bekleriz, çok memnun kaldık her zamanki gibi, doğruluk payı yüksek nezaket cümlelerinden sonra akşam yemeğe de gelelim mutlaka dilekleriyle oradan uzaklaşıyoruz.


Nedendir, nasıldır, niyedir bilemediğimiz bir halde kendimizi kalabalık bir alışveriş merkezinin göbeğinde buluyoruz, ki her seferinde yeminliyiz cumartesi pazar alışveriş merkezlerine her ne pahasına olursa olsun gitmemeye... Az sonra sabahki kahvaltılıkların yetti gayri biz de gün yüzü görmek istiyoruz ısrarları ve yürüyüşün bunu tetikleyen tavrı nedeniyle soluğu tuvaletlerde alıyoruz. Tahmin etmesi güç olmayan o karmaşanın ve kalabalığın önlenemez telaşı içinde ortalık savaş alanını andırıyor. Böylesini ancak bir de bedava mal dağıtılırken resmedeceğiniz hengamenin ortasında; aksanı gayet düzgün türkçesi ile bir kadın sesi duyuluyor: PİS TÜRKLER... Hemen yandaki tuvaletten kadını destekleyen başka bir kadın sesi, haliyle kadınlar tuvaletindeyiz sanki erkek sesi duyma şansımız varmış gibi bir de neden altını çiziyorsam... Neyse, kadının sesine konsantre olayım ben gene: DOMUZ GİBİLER VALLA... ŞU HALA BAK LEŞ... LEŞ... SANKİ AHIR...

Ellerimi yıkadığım esnada aklımdan geçenler:
> Tuvaletler çok pis evet...
> Adeta ahır gibi katılıyorum.
> Türkçe başka hangi millet tarafından ana dil düzeyinde kullanılıyordu sahi?
> Tuvatten bu serzenişleri sıralayanlar, büyük ihtimal 2-3 kuşak yurtdışında yaşayan Türkler olmalı, hani artık kendileri Türk sayılmayabilir... Haliyle, hazır da mekanıyken, biz Türklere bok /.... atabilirler...


Alışveriş merkezinin kendini kaybeden kalabalığına tekrar karışıyoruz, kıvrım kıvrım dolanarak tamamlanacak ikinci etap turumuzda alacaklarımızı hızla alıp, kasalara ilerliyoruz, kasaların tamamı açık ve önünde uzayıp giden kalabalıklar yok neyseki, kısa sürede işimizi halledip, hızla uzaklaşıyoruz oradan ve  bahçesini sevdiğimiz bir cafede soluğu alıp, insanı kısa sürede uyuma moduna sokacak rahat koltuklarına atıyoruz kendimizi, aynı anda gözgöze gelip, bir daha asla, asla haftasonu alışveriş merkezine gitmek yok deyip, basıyoruz kahkahayı...

Asla asla dememek gerektiğini daha önce defalarca deneyimlememize rağmen bir pazar klasiğinin orta yerinde fırınlanmış sebzelerimiz ve domates sularımızla sislerin arasından ara ara kendini hatırlatan güneşin keyfini çıkartmaya devam ediyoruz; günün güzelliğinin ve kelimelerin içtenliğinin yansımalarını parlayan gözlerimizde fark ederek...

25 Ekim 2009

YAZILANI YORDUM - 7


YAZILAN


Ortancalar vardı çıktığım bir yolculuğun pazar durağında, bir başka yolculuğun duraklarından biriydi balkonda saksı içindeki ortancalar: biri mavi, biri pembe... Bilmem birşey mi anlatmak istediler, öylece geçip gittim yanlarından.


Şimdi, yani bugün bu fotoğraf ve altındaki yazı bir an'ı getirdi yüzüme, bir gülümseme ile:

el değmeden okşanmıştı yüzüm evvel zaman önce ve bir adam sevişirken bile sevebilirdi bir kadını anlamıştım son iç çekişte...

______________________________________________


Bazı anlar vardır, hiç bitmesin istersiniz... Bazı anlar vardır bir daha hiç denk gelmesem dersiniz... Bu pazar, ortancalara açtım gözümü, filizlenmişlerdi, yeşermişlerdi yeniden. Oysa ben sana hep yeşilim diyen adamın sesi kulaklarımda yankılandı. Özlediğimi fark ettim. Dolu dolu bir hasretlik hali... Oturdum bir mektup yazdım, gönderilemeyen mektuplara bir yenisini daha eklemek değildi niyetim, ama kelimeler geldi, aktı, zamana kazındı. Biliyorum, bu kelimelerinde zamanı geldiğinde, bir sahibi olacak. Hiçbir kelimenin sahipsiz kalmadığını öğreneli çok oldu. Bu kelimeleri aklımın kışına sakladım elbet baharı gelince günyüzüne çıkarlar diye... 

Şimdi doğan güneşin, bulutlar içinden süzüle süzüle bedenime inişini bir şölene dönüştürmeliyim. Bu sabah, elimde bir kahve, kokusunu içime çeke çeke, aşka sığınmalıyım. Çünkü aşk; mevsimi geldiğinde çiçek açan ortancalar gibidir; ne kadar kurumuş gözükürlerse gözüksünler, filizlenirler güneş köklerine erince...

Bu pazar hiç bitmesin, sen hep ol yüreğimde...

24 Ekim 2009

DİKKAT! Ağır Desibelli Deton Var


Duman




Bazı şarkılar var, neden bilmem çığlık çığlık söylemek geliyor içimden...
Öyle, bağıra çağıra...
Detone olayım, deton olayım istersem sadece ton olayım...
Umrumda değil...
Bugün bu şarkıyı bağıra çağıra söyleyesim var...
Bir de sakin sakin oturup çay içesim...
Karışık mı geldi size ruh halim...
Yooo, hiç değilim...
Karışık doğru kelime değil bir kere...
Doğru kelime ne ondan da emin değilim...
Ne demiş Yunus Emre:
Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen...!!!
Fark ettiniz mutlaka eğri yazmadım bu kelimeleri...
Etmediyseniz de dönüp bir kere daha baktınız.
Bakmamış da olabilirsiniz tabi...
Ben baktım, gerçekten de eğri yazmamışım...


Ben şarkıma döneyim, bağıra çağıra söyleyeyim...
Arada bir dinleneyip, dinlenirken sakin sakin çay içeyim...
Süper oldu bu plan...
Sizce de süper bir sabah değil mi?
Günü güzel karşılama kutlamalarım biter bitmez gidip bir de güneşin keyfini çıkartayım...



Keyifli haftasonları...


23 Ekim 2009

SANA DAİR



En çok geceleri sevdim ben seni, bir de yağmurlu havaların kendini belli ettiği o ilk serinlikte. Seni önemsemediğim zamanlar da oldu, sana sığınıp kendimden bile kaçtığım da... Bazen saatlerce beklediğim de oldu seni ve bazen hiç beklemediğim bir anda çıkıp geldiğin de... Sen geldiğinde, gözlerimi kapardım ve gittiğinde açardım ancak. Bir düş görürdüm varlığında ve yokluğunda gözlerimden yaş gelirdi adeta. Seninle düşlerin en güzelini  gördüğüm de oldu, kabusların en korkuncunu da. Ve bazen, gün ağarıp uyandığımda, bir kez daha dalmak istediğim de düşlere... Farkında mısın bilmem ama en güzel halimdi sana doyduğum sabahlar; fazlan fazla gelir, bir yorgunluk yayılırdı senden sonra bedenime ama olsundu o kadar da... Ne zaman istersen o zaman gelirdin sen ve ben hayır da desem, ayak da diretsem davetine, yenilirdim senin çekiciliğine. Koltukta, yatakta, yerde; nerede, ne zaman istersen iste, teslim olurdum aslında ben sana.

Fark ettim ki bu güne kadar sana dair tek bir kelime bile etmemişim... Kendimle senle ilgili bir kere bile yüzleşmemişim... Bana kattıklarını kendime bile itiraf etmemişim... Aslında ben seninle güzelleştiğimi, senle huzur bulduğumu, en çok sana ihtiyaç duyduğumu hiç fark etmemişim.


Özür dilerim uykum, ben senin değerini hiç bilememişim.

__________________________________________________________________________

Bu yazı, Öykü Atölyesi'nin Fotoğrafın Dili (18. Çalışma) için kaleme alınmıştır. 

22 Ekim 2009

ŞAİRE GÖNDERME

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler .
Ö. ASAF



Karaladı yazdığı ne varsa... Buruşturup attı yazdıklarını...
Sonra yerden topladı parça parça kağıtları...
Üzerlerinde hala ona yazılmış kelimeler vardı...

Bilseydi bir kez daha yanacağını...
Aşka kana/ya/cağını...


Birleştirdi kelimeleri özenle, geliş sırasına göre...
Zorlamadı şansını. Noktasını kendi eliyle koydu, bozmadı cümlenin kuralını...







Adam ve kadına dair bütün duygular aynı hızla kirleniyordu, birinciliği aşka verdiler.




__________________________________________________

Fotoğraf / deviantART
16.06.2005 / Cezayir

18 Ekim 2009

AYNADAKİ YANSIMA




Sabah erkenden kalktı yataktan, yağmura inat sahile inip yürümek istedi. Sevdiği adamın sıcağından çıkmak istemedi önce ama, rahat durmayıp onu uyandıracağını da biliyordu. Yanağına küçük masum bir öpücük verdi ve sessizce hazırlanıp, köpeği de alarak sahil yoluna inen köşe başına geldi. Başını geriye doğru çevirip baktı, gülümsedi... Yol boyu yağmura direnen kır çiçeklerine baktı... Islakken de kuruyken de ayır ayrı güzel olan hallerine... Çiçekleri severdi; en çok kır çiçeklerini, papatyaları ve firezyaları ama illa beyaz olanları...  Sahile indiğinde, yağmura inat, bulutların arasından göz kırpan güneşi görür gibi oldu bir an. Yakamozlar yoktu bu sabah ama gökyüzü görülmeye değerdi. Işık hüzmelerinin büyüsüne kapılıp, türlü çeşit hayaller kurardı insan, öylesine büyülüydü gökyüzü...


Az ilerdeki, henüz açılmamış çay bahçesinde soluklanmaya karar verdi. Köpeği saldı ve bir sandalyeye oturup hayallere daldı: Bir tren yolculuğu, özellikle de Avrupayı trenle gezmek ne keyifli olurdu, zaten adamın da en çok istediği bu değil miydi... Ne çok konuşurlardı üzerine... İkisi de sokak aralarında yürümeyi severdi... Ellerinde fotoğraf makineleri, havanın durumuna göre giyinilmiş rahat ama şık kıyafetler... Arada çocuk halleri ile sataşmalar... Aklı o yolculuklardan birinde yapılmayı bekleyen başka bir hayale doğru yol alırken, köpeğin havlamalarını duydu...

Nasıl da şımarıyordu onu sevene; adam yüzünde kocaman bir gülümseme ile yaklaştı ve öptü... Bensiz bu sahilde kaparlar seni, öyle güzel gözüküyorsun ki... Adam kadına sarılınca bir sıcaklık yayıldı bedenine... Üşümüşüm dedi kadın... Adam kimi düşünüyordun öyle dedi, dalmıştın.. Kadın hayallerimizi dedi... Tren yolculuğunu kaçırdım mı yoksa dedi adam sıcacık bir keşke hissedildi sesinde... Kadın evet ama araba yolculuğu duruyor daha dilimin ucunda... Adam, masal tadında anlatırsın şimdi bıraksam saatlerce dedi... Gülüştüler ve şakalaşarak, oynaşarak sahilde yürümeye devam ettiler... Nerden başlayacaktı senin bu araba yolculuğu dedi adam kadına, kadın her seferinde değiştiyorum diye soruyorsun ama bu sefer artık karar verdim: Edirneden... Yahu bir turun Edirneden başlaması için senin ya da benim kentimden bir yola çıkış olması gerekmiyor mu, bir sabah mucizevi bir şekilde uyanacaz sanki Edirne'de... Neden olmasın, hayal bu dedi kadın ve başladı koşar adım hoplaya zıplaya mutlulukla dans etmeye... Bahçeli bir evde yaşama hayalini kurduğu günler geldi aklına... Bir sabah uyanmıştı ve bahçeli bir evdeydi, hem de sevdiği adamla... Demek ki dedi, hayallar gerçek oluyormuş... Hayalleri gerçek kıldın ya diye bağırdı uzaklaşırken adamdan...

Eve dönüş yolunda, içini bir sıkıntı kapladı... Önce sesine sonra yüzüne yansıdı bu hali. Adam yanağını öptü, nereye kaçtın gene dedi... Kadın sevmezdi bu huyunu, kısacık bir ana yüklenmiş umutsuzluk halini hiç sevmezdi... Bir de aniden kabaran ama kısa süren öfkesini... Bir de aceleci yanını... Bir de kırılganlığını... Neyse ki, çabuk sıyrılırdı bu ruh hallerinden, Nefreti, kini yoktu. Haksızlığa tahammülsüzdü, çabuk tepki verirdi ama bu sonuçta iyi bir şeydi... Küçüçük şeylerden kocaman mutluluklar çıkartmayı bilirdi. Tıpkı az önceki öpücüğün içine gizlenmiş kocaman bir yüreğin onu tekrar hayata bağladığı gibi...

Eve yaklaştıklarında yan komşunun çöpü gene getirip, onların kapısının önüne koyduklarını gördüklerinde, köpek bile sinirlenip, hırlamaya başlamıştı. Hayır adam hem yalancı hem bencil hem de tembel herifin teki... Ne gıcık olurum böyle adamlara dedi, kadın öfkesine yenilmişti gene... Neyse ki adam sakinlikle yaklaştı, durum değerlendirmesi yapıp, bunun tekrarlanmaması gerektiğinin altını çizdi yan komşuya... Nasıl sakin, nasıl olgun bir adamsın sen... Seviyorum ben seni...  Şu kızarken ve en sinirlenmiş halinde bile bir olgun tavır ve bir karşıdakini anlama halin var ya... Ah be adam seviyorum seni dedi, eve girdiklerinde boynuna atlayıp, az önce aklından geçenleri dillendirdi ve adamı defalarca öptü... Köpeğin, beni de der halleri ile oradan oraya zıplayışına ve kapıyı açarak içeri girmeye çabalamasına ikisi de çok güldü, sonunda adam dayanamayıp bir öpücük de köpeğe verdi... Uzaktan ama içtendi...


Kahvaltı masasına oturduklarında, ikisininde en büyük keyfi gazetelere göz atmak olurdu...  Çaylarını yudumlarken ve güne hazır edilmiş; fırından yeni çıkmış börekler, çeşit çeşit peynirler, domates, biber, yeşilliklerle zenginleştirilmiş görsel bir şölene dönen kahvaltı masasının olmazsa olmazı keyif anlarından biriydi, uzun uzun sohbetlerin arasına sıkıştırılmış gazete haberleri... Bazen bir üçüncü sayfa haberine odaklanırlar, bazen güncel siyasete, bazen bir diziye, bazen bir ünlünün son özlü deyişine...  Öyle güzel geçerdi ki sabah saatleri, bazen öğleni bulurdu mutfaktan çıkmaları... Dalıp gittikleri bir anda; dünyası başına yıkıldı diye bir haber okudu kadın, ünlü şarkıcı eşini kaybetmişti, büyük bir aşkla bağlılarmış birbirlerine... Kadın gazeteyi indirdi, adama baktı... Onu kaybetme duygusuyla sarsıldı... Kaybetmek seni dedi, dünyamın başıma yıkılması gibi bir durum olur ki, biliyorum kalkarım ayağa, hayat devam eder ve edecek ama daha en güzel günlerimiz yaşanmadı ki diye geçirdi aklından... Gözleri doldu, gazeteyi bıraktı elinden, kalktı ve adamın gazetesini alıp, kucağına oturdu yanlamasına... Öptü, öptü, öptü... Allah uzun ömür versin onlara dedi... Adam kime dedi, annemle babama, onları da kaybetsem kahrolurum, biliyorum, dünya başıma yıkılır ama seni de kaybedersem... Cümlesini tamamlayamadı... Adam, ne okudun gene sen gazetede... Valla yasaklayacağım gazete, haber okumanı falan... Hem ben kaybolmam merak etme, hem adresi biliyorum hem de ev telefonunu; 5 yaşında öğretmişlerdi annemle babam bana, bir gün kaybederlerse ben evimi bulabileyim diye dedi... Kadın, deli ya dedi ve gülümsedi... Ben gene de söyliyeyim de dedi, şımarık bir tavırla masadan uzaklaşırken, ben yokken özle beni, hatırlatmasan özleyeceğim de yoktu dedi adam... Kahkahalar sardı evin her yanını...

Hayat acısıyla, tatlısıyla yaşanıyordu. Anların hepsi değerliydi... Hepsine sıkı sıkı sarılır, üzerine konuşurlardı da...  O akşam üzeri kadın, bir haftalığına ayrılacaktı evden, bavulunu hazırlarken bile tekrar dönecek olmanın heyecanı sarmıştı her yanını... Gara giderken, göz göze, el eleydiler... Her zamanki gibi pencere yanında aldı kadın yerini... Ellerini cama koydu, yüreğini, adamın yüreğine emanet etti... Adam kadını uğurlarken, kaybolma diye seslendi, kadın kaybetme diye...

______________________________________________________________

Beş soruluk bir mimdi kendisi kısa ve öz yazılası... Haykırış göndermiş, aldım ve alırken de dedim, sakin bugün yarın bekleme, keyfim ne zaman gelirse...Bilen bilir, öyle mimleri alıp hemen yapasım yoktur; keyfim gelecek, aklıma düşecek ki yapayım. Ama bu sabahın erkeninde, adamda uyuyorken uykunun en derininde, sessiz sakin yazıverdim soruların cevaplarını bir öykünün tadında... Nily bu aralar tembele bağladı, belli mi olur belki harekete geçer bu mimle... Özledik kelimelerini Nily, canın isterse, bir de vaktin olursa diye sana gelsin... Mim olması şart değil... Sen yaz yeter... Güne bir not düş mesela, yepyeni bir not...

1. En sevdiğiniz 3 çiçek ismi;
2.Gerçekleşmesini istediğiniz 3 hayaliniz;
3- En sevdiğiniz ve sevmediğiniz 3 huyunuz;
4- Gıcık olduğunuz 3 hareket;
5-Bu benim bu güne kadar olan en kara günümdü, dünya başıma yıkıldı ve bir daha ayağa kalkamam diye düşündügünüz olay..

____________________________________________________________

Fotoğraflar; Bahçe Kapısı, Sahilde Yürüyüş, Kahvaltı Tabağı


17 Ekim 2009

Kendimi Dinledim ya da 133 / 93


Bugünlerde ne çok karşılaşıyoruz seninle... Bir cumartesi gecesinde, ya da ne fark eder cumayı ertesine bağlayan gecede, ya da her hangi bir gecede... Gece de olması şart değil aslında, gün içinde ve hatta günün en erkeninde, çıkıyorsun karşıma. Gelebilir miyim demek yok, dilinde sadece bir geldim ben... Başımın üstüne de demiyorum ama gelip kuruluyorsun. Öyle de ağırsın ki, tarif et deseler beton derim; soğuk, kesin ve sancılı bir dille... Yakışmadın sen cumartesi gecesine...

Bir cumartesi sevmiştim seni, bir cumartesi akıp gitti elimden hayat... Başka bir cumartesi sen çıktın karşıma, daha başkasında aşk... Cumartesi... Cuma ertesi... Kaç cumartesiyi beraber geçirdik, daha kaç cumartesi var üzerine hayaller kurulan. Bir cumartesi var mesela aklımda, ortancaları eve getirişimiz, biri mavi biri pembe, biri sen biri ben... Söylemiş miydim, geçtiğimiz cumartesinlerden birinde kuruyup gitti mavi olanı. Pembe olan geçen cumartesi filizlendi yeniden... İmgelere anlamlar yüklemeye kalksan, sen öldün ben yeşerdim yeniden.

Sen öldün, evet, evet öldün, ölmesen, yani göçüp gitmesen benden, rüyalarıma gelmezdin. Gelmezdin değil mi? Sen öldün, evet, evet öldün. Bir perşembeydi öldüğünde, hatırlıyorum. Ben cenazene gelememiştim. Haberim var mıydı, bak ondan da emin değilim. Perşembe... Hatırlıyor musun o son perşembeyi... Yemekteydik, iki bira söyledin. Geri gönderip, şarap açtırdın. Gözyaşlarımın sonu yoktu. Akıyordu, istemsiz ve sağanak... Parçalı bulutlu bir geçmişin, son akşam yemeğinde, elimde kadeh kan kırmızı, gözlerim ton sür ton, bakıyordum sana... Ağzımdan dökülüverdi kelimeler: Hayatımın en büyük aşkını yaşatan adamla, en derin mutsuzluğunu yaratan adamın aynı bedende buluşması ne acı...

Acı bir pazardı; fişini çekmiş, hemşireler koşup yetiştiler ama kurtaramadık dediklerinde muhtemelen saçlarımı boyatmak üzere yeni oturmuştum aynanın karşısına. Boyam hazırlanmış, şarap kızılı saçlarıma 3-4 fırça darbesi değmiş değmemişti çok emin değilim. Telefonum çaldı: Annemi kaybettik... Telefon kapandı. Saçımı yıkattım yola çıktım. Yaklaşık 2 saat süren yol neredeyse 20 saat olmasına rağmen henüz bitmemişti. Pazar ertesi uçağım vardı. Annenin oğuluna gidecektim. Annesinden öpücükler ve iyi dilekler götürecektim. Tek yapabildiğim, bekliyoruz seni diyebilmek oldu. Salı günü uçağı indiğinde, sarıldı sımsıkı. Onun yanında olduğun için teşekkür ederim dedi. Değildim dedim, başka bir şehirde sana gelmek üzere hazırlanıyordum ve daha o sabah konuşmuştuk; yarın uçuyorum demiştim, o da yüreğim rahat artık, sarıl gidince ve oğluma iyi bak. Sana emanet diyebilmişti sadece...

Emanete ihanet olmazdı, ben de ona emanettim ama o bu sözü daha önce duymamıştı. Bir cuma sabahı, o balıkçıya değil de etçiye gittiğimizde, anlamalıydım. Anladım da... Ama aşıktım... Çişi gelmiş de son dakikaya kadar tutmuş çoçuk gibiydim. Önce bir iki sıktım kendimi, sonra bacaklarımı çapraz yaptım. Kaçınılmazı öteliyordum, biliyordum ama bir iki de zıpladım yerimde... Çişimi altıma etmeye ramak kala, koştum tuvalete. İlişkilerin bitişine dikkat ettiniz mi hiç... Sanki biraz çişin en uca gelme hali gibi... Son dakkaya kadar türlü çeşit tutmaya çabalama ve sonra rahatlama...

Çarşambayı sel mi almış benim hayatımda... Hiç anı kalmamış sanki o günden bana... Zaten günler üzerine değilki bu yazı... Karışık ortaya gibi olmuş... Biraz senden, biraz benden, biraz ondan var...Başlığa yerleşen ve ilk paragrafta yer alan tansiyona ne demeli. Gidip bir daha ölçmeli, şakası yok, çişe benzemez. Bir pıhtı attı mı, ölsem dersin... Ölsem... Ölmek üzerine konuştuklarımızı hatırladın mı? Anlaşmamı, şimdi daha uzun olsun istiyorum hayat... İçine onlarca cumartesi sığsın... Onlarca tren yolculuğu, farklı şehirlerin sokak araları, farklı sahillerin yakamozları, farklı simitçi fırınından alınmış sıcağı tüten simitler, farklı onlarca düşün tek tek gerçeğe dönüşmeleri ve daha niceleri bir kahve kokusunun tanıklığında gerçekleşsin istiyorum.... Kafam karışsa da, aklım türlü oyunlarla bana çelme taksa da, tansiyonum damarlarımı sonuna kadar zorlasa da; ne istediğimi biliyorum ve neyi istemediğimi... Bir cumartesi gecesi, hayat öğrettirdi gene... Galiba seviyorum bu cumartesileri... Aslında bütün günleri seviyorum, ya da şöyle demeli; hayatı seviyorum... Evet, ben hayatı seviyorum ve bana sunduklarını da... Şanslıyım galiba... Karışsada herşey, ayrılıyor sonunda... Sen sen oluyorsun, ben ben, hayatsa senli benli bir an... Ama ne an...

AŞIKSIN / Sen Aşıksın Arkadaş (Melodisiyle)


Arabesk bir geceden elde kalan saçmalıklar...



senin  medlerin var ve bazen cezirlerin...
ve sen o medlerle cezirler arasında sıkışıp kalmış bir aşıksın ve ne yazık ki aşıksın...



Ne zordur aşıksan gidiyorum demek ve ne zordur kalmak... Aşıksan, yitip gidecek diye korkarsın ve buldum diye deliliğin sınırlarını zorlarsın. Herşey mümkün gelir sana, herşey ama herşey... Dünya senin etrafında dönecek sanırsın... Ya da aya ayak basmaya koşarak gitmeye kalkarsın. Aşıksın ya, dünya durdu sanarsın. Ya da denizler üstünde yüremeyi denersin. Birden sevinir, birden üzülürsün... Aşıksın ya bir daha hiç ağlamayacağım sanarsın. Birden ağlarsın, gözyaşında sel oldu sanır, sığınaklara diye bağırırsın. Dururken koşar, ağlarken güler, dinlerken oynar, otururken dalar gidersin. Aşıksın ya, herkes seni anlasın, sen sadece anlat istersin. Bir sabah uyanır, gün bitmeyecek sanırsın, bir gece korkar yıldızları sayarsın. Kuzuları çitten atlatırken, aniden dalarsın uykuya, çitin kapısını açık bırakırsın. Aklın uçar saçmalarsın. Kelimeleri ortaya serpiştirince, cümleleri kuracak akıllı biri çıksa dersin. Özneleri unutur, yüklemleri kaçırırsın. Zamirler peşinden düdük çalar, gece bekçisi sanır pencereni kaparsın. Aşıksın ya, gitmen gerektiğini bir türlü söyleyemez, geceyi sabaha bağlarsın. Ağlar ağlar ağlarsın... Tependekini koca kara bir bulut sanarsın. Sabah olunca susup, kederine yanarsın. Güneş doğdu sanar köyün horozu çığırıınca; kalkın millet sabah oldu diye, sen kafasına terliği atarsın. Ne de olsa uykun gelmiştir yeni yeni, hem bulutlar da dağılmıştır öte beri... Hadi bir kere daha yat uykuya, aşıksın ya elbet sabah ola hayrola...

________________________________

Görsel / deviantART

16 Ekim 2009

Soru / Cevap Üzerine Bir Deneme

Aklında onca soruyla uyandığında,
Ulaşmak isteyip de ulaşamadığnda,
Seslenip duyuramadığında,
Uzanıp tutamadığında,

Kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında,
Akıl isyanlarda,
Yürek hüzünlerde,
Sen lal olup kaldığında,
İçine kaçıp; kapandığında,

Söylesene; özlem değil de nedir cevabın,
Eğer soru doğru sorulursa...
________________________________________________

Kadın o sabah erkenden kalktı. Ense kökünde betonlaşan ağrıya oralı bile olmayacaktı, eğer yataktan kalkar kalkmaz sendelememiş olsaydı. Ama sendelemişti işte ve hatta tutunmasa yatağın kenarına, kaybolan dengesi ile halı desenine yakından bakıyor bile olabilirdi o anda... Aklında onca soruyla uyandığında da böyle olmuştu. O sabaha gitti aklı... Oturdu yatağın kenarına... Elleri...

Telaşla telefona sarıldı.... Dıt... Dıtttt.... Dıtttttt... Uzun uzun çaldırdı telefonu, ulaşmak isteyip de ulaşamadığında, elleri titrerdi... Elleri...

Oturdu sallanan koltuğuna, sesi öyle cılız öyle kuruydu ki kendi bile duymakta zorlanıyordu. Ama seslendi. Arka odada otururdu eşi, hep o yola bakan camın önündeki kanepenin köşesinde. Seslenip duyuramadığında, bir ümit bir çan almıştı, onu usul hareketlerle kımıldatırdı. Kendi sesinden bile cılız çıkardı sesi çanın, ama adam duyardı ve ses verirdi... Adam yerinden kalkar bazen salona kadar gelir, eşinin hemen karşısındaki koltuğa oturur, hiç konuşmaz, sadece dinlerdi. Kadın bir kol mesafesinde bile, uzanıp tutamadığında adamın ellerini, hüzün kaplardı yüreğini...

Böyle zamanlarda kelimeler boğazına düğümlenip kalırdı, kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında, bilirdi, birikmiş onca kelimenin hiç bir karşılığı olmayacağını bildiğinden sustuğunu... Akıl isyanlarda, yürek hüzünlerde olurdu böyle zamanlarda... Suskunlukları asır sürerdi. Suskunluğu bozan adam olurdu; sen lal olup kaldığında, ya da içine kaçıp, kapandığında ölüm yakın diyorum kendime, nolur susma...

Kadın sallanan koltuğunda bir iki sallandı. Bir iki adamla göz göze geldi; bazı zamanlar bir asır biter, yeni bir asır başlardı suskunluklarında. Kadın, neyin var aşkım diye sorsa adam, tek bir soru sorsa, vereceği cevabının olduğunu biliyordu ama adam ne soru soruyordu ne cevabı bilmek istiyordu. Söylesene dedi kadın sessizliğin sesine çarpıp geri döneceğini zannettiği tiz sesiyle: Söylesene... Nedir bu kadar uzakta seni tutan, yalnızlığa iten... Adam kaldırdı yere düşen gözlerini, topladı tek tek yitip gidenlerini, diline kadar geldi de kelimeler, çıkmadı işte... Kadın sessizliği bozduğu yerden devam etti; özlem değil de nedir cevabın... Adam, evet diyebildi, evet; özlem... Kadının elleri titredi... Elleri...

Yatağın kenarına dayadığı ellerinden aldığı güçle kalktı ayağa... Banyoya doğru ilerledi... Elini yüzünü yıkadı. Sevmezdi ıslak kalmalarını. Havlu ile kuruladı. havluyu yüzünden aşağıya kaydırırken, tam çenesinin ortasında iki avucunun arasındayken, aynaya yaklaştı; yüzündeki çizgilere baktı ve ellerine... Elleri...

Salona geçti. Bir sigara yaktı. Sallanan koltuğuna oturdu. Çan yerinde duruyordu. çalınması için hiçbir sebep yoktu. Derin bir nefes aldı sigarasından, derin bir iç çekişle daldı gözleri... Eğer soru doğru sorulursa, hep verilecek bir cevap vardı. Özledim dedi. Soruyu duyan olmadı, elleri titredi... Elleri...

__________________________________________________

Soru / Cevap bundan bir kaç ay önce şiir tadında yayınlandı... Şiirleri öyküleştirmek ya da bir öykünün anlattığını şiirleştirmek... Verilen kelimeler üzerine yazı yazmak, metin yazarlığı dersinde hocalarımızın bize verdiği alıştırmalardı. Bu alıştırmalar Denemenin Tadı olarak yer bulacak bundan sonra dünyamda...

15 Ekim 2009

Kahve Kokusu Sindi Üzerime





Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)







Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...
Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek...
Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını...
Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel...
Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice...
Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın...
Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine...
Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını...
Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle...
Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni...
Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...

Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...




__________________________________

Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







14 Ekim 2009

Yargı Sürecinde Bir Kaç Soru


Sen vazgeçmiyorsun ya hayattaki duruşundan ve sonunda yalan söylemek zorunda kalıyorsun ya benim yüzümden bana... Şimdi soru şu:

Yalan söyleyebilecek kadar değişiyorsa hayattaki duruşun,
kapıyı kapatmak da bir seçenek olabilir o zaman değil mi?

Ya da şöyle sorayım, vicdanın hangisinde daha az sızlar söylesene?
Dur cevap verme, vicdan değerden yana sızlardı, sen öğretmiştin daha önce...
Ve bana yalan söyleyebildiğine göre, değerimi anladım, daha fazla zahmet etme...

_________________________________________________

Yukarıdaki satırlar bir yargı üzerine kurulmuş cümleler...

Yargı şu: Beni kırmak pahasına vazgeçmeyecek misin bildiğinden üzerine yapılan bir tartışmada taraflardan biri şunu der: O zaman bundan sonra bana bu konuda tek bir kelime bile etme... Ben eminim ki - yargı cümlesi işte tam da burada kuruluyor - sen zaten bildiğini yapacaksın.

Gelinen son tahlilde, bildiğini okuyan taraf, bir gün yalan söyler... (Kaçınılmazdır, ne yapsın ki, doğruyu söylese karşı tarafın yeter deyip gitme ihtimali kuvvetli... Eeee bir de uyarı almış; bu konuda tek bir kelime etme diye... Bak şimdi, bu arada bir soru daha takıldı kafama: Herhangi bir şey söylemeyip, yaptıklatının üstü örtüldüğünde ve bu bir şekilde öğrenildiğinde, bildiğini okuyan taraf yalan söylemiş olmuyor değil mi?)








Ah ah... Soru soruyu doğuruyor farkındayım;
Şimdiki soru şu:

Şimdiye kadar söylediğin hangi doğruya inanayım?







__________________________________________

Fotoğraf / deviantART

13 Ekim 2009

Lodosun Ardı Yağmur Olsa Da...



Oturdum sahilde bir taşın üstüne...
Uzaklara, gözümün alabildiği yüreğimin varabildiği son noktaya bakıyorum...
Ardımda bıraktığım çakıl taşlarından bir kule yaptım kendime...
Sırtımı sağlama dayadım...
Yanı kendime...

Es rüzgar!
Yağ yağmur!
Çak şimşek!

Yıkılmam demiyorum...
Ama artık daha çok dayanırım biliyorum...





Sertap Erener - Vur Yüreğim



__________________________________________________

Fotoğraf /  Soon@Neslihan Öncel