24 Aralık 2009

HAYAT MÜTEŞEKKİRİM SANA




Hayat tokat atarken...
Yaşam acıyan yerlerinizi pamuklara sarar...






Siz yaşamın kollarına bırakırsınız içinizdeki oynak kadını
Hayat...
Hayat durup dururken bir tokat atar...

Hak etmediğinizi düşüne durun
Yaşam bağırır yüksek sesle isminizi
Tam da dönecekken mutluluğa yüzünüzü
Hayat duyunca nefesinizi bir tokat da diğer yanağınıza atar...








___________________________________________


Yediğim tokatlardan hafızamı yitirmeden önce bir teşekkürüm var hayatın ta kendisine...
Öğrenmiştim daha önce; yürek, hiç dokunmasa ve hatta hiç öpmese de; sözüyle, gözüyle koruduğundan yanadır aslında...

Altını çizdiğin iyi oldu be hayat bunca yıl sonra, valla bak... İnan müteşekkirim sana... Tüm kalbimle... İstersen al senin olsun, ha biraz kırık ama olsun varsın, attığın tokatlara sayarsın...


____________________________________________________________

Görsel / devianART

İÇİMDEKİ OYNAK KADIN


'Nasıl güzelsin öyle'


İşyerinde genellikle Buena Vista Social Club, Macy Gray, Norah Jones, Lady Sings The Blues, Frank Sinatra albümleri dinleriz, radyo dinleyeceksek de ya Joy Fm açık olur ya da RadioLine... Geçtiğimiz günlerde, bizim çocuklar başka bir kanal açmış dinliyorlar... Türkçe yabancı karışık çalıyor... Kulağımın pasını alıyorlarmış böylece, kendi aralarında konuşup gülüşüyorlar birden bu şarkı çalmaya başlıyor... İçimde bir oynak kadın: Yerinde duramıyor... Hani iş yerinde olmasa, hani becerse fırlayıp atacak kendini açık ofisin tam ortasına... Yüzümde önüne geçemediğim bir gülümseme...

'Asılı kaldım sende' 

Bu sabah, trafik bir felaket, milim milim gidiyoruz. Dinlediğim radyo (Radyoline) reklamlara girdi, arama tuşuna bastım ve işte yine o şarkı... Sağım solum gergin insanlarla çevrili, kornalar, arabanın burnunu oraya buraya sokmaya çalışmalar, selektör yapmalar... Nasıl sakinim o telaşın içinde, nasıl bir gülümseme yüzümde, içimdeki oynak kadın canlanıverdi birden...

'Eline düştüm elimle aaaaa'

O yataktan kalkmak istemeyen, o sabah sabah sevgiliye nazlanan, o sabah sabah 'ama, ama biraz daha kalsaydım sıcağında' diyen kadın gitti, yerine neredeyse trafiği durdurup 'bi durun ya bi durun hiç mi aşık olmadınız, hiç mi dışınıza taşmadınız, hiç mi içinize kaçmadı oynak bir kadın/adam' diye avaz avaz bağıracak bir kadın geldi... 


Emir - Eline Düştüm

Mutluyum,
B.S.S.K. ツ




__________________________________________________

* Pembe kelimeler şarkı sözü...
Fotoğraf / deviantART

23 Aralık 2009

IP DEDEKTİFLERİ / BİR ADI OLMALI İNSANIN

2006'dan beri blog yazıyorum, bu benim ikinci blogum. İlk blogumu kapatmam tamamen kişisel nedenlere dayanıyordu: Boşanmıştım ve soyadım değişmişti, bir kadının soyadının değişmesi demek, bütün mail adresleri, banka kayıtları ile birlikte pek çok şeyin zaman içinde değişmesi demek... E, haliyle yazma istediğim tükenip bitmediği için ve artık o soyadını taşımadığım için de yeni bir blog açtım 2007'nin sonunda.

Yazmayı seviyorum. Kimliğimi herhangi bir zamanda herhangi bir sebeple gizleme gereği duymadım. Ne yazarken, ne yaşarken... Hep bir adım oldu: Evren... Bazen, beni sevenlerin beni tanımladığı şekilde de anıldım; havuçtan tutun da, başımın belasına kadar... Zaman zaman bir takma ismim oldu; eva, ama onun da ben olduğumu bildi herkes. Ben olmaktan hiç gocunmadım. Altına imzamı atamayacağım, adımı yazamayacağım herhangi bir işi ne yaptım ne de herhangi bir yazı yazdım... Sanılmasın ki; yaşadıklarım içinde sonradan dönüp baktığımda kendime yakıştıramadıklarım da olmadı, oldu tabi ki ama büyümek adına atılan adımlarda insanların yanlışlarının olması kadar da doğalı yoktur sanırım. Ama bu hataların altına da imzalarımı attım, bana ait oldukları için, beni ben yapabildikleri için...

Buradan farklı bir sonuca varılmasın "nickname" ile yazanlara, asla ve asla karşı değilim; herkesin kendi seçimi hangi kimlik altında yazılar yazıp, hangi yüzünü kendine yüz seçeceği ve tabi hangi kelimelerle hayata karışacağı... Ben benden sorumluyum... Bu nedenle burada ele aldığım hal kendim üzerinden, bir durumun resmedilmesidir...

Gelelim bana bu yazıyı yazdıran iki farklı olaya:

İlk defa küfredilmiyor bana bu hayatta... İlk defa beddua da okunmuyor... İlk defa da bu blog sayesinde sevilmedim bu kadar fazla... Sanal denen bloglara; kişisel zevklerin, renklerin, duyguların yansıtıldığı bu ortama; onların da bir yazanı olduğundan bir kimliği, bir kişiliği ve bir hayat duruşunu simgelediği gerçeği ile ve insanın söylediği ya da söyleyemediği şeyleri dillendirdiği yer olarak baktım. Söyleyecek sözüm varsa samimiyetle söyledim. Söyleyecek sözü olanların da aynı samimi duygularla dünyamı ziyaret ettiğini düşümdüm. Geçen aylarda aldığım bir yorumu burada yayınlamak benim terbiye sınırlarımı aşıyor, üstelik onunkini de aşmış olacak ki ADSIZ göndermeyi uygun görmüş. Ne de olsa ADSIZ denildiğinde bir kimlikten, bir kişilikten ve insan olmaktan sıyrılınıyordu değil mi, peki ne deniyordu bu adsız, hadsizlere?
__________________________

Başlıkta adı geçen IP dedektifleri ise; yarın öbür gün bu ADSIZın daha da HADSİZleşmesi  durumunda IP numarasını tespit ettirdiğim ve neredeyse açık adresine kadar elimde olduğunun altını çizmek içindir. Adsızın yazılarımı alıp, kendi blogunda yayınlaması da bir ironiyi içinde barındırır ki, bu konuda  sadece gülüp geçmek istiyorum kendisine...  Bu ADSIZın adı olmadığı gibi; duyguları, bunları dillendirecek yüreği ve aklı da yok. AKILSIZ, YÜREKSİZ VE ADSIZ... ve doğal olarak SÖZSÜZ kalır bölye zamanlarda insan?... NE ACI... (Ç)alıntı sözler, (Ç)alıntı bir hayat, (Ç)alıntı bir kimlik... NE ACI... (Bu arkadaş, üye olduğu platformdan uyarı aldığı için soluğu benim blogta alıp, iki satır küfretmişti...)

__________________________

(Ç)alıntı hayatlar... Hani şu bloglardan yazıları alıp, her hangi bir link vermeden ya da alıntı olduğunu belirtmeden kendi yazıları, anıları, yaşanmışlıkları, duyguları, akılları, yürekleriymiş o kelimeleri kaleme alan gibi çeşitli bloglara, sitelere, platformlara bu yazıları koyup, yetinmeyip gelen yorumları cevaplayanlar var, ben kendi adıma yoruldum artık YETER AYIPTIR demekten. Gün geçmiyor ki bir yazım, şiirim, yaşanmışlığım, serzenişim, duygum kullanılmasın... Olaya iki noktadan bakmak lazım, ilki fena, tecavüz hissi duyandırıyor çünkü, eh ikincisi az biraz iyi, vay be alıntı yapılacak kadar iyi yazıyorum demek ki, yanında hafif bir böbürlenme ile düşünün lütfen... İyice uç noktalarda şunu düşünmek de olası tabi: Adam emek harcamış, bloglar arasında dolanmış, vakit ayırmış okumuş, beğenmiş, kopyalamış... EMEĞE SAYGI LÜTFEN...

Bu sefer ki (ç)alıntılar iyice sinirlerimi bozdu... Fotoğrafından, benim verdiğim linklere kadar herşey öylece aynısı... Yani üzerindeki başlık bölümünde bir tek "Evrenin Dünyası" yazmıyor... Öylesine tıpa tıp aynı... Yahu Ela'nın gelişine yazdığım yazı bile alınmış. Ulan (çok özür dilerim ama okuyucu) sen ne bilirsin Ela kim, sen bilir misin Ela'nın annesinin benim hayatımdaki yerini... Hadi geçtim diğer yazılardan, ne diye özelimi de alıp senin yapıyorsun. Şuşum senin gibi birine arkadaş olur mu sanıyorsun... Sen (ç)alıntı bir hayatın içinde, kimliği, kişiliği, yüreği ve aklı olmayan sen... AYIP...HİÇ Mİ BİLMEDİN AHLAK DİYE BİR KELİME, HİÇ Mİ DUYMADIN SAĞDAN SOLDAN AHLAKLI OLMAKLA İLGİLİ SÖZLER... HİÇ Mİ DENK GELMEDİN OKUDUĞUN BİR BLOGTA... AYIP VALLA ÇOK AYIP... HA BİR DE VİCDAN VAR... VAR VAR OLMASINA DA SENİN YANINDAN BİLE GEÇMEMİŞ BELLİ... (Tahmin ettiğiniz üzere bu arkadaş da bir platforma üye, platform editörü gereğini yapacağını bildiren bir mail attı bugün, beklemedeyim...)

HEY SEN! (Ç)ALINTI YAPAN...
Şimdi al bu yazımı da koy bloguna, izin almana da, haber vermene de gerek yok...
AL KOY VE YÜKSEK SESLE OKU, OKUTTUR...
AYIP VALLA ÇOK AYIP kısmına gelince de bir ayna bul KENDİNE... BAK BAKALIM GÖRDÜĞÜN OKUDUĞUNLA BİR Mİ?


_________________________

Görsel / deviantART

(*) Farklı zaman dilimlerinde karşılaşılan (ç)alıntılar ve adsız bırakılan yorumlar için defalarca kaleme alınmış olmasına rağmen bu son olaya kadar bu tarzda bir yazının blogumda yer almasını uygun bulmadığımdan yayınlamamıştım... Hatta Biraz'ın Özgürce Yazabilme Özgürlüğü yazısına da bir yorum bırakmıştım ve yetinecektim bu kadarıyla da ama, işte bir ama, damarıma basılan, içimi sıkıştıran bir son dakika aması vardı ki, içimde kalmasın istedim...

İlk kez benim başıma gelmiyor, başına geldiğini bildiğim her arkadaşıma da elimden gelen desteği verdim, veririm de... Blog sahibi olmak özgürce yazabilme özgürlüğü olsa da özgürce (ç)alabilme özgürlüğü vermemeli bir insana...



22 Aralık 2009

ZAMANIN AKIŞI YAVAŞLADI



Norah Jones


L koltuğuna oturmuş düşünürken bugünü ve düşlerken yarını ve usul usul düşerken geçmişin girdabına, yalnızdı... Hiç olmadığı kadar diyemezdi, çünkü çok kere yalnız kalakalmıştı. Koşarken yarına ve soluklanırken bugünde ve usul usul saklanırken geçmişin girdabından, çok kere yapayalnız kalmıştı. İlk değildi, olmayacaktı, biliyordu. Geçerdi, geçecekti, geçmişti, biliyordu. Ağlamadı... Yo yo, hayır hiç ağlamadı. Sadece usul bir şarkı koydu, 2-3 mumla aydınlattı geceyi, gece kadar koyu siyah bir polar battaniyeyi sıkı sıkı sarmalayan bir çitf kol yaptı kendine... Sığındı... Kapandı, içine kaçtı... Yo yo, hayır hiç ağlamadı. Hem ağlayacak ne vardı... Geçerdi, geçecekti, geçmişti... Zaman dedi... Zaman... Sadece zamandı ihtiyacı olan... Gözlerini kapadı... Kendini zamanın akışına bıraktı.


Telefonun ucundaki ses, yarın görüşürüz dediğinde, titredi içi... Özlemişti. Çok geçmemişti son gelişinin üzerinden ama özlemişti işte. Bu gece evim şenlenecek dedi. Bir balık sofrası hayal etti. Tava barbun ve hamsi, yanında ızgara deniz levrek ve kalamarlar yanında bol salata... Salatayı elma parçaçıklı ve portakal soslu  yapmaya karar verdi. Bir iki de taze ceviz attı mı üzerine, ne güzel olurdu mevsim yeşillikleri... İyi ki kurmuştu yeni yılın müjdecisi çam ağacını; üzerinde kalpler, üzerinde renkler, üzerinde umutlar, üzerinde ışıltı... Bu gece evim şenlenecek dedi... Gülen yüzlere, gülümseyen bakışlar eklenecek. Balık masasında isteyene şarap isteyene rakı servis edilecek. Kahkahalar sinecek evimin duvarlarına, bir sevmek gelip yerleşecek köşe koltuğa, biliyorum bu defa kolay kolay gitmeyecek... Hiç kolay olmadı ki gidişi zaten...

Daldı düşlere, kurtuldu düşüşlerinden, sardı envayi düşünce balonu etrafını... Birden herbirinde helyum gazı olduğunu fark edince, teker teker her birini serbest bıraktı...  Biri gitti durdu köşede, diğeri çıktı camdan dışarı... Birinin gücü yetmedi kendine, salonun orta yerinde yere çakıldı... Biri döndü dolaştı yanaştı kadına, baktı yeşildi, aldı onu kollarına... Gözlerini kapadı... Yüzünde bir gülümseme, kendini zamanın akışına bıraktı...

Biliyordu, bu ilk değildi, olmayacaktı. Geçerdi, geçecekti, geçmişti, biliyordu. Ağlamadı... Yo yo, hayır hiç ağlamadı. Zaman dedi... Zaman... Sadece zamandı ihtiyacı olan... Kendini zamanın akışına bırakan düşlerinin kollarına bıraktı, usulca uykuya daldı...

________________________________________________

Fotoğraf / Neslihan Öncel @goodbye

21 Aralık 2009

HALİM ÖYLE...



Düşünceler
Düşünce
Düş

Şimdi cümle içinde kullanalım bakalım her birini...

Düşünceler sardı dört bir yanımı... (Eh, fena değil...)
Düşünce kanadı yüreğim... (Nasıl bir düşmek haliyse o...)
Düş... ( Bazen bir kelime, tek bir kelime başlı başına bir cümledir ya... Değil midir yoksa...)

Tamam benim de çok içime sinmedi...
Farkındaysanız, sinmişim bir köşeye, kendi ormanımın kuytularına kaçmışım
düşümdeki düşünceler düşmemek için sarmaşık olup dolanmışlar her bir duyguma...
( Üç kelimeyi de kullandım aynı cümle içinde, fark etmediniz mi yoksa...)

Neyse ne diyordum, kafam karışık...
Gitmekle, kalmak arasında...
Sabretmekle, vazgeçmek arasında...
Sarılmakla, uzak durmak arasında...

Düşünceler
Düşünce
Düş

Düşünceler üşüşünce
Düşünce üşürmüş
Düşünceler üşüşünce
Düş görülmezmiş

Öyle mi?

Bir de her düş aşka, her düşünce aşkla ilgili olmak zorunda değil, değil mi?

Şimdi kelimeleri veriyorum sil baştan...

Düşünceler
Düşünce
Düş

Şimdi birer örnek ile kelime doğru kullanılıyor mu cümle içinde görelim...



___________________________________________________________

ISLANMAK AMA NE...

özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun







 







____________________________________________________________________
 
(*) Dize / Ahmet Telli / Özletiyor Bu Yağmurlar Seni... Şiirin Tamamı İçin
Fotoğraf / Yağmur

20 Aralık 2009

TEL TEL BİR PAZAR SABAHI



Tüm gece sırtından sarılıp, sağ eliyle kadının sol memesini tutarak  ve öpe koklaya, uyana uyuya bir düş uykunun kollarına bırakmıştır kendini adam... Kadınsa sabahın erkeninde uyanır, adamın yatağın diğer tarafında sırtı dönük uyuduğunu fark edince, sırtına dolanır ve öpe koklaya, uyuya uyana düş bir sabaha uyandırır adamı...

Gece ve sabah... Adam ve kadın... Günlerden pazar... Dışarıda; ne simitçilerin ne top oynayan çocukların ne de fırından aldığı sıcak ekmeği kahvaltıya yetiştirme telaşında olanların sesi soluğu vardır... Öyle bir sabahtır ki, sanki dünya dönmeyi bırakmış, bir tek ikisi kalmış gibidir... Şiddetli bir rüzgar, neredeyse çatı uçtu uçacak, bütün kuşlar saklanmışlar kuytulara, kediler kaçışmışlar apartman boşluklarına... Kış dışarıda, bahar yatağın içinde... Ilık bir tenin, ılık bir tene dokunuşunda uçuşan kelebekler, küçüçük öpüşlerde filizlenen çiçeklere konuyor gibiler... Dışarısı buza kese dursun, yatağın içi yaza merhaba dercesine usul usul yeşermekte...

...

Kadın kahvaltıyı hazırlamak için kalkmayı önerince, adam kadının yüzünü ellerine alır,

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Kadın bu adama neden aşık olduğunu bildiğinden, sımsıcak bir gülümseme yüzünde... Adamın bıraktığı yerden dizelere devam eder...

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy Köprüsü'ne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik


Adam duşa gelsene dediğinde, kadın süzüle süzüle yürür toplam bir metre bile olmayan mesafeyi... Rüzgar kesmiştir şiddetini, sessizlik; bir pazar sabahının tenhalığında çırılçıplak tenlerinin suya değdiği andaki ürpertisi ile bölünür. Kuşların kanat çırpınışları duyulur saklandıkları kuytularda, kedilerin ağlamaklı sesleri yankılanır sokak aralarında... Adam, saçlarını yıkar kadının, uzundur saçları kadının, adam tel tel yıkar saçlarını, tel tel sever kadını, tel tel öper... Tel tel okur şiirin devamını...

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.

Sonrası mı, şair demiş diyeceğini... Sonrası iyiliktir güzelliktir...






___________________________________________________________

Şair/ Cemal Süreyya
Şiir / Aşk
Fotoğraf / Biz
Görsel / deviantART


19 Aralık 2009

DOSTLUK

Yanıma geldiğinde yine hüzün kaplamıştı gözlerini, "hayrola, ağladı ağlayacak bir haldesin", " ben ağlamıyayım da kimler ağlasın ki..." dedi. Nişantaşında, rahat koltukları ve enfes kahve kokusu ile bizi bizden alan, saatlerce kalkmadan oturup, kendimizi hiç rahatsız etmediğimiz, mudavimi olduğumuz kafeden içeri girerkenki konuşmamızdı... Onu ağladı ağlayacak hale getiren tek bir şey vardır, ve bu tanıdğım 20 yıldır böyledir. Ne oldunuz gene diye sorsam, sazı eline alacak ve bir daha bırakmayacaktı. Onlarca kez dinlediğim, tanıklık ettiğim hallerine bir yolculuk; derinlemesine ve hep hatırlıyorsun değil mi cümleleri ile süslenmiş olacaktı... Bildiğim halde, ihtiyacı olanın da bu olduğunu bildiğimden, daha siparişleri bile vermeden soruverdim...

"Dur dur, anlatacağım, her ayrıntısını anlatacağım, bu sefer bitti... Bak söylüyorum, eğer olur da dönersem, vur kafamı şu duvara..." İçimden gülüyordum ve dışıma yansımasın diye kendimle boğuşuyordum. Her dönüşüne duvara vurmaya kalksak şimdi bir duvar yoktu... Ben de o nedenle hiç vurmadım, çünkü biliyordum ki bir sonraki sefer gene ve yine ve ısrarla o duvara ihtiyacımız olacaktı. Kendimce en gerekli zamanı bekliyordum, bir kere daha dönmesinin gerçekten onu çok hırpalayıp, bitireceği bir an gelecekti. Onu öyle iyi tanıyordum ki, o bütün olasılıklar tükenip de gene de bir şans diyenlerdendi... Şansları hep 100den başlatır gerie sayardı... O anlatırken, ben onu seyrediyordum. Öyle masum, içten, samimi ve çocuksuydu ki, kızmayacağını bilsem, yanaklarını sıkar ve ne şeker şeysin sen diye severdim ama böyle bir ruh halindeyken ortamı sulandırsam bütün öfkesi bana yönelirdi bilirdim.

"Daha dün, daha dün..." diye kelimeleri ikişerli sıralar halinde parmak uçları omuzlara deyecek mesafeler bırakarak arka arkaya diziyordu. Kendi karmaşasını bir düzene oturtuyor böylece ne anlatacaklarının kronolojik sırasını unutuyor ne de birinden diğerine atlarken bir detayı unutuyordu. Böyle zamanlarda enerjisine hayran bırakırdı beni. Dedim ya bazen kalkıp kocaman kollarımı açıp sarılmak isterdim; "ulan kadın bi dur, bir dur da nefes al" ama o zaman bile durmayacağını bilirdim. Aşkı öyle coşkulu yaşardı ki, başlarken de biterken de hep heyecanlanırdı. Kendi kadınlarımı düşündüm... Hiç bu kadar enerjik, hayata sıkı sıkıya bağlı, gülümsemesi yürekten, inandığı adama kendini adayan bir sevgilim olmamıştı. Baktım yüzüne, sanki ilk kez görüyormuş gibi baktım, uzun uzun... "Sen beni dinlemiyorsun" dedi. "İçine işliyorum şu anda" dedim. Güldü. "Deli ya..." Kızmamıştı. Aksine durulmaya, sakinlemeye, nefeslerinin arasına esler vermeye başlamıştı.
"Neden öyle dedin...", "Neden öyle dedim" "Ya..." Ya ne..." Şımarmak bu dünyada en çok ona yakışıyordu. 40 yaşlarında bir çocuk sevinci gözlerine oturuyor ve bir salıncakta özgürce "daha yukarı, daha yukarı" diye çığlıklar atıyordu... Şımarmak sana çok yakışıyor dedim... Gözlerimi gözlerinden ayırmadan söyledim. Flörtöz tavrımı yakaladım, kısık bakışlar, yamuk bir gülüş, oturuşum mu değişmişti ne... Hemen toparladım kendimi...
"Aklımı dağıttın" Bu sefer kızmıştı. "Tamam dinliyorum" dedim. "Nerde kalmıştım" dedi... Bu küçük ouyunu hep oyanrdı. Dikkatli bir dinleyici ona göre, son kelimeleri değil konuyu hatırlardı. "Gittiğiniz balıkçıda kalkan yerden olanları anlatıyordun, daha doğrusu bir gün önce olanlar üzerine tartışmanızı... Son cümlende de bana kızıyordun, dinlemiyorum diye..." dedim, gülümsedim, dudağımın kenarındaki gülümsememi yakalayıp avucmun içine aldım. Sırası değildi... Hiç sırası değildi...

Akşamın ilerleyen saatlerinde, şaraba katık edilen değerlendirmeler, kişisel olarak yapılan hatalar, kadın bakış açısı, beklentisi, erkek bakış açısı ve beklentisi üzerinden dalga geçmeler ve nihayetinde gelinen "ulen bu aşk da ne menem birşey kardeşim, ne seninle ne sensiz" edebiyatından sonra son bir kadehi yaşama, bize sunduklarına, bize öğrettiklerine ve bizden götürdüklerine kaldırıp, birbirimize sahip olduğumuz için "Tanrının sevgili kullarına" şükranlarımzıı sunarak geceyi noktalama... Sonrası hep aynı; o kendi yalınzlığına bense kendiminkine kederli ama gülümseyerek yol alırdık...

O gece yatağıma yattığım, düşündüm, insanın sevdiği iyi bir dost olmalı kendine... İyi bir dinleyici...

18 Aralık 2009

GÖZÜ YAŞLI GUARTZ




İnsan sevdiği birini unutmaz.





Ama insan bazen birini "sevdiğini" unutur.




_______________________________________

Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Görsel / Smoky Guartz


CIR CIR

Koltuğa uzanmış gelmeni bekliyorum, onlarca ses kafamın içine üşüşmüş cırcır böceği sanki... Durları yok ve soluklanmaya durakları. Cır cır... Cır cır...

Gelişin geciktikçe, türlü çeşit ses dolanıyor, dallanıp budaklanıyor, yenilerine yol açmak için sanki kuruyorlar da neden köklerini bırakıyorlar anlamıyorum. Kafamın içinde bir cırcır böceği, çiftleşme öncesi seramonisinde erkeği, vuruyor ön kanatlarını birbirine. Cır cır... Cır cır...

Sanki bilmiyorum ben seni. Gündüzleri kendine bir kuyu kazar saklanırsın tek başına. Gece oldu mu, hele de aylardan Haziransa... Düştüysen bir dişinin telaşına... Cır cır... Cır cır... Pis cırcır böceği. Aklımın kıvrımlarını mı buldun saklanacak bir dahaki bahara kadar. Yağmurlar başladı. Hava da soğuk artık. Sus artık cırcır böceği... Yol ver yağmurun sesine... Yol ver sevdiğimin nefesine... Ben bu gece ona sığınayım, sen git bir ağacın gövdesine...

Bana ondan bir haber mi getirdin, sadece bir elçi misin, zeval olunmaz mı dilinden dökülene; bak iyi bir haberse şimdi söyle, yoksa sus da uyuyayım azıcık...  Söyleyip gidecek misin hemen... Söz mü... Dinecek mi bu sessizliğin içinde yankılanan sesin... Cır cır... Cır cır...

Dinliyorum hadi söyle, uzattım kulağımı sana... Kulağım olmaz mı... Şaşırdın galiba cır cır böceği, neremle dinleyeceğim ki seni... Yüreğimle mi... Yüreğimle dinlersem cır cır diye gelmez mi sesin... Duyduğum onun kelimeleri mi olur yani...

Yüreğim... Yüreğimle dinliyorum şimdi seni... Cır cırlar kesildi... Sadece onun sesi kulağımdaki, onun nefesi üflüyor sanki; bir sıcaklık, bir huzur sarıyor geceyi... Uyku... Uykum geldi... Gözlerim kapanıyor... Gözleri... Beni seyrediyor. Fark ettim ki... Şimdi, şimdi kelimelerini anlıyor yüreğim... Kelimeleri, yüreğinden geliyor, ancak yüreğim anlıyor dilini... Anlıyorum, kaç zamandır duymamışım yürek sesini, kaç zamandır yüreğimle dinlememişim sözlerini... Ama şimdi kesildi cır cırlar, sadece kelimelerini duyuyorum, sanki kulağıma fısıldıyorlar...



Uzaklardan sevdim, çok uzaklardan...
Tanımazdan evvel sevdim, tanıdıktan sonra çok...





 ______________________________________

Fotoğraf / deviantART

17 Aralık 2009

AĞIR KAPI


Kafamın içinde onlarca tilki dolanıp duruyor, hem kuyrukları değmeyecek hem de karşı karşıya gelmeyecekler... Nasıl olacaksa... Yetmiyormuş gibi bir de köylüler başladılar gene ziyaretlerine... Geçmiş, kare kare geliyor gözümün önüne, hepsi birbirinden kopuk, hepsi birbirinden alakasız gözüküyor üzerine düşünmeyince, ama biraz dikkatle bakarsam, köylüler de tilkiler de ve hatta kareler de hep aynı kapıya çıkarıyor beni. Bırak birbirine değmemeyi, sanki hepsi üst üste, üstüme üstüme... Duvarlar da boş durmuyor tabi, üstüme üstüme gelenleri görünce katılıyorlar beni bunaltma kervanına. Kervan gidiyor gidiyor, duruyor. Bir kapı: Büyük, heybetli, gösterişli, belli ki sağlam, belli ki geçilmez, belli ki geçmiş zamanlardan beri var... Kervanla birlikte ben de duruyorum. İçimde garip, tarifsiz denen o huzursuzluk... Daha önceden de olmuştu bu duygu bende... Ne zamandı diye düşünmeye bile fırsat vermeden bir tilki karşıma geçip sırıtıyor 32 dişiyle... Tilkilerin de 32 dişi var mı ki... Zaten bu bir deyim olduğuna göre, pek de önemi yoktur herhalde kaç dişiyle sırıttığının değil mi?


Huzursuzluk; yer yer uykusuzluk, gerginlik ve mutsuzluk yaratıyor. Sonra içine kaçıyor insan... Kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor taki kaçacak yeri kalmayıncaya, sığacak küçüçük bir delik bile bulamayıncaya kadar... Sonra bir bakıyor kaçtım dediği yerde gene o kapı: Büyük, heybetli, gösterişli, belli ki sağlam, belli ki geçilmez, belli ki geçmiş zamanlardan beri var... Sanki kaçtığı bütün yollar boyunca sırtında taşımış da durduğu anda sırtından yere bırakmış ve dönmüş dolanmış ardında görmüş gibi... Kapı... Duygulardan bir yapı... Sen nereye gidersen git, aklında taşıdığın bir yük... Kapı, yüreğindeki sızı... Kapı, ellerinin titremesi... Kapı gözündeki yaş... Kapı sessizliğin çığlığı... Kapı...

Kapıların kapandılar demiştim bir şiirimside... Kapan...
Kapılar kapansa kimi tutsak eder ki... Kendini mi dışardakini mi?
Kafam mı karışık bu sabah... Üstüme mi geliyor duvarlar, tilkileri gördün sürü halindeler... Köylüler isyan bayrağını almış eline, geliyorlar büyük bir öfkeyle... Kapı... Onca yol sırtımda taşıdığım, aklıma yüklediğim, ağırlığını yüreğime verdiğim kapı... Nerdesin... Kapansana... Korusana... Kollasana...

Hangisi güvenli ki; ardına kadar açılması mı kapalı kalması mı? Hani bağır bağır bağırıyorum, kapının ardı diye, belki zaten çoktan ardındayım... Belki ardına saklanmışım... Farkında değilim belki, ben cennetteyim de cehennemi merak ediyorum, belki yolumu cehenneme çevirip, kendi ellerimle kendimi ateşlere atıyorum... Yapmıyorumdur değil mi? O kadar aklımı yitirmemişimdir... Görüyorumdur neyin ne olduğunu, biliyor ve hissediyorumdur... Değil mi?

Kapı öyle ağır ki... Öyle zor ki yerinden hareket ettirmek, yüzüme kapanmış bir kere geç fark etmişim... Boşuna ellerimi kanata kanata vurmuşum dış yüzüne... Taş mısın be kapı... Taş mısın... Bi duy sesimi... Bir yankılansın açılman için vuran yumruklarımın sesi ardına saklanan uçsuz bucaksız vadilerde... Yankı karşılığı olmazsa çıkmaz mı... Ben sandım ki... Evet, ben sadece sandım...

Ellerim acısın, tırnaklarımın arasından kanlar sızsın, ne gam... Ne gam... Yeter ki bir kerecik göreyim şu kapının ardını, bir kerecik...

Ölüm mü var ardında... O da sadece bir kez mi görünür insana...

Sadece bir kez mi...

Zamanı değil mi?

Sanki... Sanki aralandı az önce, beyaz bembeyaz bir ışık; ince, süzüle süzüle gelmiyor muydu bana doğru...

Gücüm tükendikçe, kayboluyor teker teker tilkiler, köylülerin de sayısı azaldı mı ne... Bak duvar falan yok, duvar falan yok... Az kaldı kapı, ha gayret, ha gayret...


Kapı...

Kapandı...

Ya ışık, sen yağsaydın bari üzerime... İyi değil midir bazen ışık, faydalı olmaz mı aydınlık...  Ne diyorsun aklım, ne demeye çalışıyorsun...

Karanlıkta kaldım gene, tilkiler üşüşecek başıma, köylüler gelip oturacaklar karşıma, duvarlar boş durur mu gelecekler gene üstüme üstüme... Yaşam mı... Baş etmek mi... Güçlü olmak mı... Ayakta durmak mı... İnsan olmak mı...

Ne diyorsunuz be köylüler, hangi dilde konuşuyorsunuz... Ben tilkice öğrenmedim, ayrıca o kadar güçlü değilim, tükendim, beceremem duvarları geri püskürtmeyi... Öğrenir miyim... Yeterince büyümedim mi ki... Yeterince deneyimlemedim mi ki... Kaç duvar daha yıkılacak üzerime... Kaç tilkiyi daha korkutup kaçırmam gerekecek, kaç köylüyle dost olmayı başarmalıyım ki daha...

Oysa kapı, bu sefer öyle güzel aralanmıştı ki, öyle güzeldi ki ışık...
Çağırıyordu... Hissediyordum, az kalmıştı aydınlığa... Çok az...

Öyle az kalmıştı ki... Kapandı...

Sahi ne tarafındaydım ben kapının, yoksa ortada bir kapı yok muydu, herşeyi ben gene sandım mı? Köylüler aslında yok mu, tilkiler, duvarlar... Vardılar, inanın vardılar, dokundum ben tilkinin tüylerine, gördüm köylülerin bakışlarını, yıkıldı bir duvar üstüme, çok değil 2-3 zaman önce.... Ben yalancı değilim, düşler gördüğüm, sandığım zamanlar olmuştur ama ben yalancı değilim. İnanın, inanın bana gördüm ben ışığı... Kapı vardı, önümdeydi, duruyordu, üzerime geliyordu...Işığı gördüm diyorum... Işığı gördüm ben... Buza kesmişti elleri, ben ışığı gördüğümde... Ona sorun, o der size... O anlatır bütün olup biteni... Elleri buza kesmişti, duvar üzerime düştüğünde... Elleri... Tuttu mu bıraktı mı beni bilmediğim elleri... Buza kesmişti...


_________________________________
Fotoğraf / devianART

16 Aralık 2009

HER SEVMEK FARKLIDIR


Cem Adrian - Kimler Geldi Kimler Geçti

Ben bazen seni düşünüyorum...
Bakışını... Duruşunu... Endişelerini... Düşlerini... Özlemlerini...
Bu doğru değil...
Doğrusu, ben bazen kendimi düşünüyorum...
Bakışımı... Duruşumu... Endişelerimi... Düşlerimi... Özlemlerimi...
Bu da doğru olmadı...
Doğrusu, ben bazen bizi düşünüyorum...
Bakışımızı... Duruşumuzu... Endişelerimizi... Düşlerimizi... Özlemlerimizi...

Bir rakı masasının orta yerine koyuyorum bizi; salatanın limonunu sıkıyorsun önce ellerim ellerinde, sonra rakıya bir buz atıyorsun gözlerin gözlerimde... Sonra bir şarkı çalıyor;

Kimler geldi hayatımdan kimler geçti
Hiçbirisi hasretini gidermedi
En güzeli senin kadar sevilmedi
Kimler geldiiiiiiii
Kimlerrrrrrrrr geçti

Kadeh kaldırıyorum, yüreğimdeki varlığına, masanın orta yerine kuruluşuna, kimseye çaktırmadan beni  öpüşüne... Oooo diyor, beni tanıdığını düşünen arkadaşım, bu gene daldı geçmişe... Baksana nasıl da içli içli eşlik ediyor şarkıya... Koluma bir kol atıyor, kimeydi bu hal tavır diyor...

İnsan, hayatında o onda kim varsa en çok onu sever diyorum, ve bütün aşk şarkılarını bir tek ona söyler... Her sevmek farklıdır bir diğerinden. Çünkü bütün sevmeler özeldir ve hayatına aldığı herkesi farklı bir güzellikle sever yürek...  Ve eğer kendine dürüstse, bir tek onu sonsuzca sever tıpkı daha öncelerde olduğu gibi, yüreği bir tek onun için pırpır eder... Ve bir tek gece bile olsa mekansal ayrılık, hasretlik duygusu sarar yüreği...

Rakı masalarının, uzayan geceye yayılışını keyifle seyreden bir kadın var uzaktaki köşe masada ki o kadın bu yerin işletmecisi.. Şarabını koymuş, yüzü bize dönük... Mekan beyaz örtüleri, çıtırdayan gümüşi döküm sobası ile bir balıkçıdan çok evde hissi uyandırıyor gelende. Biliyorum ki bu nedenle mudavimleri var mekanın. Sıklıkla gelen olunmasının ayrıcalığı ile konuk oluyoruz sobanın hemen yanı başındaki en sıcak masaya. Herşey bize özelmiş gibi tek tek getiriliyor masaya, öyle ki bizler kendimizi en özel sanıyoruz. Kadına teşekkür ediyoruz, gösterdiği ilginin altını çizerek ve özenin üstünü vurgulayarak. Gülümsüyor, "her müşterimiz özeldir" diyor. "Her birinin yeri ayrıdır gönlümüzde." Masanın diğerleri toplu halde bana bakıyor, bu da senden der gibi... Ya da ben öyle sanıyorum.

Gece yarısına ulaşa dursun, ben senli benli bir sendelemenin ortasında, tutunuyorum düşlere... O mekandan çıkıyoruz, dilimizde aynı melodi ve sözlerle... Yüreğini bildiğimden, yürekten söylediğin o şarkının o anda bana olduğunu da biliyorum, yüreğimle sana eşlik ediyorum, bağıra çağıra, avaz avaza... Kimler geldi hayatımdan kimler geçti...

Kimler geldi hayatımdan kimler geçti
Hiçbirisi hasretini gidermedi
En güzeli senin kadar sevilmedi
Kimler geldiiiiiiii
Kimlerrrrrrrrr geçti




____________________________________
 
Fotoğraf / 1x.com
Şarkının Söz Yazarı / Fikret Şeneş

Eski Döküm Bir Sobanın Başında Oturdum ve Düşledim

Kışın ayazı sadece kırağı vurmuş topraklarda hissettiriyordu kendini, bir de küçüçük, daracık camın önünde gözüken kiraz ağacının uç dallarındaki buzlarda... Soğuktu, sobanın yanı başına yerleştirdiğim rahat koltuğumun hemen yanında kendi ellerimle boyadığım taburenin üzerine koydum şekersiz kahvemi, kokusunu içime çekerken burbonlu %48 kakao içeren çikolatamdan bir parça kopardım, üst damağıma yapıştırıp kahveden bir yudum aldım, çikolata ve kahvenin içiçe geçerken yaydığı keyfe duyularımı kabarttığım sırada aldığım keyfe eşlik eden bir kar tanesi yavaş yavaş süzülerek, az önce tutunduğu daldan kopup, hemen pencere pervazında kendini korumaya alan yaprağın üzerine kondu.

Bütün bunlar olurken sen yüreğimdeydin, düştüğünden beri hiç çıkmadın ki...  Senli benli haller üzerine gidip gelen aklımın, beni hüzün ırmaklarına sürüklememesi için, aklımı alıp başka diyarlara yola çıkayım diye, dağ evinde çok zaman önce okunup, bir gelen olduğunda okur belki diye bırakılmış kitaplara elimi uzattım.



“Yalnızca içinde bulunduğun anı yaşamaya çalış.
Eskiyi anımsamak, bizden daha yaşlılara özgüdür,” diyordu sevdiğim adam bana.

An'ı yaşıyordum; kahvenin kokusu, damağımda kalan tat ve sobanın ısısı düşlerden düşlere sürüklüyordu beni. Bazen iç çekiyor bazense gülümsüyordum. Kitabı elime alıp her açtığım sayfasına çeşitli sorular sorup cevaplar arıyordum. Kah sen oluyordum, kah ben, kah senin duyguların kah benimkiler... Bilirsin, daha önce okuduğum bir kitabı tekrar elime aldığımda bu tür bir oyunla kitabı kurcalar ve böylece hem keyfimi katlar hem de oyalanmış olurum.

Bütün aşk öyküleri birbirine benzer.

Ne komiktir değil mi yaşam sevgili, üst üste koyduğumuz anların bizde bıraktıklarını illa çıkartır su yüzüne... Düşünsene aşkın ilk zamanlarını, sevdiğin ya da sevebileceğine inandığın düşer aklına zaman zaman; gülümsersin, sonraları aklından çıkmaz; gülümsemeye devam edersin. Sonrasında aklına gelir hüzünlenirsin, sonra da eski aşklar mezarlığındaki yerini alır, sen bir şarkı çaldığında ya da bir ses duyduğunda bazen de hiç olmadık bir anda gidip ziyaret edersin. Zaman sen içine ne sığdırıyorsan odur... Bazen koca bir zamana içi dolu kısacık bir yaşam, bazen kısacık bir zamana koca bir yaşanmışlık sığdırırsın. Sen mi kurmuştun bir zamanlar buna benzer bir cümleyi anlarımız üzerine konuşurken... Belki de...

“Gülünç, diyorum, kendi kendime. Aşktan daha derin hiçbir şey yoktur. Çocuk masallarında, prensesler kurbağalara öpücük verir ve kurbağalar sevimli prenslere dönüşür. Gerçek yaşamdaysa, prensesler prensleri öper ve prensler kurbağaya dönüşür.”

Akıp giden zaman içinde, prenslerin de prenseslerinde kurbağaya dönüştüğü öyle çok hikaye gördüm ve dinledim ki... Neyse ki sevgili, ne sen prenssin ne de ben prenses, bu durumda bizim masalımızın bildik bir masala dönüşmeyecek olması muhtemel gibi gözükse de, bütün aşk öyküleri birbirine benzermiş ya... Üstad öyle buyurmuş, göreceğiz...

- Sevmek tehlikelidir.
- Biliyorum bunu. Daha önce birini sevdim. Sevmek; uyuşturucu almak gibidir. Başlangıçta kendini iyi hissedersin, bütünüyle verirsin. Ertesi gün, daha fazlasını istersin. Henüz zehirlenmemiş, o duygudan hoşlanmışsındır ve onun üzerindeki egemenliğini sürdürebileceğini sanırsın. Sevdiğin kişiyi iki dakika düşünür, sonraki üç saat boyunca unutursun.

Ama, yavaş yavaş onun varlığına alışır, ona bütünüyle bağımlı hale gelirsin. Böylece, onu üç saat düşünüp, iki dakika unutmaya başlarsın. Yakınında değilse, bağımlılarının uyuşturucu bulamadıkları zaman hissettikleri şeyi hissedersin. Uyuşturucu bağımlılarının, gerek duydukları şeyi bulamadıkları zaman hırsızlık yaptıkları, kendilerini aşağıladıkları gibi, aşk için her şeyi yapmaya sen de hazırsındır.

- Ne korkunç bir benzetme!” diye bağırdı.  

Kitap iyiden iyiye sardı beni, paralel düşüncelerle karşılaşınca insan kitabın içene giriyor, bir solukta okunan nice kitaba dön bak, illa kendinden bir parçayı bulmuşsundur içinde. Tesadüf üzerine konuştuğumuz zamanlara dönüp bakıyorum da... Çok da zaman geçmemiş ama ne tuhaf değil mi sevgili, içinde sen olan bütün zamanlar, üzerinden çok yıllar geçmiş gibi yıllar öncesinden çağırıyorum da koşarak geliyorlar gibi soluk soluğa...

Kahvem bitmek üzereyken, sobaya bir çam parçası attım, büyükçe, üç beş tane de kozalak, kömür ısıtsa da sesi bir başka çamın meşenin kozalağın, insan duymak istiyor çıtır çıtır odunun sesini... Kar iyiden iyiye gösterdi kendini, dağ çileklerinin üzeri neredeyse kapandı, oysa dallarında henüz pembe beyaz bir kaç tane çileği vardı. Bugün yarın onlarda güneşe aldanıp rengini salıverirdi ama kar bu bekler mi, aşk gibi ani ve çarpıcı bir giriş yaptı... Böyle lapa lapa yağarken iyi de, tipiye çevirirse durum fena. Neyse ki, bir haftalık yiyecek ve yakacak stoğumuz var.

Kafasının içi bölünmüş bir insan, yaşamın yükünü gerektiği gibi kaldıramaz.

Akılla yürek neden bir olup güç vermezler de insana, ayrı ayrı yollardan gitmek konusunda ısrarcı olurlar. Nedir ki onları birbirine düşüren. Aklımın almadığını yüreğim onaylar, yüreğimin kaldıramadığının elinden aklım tutar. Sana da olur değil mi sevgili, senin de aklının yüreğinle tutuştuğu, kavgalı olduğu, yumruk yumruğa bir kavganın ortasında senin ötende bir şeylerin o kavgayı durdurduğu olmuştur değil mi?

“Bundan böyle kendi karanlıklarım beni hiç boğamayacak, diye kendi kendime söz verdim ve kapıyı Ötekinin yüzüne çarptım. Üçüncü kattan düşmek de, yüzüncü kattan düşmek kadar hasar bırakırdı.”

Düşeceksem, çok yükseklerden düşmeliydim.

İnsana bir cesaret geliyor aşık olunca, sanıyorsun Ferhat'a dağları deldiren güç sana da gelecek ve sen aşamadığın onlarca sorunun üstesinden geleceksin. Ha diyeceksin ki şart mı be sevgili, değil elbet, değil de insan beşer şaşar, bugün evet dediği yarın yetmez, bugün yeter dediğinde yarın boğulur gider... Düşmek nereden düşersen düş acıtır canını. Bir de can acısı insanın acı eşiği ile doğru orantılı, hani zaman gibi bir parça, demiştim ya daha önce zaman vardır uzundur boş bir yaşam sığar içine, zaman vardır kısadır, dolu doludur bir ömür gelir dinleyene...

Beklemek. Aşk konusunda öğrendiğim ilk ders buydu. Gün sürüklenip gitmektedir, binlerce plan yaparsınız, olası tüm diyalogları düşlersiniz, davranışınızı değiştirmeye söz verirsiniz kendi kendinize - ve orada öylece beklersiniz, kaygılar içinde, sevdiğiniz insan dönünceye kadar.

Ne tuhaf değil mi sevgili, sabır aşkın doğasında var, sabırsızlıkla iç içe... Dedim ya tuhaf işte... Tezatlar bütünü gibi aşk biraz; bir parça mutluluğun, bir parça hüzünle gölgelenmesi an meselesi.  Gülerken ağlamak,  çoşarken kurumak, tamam derken koşmak hep aşkın içinde...
 
Gözlerimi kapamadan önce, annemin sesini duydum. Bana küçüklüğümde anlattığı bir masalı anlatıyordu, ama ben o zaman, o masalın benim masalım olacağını düşünemiyordum.

“Bir delikanlıyla bir genç kız birbirlerini çılgıncasına aşık olmuşlardı,” diyordu annemin sesi, ben rüya ile kendimden arasında bocalarken. “Ve nişanlanmaya karar verdiler. Nişanlılar her zaman birbirlerine armağan sunarlar. Ama delikanlı yoksuldu - sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinde kalan saatti. Sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek, ona çok güzel bir gümüş tarak alabilmek için, dedesinden kalan saati satmaya karar verdi.

Genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık armağanı alacak parası yoktu. O da, yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek saçlarını sattı. Eline geçen parayla da, sevdiği adamın saatine altın bir köstek aldı.

“Ve nişanlanacakları gün yeniden buluştuklarında, genç kız ona, sattığı saat için bir köstek armağan etti; delikanlıysa genç kıza, kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak.”
 
'Yaşam, sen planlar kurarken, karşına çıkanlardır'... Kim demişti, ne zaman demişti, bir yerlerde mi okumuştum hatırlamıyorum ama sen bilirsin aslında. Ne çok hayaller kurup, ne çok konuşuruz üzerine; yaşamak, denk gelmek bir yerinde akıp giden zamanın... Aynı yöne bakmak ve aynı anı düşlemek, yanyana değilken bile... Bugün mesela, şu sobanın sıcağına uzanmış yatıyorken ne yolculuklar yapardık sokak aralarında kimbilir, henüz gidip görmediğimiz yerlerde ne çok gülerdik, ne çok düşler kurardık üzerine...

Ne var ki Tanrının bana ikinci bir şans bağışladığını biliyorum. Bu şansı bana, seninle birlikte olduğum şu anda bağışlıyor. Ve yolumu bulmama yardım edecek bana.
Bir kez daha sözünü kestim: “Bizim yolumuzu.”
Beni ellerimden tutup ayağa kaldırdı.
“Git eşyalarını topla. Düşler boş oturtmaz insanı.”

Sis indi karşı dağların üzerinden, cam önünde ötüşen kuşların sesi duyulmaz oldu; görsen az önce elma ağacında kalan bir yanı çüürük bir elmayı paylaşmalarını; filme almak isterdin, çocuklar da bilsin paylaşmanın değerini diye...  Akşam için bir çorba kaynatmanın ve sobayı kömürle desteklemenin zamanı geldi. Vakit keyifli düşlerden ve düşüncelerden, gerçeğe dönme vakti. Aynı hikayedeki gibi, hem sorumluluklarını bilecek hem de bahçenin güzelliklerini göreceksin...

Ah be sevgili, yüreğim; sımsıcak bir sevdaya ta uzak yollardan koşup gelişini hiç unutamıyor, o ilk gelişindeki heyecanlarla yüreğimdeydin tüm gün ve dönüşündeki hüzün kapladı aklımı bir an, sadece tek bir an hüzünlendim yokluğuna...  Bugünkü keyfime katık edip seni, senli benli bir düşün  peşine düştüm. Yüreğimi ısıtan sevgine sarılıp uyuyacağım bu gece... Gözlerini hiç ayırma gözlerimden ki özlemin yakmasın yüreğimi...
 
Aşkla...
 
 
 
______________________________________________________________________________
 
İtalik yazılar alıntıdır.
Alıntılar Paulo Coelho'nun Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım  kitabındandır.
Başlık yazarın kitabına bir göndermedir.
Fotoğraf / deviantART

15 Aralık 2009

YÜZLER


Herkes kendine bir yüz bulmuştu, arkasına saklanmış o yüzden rahat rahat konuşuyordu. Olur da bilinir, bulunursa hemen gibip başka bir yüze sığınıyordu. Ben de kendime yüzler aradım yüzlercesinin içinde; bir yüz, nasıl ince... Yakışmadı tenimin rengine... Sonra başka bir yüze denk geldim; bakışları naif değildi, beğenmedim. Dolaştım nicelerinin arasında: Yüzler... Yüzlerce...

Kendi yüzüne sahip çıkmalı insan, kendi yüzünden düşse de bir gaflete dedi yürek sesim bana...  Yüzüne sahip çık dedi yüreği güzel biri bana, yüzün kendinin olmazsa yüreğinden geçeni bilemez hiç kimse hem yüreği güzel olanın yüzü de güzel olur... Yüreğimi bilsin istedim; yüzüme gülen, gözümü gören, gülümsememi seven...  Kendi yüreğimi bildiğimden vazgeçemedim kendi yüzümden...

GÜLDEN PEÇETE

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...

Başucunda duran yeşil telefonun tız ve ince sesine açtı gözlerini, arayanın o olduğundan şüphelense de açtı, istemsizdi... Sesine yansıyan öteki haliyle, buyrun dedi... "Lobide bir bayan var sizi bekliyor, haber vermemizi istedi. İsmi..." İsmi duymak istemedi, birşey demeden kapadı telefonu. Eşofman altını giydi, üzerindeki tişörtle kapıya yöneldi. Saate bakmak aklına geldi. Komidinin üzerinde değildi saati, banyoya baktı, yoktu. Ne kadar uyumuş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı, başının ağrısı tek bir vuruşla kendini belli edince, üzerinde durmadı. Otel odasının kapısını araladı, bekledi. Bir an nereye ve neden gittiğini hatırlamaya çalıştı. Koridor loş ve boştu. Geç olmalı dedi. Geçti...

Lobiye indiğinde, sağa sola bakındı. Motel şehrin kalabalığından uzak ama şehre yürüme mesafesinde, fazla pahalı olmayan üçüncü sınıf bir oda kahvaltı hizmeti veren bir yerdi aslında; karşı nehrin ışıklarının  yere kadar uzanan camdan süzülerek içeri girdiği köşe masayı kendine mekan bilir zaman zaman bir içki içip sohbet etmeye arkadaşlarla gelebilirdin bile; salaşlık attığın her adımda kendini göstermiyor olsaydı tabi...

Kadın, bir film setinden az önce çıkmış bir fahişe rolü oynayan yeni yetme duplör gibiydi. Esas kadın olamayacak kadar bakımsız taranmış saçları ve özensiz makyajı ile elindeki sigarayı henüz yakmış ve  yırtıkları daha uzaktayken bile fark edilen ahşap oymalı bordo kadife koltuğun kenarına doğru oturmuş, sokak lambasının yüzüne vuran ışığında kendinden gizlenmişti sanki. Adamı fark edince sigarasından derin bir nefes aldı. Sigara dumanı, sokak lambasının ışığı, yırtık bordo ahşap oymalı koltuk, önünde duran koyu renk uzun sehpa ve sehpaya uzattığı bacağından fark edilen hemen bileğinde biten file çorapla tam da kendisine biçilen rolün hakkını verebilecek gibiydi. Belki de gerçek bir aktördü... Koyu şarap kızıl saçlarını geriye doğru attı. Bakışlarına derin bir anlam yükledi ve adamın ona gelişindeki sıkıntıyı ve boşvermişliği  hissedince gözlerini kısdı.

Adam, manzarayı tam karşısına alacak ve kadın solunda kalacak bir şekilde daha genişce ve daha iyi bir durumda olan koltuğa hiç ses çıkartmadan oturdu. Ne yürürken ne de otururken kadına bir kez bile dönüp bakmamıştı. Kadın sehpa üzerinde duran filtresiz sigaradan adama uzattı. Kırık ve yer yer ojeleri çıkan bakımsız tırnakları, kadının ilgisinin uzun zamandır kendi üzerinde olmadığının kanıtıydı. Adam kafasını hiç o yöne dönmeden sigaradan bir tane aldı. Kadın tam çakmağa uzanacakken, adam kendisinden beklenmeyen bir hızla çakmağı aldı ve kendi sigarasını yaktı. İkisi de o ana kadar tek bir cümle kurmamıştı. Sigaralarının içlerine çektiler, gecenin sessizliğinde sigaranın ateşinin çıkarttığı sesi bile duymak mümkündü.

Bütün bunlar olurken, motel girişindeki yerini kadın geldiğinden beri bozmayan gece görevlisi, bir film setinin tam ortasına düşmüş bir hayranlıkta ve sessizlikte; ellerini deske dayamış, hemen ardında duran kutucuklardan sarkan oda numaralarının ve anahtarlarının bulunduğu dolabın önünde kafası ellerinin arasında, mısır ve kolası eksik bir izleyici gibi olan biteni seyrediyordu.

Sigaralarını uç uça ekleyen ikiliden sessizliği bozan adam oldu.

_ Neden?
_ Neden geldim mi? Soru bu mu?
_ Neden geldiğini biliyorum, neden şimdi?
_ Bekledim, dönersin diye, dönersin ve konuşuruz üzerine... Sen dönmeyince ben geldim...
_ Gelmeyeceğimi söyledim, dönmeyeceğimi... Ve konuşmayacağımızı... Demedim mi yalnız bırak beni, zamana ihtiyacım var, demedim mi sana... Ne diye geldin, ne diye peşimi bırakmıyorsun... ben zamanı gelince geleceğim demedim mi... Henüz değil demedim mi... Zaman... Neden anlamıyorsun zamana ihtiyacım var benim...
_ Bütün bunları biliyorum... Sadece...
_ Sadece ne...

Adamın sesinde öfke baskındı, cama çarpsa kıracak sertlikte çıkan "ne", deske ellerini dayamış adamın bile  sıçramasına neden olmuştu ve görevli ilk kez kendine çeki düzen verip sanki işi ile ilgileniyormuş gibi yapmıştı. Kadının sesi, ılık bir meltem gibi yayılıyordu lobiye, sesinin dokunduğu herşey yeniden renkleniyor, tazeleniyor gibiydi. Adamın öfkesi öyle yüksek bir set kurmuştu kadının önüne, kadının kelimeleri o sete çarpıp geri dönüyor gibiydi. Oysa belki adama ulaşabilse, adam kadının ne dediğini duyabilse, herşey değişicekti. Adam onca kelime arasından; "Hatırlar mısın seni ilk gördüğüm günü... Pencereyi açtım. Ve de yüreğimi. Odaya güneş doldu, ruhuma aşk...(*) demiştim... Şimdi kapadım penceremi" dediğini duyabildi. Adam belki az öncekinden daha da sert "Bunu mu söylemeye geldin" diyerek döndü yüzünü kadına. Elleri titriyordu, adam boncuk boncuk terliyordu. Sonunu bilen ve henüz ölmek istemeyen bir mahkum gibiydi; öyleki az sonra celladı gelecek ve adamın kendini içine hapsettiği hücrenin kapısını açacak ve istenmeyen sona doğru uzun ve dar bir koridordan geçecek gibiydi...

Kadın, ilk defa adamın gözlerinin içine baktı ve "Bunu söylemeye geldim, bir de şunu vermeye..." dedi. Sesi hala ılık ama dimdikti. Kadın adama doğru uzattı elini, adamın titreyen elini avucunun içine aldı, beyaz peçete gibi birşeyi adamın avuçlarına bıraktı, sanki kırılacak birşey gibi özenliydi. Ya da çoktan kırılmıştı parçaları dağılmasın diye gösteriliyordu özen. Adam cama doğru döndü yüzünü, kadın sigarasından derin bir nefes aldı ve sehpanın üzerindeki kül tablasının boş bulduğu bir yerine henüz yarısı içilmiş sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Adam kadının az önce kendisine verdiği şeyi avucunun içinde iyice sıktı, sanki görülmez olmasını diliyordu. Gecenin karanlığında kadının topuklarının yere değdiği anlarda çıkarttığı ses yankılandı. Ne adam, ne de kadın geriye dönüp baktı. Kadın motel kapısından çıkıp, uzaklaşırken bir an durdu. Adam kadının durduğunu hissetmiş gibi bir an ayağa kalktı. Bir film olsaydı, şu anda ikisi de birbirine doğru koşuyor olurdu, ya da adam kadına doğru ya da kadın motele geri dönerdi. Oysa bu yaşamdı. Yaşamın orta yerinde, bir ayrılık sahnesiydi. Vazgeçmek tam da yaşama göre birşeydi... Oysa film olsa...

Adam sigarasının izmarite en yakın noktasındaki son nefesi aldı ve kadının az önce sigarasını söndürdüğü tablada boş bir nokta bulup söndürdü. Kadın yürümeye devam ettiği sırada adam da üst kata çıkmak üzere yola koyuldu. Adamın üzerindeki ağırlık gözle görülüyordu. Düştü düşecek bedenini, güçlükle ayakta tutuyor, bunun bir daha geri dönülemeyecek nokta olduğunu çok iyi biliyordu. İlk basamağa adımını attığında sendeledi, güçlükle trapzana tutundu ve o sırada elindeki peçeteden yapma gülü düşürdü. Deskin arkasındaki adam hiç oralı olmadı, o gülü eline almak ve eğer varsa bu gecenin sırrını çözmek istiyordu. Evet, bu gecenin sırrı, olan biten herşeyin ötesinde, o peçetede saklı olmalıydı, çünkü kadın o elindeki nesneyi uzatana kadar adam güçlü ve kendinden emindi, umursamaz bir tavrı olduğu bile söylenebilirdi. Ama o anda, o gülün bir avuçtan bir avuca geçtiği anda, adamın omuzlarına çöken ağırlığı fark etmemek imkansızdı. Adam eğilip yere düşeni alabilecek durumda bile değildi. Zaten büyük bir ihtimalle elinden kayıp gidenin farkında da değildi...

Deskin arka tarafında duran adam, adamın ilk katı çıkmasını ve ikinci kata yönelmesini fırsat bilip, sessizce ve gizli bir iş yapmanın heyecanı, ve olayı çözecek olan son parçayı bulan dedektifin keyfi ile ilk basamağın hemen dibinde duran terden bir parça  yıpranmış güle uzandı. Bir fare çabukluğunda yerine geri dönüp, yeşil cam tepesi olan ışığının zincirine asılıp açtı. Gülün yapıldığı peçeteyi özenle yaydı; yanılmamıştı: Cevap oradaydı....

'Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyordum. Gerçek aşkın bütün bunların üstünde olduğunu, hiç sevmemektense ölmenin daha iyi olacağını her zaman biliyordum. Ama bu cesarete yalnızca başkalarının sahip olduğunu düşünüyordum. Ve şimdi, şu anda, bunu yapabilecek gücün bende de bulunduğunu keşfediyordum. Ayrılık; yalnızlık, üzüntü anlamına da gelse, aşk her şeye değerdi.'(*)

Adam o gülün yapıldığı o geceyi öyle iyi hatırlıyordu ki, bir ayrılık hali üzerine yaptıkları bir konuşmanın orta yerinde, kadın okuduğu kitabı çantasından çıkartmış ve bu sözleri o peçeteye yazmıştı ve ardından bir gün dönmemek üzere gidersem, sana bırakacağım bu gülü demişti: O zaman sakın arkanı dönüp bakma, sakın bekleme ve sakın ağlama... Sadece böyle bir aşkın bir tarafı olabildiğimiz için sarıl sol yanına ve unutma; 'Aşk kalıcıdır, değişen yalnızca insanlardır.' (*)

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...
 
_________________________________________________________________________
 
(*) Alıntılar Paulo Coelho'nun Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım kitabındandır.
(**) Bu yazı Öykü Atölyesi / Fotoğrafın Dili için kaleme alınmıştır.

14 Aralık 2009

PAZAR SAYIKLAMALARI / İKİ





İki bahçe lambasının keskin beyazında, anın keyfini çıkaran mum alevli tepe lambasının gölgesinde, gecenin güzelliğine şapka çıkaran dostların içtenliğinde,  toscana ile chianti bordosunda, bir yüreğin bir yüreği sevmesinin kaçamak bir öpüşle resmedildiği keyifli bir gecenin devamında...


Bütün dostlar kendi bildik uykularına çekilmek üzere uzaklaşırken kendi yuvalarına, uzandınız yatağa; kaldınız yüreklerinizle başbaşa... Sarıp sarmalandınız aşkın sıcağında...


Tam da o anda bir çitf gülen gözün size; bir tutam sevgi, bir tutam tutku ve bir tutam mutlulukla karışmış bir dolu huzurla baktığını gördünüz. Gülümsemenizle birlikte, sizi kollarının arasına çekti ve alnınızdan öptü.

Şimdi kapatın gözlerinizi, önce geceyi, sonra o geceye uyuyan sizi düşünün, ve adamın gülen gözlerinden size huzur diye yansıyan ışıltıda, sabahın ilk cümlelerini kurun bakalım... 

Adam kadına ne dedi ve kadın adama ne yanıt verdi... Bu büyük bir haber olabilir miydi..?



____________________________________________________


12 Aralık 2009

ÖRTMENİM İYİ Kİ GELDİN


Bu aşk nereye gider diye mesaj attı, mezara yazıp bastım göndere... Beklediğimden daha az bir sürede telefonuna sarılmış olmalı ki, telefonum bir kaç saniye sonra çaldı. Arayan o'ydu. Neden dedi, neden olmasın ki dedim, bütün aşklar bir gün ölür, ya da taraflarından biri...Hımm, peki dedi ve kapattı telefonu...

Peki ya ölen aşklar nereye giderdi? Ziyaret edilen bir mezarlık yok gibi geldi önce ama düşününce... Anılar... Evet, anılar birer mezarlıktı aslında. Belki her bayram gidip ziyaret etmiyorduk ama bazen bir şarkının melodisi, bazen bir koku, bazen bir insan, bazen bir sesle çıkıyorduk anılar mezarlığındaki yolculuğumuza. Ziyaretler bazen kısa, bazen uzun sürse de, bazen acıtıp bazen güldürse de, bazen dertleşip, bazen küfürleşsek de anılar ölü aşkların en güzel mezarlıklarıydı. Bazıları terk edilmiş bakımsız, bazıları çiçeklerle bezenmiş özenle korunmuş.

Onu almaya giderken, mutluydum, çünkü onunla şımarabiliyor, seviliyor ve eğleniyordum. Güzel, içten ve samimi bir gülümseme yerleşip kalıyordu yüzüme, galiba ben en çok onunla ben olabildiğime seviniyordum. Ne zordur, ben olabilmek... Çirkinliklerinizi bile rahatça konuşabilmek, hatalarınız üzerine dertleşebilmek, sevgililer üzerine bazen ağlayıp, bazen kahkahalar atabilmek...

Beni alışveriş merkezinde saatlerce gezdirdiğin, Çok çok az serzenişte bulunduğun, bu sefer ilk seferde yemeğe karar verip gene ve ısrarla hüsrana uğradığımız halde yüzünü asmadığın, barın kapanışı sırasındaki tüm şımarıklığıma katlandığın ve uslu bir çocuk olup hemen uykuya daldığın ve güne  gülümseyerek başlamama karşılık verdiğin için teşekkür ederim örtmenim, sen bana iyi geldin, iyi ki geldin...


_____________________________________

Fotoğraf / 1x.com

11 Aralık 2009

GEÇTİN VE GEÇTİN...

Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de, görülmez mi be sevgili...


Yazdığı mektubu bu sözlerle bitirdi... Sevmekten yorgun düşen yüreğini, mecalsiz kalan dile getirişlerini, gücü tükenmiş bekleyişini son bir kez belirtmek istemişti. Her zamanki gibi özenli tavrını korumak istemişti; seçtiği kelimelerin az ve öz olduğundan emin olmak ister gibi defalarca okudu yazdığı satırları. Bazen bir kelimeye takılıp kalıyor, o kelimenin istediğini anlatıp anlatmadığından emin olmak için bir de yüksek sesle okuyordu.

Hayatı doya doya yaşamak ne kadar zorsa; yaşadığın hayatı anlatabilmek de bir o kadar zor.

Yaşadıklarını anlatabilse; hani kelimeler yetse, hani tükenmez bir kalemin mürekkebi gibi olsa kelimeler ve sonsuz uzunlukta olsa beyaz kağıtlar... Bundan daha fazlasını anlatabilirdi belki. Yaşadığım hayat dedi yüksek sesle, ya da o öyle sandı... Yaşadığı hayat, yazsa roman olurdu... Ne zaman iki satır yazı karalamaya başlasa, boşluğa atlamadan önceki korkuyu hissederdi derinlerinde.  Bu mektubu yazarken çok zorlansa da ilk defa yarım bırakmadı. Kendini şöyle ikna etmiş olduğunu da bir daha hiç hatırlamayacaktı: Bu benim son mektubum, bir vasiyetname sevdiğim kadına bıraktığım. Kadınımda kalacak son izim... Kadınım... Bu kelimeyi söylerken hala gülümsüyor oluşuna, hala yüreğinin kıpırdanışına, hala ısrarlı bir bekleyişin kurbanı hissedişine ve hala gözlerinden yaş gelmesine bir anlam yüklüyordu da anlamamazlıktan gelmeyi bir çözüm olarak görüyordu kendine. Mektubu okumaya devam etti. Satır aralarında dillendirilmeyen ama okurken hissedilenleri durup düşünüyordu arasıra;

Kendime ve bu dünyada en fazla sevdiğim kadına borçlu olduğum için bu düşüncelerimi yazmam gerektiği konusunda kendimi son bir kez ikna ediyorum.


Rahatsız edici soğuk bir ter beni sarmaya başlıyor.
Aldırmıyorum.
Boşluk beni içine çekiyor.
Hiç düşünmeden atlıyorum.
Düşerken midem bulanıyor.

Satır aralarına sıkışıp kalanları aklından geçirirken, gözünün önünden hayatının bazı kareleri geçmeye başladı. Görüntüler giderek hızlanırken, kafası aşağıya doğru düşmeye başladı. Boşluk kelimeleri  yuttukça, daha da derine düşüyordu ve midesi daha da fazla bulanıyordu. Gördüğü anlar,  kareler giderek önemini yitiriyordu.  O şimdi sadece korkuyordu. Gerçeklerle yüzleşme korkusu, onu ölüm kadar korkutuyordu. Şimdi karşısında sadece o bakışlar vardı, çok zaman önce ilk karşılaşmalarını anlatmaya çabaladığı karalamaların arasında bulmuştu o bakışları...
O güzel bakışların beni o kadar etkilemişti ki,

İçinden inanılmaz bir enerji saçıyordun,
İnanılmazdın.
Orayı terk ettikten sonra nereye gideceğimi şaşırmıştım.
Aynı gece bir kaç kez aklımdan geçtin.
Geçtin ve geçtin…..

Sandalyesinde geriye doğru kaykıldı. Mektubu ikiye katlayıp, özenle zarfa yerleştirdi. Zarfın üzerini  yazarken eli hafifçe titredi. Suçu, o anda açık pencereden girmekte olan gecenin esintisine yükledi. Kalkıp pencereyi kapattı. Mektup masanın üzerinde öylece duruyordu. Sevdanın gölgesi mektubun üzerinde uzuyordu. Uzandı mektuba, eline aldı, göndermekten vaz m ıgeçiyordu... Elinde mektupla yürüdü evin loş koridorunda, kapısı uzun zamandır açılmamış odaya ulaştığında yavaşlattı adımlarını. Kapıyı açtı, içeride sadece iki kişilik pirinç bir yatak ve başında bir komidin vardı. Zarfı, komidinin üzerine bıraktı. Cama doğru ilerledi. Kadının kendini bıraktığı pencereden boşluğa; sonsuzluğa baktı.  Kadının giderken bıraktığı zarfın yerinde kendi zarfı duruyordu, kadının yazdığı son mektuptaki son sözlerle bitirmişti mektubunu: 'Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de, görülmez mi be sevgili...'

Rahatsız edici soğuk bir ter bütün bedenini sarmaya başladı. Aldırmadı. Boşluk onu içine çekiyordu. Hiç düşünmeden atladı. Düşerken midesi bulandı. Geriye, komidinin üzerinde yayınevine bıraktığı bir mektup ve kapaklı bölmede yer alan, üzerinde 'SENLİ BENLİ / bir özyaşam romanı taslağıdır' yazan bir kutu dolusu kağıt bıraktı.


________________________________________

Fotoğraf / deviantART

10 Aralık 2009

UMURSA(n)MAK

Ben onun umrundayım dedi ağlayarak; hıçkırıkları ile nefes alışları arasına sıkışıp kalan tıkanmaları olmasa daha da fazlasını söyleyecekti elbet... Sakinleştirmek için bir bardak su uzattım. Titrek ellerinin arasında bir süre tuttu içi su dolu bardağı. Suya bakıyordu, geleceği görmek isteyen bir büyücünün bakışlarını yakaladım gözlerinde... Kafasını bana doğru kaldırdı; bir şey söyleyecek gibi yutkundu, sustu. Bir şey demedim. Suyunu iç bile diyemedim. Sustum.

Dakikalar sonra sessizliği benzer bir cümle ile bozan gene o oldu: Beni düşünmese, sevmese beni, olur muydum düşlerinin içinde. Yapar mıydı beni bir yolculuğun yol arkadaşı kendine söylesene... Israrlıydı sorularında, cevaplar arıyordu. Ardı ardına sorular soruyordu. İlahi bir şekilde cevaplar iniverse oracığa bitecekti acısı ama inmiyordu. Soruların içinde boğuluyor, yutkunmalarının arasına sokuşturduğu burun çekmeleriyle küçük, çelimsiz, korumasız, elinden oyuncağı alınmış saçları dağınık bir kız çocuğunu andırıyordu. Elimi uzattım, neredeyse yarım saatte yudum yudum ancak bitirebildiği su bardağını elinden düşürmeden elinden aldım. Teninin yumuşaklığı dikkatimi çekti o anda, sanki daha önce hiç dokunmamıştım tenine, şaşırdım tenini hissedişime...

Saatler sonra hala aynı dolap beygirinin üzerindeydik, benzer sorular farklı kelimelerle hep; neden, niye, nasıl, ama, ne zaman, nerede, kim soruları ile bitiyor veya başlıyordu, bazen de sadece tek kelime olarak öncesiz ve sonrasız bir halde etrafa saçılıyordu. Ne yaptım ne ettiysem söndüremedim yangınını. Gecenin karanlığı kendini sabahın aydınlığına bıraksa da, o bunun farkında değildi... Umursanmak istiyordu, benim tarafımdan umursanmaksa şu anda umrunda bile değildi; o sevdiği adam tarafından umursanmak, korunulup, sakınılmak, sarılınıp sarmalanmak istiyordu. Ellerini ellerime alma cesaretini gösterdiğimde, sorabilmeye cesaret edebildiğim tek şey, burada benimle kalıp biraz uyumak ister misin oldu. Kıpkırmızı gözleri, kırılgan yüreği ve kendini içten içe göstermeye başlayan öfkesi ile salladı başını evet anlamında. Hemen ayaklandım. Garip bir mutlulukla donanmış heyecanımın anlamını biliyordum, o benim onu umursamamı umursamasa da ben onu umursuyordum. Yatağı hazırladım, ona giyebileceği rahat bir eşofman buldum, üzerini giyinip geldiğinde, gülümseyen yüzünü gördüm. Haliyle büyüktü onun için bulabikdiklerim; hani üzerine bir kaç beden büyük kıyafet giyen çocukların halleri olur ya, gülümsetir sizi de; işte öyle karşılıklı gülümsedik birbirimize, o gece için ilk defa.

Yatağa uzandım, yanıma uzandı, hiç beklemezdim; bu gece burada kal derken yanıma uzanacağını. Tanırdım, bilirdim, konuşmak için buraya gelirken bile yüreğinin ihanete açılan kapılarında huzursuzluk bekçileri onu ellerinde mızraklarla beklerdi. Ama uzandı yanıma, yatağın kenarına... İçinde en ufak bir ihanete açılan kapısı olmasa da benim gizli aşka yelken açan şeytanlarım rahat durmayacaktı o anda. Sırt üstü uzandım, yanımda onca zamandır seni seviyorum demeyi göze alamadığım kadın yatıyordu, korunmaya muhtaç bir kız çocuğu gidiydi. Bedenimin terlediğini hissettim, uyandığını ve uyarıldığını...


Kafamdan geçenleri ona söylesem yüzüme bile bakmazdı, konuşmazdı bilirdim; hiç konuşmadan, birşeycik söylemeden sarıp sarmalasam, öpsem, koklasam, istiyorum seni desem; bilirdim yüzüme bile bakmazdı, konuşmazdı... Sırtı bana dönüktü; teşekkür ederim, bu gece beni yalnız bırakmadığın için, iyi uykular dedi... İyi uykular diyebildim, oysa öpmek istedim, usul ve derin, oysa sarılmak istedim sıcak ve sonsuz ama sadece iyi uykular dileyebildim. Öylesine umrumdu ki, dokunamadım tenine bir kez bile, gözümü bile kırpmadım yanında uykumda şeytana yenik düşmiyeyim diye, dönmedim bedenimi bedenine ya söz geçiremezsem diye... Ağladım küçük bir erkek çocuğunun elinden oyuncağı alındığındaki haliyle, sümüklerim bıyık izlerimin hemen üstünde, sessiz ve içli ağladım, umrumdasın be kadın, sen benim umrumdasın diye...


__________________________________

Fotoğraf / deviantART