19 Şubat 2010

BİR KADIN DÜŞÜN






Bir kadın düşün şimdi;
Koyu kahpe saçlarını, usturayla budayan,
Ve kirpiklerinden hüzün maskarası damlayan...

Bir kadın,
Ve O'nun yenip bitirilmiş, loş dudakları
"Öyle" bir kadın işte;
Düşlerinin yüzünde,
Kezzap oyukları..

Bir kadın düşün şimdi;
Bileklerini kitap sayfalarıyla yamayan
Ve ucu yırtık bir gecenin koynunda sabahlayan,

Bir kadın,
Suya atmış inandığı bütün muskaları,
Öyle bir kadın işte
Gençliğinin sırtında,
Sigara yanıkları....

Bir kadın düşün, şimdi..
Düşün bir kadın daha hayattan..
Hani der ya şair;
"Mümkünse farzedin yaşamamıştır.."
Tıpkı öylece ;
Düşün!..


Bir kadın daha düşün hayattan..


Üzerine bir roman yazılabilirdi o kadının. Yaşamamış bir kadın üzerine, yaşanmamış düşler adında, yaşanmış onca düşüşün resmi çizilebilirdi; büyük büyük yağlı boya tablolar duvarları süslerdi.

Üzerine bir roman yazılabilirdi o kadının. Yazılmalı da...

Romana değil ama bir öyküye zemin oluşturması için rica ettim dizelerini. Senden değerli mi dedi, sağolsun. Bazı kelimeler insanın kendinden bile değerlidir dedim, duydu mu bilmem. Sözlerim yanlış anlaşılmasın;  kelimeleri yüceltirken, insanın değersizliğine bir vurgu yapmak değildir niyetim.  Aksine; o kelimeler hep var ama o kelimeyi öylesine ustaca bir dizeye katık etmek herkesin harcı değil, usta işi bir parça... Taşı değerli kılan üzerindeki işçiliktir, bir gün ustası göçüp gitse bile taş nesilden nesile daha da değerlenir. Kelimeler de bir parça taş gibidir, yerinde ağırlığı buradan gelir.

Bu şiiri ne zaman okursam okuyayım, nasıl bir ruh haliyle okursam okuyayım sonuç değişmiyor: Ben kalıyorum; öylece sessizce... Elime bir sigara alıp uzanıyorum yatağıma... Düşüyorum... Mümkünse hiç yaşamadığımı farz edip, düşünüyorum.

Bazen kelimelerin gizemli bir dünyası olduğunu ve herkesin o dünyanın kapısını açamadığını fark ediyorum. Hatta çoğu insanın o kapının varlığından bile haberi olmadığını.

Beni düşünmeye iten, düşündüren, düş kurduran ve düşüren bütün kelime sahiplerine, onları bu kadar ustalıkla bir araya getirebildikleri ve bana bambaşka dünyanın kapılarını araladıkları; ve  içeri buyur ettikleri her sefer için, teşekkürlerimi şapkamı çıkartıp önüme koyarak sunuyorum.

Hayatın Ortasından yakalayıp, bazen savurana...
Beni trenle uzun bir Atlas yolculuğuna çıkaran Buraneros'a...
Kelimelerinin hep tanıdık geleceğini bildiğim Nily'e...
Bir çorba içimlik uğradığım Aydan Atlayan Kedi'ye...
Yalnızlığın resmini kelimelerle çizebilen Beenmaya'ya...
Elini uzatmanın gülümsettiğini hatırlatan Uzaklara Giden Kadın'a
Kara bir ağacın bahar olamayacağını fark ettiren Ateş'e...
Perilerin de elinin kalem tuttuğunun kanıtı Efsa'ya...
Bazı sesleri çok derinden gelse de duyabildiğim Deep Sound'a...
Dilsiz düşleri ile hayatı fotoğraflayan Neslihan'a...
Gerekli şeylerin altını gereksizce çizen Yazar'a...
Kaleminin karalığını yüreğindeki aşktan alan Kalem'e...
İnandığı Masalları anlatırken düşündüren Haşim'e...
Kelimelerle dans eden Masalcı'ya...  
Hayatı anlatırken öğreten Sufi Saja ekibinin tontinisine, elasına ve herkesine...
Bu kadar uzun yazıp, bu kadar çok güldürebilen absalom'a...
Kıyılarda taş toplayan a.nur'a....
Saçak altlarında dolaşan Müdür'e...
Yüreğini çizimine yansıtan Pino'ya...
Mutluluk seminerleri ile içimde huzurlara vesile brajeshwari'ye...
Bırak biraz da dağınık kalsın diyen Bekriya'ya...
Yüreğin odaları olduğunu gösteren 7. oda'ya...
Yere bakarken gözlerini gördüğüm idea'ya...
Hayatın masal olduğunu fark ettiren biraz'a..
Düşünen ve söyleyecek sözleri olan Guguk Kuşu'na...
Hayatın bütün günahlarını yüklenebilen Nakhar'a...

Ve aklıma gelmeyip burada adını belirtemediğim, okumaktan keyif aldığım tüm blog dostlarına teşekkür ederim. Sizler dünyama çok şey kattınız...

Hadi şimdi, bir kadın daha düşün hayattan...





Şiirin Orjinal Adı:  Bir Kadın Düşün Şimdi / Teşekkürler adı bende saklı kadın...
Fotoğraf / 1x.com


18 Şubat 2010

FOTOĞRAFIN FISILTISI / EMPATİ

Fotoğraf   / Wilson Hurst


Göremezsin içimi
Baktığın yer yanlış çünkü
Açını değiştir
Ya da
Acımı yüreğine iliştir
Belki anlarsın
Niyelerimi
Belki
...


DİLEK





İyilik ol
Güzellik ol
En çok da sevgi ol
Yağ üzerime

Üzerime yağ
Saldım şemsiyelerimi gökyüzüne

Sen yağ üzerime
Üzerime yağ
Sen yağ sadece
Ben ıslanayım
Islanayım seninle
Güneşli günlerde




DÜŞLERE DOKUNMAK

Düşüne dokunamayan insanlar tanıdım ben...














Bir kadın tanıdım mesela, hep bir çocuğu olsun isterdi, gözü yaşlı, gitmediği doktor kalmadıydı. Herşeyi denedi. Muskalar bile yazdırdı, hocalara gitti, kurşunlar döktürdü. Cami cami, kilise kilise dolaştı. Olmadı. Evlat edinmeyi hiç düşünmedi. O kendi çocuğu olsun istiyordu. Kendi canından kendi kanından. 

Şimdi ne zaman sorsam ne yapıyorsun diye, geç mi kaldım diye cevaplar... Bilirim, bir çocuk evlat edinmektir aklından geçen ama sanki edinirse düşünden iyice uzaklaşır diye korkar. O düşü hiç gerçekleşmeyecek olanlardandı, düşünde boğulanlardan.










Bir adam tanıdım mesela, hep 50 yaşında emekli olup dünyayı gezmek istediğinden dem vururdu. Henüz ayak basmadığı toprakları anlatırdı, anlatırken yaşardı sanki. Hep yeni bir kasaba, yeni bir kültür yepyeni bir yemek tarifi dilinde, anlatır da anlatırdı. O 60 yaşında emekli oldu. Hayat onu zorladı. Emekliliğinden kısa bir süre sonra beyne giden damarlardan biri tıkandı, felç oldu. Yatağa mahkum bir 12 yıldan sonra aramızdan ayrıldı. Bence o düşlerine dokunamasa da düşlerinde yaşamayı başardı. O düşünde yaşayanlardandı, bir düş gibi yaşayan.














Bir çocuk tanıdım mesela, büyüyünce balerin olmak isteyen. Öyle şişman öyle şişmandı ki, annesi bile bile yine de götürdü bale kursuna. Kurs öğretmeni şöyle bir bakıp bunun  mümkün olamayacağını söylediğinde, dönüş yolunda ikisinin nasıl da canından can çekilmiş gibi ağladını anlatırdı. Günlerce aç gezdi çocuk, günlerce yemedi içmedi. Yürürdü... Kilometrelerce yürürdü. O düşüne yürürdü. Düşünde bir kuğu gibiydi, gölün üzerinde tüyden hafif dans ederdi. 18 yaşına geldiğinde, anoreksiyaya bağlı kalp yetmezliğinden öldü. Öldüğünde tüyden hafifti, 30 kiloydu sadece. O düşlerine sadece düşlerinde dokunabilenlerdendi. O düşlerini de yanına alıp, düş diyarlara gitti.














Kendimi tanıdım mesela, büyüyünce ne olmak istediğini bile bilmeyen... Yazmayı seviyordum, yeteneğimde vardı ama yazar olmak değildi düşüm. Gazeteci ol derdi edebiyat öğretmenim bana, hem gözlem yeteneğin var hem de kalemin güçlü... Düşündüm ve hoşuma gitti ama hiç düşlemedim. Matematiği severdim, ama düşleyecek kadar olmadığını fark ettim ve Halkla İlişkiler okumak için Eskişehir'e gittim. Herkes, ne kadar başarılı bir reklam yazarı olabileceğimi söyler dururdu, ben Halkla İlişkiler alanında müşteri tarafında çalıştım.

Kurduğum tek düşün olmak istediğimle değil, olmak istediğim yerle ilgili olduğunu fark ettim. Bir yürekte...  Birlikte yaşamak ve yaşamı paylaşmak tek düşümdü benim. Yek diğerinde atan bir yürektim. Düşüme iki kere dokundum hayatta. Biri, canımı acıtacak kadar yakın, diğeri canımı yakacak kadar uzaktı...









Hep farklı kültürler ve farklı ülkeler tanımak istedim. Bir iki tanıdığımda oldu ama şöyle başımı alıp gitmeler şeklinde değildi hiçbirisi... Şimdi yepyeni bir düşe bıraktım yüreğimi, yepyeni bir düşe tutundum. Bir trenin yolcusuyum. Uzuyor... Uzuyorum. Dolanıyorum dünyayı... Düşün gerçeğe dönüştüğü zamanların anlatıcısı olmak istiyorum. Düşüme sarılıp ayağa kalkmak ve yürümek istiyorum. Arkama bakmadan ama neyi bıraktığımı da bilerek, ileriye, daha ileriye yürüyebilmek istiyorum.

***

Düşlerinin peşinden gidebilen insanlar vardır, şartlar onların içini kolaylaştırır... Ama herşeyi şartlara yüklemek, bir parça korkaklıktır; düşüne sarılmamaktır, yılmak, yenilmek ve bırakmaktır. Herşeyi şartlara bağlamamak lazım, biraz da poponun gücüne inanmak lazım. Hayata sımsıkı tutunup, seni bıraktığı yerden kopabilmek lazım. Belki düşün gerçeğe dönüşeceği yer, varacağın noktadadır.

Denemek lazım... Denemek lazım... Denemek lazım...




Fotoğraflar / deviantART



17 Şubat 2010

YEN(İL)Gİ




Duygularını dile getiriyordu, biliyordum...
Onun o heyecanlarına yenilen hallerini de anlıyordum...
Bir keşkeye sığdırılamayacak kadar çoğaldı acım.
Sustum...




Fotoraf / -dream- by ~tynaS

YAS


Karşılıklı mıydı
            Bilinmez...
Bekleseydi...
Karşılık bulur muydu
            Bilinmez...


B/oyunca sürmüştü aşk...


Oyun bitti...


Geride boyunca hüzün bıraktı...
Boyunca bir acı
B/oyunca bir ölüm...


Ya'sını düşünse,
              Belki ölmezdi...
Ya kalsaydı...
              Bilinmezdi...

O gidişin ardındaki yasını düşündü,
Yasını tuttu,
Ya'sını unuttu...
Ya'sı umuttu...
Yası ölüm...



Fotoğraf / deviantART

16 Şubat 2010

BOŞ ZAMAN DOLDURUCUSU

Bize biraz zaman gerek dedim. Haftalık ders programı gibi bir program koydu önüme. Haftalar güne, günler saatlere bölünmüştü. Her sabahı doluydu ve her öğleni... Akşam üzerleri ise gündelik rutin ev işleri, çamaşır, ütü ve yemek hazırlığı ile doldurulacak serbest zamanlardı. Akşamları önce bulaşıklar sonra diziler vardı. Ellerini iki yana açtı; üzgün olduğunu destekleyen bir yüz ifadesi takındı, sesi; bıraksan ağlayacaktı:  Zamanım yok görüyorsun...

Şaşırmıştım, biz arkadaşız sanıyordum. Dertleşip, paylaşıyoruz, gülüp, çoğalıyoruz sanıyordum. Sonradan anladım; ben onun, bunları yapmak için var olan boş zaman doldurucusuydum. Aslında, onun arkadaşlıktan anladığının bu olduğunu çok geç fark ettiğim için, kendime kızmalıydım. Ama ona kızdım... Çok kızdım. Bunu ona söylediğimde alacağım cevabı biliyordum. Sen beni boş zamanı çok olan bir insan sandın galiba... Bir ilişkiyi buraya koymuş birinin; verdiği cevabın altını çizerek görmesini sağlamak mümkün mü... Hiç sanmam... Onlarca gerekçeli ve benim haksız olduğumu ardı ardına sıralayan cümle kurar ki, haklısın demek düşer bana...  Öyle haklısın ki... Üstelik ne bencilliğim kalır ne de gereksiz dert edinmişliğim.

***

Sözleri bittiğinde, olup bitene kendi de inanmıyor gibiydi. O gittikten sonra, arkadaşlık, sevgililik, eş, dost, komşuluk kavramları üzerine düşündüm. Paylaşma hali değişip, boş zamanları doldurma olmuştu da ben mi ayak uyduramamıştım zamana....

Yoksa; ben mi yanlış biliyordum başından beri, arkadaşlık boş zaman doldurma mıydı?


***

Bir tek onun ihtiyacı olduğunda varsanız, aslında yoksunuz demektir... Ne zaman katılaştırdı beni yaşam. Ne zamandan beri ben bu kadar keskin çizgileri olan bir insana dönüştüm. Sınırları olan, katı cümleler kuracak kadar ne zaman yüreksizleştim.

***

Akşam akşam gene onlarca soru buldum kendime, cevabı olmayan. Daha az dinlemeyi, daha az düşünmeyi öğrenmeli ve daha yüzeysel ilişkiler kurup derinliği olmayan sohbetlerle mi doldurmalıyım boş zamanlarımı... Ama öyle yoğunum ki boş zamanım yok bu kadar azı başarmaya... Öyle yoğunum yani... Zamanım yok anlıyor musun seni anlamaya... Ah bir vaktim olduğunda geleceğim sana kendimi anlatmaya...

***

Allahım, dehşetler içindeyim... Herkes mi bencil dünyamda. Herkes mi beni dert köşesi bildi kendine. Yok mu bir soranım, nasılsın, ne yaparsın, keyfin yerinde mi? Aklın başında mı diye... Ne oldu arkadaş sohbetlerine, ne oldu yaşamın yüklerini paylaşan seslere... Hepsi mi çok yoğun, hepsi mi sadece kendi derdinde... Kendinden gayri kimseye zamanı olmayan kişiler mi kaldı bir tek hayatta. Diğerlerine ne oldu... Hani eşini, dostunu merak edip, arayıp soranlara... Hani eşini dizine yatırıp başka bir dünyada onunla zamanı durduranlara... Ne zaman odalar ayrı, televizyonlar ayrı, dünyalar bu kadar ayrı oldu...

***

Yemek saatlerine ne oldu peki... Hani akşam olurdu da otururduk sofraya... Herkes gününü anlatırdı. Herkes başından geçenleri paylaşırdı. Dersler alınır, dersler verilirdi hayatın içinden... Şimdi bakıyorum da, baba haber dinliyor, çocuk bilgisayarda oyunda, anne dizilerin sıkı takipçisi. Ellerde tabaklar herkes kendi yemeğinin derdinde. Kimsenin kimseye dönüp baktığı yok. Herkes kendi dünyasında. Arada birbirlerine seslendikleri de olmuyor değil, o da; meraktan değil, boş kalan reklam arasını doldurmak telaşından... Ha bir de ilgileniyormuş gibi yapma hali var. Mış gibi yaparak iki kelime ediliyor ve işte yaşam paylaşıldı... Hadi bakalım herkes kaldığı yerden devam, yoğun programına... Öyleki, bir arkadaşım çocuğuna ders çalıştırmak için ayıracağı vakti bile, dizilerine göre programlamış. Ben mi çok fedakar anne baba ile büyüdüm.

***

Hayat değişiyor ve sanırım ben yaşlanıyorum. Eskilerden dem vuruyorsa bir yürek, yaş almış da başını koşa koşa gidiyor demektir değil mi? Bu akşam yaşını almış bir dostun da dediği gibi, belki de ruhumun baharını beklemeliyim hayatı anlamak için... Çünkü kışımın soğuğunda daha bir soğuk gözüktü gözüme "boş vakit"ler ve ilişkileri boş vakitlere sığdırma telaşında olanlar...





Fotoğraf / İnternet

TOPRAĞIMA YAĞMA

Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.

Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.

Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...

Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...

Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:

- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...

Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.

Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.

Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:

Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...

Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...




Fotoğraf / deviantART

15 Şubat 2010

O GÜN...



Gözyaşımı parmak uçlarınla sildiğinde,
Bir daha hiç ağlamam sandım...







Yasmin Levy - Adiós Querida


Fotoğraf / deviantART

PAYLAŞMAK SENDE OLANI

Yıllar ne çabuk geçiyor...

Hüzün yürekte ağır geliyor, taşıyorsun, ha deyince gitmiyor biliyorsun. Sen içine kaçtıkça, kelimelerin de kaçıyor en kuytu köşelere... Üzerinde bir hüzün elbisesi, yıkanmamış sanki senelerce...

Sonra bir terzi geliyor... Sana çok yakıştığını düşündüğün hüzün elbisesini çıkartıyor, çırılçıplak kalıyorsun. Mutluluk kumaşını uzatıyor. Sana yakışan kumaş budur diyor. Sen bakıyorsun. Üzerimde sakil durmaz mı taşır mıyım ki endişeni yüzüne yansıtınca; üşenmiyor, alıyor ölçünü, dikiveriyor en güzelden daha bi güzelini... Sen tüm çıplaklığınla ağlıyorken nedensiz onun karşısında; biraz ürkek uzatıyorsun elini. Kendine çekiyor seni. Sarıp sarmalıyor. Utanma diyor, her yürek acır bir zaman ve her yürek değiyorsa eğer çekip çıkartılmalıdır kendi bataklığından. Kendine dokuduğu mutluluk kumaşını seninle paylaşmaya hazır haline şaşkın bakınırken sen, çıplaklığına en yakışanı dikip bir de giydirince üzerine:

Her sabahına güzel ve mutlu uyanıyorsun. Kuşkusuz sol yanın dolu olduğundan ve tabi bir de güven duyduğun bir göğse sarıldığından... Hüzün hep içimde dediğin halin geride kalıyor, yerini bir gülümseme, bir huzur, bir mutluluk alıyor. Hüzün sokağına uğramıyor bir dostun temennisindeki gibi... Hatta hüzün, eski bir fotoğrafın sararmışında çoktan almış yerini de şimdi dönüp bakarken; ne hüzün dedirtiyor sadece. Daha öteye bile gitmiyor duygun...

Eline bir kağıt kalem alıp, iki satır karalıyorsun el yazınla:

Sen içimde çiçekler açtırdın ya bunun için bile sevebilirim seni bir ömür... Öpöylesine *...



_____________________________________________________________________
İlk Yayın Tarihi / Temmuz 2009 / Terzinin adı çokça anılınca bugünlerde, yazımı tekrar yayına vereyim dedim. Ve ne göreyim, yine ve yeniden isimsiz bir (ç)alıntı yapılmış, yazdım editörlerine... Gülüp geçebilmek istiyorum böyle anlarda, ama hep derim ya, kendi yaşanmışlığıma, duyguma, kelimelerime, özelime tecavüz gibi geliyor her defasında; gülemiyorum.
* Öpöylesine, terzinin yazılarımdan birine yazdığı bir yorumda geçmiştir. Ve içinde herşey olan bir sürü şey ifade etmektedir. Ve (ç)alıntı yapan bunun ne demek olduğunu bile bilmediğinden, ölesiye diye çevirmiştir.
Fotoğraf / DevianART

BUGÜN DE BUDUR ve BU SEFERLİK ONUNDUR ツ


Aslı Gökyokuş - Sevdalı Başım
________________________________________________

İlk kez O dinletmişti bana bu yorumu ve ben çok sevmiştim.
O, bir terziydi, hüzün elbisemi çıkartıp, bana mutluluğu giydirmişti.
Şimdilerde ben bana çok yakıştırdığı(m) o elbisemle salınıyorum hayatta.

Bazen bir şarkı dinlersiniz ve budur dersiniz ya...
Bu ses, bu yorum, bu sözler, bu ritm...
O gün buydu... 

Ve bugün burada tekrar yer alması;
Şu anda yüreği hızla çarpan, uçuşan kelebeklerine söz dinletemeyen,
Geçmiş seferlerin yenilgilerini sıkça aklına getirdiğinden belki,
Kendine izin vermeyen kadın(lar) için yayınlanmıştır.
Dilerim o kadın(lar) da uslanır...













Ah benim sevdalı başım
Ah benim şair telaşım
Ah benim sarhoşluğum
Ah çılgın yüreğim

Sus artık uslandır beni

Kaç okyanus geçtim böyle
Kaç denizde yitip gittim
Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle
Kaç seferden yorgun döndüm

Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım

Gel artık uslandır beni

Ah benim iyimser yanım
Ah benim aldanışlarım
Ah benim kavgalarım
Ah pişmanlıklarım

Sus artık uslandır beni




__________________________________________________________
Söz - Müzik: Zülfü Livaneli
Fotoğraf / İnternet

14 Şubat 2010

SEN HEP OL YÜREĞİMDE



Yaşamın kendi rutin akışında,  bazen bir kahve içimlik sohbetlere karışıyoruz seninle, bazen uzun sahil yürüyüşlerinin iyotu oluyorsun buram buram... Rakı sofrasında gelip karşıma oturuyorsun en çok… Ya da bir kadeh kırmızı şarabımı elime alıp köşe koltuğuma uzanınca, uzanıveriyorsun yanıma... İyi dileklerimizi esirgemeyip yolumuza devam ediyoruz kaldığımız yerden. Yaralar açarken birlikteydik diye herhalde, kapatırken de karşılaşıyoruz her seferinde…

Olur olmadık zamanlarda düşüyorsun aklıma;
İçimden geçense hep aynı:
Gene mi çıktın karşıma...


Durup dururken bir köşeden gülümsüyorsun
İçimi kıpırdatıyorsun aniden
İyi yapıyorsun be yüreğimin sevgisi
Her şeye rağmen iyi geliyorsun sen bana…
Hep ol yarınlarımda...
Hep ol, şimdiki gibi...





________________________________
Fotoğraf  / deviantART


HOŞÇAKAL SEVGİLİM

Bazı vedaların gitme kal diye yalvardığı olur, sağırdır yürek, gider...




Yasmin Levy - Adiós Querida


Nasıl kapalı bir hava, nasıl karanlık çöktü günün ortasına...
Bilir misin, nasıl çaresizce bir ses arar yürek böyle zamanlarda...

Biriktirdiği hüzün olan bir kadın için,
Ağlamasına sebep cılız bir damla;
Taşırır bilmezsin, yüreğin daha önce bu kadar dolmadıysa...

Kadın kafasını kaldırır göğe, bir umut arar gibi...
Gök gürler; 'hazırım eşliğe' der gibi...

Yasmin Levy'nin sesine gizlenmiş o mistik damla düşer yüreğe daha ilk adioda...
Gök son bir kez gürleyerek, kadına döker içindekileri...
Kadın taşar... Kendinde saklı keridasına; adio, adio kerida diye yalvarır gibi...



_______________________________________________________________
Adiós Querida için Deep Sound'a teşekkürler...
Fotoğraf / Anca Cernoschi
Adiós Querida / Hoşçakal Sevgilim

13 Şubat 2010

BAZEN DAHA FAZLASIDIR AN / MORNA

Konsere gidelim mi dedi, hasta yatağından tuvalete gitmek için bile yardım alırken, elinde İş Sanatın o ay ki programı, bıraksan yürüyerek gidiverecek gibiydi... Gözlerindeki ışığı gördüğümde, hayır diyemedim. Eşi ve benim eşim o gece için hazırlanıp keyifle o konsere gidecektik. Heyecanlıydık, eşim daha önce yurtdışında da seyrettiği çıplak ayaklı divayı bir kez de Türkiye'de seyredecek olmaktan yana mutluydu. Bense divayla ilk defa tanışacaktım.

Akşam yemeğini, Kuledeki Sushico'da yemeğe karar verdik. Benim en sevdiğim Çinlilerden biriydi İstanbul'da yaşarken... Bak şimdi İstanbul deyince, gözümün önüne Mezzaluna geldi. O bir İtalyan... Onu da çok severdim. Ama Çinlinin yeri gönlümde bambaşkaydı. Yola koyulduğumuzda konsere iki saat kalmıştı. Arabayı eşim kullanıyordu ve o ön koltukta oturmuş neredeyse 40 yıl gittiği mekanına, özellikle de bir dönem yaşamını etkilemiş bir sanatçıyı dinlemek üzere gidiyor olmanın keyfini sürüyordu. Mutluydu. Heyecanlıydı. Enerjisinin giderek çoğalmasını seyretmek eşinin zaten parıltılı mavilikteki gözbebeklerini uçsuz bucaksız denizlere çeviriyordu. Geçmişi yaşayarak bir kez daha, bir kez daha anlatıyordu dayı... Dayı derdik ona, kızım ve oğlum derdi bize... Çok severdi, hissederdik. Ziyaretine sıklıkla gelemeyen oğlu ve kızı yerine mi koymuştu bilmem ama seslenişindeki sıcaklığını  ve içtenliği her seferinde hissederdik. O kadar heyecanla konuşuyordu ki, kelimeleri hiçbir yere sığmıyor, bir bahar akşamının ılıklığında esen rüzgara karışıp boğazın sularına bırakıyordu kendilerini...

İş Kulelerini anlattı bize, 1998 yılına kadar uzandı anılar... Sendika'da olanlar; Türkiye'nin siyasi ve ekonomik durumu üzerine göndermelerle süslenmişti... Anılar... Anılar...

İş Kuleleri, antik tapınakları andıran granit yüzeyli, kahve-bej renklerin hakim olduğu başlangıç katları ile tezat oluşturan metal-cam karışımı mavi-gri kulelerden oluşmaktaydı. İlk defa içeri girenlerin bu tezatlıktan etkilenmemesi mümkün değilmiş gibi gelmişti bana. Bu postmodern mimaride, bir Çinli... Keyifli olacaktı, belliydi. Masaya en son gelen ballı kavrulmuş ceviz hem ağzımızın tadını katmerlemiş hem de bize konser saatinin çok yaklaştığını hatırlatmıştı.

Biletlerimiz neredeyse, divanın yanındaydı. Öyle yakın öyle içiçeydik ki; ben henüz bunun ne demek olacağının tam olarak farkında bile değildim. Orkestra yerini aldı... Bir kadın, çıplak ayaklarıyla sahneye doğru yaklaşırken bile salon alkıştan yıkılmak üzereydi. Duru bir ses, ama nasıl sıcak, ama nasıl yakıyor...

An duruyor, gözgöze geliyoruz, elini uzatıyor; öyle ki beni elimden tutup sahneye çıkartıyor. İlk defa dinlediğim şarkıları onunla söylüyorum. Ünlenmesi 50li yaşlarını bulmuş bu divanın, kendi deyimiyle "aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla" sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih edişinin niyelerini, kendimi çocukluktan beri Afrikaya bağlı hissettiğimden olsa gerek, anlıyorum.

Afrika'nın kuzey batısında, okyanusun turkuazında, kendimi adalar ülkesi Cape Verde'nin puzzle topraklarına bırakıyor, bir adadan bir adaya çıplak ayak dolanıyorum. Cesaria Evora'nın sesinin tınısında, yüreğimin derinlerindeki Afrika çağrısnın köklerini bulmaya gidiyorum.

Konser bitiyor... Herkes ayakta... Herkes ayakta ve o teninin karalığında kızarıyor. Diva yerini, yüreğince insana bırakıyor, gözümde daha da büyüyor... Bis için sahne aldığında, salon kulaklardan kolay kolay silinmeyecek bir sessizlikte; o duru sesiyle şarkısına başlıyor, havada öylece süzüldüğünüzü hissediyorsunuz; huzur, tüyden kanatlarında turkuaz bir sonsuzluğa bırakıyor yüreğinizi; sonra Afrika'nın karalığında, doğasının yeşilinde, yer altı zenginliklerinin sarısında ve özgürlük uğruna akıtılan kırmızısında, onunla birlikte akıyor sesiniz gürül gürül: Sodade sodade diye diye...






___________________________________________________
Morna / Hüzünlü Şarkılar
Fotoğraflar / İnternet

SABAH OLSA














Ne zaman erken diyebileceğim bir saatte uyusam, sabaha karşı üç dört gibi uyanırım. Kendi saatim bana uyanma vakti der, bakarım etrafıma, yaşam durmuş. Ben neden duramamışım bilmem.

***

Rüyalar görüyorum. Bu normal. Rüyalarımı unutuyorum. Bu da normal. Sabah uyandığımda neredeyse hep unutuyorum ama gece yarısı rüyadan uyanır da su içersem çoğunlukla hatırlıyorum. Bu normal mi bilmiyorum. Yani rüya ve su ilişkisi... Uyanır uyanmaz not aldım aldım, 1-2 saat içinde herşey sis bulutu, ben sadece rüya gördüğümü hatırlıyorum ama ne olduğunu asla bulamıyorum. Her rüyamın üstüne de su içemem ki...

***

Bu gece küçük bir çocuk cep telefonumu çaldı. Annemle yürürken. Arkasından koşup yakaladım. Bir apartman kapısından girdi ve bir avluya çıktı. Çıkış yoktu. Kahveymiş orası, nasıl sevindim. Küçük hırsıza teşekkür bile ettim. Yepyeni bir yer keşfetmeme vesile olduğu için. Bu rüya bana ne demek istedi; önce bir şeyi kaybedeceğim sonra da bulduğuma daha çok mu sevineceğim. Belki... Bütün bunlar olduğunda ben zaten rüyamı tamamen unutmuş olacağım. O nedenle bana verdiği mesaj için şimdiden teşekkür edeyim.

***

Sabahın bu saatinde daha faydalı bir şey yapayım istiyorum ama okumaya yorgun gözüm kapanıp gidiyor, yazmaya düşkün el, dur durak bilmiyor. Aklın, fıldır fıldır dönen gözlerle resmedilebilecek haliyse giderek evlere şenlik bir hal alıyor.

***

Sevgili süpriz yaptı bu gece bana mutlu oldum. Sanki bir rüyadaydım. Koşuyordum. Yoksa hırsız o muydu, kalbimi çaldığı için peşinden koşuyor, yakaladığımda beni ulaştırdığı yerlerde mutlu mu oluyordum. Evet, evet rüyam böyle yorumlanınca pek bir güzel oldu. Gidip bir öpücük vereyim ve sıcağına uzanıp uykuma kaldığım yerden devam edeyim. Hem belli mi olur, az önce beni götürdüğü avlunun keyfine varmak için kahve kokusuna yükleriz aşkı... Buram buram...

***

Sabah olsa...

***

Sabah olsa deyince aklıma geldi, bir filmden karşılıklı bir replik...
"Bu gece hiç bitmese..." der genç kız sevgilisi ile geçirdikleri bir gecede... "Bu gece bitmesse yarın olmaz ve yarın sana yapacağım evlenme teklifini duyamazsın, o nedenle bir şey dileyeceksen o; bu gece çabuk bitse olsun" Ah... Siz de o genç kızın kalbinin o adam için sonsuz attığını hissettiniz mi?

***

Sabah olsa...



_________________________________________
Fotoğraf  / altphotos

12 Şubat 2010

BAZI İLİŞKİLER YÜRÜMEZ















Bazı ilişkiler yürümez...
Bu taraflardan en az biri kötü anlamına da gelmez...
İkisi de çok iyi olabilir, ikisi de herkes tarafından sevilen, beğenilen insanlar olabilir.
Ama bazı ilişkiler yürümez...

***

Aynı evde 40 yıl... Aynı yastıkta 30...
Bu matematiksel bir hata değil ve taraflardan biri gittiği için eksik kalan bir on yıl hiç değil.
Son on yılı ayrı odalarda yaşayıp, ortak bir hayatı paylaşmak zorunda kalan iki güzel yürekli insanın hazin ilişkisi... Ve bazı ilişkilerin yürümeyeceğinin en güzel resmi...

***

Bunu bilmeme rağmen, bazı ilişkilerimi yürütmek konusunda ısrarcı ve kararsız tutum takındığım çok olmuştur. Bir tür bağlılık ve bağımlılık arasında tam da arafta kalma hikayesi aslında...

***

Arafta kalmak, koşarak eve gelip kendini sevdiğinin kollarına atma hayali kurarken, kendini yalnız, soğuk çarşafa teslim edip ağlayamamak gibi...

***

Hani her yanın saklanmak isterken ve kendini kendi yalnızlığında boğmak; yüreğin sevmeye devam ettiğinden, koşup kendini gene ve yine ona bırakmayı istemek gibi...

***

Rakıyı dostlarla içerken suya ihtiyaç duymamak ama her yalnız kalışta susuz içmemek, illa ve illa su bardağına rakı bardağını arkadaş eylemek, çıkan sesi kendine dost bilmek... Bunu düşününce tuhaf, yaparken çok naif bulmak da arafta kalmak gibi...

***

Kendi sertliğinden canı yanan bir adamın, kendini en acımasız kelimelerle vurması, dağılması sonra da toparlanmak için kendine dönmesi, tekrar tekrar kendi canını yakması da bir çeşit arafta kalmak sanki...

***

Yalnız kalmak, bir akşam vakti, kutlanacak onca şey varken, kutlayacağın bir ses bile olmamasıdır...
Yalnız olmak, kutlayacak kişinin ille de o olmasını istemektendir... Yani basit bir tercihdir.

***

Basit tercihler de bazen 3 yanlışın bir doğruyu götürmesi gibi olabilir.

***

Odaları ayırmak basit bir çözüm gibidir. Yaşanmış onca güzelliği alıp götürebilir. Ama aynı evde, ayrı odalarda yaşamak bir yaşamı paylaşmak değil, paylaşıyormuş gibi yapabilmektir. Ve aslında çok daha fazla özen, sabır ve çaba gerektirir...

***

O vakit çözüm, rakı bardağını su bardağına arkadaş eyleyip, geceyi bir kutlamaya dönüştürmektir. Ne de olsa sevgililik, gün be gün bir kutsanma, kutlama değil ise, gün be gün yitip gitmenin eşiğinde olmak olabilir. Ve rakı ve su en iyi devam eden ilişkidir.

***

Bu bir sevgililer günü yazısı değildir, zaten bu blog yazarı da sevgililer gününü anlamlı bulmaz.
Ama sevgili ile geçen her bir anı çok ama çok anlamlı bulur ve değerini bilir.
Bu akşam ki kadehini de sevgiliye kaldırır. Onun da eyvallah dediğini duyarak...


____________________________________________
Görsel / Alıntı - Kaynağı Bilinmiyor

FOTOĞRAFIN FISILTISI / GELİN

Uçuşuyordu sevdam
Sen gelip koparmasan



Fotoğraf / Salvador Sabater

YİTİK BİR SUSUŞ



Küçüçük, sıcacık yaşamlara değen her zamansız ölümde
Yürekleri susuşlarıyla parçaladılar
Onlar daha çocuktular



Her ölüm zamansızdır. 
Zamansız bir kurşun ya da ip ne fark eder bir çocuk için
Ölüm çocuklarda zamana yayılır.
Yüreklerinde soğuk bir yük, hep yarına taşınır.
Yarına...
Oysa yarınlarına umut taşımalı çoçuklar
Sadece sıcak bir umut
Onlar daha çocuklar
Sadece birer çocuk





Fotoğraf lar / Altphotos 

_________________________________________________

Ölümler kol geziyor... 
Fark eder mi bir çocuk için babasının anasının teröre kurban gitmesi ya da intihar etmesi.
Töre cinayetinin de serseri kurşunun da açtığı yara çocuklarda bir.
Dün babasının naaşının başında annesine güç olmaya çalışan çocuğun gözlerini gördüm
Ölümün soğukluğu içime işledi.
Ana babasını zamansız kaybeden bütün çocuklar için dua ettim.
Yüreklerinde; onları yarınlara taşıyan sıcak bir umut olsun diledim.
Saygıyla...

FIRTINA ÖNCESİ / ÇÖZÜM 4 / SON

Sinan eve geldiğinde yorgundu, uzun süren çekim boyunca Sıla'nın bir gece önce eve gelmeyip otele yerleşmesini arasıra aklına getirip sinirlense de, bu gece bu konu üzerinde durmayacaktı. Şöyle bir etrafa bakındı, herşey yerli yerinde duruyordu. Salona geçti, bir rom koydu kendine. Bir yudum alıp,  giyinme odasına gitti. Dolabın kapağını açtığında, her bir kıyafetinin özenle dolaba yayıldığını fark etti. Belli aralıklar korunmuş, böylece dolaptaki yokluk hissi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştı. Sıla kendince, kendi yarattığı boşluğu Sinan'la kapatmıştı. Sinan, dolabın kapağını hızla çarptı. Öyle ki, dolap kapağı menteşesinden kırıldı.

Salona döndüğünde, masanın üzerindeki kutuyu fark etti. Deriden küçük bir kutu; içindeki antika şarap açacağını görünce hatırladı, Brüksel'de sokak arasına kurulan antika pazarından almışlardı. Sıla görür görmez, kutuları sevdiği ve uzun gecelere harman edilen şarap keyfini anımsattığı için almak istemiş, sonra da pahalı bulup fotoğrafını çekmekle yetinmişti. Sinan, bir sabah o uyurken pazara gitmiş, gizlice aldığı kutuyu binbir zahmetle aylarca heyecanını bastırarak saklamış ve Sıla'ya doğumgününde hediye etmişti. Sıla belki de uzun zamandır ilk defa;  mutluluk, şaşkınlık ve aşkla bakan gözlerini karşılıksız Sinan'a  teslim etmişti. Sinan o gözleri hep sevmişti. Sıla'nın bakışındaki o sonsuz sıcaklığa en umutsuz anlarında sığınırdı. Hele de terkedilmiş çocuk yalnızlığındaki akşam hüzünlerinde... Bunu Sıla'ya hiç söylemedi. Nedenini kendi de bilmezdi. O Sıla'yı; gece gizlenip de karanlığa, gösterince yüzünü eve yayılan ıssızlıkta, işte tam o saatlerde severdi. Sıla'nın yanına uzanır, saatlerce yüreğini okşardı.  Yüzünü öper, zamanında onu acıtmış olmanın acısını sonuna kadar içinde hisseder, alnından öper, Sıla'nın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme görürse, işte ancak o zaman uykuya dalardı. Sinan Sıla'yı özledi.  Duvarlara, eşyalara kazınmış her bir nefes, her bir kelime, her bir an, Sinan'a doğru koşuyordu. Sinan ürktü. Aklının koridorlarında açık kalan bütün kapıları teker teker kapadı. Hepsi menteşelerinden ardı ardına kırıldı.

Kutunun altındaki kare kartın üzerindeki pencere fotoğrafına uzun uzun baktı. Okuyup, okumamak konusunda tereddüt etti. Hiç masadan kaldırmadan, tek eliyle kartı açtı. Sıla'nın el yazısı titrekti...




İlk karşılaştığımız gece; insanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır demiştin. Ben hep beni sevdiğine inanmak istedim, insan en kolay kendini kandırır ya...    Kelimelerimiz tükendiği gün, kendimi kandırmaktan vazgeçtim. Ne zamandı diye düşündüğünü biliyorum; üzerine konuşmadığımız o geceden sonra... Evde bir ses olsun diye her gece müziği açardım.

Her gece dönüp yüzümüzü duvarlara... Uykusuz gecelerde  saklandık uzunca bir süre. Dokunmaya cesaretimiz bile yoktu birbirimize... Söylesene Sinan, ne zaman küçüldük, ne zaman görünmez olduk biz birbimize? Nasıl bu kadar yabancılaştık söylesene? Belki gölgemiz uzar da dokunuruz birbirimize diye, inatla yakardım mumları her gece evimizin orta yerinde. Dokunuruz da, sanki bir caddenin ortasında telaşla koştururken birbirine çarptıktan sonra önemsizce bir ağız alışkanlığı ile pardon diyen insanlar gibi, tek bir kelime söyleriz birbirimize diye umutsuzca bekledim.

Ama artık gitmek gerek Sinan... Sen de biliyorsun, ne senin acını ne de kendi acısını kaldıramaz daha fazla bu yürek... Sen de bilirsin onun kocamanlığını; bir serçeninki ne kadarsa o kadardır işte. Bir avuç kadardır nihayetinde...

İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır demiştin ya, senin inandığın gibi pencerenden bakamadığımdan değil, tam da aksine o pencereden bakıp da gördüklerimden dolayı gidiyorum ben... Kendi yürek penceremden gördüklerimin güzelliğini bildiğimden gidiyorum en çok da... Ki o pencereden bakmaya devam etseydim hep inandığım Sinan'ı görecektim. Keşke bir kez olsun sen de benim penceremden bakıp, benim Sinan'ımı görebilseydin. Mutlaka, mutlaka en az benim kadar severdin. Çok severdin...


Sinan o gece ilk defa Sıla'ya kapadı gözlerini, hayata kapar gibi...
Şimdi ne elleri vardı Sinan'ın ne de gözleri...
Koca bir yüreği vardı.
Sağ eliyle sol yanını tuttu.
Ağlamadı.



Ain't No Sunshine





_____________________________________________________SON___________
Fotoğraf / deviantART

10 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / ÇÖZÜM 3




Limonlu Bahçe yaz akşamlarının ve pazar kahvaltılarının vazgeçilmezi olmuştu uzunca bir süre her ikisi içinde... Oraya ilk varan hep Sıla olurdu. Mekanın müdavimi olmanın rahatlığı ile hem kitabını okur, hem de günün saatine uygun olarak ya şarabını ya kahvesini yudumlardı.  O zamanlar aynı evde yaşamadıklarından, keyifli bir buluşma noktasıydı, evleri gibiydi hatta... Hele de hamaklar... Ne keyifti... Aşağıya doğru yürürken ve o daracık apartman kapısından içiri girip, aşağıya uzanan o dolanmaçlı yolda akıl edemeyeceğiniz bir güzelliğin sizi karşılayacağını tahmin etseniz, adımlarınızı kesinlike koşar adım yürürdünüz.

O gece, oraya vardığında sadece bir iki masa olmasına sevindi Sıla. Sakinliğe ihtiyacı vardı. Şarap listesini alıp bir şarap seçti: 2008 Diren Merlot... Böylece, Sinan beyaz et bile seçse, ikisi içinde keyifli bir içim olacaktı. Gelen peynir tabağından bir iki üzüm ve peynir ile dilini tatlandırdı. Kitabını okumaya devam etti. Küfelerini az önce sırtından indirmiş bir ırgatın sigarasının tadında çekti havayı içine. Öyle yorgun, öyle düşünceli... Öylesine kadere küskündü.

Kafasını kaldırdığında, Sinan'ı kapıda gördü, ilk defa görüyormuşcasına içi hop etti. Kızdı bu duygusuna, kafasını önüne eğdi. Sinan sesine yansıyan telaşında, soluksuz ardı ardına kelimeleri sıralarken; ona doğru eğildi: "Geç kaldım, kusura bakma, trafik..." Sözünü kesti Sıla, parmak uçlarıyla. Sinan bir şeylerin ters gittiğini düşündüğü her seferinde olduğu gibi buz olan elleri ile yüzünü okşadı Sıla'nın. Dudaklarına bir öpücük verdi, sıcak ve içtendi. "Ne zamandır gelmiyorduk, nerden aklına geldi." Sorduğu sorunun cevabını önemsemeyen tavrı ile konuşmaya devam etti "çok açım, ne yiyoruz..."

Sıla, onun bu hallerini anlamıyordu. Nasıl bu kadar hassas olup, bir anda bu kadar kendine dönük olabiliyordu. Bencil kelimesini sevmezdi. Nedense de ona yakıştıramazdı. Sıla, Sinan'ı kapıda gördüğü anda hissettikleri olmasa kolayca çözülecek diline, aklına gelenleri sıralayıverecekti de, durmuştu. Garip bir yanlış yapıyorum, acele ediyorum tereddütü ile sağ elini, sol yanına götürüp, üzerini kapadı, sanki eliyle yüreğini sakinleştiriyordu.

Sinan, porchini mantarlı fettucine söyledi... Sıla, bir akdeniz salatası... Günlük telaşlarından söz ediyorlar, her ikiside kelimelerini uzun sessizliklerin arasına serpiştiriyorlardı. Sıla, Sinan'la göz göze gelmemeye özen göstererek onu izliyordu, son kez aklının ucralarına onunla ilgili detayları çiziyormuş gibi bir hali vardı. Eksik birşey kalmasını istemeyen bir heykeltıraşın dokunuşlarıyla dokunuyordu yüzünün her bir çizgisine. Sinan, gözlerini tabağından ayırmadan, "ne o, son kez mi bakıyorsun yüzüme" dedi. Sinan'ın kafasını kaldırmasını beklemeyen Sıla'nın gözleri, minik bir baş hareketi ile Sinan'ın gözlerinde kaldı.

Onlarca öğrenciye ders anlatmış, onlarca konusunda duayen akademisyen karşısında konuşmuş olan Sıla, söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Elleri terliyor, tükürüğü ağzını ıslatmaya yetmediği için, konuşmayı beceremiyordu. Gözlerini Sinan'da bırakıp söze sondan başladı:
- Haftaya gidiyorum Sinan...
- Gene mi kongre... Nereye...
- Çek Cumhuriyeti'nde bir üniversiteden  davet aldım. Kabul edip etmemek konusunda kararsızdım ama bugün birşey oldu. Üniversiteden çıktım, yürüdüm, Taksim Meydanı'ndan buraya kadar yürüdüm. Yürüdükçe özgürleştiğimi, hafiflediğimi hissettim.
- Ne kadar kalacaksın.
- Bu bir kongre daveti değil. Oraya...
- İyi, ben de bakınırım elbet vardır orada da çalışılacak bir dergi, bilirsin fotoğrafın dili olmaz...
- Oraya yerleşmeyi düşünüyorum, tek başıma...
- Ayrılıyorsun yani benden...
- Gidiyorum senden demeyi tercih ederim ben. Ne de olsa bu ilişki biteli öyle çok zaman geçti ki biz bile ne zaman bittiğini hatırlayamayabiliriz. Sevgili olduğumuzdan bile emin değilim ben uzun zamandır. İki ev arkadaşı belki... Sahi neyiz biz senle Sinan?
- Ne demek neyiz biz Sinan... Hem ne demek çok mu oldu, ben yanlış mı biliyorum, biz aynı evde yaşamıyor muyuz? Yoksa sen ayrı bir ev açtın da benim haberim mi yok...
- Birbirine değmeyen iki nefesin aynı mekanı paylaşmaları haline yaşamak diyebilirsek, evet aynı evde yaşıyoruz.
- Bilirsin ki seni severim Sıla. Benim senden bir şikayetim yok. Ben senle ölene kadar böyle yaşarım.
- Bütün mesele de o ya zaten Sinan, ben de benle ölene kadar yaşarım ama ben senle ölene kadar böyle yaşayamam. (Böyleyi öyle bir vurgu ile söyledi ki... Sinan gergin ve yüksek sayılabilecek bir sesle karşılık verdi)
- Sen getirdin bizi bu hale... O gece beni delirtmeseydin bunları hiç biri olmayacaktı. Ama yok... Sen anlamamakta ısrar ettin. Neymiş Zeynep benim için çok değerliymiş, ondan vazgeçemiyormuşum. Ne oldu, biri beni Zeynep'le görüp, sana mı yetiştirdi. Sen de şimdi gene gidiyorum ben tiripleri ile sinirimi mi bozacaksın.
- Anlamıyorsun değil mi?
- Ben seni anlıyorum da sen beni anlıyorsun musun... Zeynep benim hayatıma çok şey kattı. Sırtımı dönüp gidemem. Ne olmuş bir kere yattıysak, anlıktı, geçti gitti. Taktın ya...
- Dinlemiyorsun da...
- Ya neyini dinleyecem ben senin ya... Yetti artık, yetti... Büyü biraz. Hayata kendi pencerenin dışındaki pencerelerden de bak. Tutturmuşsun bir Zeynep... İstesem ben on kez onla olurdum tamam mı? Ayıla bayıla gelir bir hareketimle... Allah allah ya... Ne var iki sohbet edip, bir kahve içiyorsak. Ben nerede durduğumun gayet farkındayım. Sen bana güvenmediğin için, dır dır dır kafamın etini yedin bitirdin be.

Sıla, konuşmanın faydasız olduğunu bir kez daha fark etti.  Artık konu ne Zeynep ne de olanlardı. Sıla, onların üstünden onlarca gözyaşı akıtıp, acıların ip köprülerinden onlarca kez geçmişti.  Ayakları kanamıştı. Elleri... Dudakları çatlamıştı, gözleri kan çanağı, yanakları ağrımıştı. Affetmeyi çok istemişti, defalarca da affetmişti. Ama affetmek de bir yere kadardı. Anlamaya çalışmış, onun deyimi ile başka bir pencereden de bakmıştı. Ama artık biri de onun için başka bir pencereden bakabilsin istiyordu. Biri de onu anlasın.

Bir yerlerde okuduğu gibi, bir ilişki nasıl başlıyorsa öyle gidiyordu. O kürekleri alıp eline, akıntıya karşı dursa da, her akıntının karşısında güçsüz kalınacak bir an vardı. Sıla, artık güçsüzdü. Yorgundu. İnançları zedelenen her inanan gibi, güvensizdi. Kendine, Sinan'a, en çok da birlikte devam ettirdikleri hayata, artık güvenmiyordu. Sürüklenen bir ilişkinin içinde hem kendini sevmeye çabalıyor hem de o sevgiye Sinan'ı sığdırmak için uğraşıyordu. Sinan kendi doğrularından şaşmıyordu, bunların tartışılamaz oluşu da ayrı bir sorundu.



Sıla, küllerinden doğan anka kuşu olmaktan yorulmuştu, o serçe olmak istiyordu. Kanatlarını çırptıkça canına can katan bir serçe. Korunsun, kollansın, değer bilinsin istiyordu. Duyguları dikkate alınsın. İncinmişlikleri pamuklara sarılsın istiyordu.  Her bıraktığında giden bir adamı sevmek artık ağır geliyordu. Sıla, el olmaktan yorulmuştu, biri ona el olsun o da tutunsun istiyordu. Sıla, bu adamın Sinan olamayacağını çok iyi biliyordu. Uzun zamandır sıkı sıkıya tutmaktan kramp giren parmaklarını araladı. Acısını sesine katıp, sağ eliyle sol yanını tuttu:  "Öyle haklısın ki, söylenecek söz bırakmadın" diyebildi.

Uzun bir sessizliğin ardından, konuşan Sıla oldu... "Sanıyorsan bunca zaman yaşadıklarımı içimde sakladım, yanılıyorsun. O kadar geniş değil içim. Yüreğim kadar kocaman değil inan. Yarın sen çekimdeyken uğrar eşyalarımı alırım, zaten sadece kıyafetlerimi alacağım. Bir otelde kalırım bir kaç gün, şunun şurasında üç dört günüm kaldı bu kentte"

Sinan sigarasını öyle bir çekti ki içine ciğerinin isyanı duyuldu sessizlikte, sert hareketlerle sigarayı bastıra bastıra söndürdü. Kafasını kaldırıp, gözlerini Sıla'ya dikti. Sıla, Sinan'ın gözlerini ilk defa öyle gördü. Gözleri az sonra fırtına çıkacak bir denizin lacivettiğine bürünmüştü. Şarap kadehini havaya kaldırdı, "Gidişine" dedi. Sesi titredi... "Bize gelince Sıla Hanım, bize gelince... Aşktık biz" dedi. Sıla titredi.



________________________________________________ Devam Edecek...
Fotoğraf / DeviantART
Müzik / Rememberances

FIRTINA ÖNCESİ / ÇÖZÜM 2

Binadan çıkmak üzereyken, yüreği sıkıştı, aklı onu o geceye götürdü, karlı kış gecesine... O gece yüreğinin sıkışmalarının, o gece hocasına duyduğu öfkenin, aslında benzer bir durumda benzer bir tavrı sergileyecek olmasından kaynaklandığını ilk defa fark etti. Küfeleri öyle ağırdı ki... Kendi vazgeçemeyişleriyle ve kalışlarıyla yüklü küfelerini bırakma vakti artık gelmişti. Ayrılık, uzun zamandır kol geziyordu; nefesi ensede bir katilin adımları gibi sessiz ve ürtücüydü... Belki de ayrılık uzun zamandır ısrarla kapıyı çalıyor, onlar sessiz kalıp, kapı değilinden geleni gözlüyordu. Bir çeşit evde yokuz oyunuydu. Aklı yüreğini, yüreği aklını karıştırıyordu. Bir ses onunla yürümeye başladı.

Ayrılık aşk gibidir. Sen farkında değilken gelir kapına dikilir. Sen açınca kapıyı önce şaşırır, sonra davetsiz misafiri içeri buyur edersin. Sonra o, yayılıp da sahiplenince herşeyi, mesela sohbetleri, mesela sese yüklenen cilveyi, döner herşey tersi yüzüne: Sohbet kavgaya, cilveler laf sokuşturmalarına... Dönüşümün etkileri sancılı olur, dönüşümün sancıları çok acıtır. Sessiz köşe kapmacaların oynandığı evde, köşeler hep eski anılar tarafından kapılır, bir süre sonra sen salonun ortasında tüm çıplaklığın ile kalakalırsın.


Bir tek kapı gülümser sana, bir tek o çağırır seni bağıra bağıra, ama şefkatle, ama içtenlikle, ama güzellik vaadleriyle, sen yeni başlangıçlara kanar, bir sonrakinin sonunun aldığın derslerle bir önceki gibi olmayacağını sanarak; kapıdan çıkar gidersin. Çünkü;  bilirsin, sorgu odasında çok kalan her ilişki eninde sonunda "suç"u kabullenir, ayrılık suça verilen son hükümdür. Ne biriktirdiysen bir valize doldurur, kapının önüne koyuverir ayrılık seni... Üstelik en pişkin kahkahalarını atmayı ihmal etmez ardından. Valizinden taşar; kesilmiş faturaların, hayallerin, yaşanmışlıkların, yaşadığın güzellikler ve ölümsüz anlar; ama onların içinde en ağır olan ve herşey yollara saçılsa bile  valizinde kalan daima aynıdır; ayrılığın kavruk kahve tadındaki acılığı... Sen o acılığı yudum yudum içersin. Bir yudum alır bir adım gidersin, ikinci bir yudum ikinci bir adım... Acın bittiğinde gidilecek yolların da bitti sanırsın. Oysa yolların yeni başlar, çok geçmeden anlarsın.

Sıla, sese kulak kabarttığından beri,  iyice ağırlaşan kafasını zar zor kaldırıp cama baktı, ona sadece akademik alt yapı hazırlamayan hayatı da öğreten, hayatın içinde kendi yansımalarını da gösteren hocasına saygıyla selam verip, kendi gitme vaktininin sıcaklığını yüreğinde hissederek yürüdü... Bu ilişkinin elleri kendisiydi, gözleri Sinan... Bıraktığı an, Sinan'ın gideceğini biliyordu. Kendisinin göremeyeceğini de... Arabayı geride bırakıp yürümeye devam etti. Kampüsün çıkış kapısına geldiğinde bir taksiye binip Beyoğlu'na gitti. Yürüdü... Hayatı içine çeke çeke, yürüdü. İnsanlara çarpa çarpa, yürüdü. Bu hayatta bir tek o varmış gibi, yürüdü. Valizindekileri sağa sola savura savura, yürüdü. İçindekileri kusa kusa, yürüdü. Galatasarayı geçip de Cezayir Sokağa dönen yokuşun başında durdu ve O'nu aradı... Limonlu Bahçe'de bir içki içeçeklerdi.


_______________________________________________ Devam Edecek...
Fotoğraf / deviantART

FIRTINA ÖNCESİ / ÇÖZÜM 1

O gece hiç bitmedi, sonraki günler de... Sonraki günler, üzerine hiç konuşulmayan bir yaşanmışlığın izlerini örtmekle geçti. Sıla da, Sinan da iz bırakmaması mümkün olmayan yaraları ile birbirine tutunmuş, kendi kariyerleri ile beslenip, kendi inandıklarınca nefes almaya devam ediyorlardı. Sıla'nın, sonraki günlerde dışa vuran mor acısı, yaptığı onca makyaja rağmen kapanmıyor, soran olduğunda kapıya çarptım diyordu. Çocukken köyünün kadınlarının nasıl bu kadar sakar olduğuna veremediği anlamı, şehirli bir akademisyen olarak aynadaki yansımasında buluyordu. Sıla günlerce Sinan'la konuşmadı. Sinan da Sıla ile. Hocasının "ev, içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" sözünü evirip çevirmiş bir soruya dönüştürmüştü: Ya iki nefes birbirine değmiyorsa, o ev, ev miydi ?

Sıla çoğu vaktini, üniversitedeki odasında geçirir olmuştu. Hocanın akademiadaki günleri artık sayılıydı, aslında yaşını beklemese çoktan emekli olurdu da, emekli olduğunda ne yapacağını bilemediğinden göze alamıyordu. Gidip gelip oyalanıyor, arada Sıla'ya bir makale bulup Hocalık taslıyordu. Sıla'nın kaldığı geceler, bu sefer Hoca Sıla'ya arkadaşlık ediyordu. Hocanın sevdalısı iki yıl kadar önce, bir iş adamı ile evlenmiş, emekli olup akademiadan ayrılmıştı, adamın üç kağıtçı olduğuna dair dedikodular çıksa da hoca bu konuda bir kez bile konuşmadı, sadece bir keresinde onun adına mutlu olduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyordu Sıla... Alkol ile olan yakın ilişkisinin arasına,  Hocanın acile kaldırılması ile sonuçlanan bir  gecede soğukluk girmiş, o gün bugündür de gitmemişti. Tahmin edilenden daha kısa bir sürede hoca kendini toparlamıştı, o olaylardan sonra.

Hoca, Sıla'nın uzun saatler çalışmalarından, Sinan ve Sıla'nın ayrı ayrı onu ziyarete gelmelerinden ve nadiren bir araya geldiklerinde, konuşmadan oturmalarından şüphelense de Sıla'ya bu konuda herhangi bir şey sormuyordu. Sıla'yı üzgün görmek Hocanın da keyfini kaçırıyordu. Sıla gibi, içten, samimi, yüreği kocaman bir kadını, üstelik de hem güzel hem de başarılı bir kadını, nasıl olabiliyordu da üzebiliyordu bir insan anlamıyordu. Ama aşk başlı başına anlaşılmazken bu konuda her hangi bir yorum yapmayı uygun görmüyordu. Ne de olsa kendisi bu alandaki başarısızlıklarıyla tescillenmişti.

Sıla bir iki yıla kalmaz kürsüde hocanın yerini alacaktı. Bütün akademia  onun başarılı çalışmalarından söz ederken, hoca kendi payına düşen haklı gururu fazlası ile abartılı yaşıyordu. Sıla, yaşlılığına veriyor ve bu davranışlarını çok sevimli buluyordu. Gece geç saatte, hocanın ışığını ne zaman yanık görse telaşlanır, alkolle olan düşkünlüğünü de bildiğinden nefes nefese odasına koşardı. O gece biraz da kendi yaşanmışlıklarından yılgın, omuzlarında taşıdığı küfeleri bir yere bırakma sıkıntısında, odadan içeri girdi. Onu, köşe masada buldu. Birden odanın orta yerindeki kutuları gören Sıla, şaşkınlığını gizleme ihtiyacı duydu ama sonra dayanamayıp "hayrola" dedi.

Hoca, iç ısıtan gülümsemesi ve kendine çok yakışan o gururlu bakışları ile "vakit, toparlanma vaktidir" dedi. Sıla, "yardım isteseniz söylerdiniz, yalnız kalmak istediğinize emin misiniz" deyince, hoca başıyla sessizce onay verdi. Terkedilmiş kasabaların tenhalığında uçuçan kurumuş yabani otlar gibi duruyordu her bir koli, o odaya yakışmıyordu. Mevsim henüz güze dönmemişti. Ayrılık vakti henüz gelmemişti... Kendi isyankar duygularını bastıran Sıla, kapıdan sessizce çıktı.


____________________________________________________________Devam Edecek...
Fotoğraf / deviantART