28 Temmuz 2009

DERİN DÜŞÜNCE



Benliğimi bırakır da gidersem...
Senliğine ortak eder misin ki beni...

İlişkiler üzerine düşünüyorum.

Birinin yek diğerine teslim olma halini. Fark etmiyor kadın ya da erkek, meselem teslimiyet...

Düşünüyorum ve işin içinden çıkamıyorum. Çevremdeki ilişkilere bakıyorum. Dinliyorum. En umursamazı bile teslim olmuş içten içe de belli etmiyor kendince.



Tuhaf diyorum, insanoğlu tuhaf...
Yaşarken teslim olmayacağım diye diretirken, bu sefer de ayrılınca teslim oluyor...

Acı, bu teslimiyetin bir yansıması olabilir mi?

27 Temmuz 2009

PAYLAŞMAK SENDE OLANI

Yıllar ne çabuk geçiyor...

Hüzün yürekte ağır geliyor, taşıyorsun, ha deyince gitmiyor biliyorsun. Sen içine kaçtıkça, kelimelerin de kaçıyor en kuytu köşelere... Üzerinde bir hüzün elbisesi, yıkanmamış sanki senelerce...

Sonra bir terzi geliyor... Sana çok yakıştığını düşündüğün hüzün elbisesini çıkartıyor, çırılçıplak kalıyorsun. Mutluluk kumaşını uzatıyor. Sana yakışan kumaş budur diyor. Sen bakıyorsun. Üzerimde sakil durmaz mı taşır mıyım ki endişeni yüzüne yansıtınca; üşenmiyor, alıyor ölçünü, dikiveriyor en güzelden daha bi güzelini... Sen tüm çıplaklığınla ağlıyorken nedensiz onun karşısında; biraz ürkek uzatıyorsun elini. Kendine çekiyor seni. Sarıp sarmalıyor. Utanma diyor, her yürek acır bir zaman ve her yürek değiyorsa eğer çekip çıkartılmalıdır kendi bataklığından. Kendine dokuduğu mutluluk kumaşını seninle paylaşmaya hazır haline şaşkın bakınırken sen, çıplaklığına en yakışanı dikip bir de giydirince üzerine:

Her sabahına güzel ve mutlu uyanıyorsun. Kuşkusuz sol yanın dolu olduğundan ve tabi bir de güven duyduğun bir göğse sarıldığından... Hüzün hep içimde dediğin halin geride kalıyor, yerini bir gülümseme, bir huzur, bir mutluluk alıyor. Hüzün sokağına uğramıyor bir dostun temennisindeki gibi... Hatta hüzün, eski bir fotoğrafın sararmışında çoktan almış yerini de şimdi dönüp bakarken; ne hüzün dedirtiyor sadece. Daha öteye bile gitmiyor duygun...

Eline bir kağıt kalem alıp, iki satır karalıyorsun el yazınla:Sen içimde çiçekler açtırdın ya bunun için bile sevebilirim seni bir ömür... Öpöylesine *...



_____________________________________________________________________
Fotoğraf / DevianART
İlk Yayın Tarihi / Temmuz 2009 / Terzinin adı çokça anılınca bugünlerde, yazımı tekrar yayına vereyim dedim. Ve ne göreyim, yine ve yeniden isimsiz bir (ç)alıntı yapılmış, yazdım editörlerine... Gülüp geçebilmek isitiyorum böyle anlarda, ama hep derim ya, kendi yaşanmışlığıma, duyguma, kelimelerime, özelime tecavüz gibi geliyor her defasında...
* Öpöylesine, terzinin yazılarımdan birine yazdığı bir yorumda geçmiştir. Ve içinde herşey olan bir sürü şey ifade etmektedir. Ve (ç)alıntı yapan bunun ne demek olduğunu bile bilmediğinden, ölesiye diye çevirmiştir.

KAHVE FALINDA ÇIKTIN KARŞIMA

Bu sabah uyandım…
Yatağımdan kalkarken yüzümde bir gülümseme vardı.
Mutluydum. Güzel bir uyku uyumuştum ve huzurluydum.
Yatağımın sol yanında uyandım. Yatağımın sol yanı uzun zamandır boş. Sahibini bekliyor.


O olmasa da, masadaki sandalyesini boş bırakan bir anne tanıdım, oğlunun gelmesini dört gözle bekleyen. Her yemekte bir sandalye, bir tabak onun için de konurdu masaya. Günler sonra, oğlu gelmese de kızım dediği gelini gitmişti oğlunun yanına. Uzaklardaki bir masada oğlunun yalnız olmayacağını bilmek mutlu etmişti son günlerinde onu. Nerededir o çift şimdi kim bilir?


İnsan aklı nereden nereye…


Yatağımın sol yanını anlatıyordum. Dün gece ilk defa yatağımın sol yanında uyudum. Yastığa sarılmadan. Sadece kafamı dayadım. Güvenli, sevgi dolu bir göğse yaslar gibi huzurluydum. Sabaha kadar öylece uyumuşum. Sabah ilk defa yatağımın sol yanında uyandım. Dedim ya mutluydum. Mutluluk ne kısa ne uzun bir duygu. Anlık, o an var sonra o an aklına gelince gene var. Ama hüzün öyle mi… Hep içimde. Bir köşede sinsice bekliyor. En mutlu zamanda bile kendini hatırlatacak küçük bir ayrıntı buluyor. Mesela, tam da o uzun zamandır beklediğiniz öpücük size doğru geliyor. Kalbiniz çarpıyor, ağzınız kuruyor, kan öyle hızlı dolanıyor ki damarlarınızda; içinizde tuhaf bir korku…


Ve işte sahnede gene o görüntü:


Bir adam camdan dağın yamaçlarında kurulmuş şehre bakıyor, üzerinde küçük siyah bir şort. Bedeni çıplak, elinde bir sigara. Şehir gözle görünür mesafede, sabah ayazında üzerinde bir çiy. Kadın yattığı yatakta adamın keyifle sigara içtiğini düşünürken; adam yitirdiği kadına ağlıyor.


Neden sürekli bu görüntü gözüme takılıyor.
Neden beni o adamın ve kadının hali hüzünlendiriyor. O adam kim. Ben miyim yatakdaki kadın. Peki neden o yataktayım. O ev. O yamaç… İki yanı ağaçlarla çevrili bir ormana girer gibi dar bir yol.


Öpücük artık beni ilgilendirmiyor. Kafam o yolda. Korkuyorum oradan ileriye, yolun sonundaki eve gitmeye. Karşı evde kocaman bir köpek. Dost olduğumu anlar mı?


İçeride beni neyin beklediğini bilmiyorum. O adam hala pencerede mi ki?
Sorsam, neden her heyecanlandığımda camın önünde duruşunuz geliyor gözümün önüne desem. O kadar gerçek ki görüntü aklımda. Bari diyorum bir kahve içimlik uğrayayım yanına.
Bulur muyum yolu acaba? Ya da aradığım cevabı bu adamda.


06.05.2007
___________________________________

26 Temmuz 2009

YASDAYIM

Gece karanlık...
Gece hüzünlü...


Uzun zamandır esen rüzgar;
"En kötü karar kararsızlıktan iyidir" diyor.


Hani eskilerin deyimiyle plak dönüyor;


"Yoksun
Yine varlığım sürükleniyor
Sensizliğim bilinmiyor
Sen gittin gideli ellerim hep titriyor
kalbim bu acıyı gizliyor"


Ben bir sigara yakıyorum geceye, dumanı yol alıyor.
Duman olup geceye karışmak istiyorum.


Olmuyor.
"Çok zor o kadar yıl sonra itiraf etmek
Bu aşkı bertaraf etmek
Bu kez sana söyleyecek ne çok şey vardı
İsterdim bak unutmadım demek"


Plak dönüyor;
İçimi bir hüzün kaplıyor.


"Yıllar sonra bile hiç kimseye söyleyemedim
Bu sevdayı kalbime gömdüm"


Düşünüyorum...


Var mıdır kalbe gömülen sevdalar.
Yürek taşır mı, dayanır mı, eskisi gibi çarpar mı?
Bir sigara daha yakıyorum.
Ateşi kor yüreğim.
Dumanı vuslata sitemim.
Külleri...
Söze ne gerek anlayın işte budur benden geriye kalan.


Dayan yüreğim dayan.


Plak dönüyor...


"Şimdi eşim dostum beni hastayım sanıyor
Yastayım hiç kimse bilmiyor"


Hüznü bir köşeye koyuyorum.
Eski fotoğraflara bakarken bir anı gelip beni buluyor.
Gülümsüyorum.
Hüzün yasla karışıyor,
Karışıyor da...
Aşk hala her şeye rağmen nasıl bu yürekte kendine yer buluyor, işte bunu bilmiyorum.


Plak duruyor...


Kalbim hala taşıyor, hayır hiç ağır gelmiyor
Eskisi gibi de çarpıyor üstelik


Ama neden bilmem...
Bu gece bana ağır geliyor,


HİÇ KİMSE YASIMI BİLMİYOR...




14.06.2006


_________________________________________

Fotoğraf / Despair© Mel Brackstone

BİR GÜN



Günlerden bir gün...

Uzaktaki dağların tepesindeki karlı sevdaları düşlüyorum. Balkonumdan görülen manzaranın ihtişamı, yüreğimdeki yalnızlığa kafa tutuyor. Kalabalık ailelerin o şaşalı pazar keyiflerine özeniyorum. Dayımla teyzemin yaşadığı çocukluğumun bayramları geliyor aklıma. Dalıyorum düşlere...
Sonra, günlerden bir gün:

Uzakta çok uzakta bir evin bahçesinin mangaldaki etlerinin kokuları dağ kekiklerinin kokusuyla dans ederek geliyor burnuma adeta. Telefonun sesine irkiliyoruz. Babam "ama dağdayız..." ... "eee gelin tabi, akşam mangal yaparız" diyor ve yolu tarif ediyor. Aile dostlarımız geliyor. Mutluyum... Bir kez daha beni duyuyor. Yakınım ya ondan herhalde diyorum. Kafamı kaldırıp buluta bakıyorum. Teşekkür ediyorum. 1-2 saat geçmiyor, şen şakrak bir coşku oluyor evin içinde, bahçede... Mangal hazırlıkları için herkes bir görev alıyor. Salatalar, etler, yakılacak ateş, bahçeden toplanacak biber domates görevleri birbir dağıtılıyor. En güzelini ben alıyorum. Karabaşla oynamak, boğuşmak ve sonra ona yemeğini verip yemek için masaya oturmak...

O sıra telefon çalıyor. Babam; "ama dağdayız..." ... "eee gelin tabi, mangal hazır" diyor ve yolu tarif ediyor. 1 saat sonra masaya sığacak mıyız diye bakınırken buluyorum bizimkileri: 11 kişi olduk diyor annem. Arka bahçedeki masayı kullanalım. Bir ses güne damgasını vuruyor. "2 idik 3 olduk, 3 idik 5 olduk, 5 idik 7 olduk, 7 idik 11 olduk..."

Hepimizde bir neşe... Mangalın kokusu dibimde. Ben eriğin dibinde. Erik adamın dibinde, bira adamın elinde... "Ah hayat sen ne keyifsin çoğu zaman..." Başımı kaldırıyorum akşam serinliğine, ahlata bakıyorum. Ahlata gülümsüyor ve teşekkür ediyorum. "Hayat bugünlerde seni seviyorum."

Bazen öyle şaşırtıyorsun ki; bizim karabaşın hatun doğum yaptı 2 gün önce, adamı eve almıyor. Karabaş napsın, nerede bir serinlik gidip kendini oraya atıyor. Nice sonra hatun kişisi gelip karabaşı kontrol ediyor. İki kokluyor, bir sırnaşıyor ve o sırada yavrularının durduğu yerdeki kapının ağırca rüzgardan kapanışına kulak kabartıp, dört nala yavrularına koşuyor, karabaş yarım kalan keyfi ile çamın altındaki gölgede düşlere uzanıyor. Masadan bir kahkaha kopuyor: Annelik ve babalık üzerine, şakalaşmalar alıp başını gidiyor.

Mangal hazır çanı çalıyor; bir telefon da beraberinde... Birden mangalcı elindeki maşayı bırakıp, telefonuyla uzaklaşıyor. Beklenen kötü haber geldi. Gece karanlığı çökerken, sessizlik her yeri kaplıyor. Ne karabaş, ne hatun, ne de mangaldaki kordan çıt çıkmıyor. Koca kara mangalcı sarsıla sarsıla ağlıyor. Çatal ellerden düşüyor, yüzler, neşe, keyif... Hepsi tek tek düşüyor. Koca kara mangalcı gözyaşlarını üzerine siliyor. Masada herkes birbirine bakıyor, sonra eğiyor kafaları hayata bakıyor.

Hayat diyorum bazen ne acımasızsın...
Ahlata bakıyorum, yoksun, bulut çoktan gitmiş zaten, ayı görüyorum hilal: Uzun uzun bakıyorum, uzun uzun susuyorum.
Teşekkürlerimi geri ver diyorum: Hiç yakışmadı böyle bir geceye ölüm, ama hiç...






25 Temmuz 2009

HABERİN OLA!




MÜRDÜM ERİKLERİNİN DALLARINA KURDUM YATAĞIMI


Buram buram kokun geldi sabahın telaşına
Serinliği geldi teninin...
Bilsen nasıl özledim seni
Bir tebeşir izinde gelirdin peşime
Bugünleri katık edip kelimelerine
Biliyorum
Yüreğinden taşar gelirdin

Buram buram kokun geldi sabahın telaşına
Sıcaklığı geldi ellerinin...
Derin bir iççekiş eşlik etti gözlerine
Koklayıp uzandın usulca yanıma
Ilıklığı geldi nefesinin...


***

Haberin ola, sevdim seni, hem de çok





İTHAF


Hüseyin Alemdar kime ithaf etti bilemem T'ye derken ama ben tebeşirle yazıyorum duvarlara adını...





1



Akşamları eskil şiirler mi yazılır

- bütün tensel sözcükleri kokladım gövdende -

akşamlar ki usulca kendine kapanan gri şiirler gibidir

ki yitirdiğim şiiri buldum teninde.



2

Sen ki bir zambağın terleyen sesisin şimdi


3

Ağzının yanan ateşini öpüyorum işte
yanan ipek ateşini ağzının -

Göğsümde gecenin uğultusu duyuluyor!


Ağzın: Akşamın göğü öptüğü yerde uçuklayan lale


Lale: Beyaz beyaz beyaz uçuklayan ağzın



4

Dilimde gizil beyazlığı teninin,


5

akşamıma dayadığın ağzını öpüyorum

akşamım ki kasığıma terlemiş

ten kokulu bir zambak

6

Ve gecedenizi etinde öldüm!




____________

1992

(*) Hüseyin Alemdar şiiri






24 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 3


"Zaman yoksa, artık çok geçse herşey geçmişte olup bitmiştir. Bu durumda yapılabilecek bir şey yoktur. Biraz çabalarsak belki olup biteni anlayabiliriz. Zamanı yitirmek, yalnızca bugünü yitirmek değil, hem bütün bir geçmişi, hem de boydan boya geleceği yitirmektir. "

Mehmet Serdar

MEDET



Kitaplığımı düzenliyorum. Annemden gelenler, çocukluğumdan kalanlar... Neler neler çıkmadıki karşıma: Küçük Kara Balık, Yarının Büyüklerine Şiirler, Günışığı Hoşçakal ve daha niceleri... Ama hiçbiri Adam Sanatın eski sayıları kadar düşündürmedi beni. Nelerden beslenip, nasıl şekilleniyoruz üzerine düşündüm. Algı kirlenmesi üzerine ne güzel bir örnekti okuduğum: Saflık

Sahi nerde kirleniyordu algı ve yürek ne zaman boğuluyordu kuşkunun içinde...

Yıl:1992 - 1993

Arasından iki sayısını rastgele çekip aldım yanıma. Servis aracı beklerken, oturdum kaldırım taşına. Medet umdum ve açtım bir sayfa: Blogumu takip edenler bilir, kendi kendime oynadığım bir oyundur ki bu sefer; ilki kadına, ikincisi adama ve sonuncusu duruma olmak üzere rastgele sayfa açtım ve okudum.

KADINA

Hüzün Denen Kadın (*)
Geçmiş acılardan bir tül üzerinde
Ne yapsa sıyırıp atamaz onu
Gülümsediği an dağılsa ya bulutları
Sisi hiç kalkmaz dağlarının

Görseniz hemen tanırsınız
Hüzün denen kadın o işte
Buğulu bir güzelliktir başlar
Kirpiklerinin ucunda

Sevmiştir eskiden, şimdi kilitli yüreği
Pişmanlıkların kırbacıyla kendini döver
Elini uzatamaz kimselere
İhanetlerle kırılmıştır filizleri
Yasak bahçe duvarın ötesi

Kendini tutmak istese de
Boşanır bütün gökyüzlerinden
Yağmurun ta kendisidir o
Her an ıslatabilir sizi
Bütün şehirlerin bütün sokaklarından
Ansızın geçebilir
Yolunu yitirmiş bir yolcu gibi

Encamı çorak çöllere dönmektir
Kırağılı kıranlardan geçmiş çünkü
Bir kucucuk yaprağında koklar havayı
Elinizi uzatsanız
Küstüm çiçeği

Görseniz hemen tanırsınız
Hüzün denen kadın işte o
Kimi zaman ışıltılar geçse de gözlerinden
Gülümsemesi solgun bir çiçek resmi

ADAMA

İmana Geldim (**)
Bir kız buldu beni akşam üstünde
Bâkire değil ama kızmış
Allahına kadar
O ne memeler o
O ne uyluklar o
Ooo
Hele o engebesiz aşağlara
İnen o göbeği o
O müselles o müselles o
Hiç ağda görmemiş ayda
Allahıma güzel
İşte o zaman imana geldim

DURUMA

Şemsiye (***)
Tozlu bir şemsiye durur
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla

Anımsar mısın bilmem
yağmurun bardaktan
boşanırcasına yağdığı o günü
hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza
dudaklarımla hesaplamıştım
yüz ölçümünü

Nicedir sokağa çıkarmıyorum şemsiyeyi
korkuyorum çünkü
kapısı açık kafesinden
uçan bir kanarya gibi
beni ikinci kez terk etmenden
Yanıt alamayacağımı bilsem de
yanına gidip
sorarım her gün şemsiyeye
altında elele nasıl görünürdük diye...
__________________________________
(*) Hüseyin Yurttaş şiiri
(**) Can Yücel şiiri
(***) Sunay Akın şiiri

İŞARET



Beklemek...
Senden gelecek tek bir işaret için...

Gecenin serinliğinde oturdu balkonuna. Peggy Lee Black Coffee albümünden en sevdiğ parça çalıyordu fonda: A Woman Alone With The Blues... Bir sigara yaktı. Gökyüzüne baktı. Yıldız yoktu. Gecelerdir hiç kaybolmayan yıldızı bile kaybolmuştu. İç çekti, derin, soğuk... Soluna doğru bir sıkıntı yerleşti. Yanıyordu teni. Sigarasından bir nefes daha çekti. Yeşil kaplı günlüğü sabah bulduğunda okumamak için çabalasa da; geceydi, yalnızlık çökmüştü ve o gene bildik tanıdık bir sese sığınmak konusunda zayıftı. Masanın üstünde duruyordu. Yeşil, küçük, ağır defter. Geçmişin kapanmış yaralarına açılacağını bile bile baktı deftere uzun uzun. Aklından geçenleri kovaladı bir süre. Ama olmuyordu. Gece üstüne geliyordu. Yetmiyordu rüzgar baskı yapıyordu ve anılar bir sağanak yağmurun habercisi bulut olup başında bekliyordu. Aniden doğruldu yerinden. Aldı eline yeşil, küçük, ağır defteri... Açtı kapağını, okudu ilk satırı: ÖZLEDİM... Büyük harflerle yazılmıştı. Düzgün özenli bir el yazısıydı. Kalakaldı o sayfada. Altına düştüğü tarih; 22.Temmuz.2006

Aklı, yüreği ve gözyaşları gidiverdi o tarihe:

Havaalanından almaya geleceğim seni yarın sabah, 4-5 günlüğüne geliyorsun sadece ama olsun. Ben senle bir sarılma süresince bile mutlu olurum. Sadece o kadar bir süre için gelsen bile. Öyle özledim ki...

Bir daha hiç gitmedi o havaalanına o tarihden sonra. O gece gelen bir telefon üzerine, anlamıştı. Beklediği işaret bu değildiyse de bir işaretti işte; yarınlar tükenmişti.

Ah yürek dedi kendi kendine. İkinci bir sigara yaktı. Herşey dedi ilk başlarken ne kadar farklıdır. Saatlerce sohbet edersin. Nasıl da zaman bulursun herşeye. Gelmelere, gitmelere. Uykusuz kalırsın. Umursamazsın. Sonraki zamanlar o sıklıkla devam eden sohbetlerin arasına, günlük rutin işlerin girer. Uzar aralar. Sonra bir gün içinde 2-3 mail, belki bir telefon konuşması, sonra kısa bir mesaj: "İyi geceler bebeğim. Benden hayır yok sana, çok yorgunum Yarın görüşürüz artık."

Oysa; o da, sen de bilirsin ki yarın yoktur. Yarınlara yüklediğin her anlam teker teker kayar gökyüzünden. Tutunduğun son yıldız da kaybolur gözünün ucundan. İçinde bir sızı... Çöker yüreğine yalnızlığın. Yakarsın bir sigara daha. Dumanı kaçar gözüne. Ağlarsın...

________________________________________________

Kitabının son bölümüne gelmişti ama kelimeler istediği gibi dökülmüyordu kaleminden. Mojito hazırlamıştı. Keyfi yerine gelsin diye. Yazdıklarını okudu. Beğenmeyip, taslak klasörüne attı. Yeni beyaz bir sayfa açtı. Bir nefes sigara aldı. Bir yudum Mojito. Gülümsedi. Geç olmasa, her zaman gittiği bara gider, oturur ve barın sahibi kadınla lak lak ederdi. Belki dedi adam da gelirdi. Ne güzle sohbet etmişlerdi o gece. Adamın yüreğinde taşıdığı kadını merak etmişti en çok. Bir kitap yazılırdı o gecenin üstüne diye düşüdü.

Son bölümün giriş cümlesini yazdı:

Beklemek... Senden gelecek tek bir işaret için... Tina Turner, I've Been Loving You Too Long dediğinde, bıraktı herşeyi olduğu gibi.

İçeri girdi. Joss Stone, The Chokin' Kind dinledi defalarca.








__________________________________________



Fotoğraf / Serenity© Patricia

23 Temmuz 2009

BAZEN DENK GELİR HAYAT



İlk blogum olduğunda yıl 2006'dıydı ve Ocağın 18'inde muhtemelen karlı bir havada, evde yalnızdım bir blog açmaya karar verdiğimde...
Kolyeler yapıyordum: Terapiydi, para kazanmaktı, en çok da vakit geçsindi...

Merhaba yazısını şöyle bir notla sonlandırmıştım:
Umarım birbirimizi severiz de konuşacak kelimeleri birlikte çoğaltırız...

Aşağıdaki yazıyı yayına verdiğim tarih ise: Haziran 2006, bir dostun bıraktığı yorumu taşımışım satırlarıma...

Uzun zamandır yazmamıştım. Nedeni basit kendimce: yaşadığım şehir, evim, komşularım, yemek yediğim yerler, dolaştığım sokaklar, alışveriş merkezleri ve niceleri... DEĞİŞİYOR.

Telaşlıyım yani. Şaşkınım hatta biraz. Belki şoktayım...

Sonra bir gün bir mail geliyor, bazen de bir telefon. Hayat tekrar anlamını buluyor. İfadelerdeki tedirginlik yerini anlık gülümsemelere bırakıyor. Yürek fark ediyor. Herşey değişse de dostluklar hep baki... Daha önce de yazmıştım değil mi,"nerede nasıl bırakığınız değil biraraya geldiğinizde nereden başlayabildiğinizdir dostluğunuzu belirleyen"

Bu akşam o dostlardan birinin yazdıklarını paylaşmak isterim sizlerle. Teşekkürlerimle birlikte...


"Sayfalarında ufak bir gezinti ile neşeyi sitende üzerini bir hüzünle örterek gizleyebildiğini fakat bir o kadar da, yazamayanı bile yazar hale getirebildiğini gördüm. Nereden mi biliyorum o benim işte yazamayan. Bunları yazarken yazar mı olduğumu düşünüyorum? Tabi ki hayır. Ben o kadar yazar değilim ki yazarken noktalama işaretlerini bile doğru yere koyamam. Hani derler ya “doğru yerde doğru insan” bunların ikisine bile bir arada rastlamışlığım olmamıştır şu 3 onluk hayatımda. Ya da “bu bana bir işaret olmalı” diye bulunduğu durumdan ders çıkarmışlığım. Hangi durumun neye işaret ettiğini hiç kezleyememişimdir. Sanırım benim işaretlerle ilgili bir sorunum var. Tüm bunları anlayabilen ve kendine yüksek bir dirayetle paye çıkarabilen insanlara imrenerek bakmışımdır. Hatta çoğu zaman bakarken de kendilerine yakalanmışımdır.

Aslında ben Evrenin şöyle bir “Takı”larına bakmaya gelmiştim fazla durmayıp çıkacaktım. Ne kendimin yazarken ne de kendisinin yazdıklarımı okurken ayıracağı vaktini almayacaktım. Ama burada her şeyin takılardan ibaret olmadığını başta da dediğim gibi hüznün arkasına gizlenmiş ince bir siluetle bize gülümseyerek bakan neşe ne ise, takıların arkasına gizlenmiş “takıntı”lar da aynı şekilde dikkatimi çekti. "

BEKLEMEK YARINI


Yarını beklemekle,

Pazar'ı beklemek aynı şey değil;

yarın Pazar olsa bile...

22 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 2


"Yalanlamak ve reddetmek için okuma!
İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma!
Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma!
Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!"


Francis Bacon

ZOR OLSA GEREK



herşeyi sığdırmak bir akla

süzmek yürekle

ayakta kalmak gene de

herşeyin en üstünde

sığınmak seni gören gözlere

becerebilmek kısaca

sindirebilmek hayatı

zor olsa gerek


Mart 2009
_____________________________

21 Temmuz 2009

NE GÜZEL OLURDU


Okudukça kelimelerini içim acıyor...
Okumayı sökmemiş olsam
Görmese gözlerim geçici bir süre
Atmasa ya da yüreğim
Ne güzel olurdu...

____________________________________

Buğulanmıştı gökyüzü anlamamışım
Salaklığıma ver
Nisan 2009

SARI PAPATYA TOPLADIM SANA


İlk defa gittiğim bir ormanda rastladım ben onlara... Doğallıklarına kapıldım... Ormanın ihtişamından mıdır bilmem derin susuşları vardı... İçtenlikli duruşları çekti dikkatimi... Papatyanın da duruşumu olurmuş deme... Olur...



Senin ona yüklediğin anlamdır esas olan...


Akıldı orman, sarı bir papatyaydı yürek...


Hiç adetim değildir ama günler önce bir çiçekçinin önünden geçerken aklına düşen sarı papatyaları topladım sana tek tek... Her birine sordum, her birinde cevaplar aradım... Cevapsız kaldılar... Bilmiştim evvel zaman önce bazı sorular cevapsız kalmalıydı da keşke papatyalar sahipsiz kalmasaydı dedim...


Sorarım size ey dostlar;


Keşkeler çoğalırsa bir ormanda, ışıksız kalıp solmaz mı sarı papatya...




__________________________________________





Fotoğraf / Summer Gold© Amy Hopp


YAZILANI YORDUM - 2

__________________


YAZILAN




Herşey Anı Yaşamaktan Geçer!!! An sizi yanıltmaz. O an bedeninizde duyumsadığınız herşey gerçektir... demiş blogun sahibi :)
Ben de hep derim ki şimdinin gözlüğü ile geçmişi yargılama, çekip kelimeleri içinden çıkarma; acıtırlar... An'dır gerçek olan ve aşk an'dır... Öncesi ve sonrası yoktur... Yaşanandır. Aşk düşmektir içine ansızın ama düş değildir... Düşse adı aşk değildir, aşka aşık olma halidir ki bu da yalan değildir.
__________________________________________________________________




"Aşksa olur demiştim bir keresinde... Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin... Sen farkında değilsindir ama aşk yola çıkmış geliyordur, evde yokum diyemezsin... Yaşarsın sadece... Aşk... mı? İtirazım yok, olursa olur... Olmazsa...? Şu kısacık ömre sığan anlardan bir senaryo yazarım kendime..."
yazmıştım an defterime...
aşk gelir ve bulur... an'dır ve o an'da senin haliyeti ruhunun bir önemi yoktur...


________________________________________________________________________

Yazılan



aşk, büyücü olmasa da büyünün aniden ve her seferinde ilkmişcesine ortaya çıkışında gizlidir... aslında aşk varlığı ile büyülüdür ve sen ne yaparsan yap sihirbazın şapkadan çıkarttığı tavşana kanarsın... kanmadığın gün aşktan yanarsın...


Fotoğraf / İnternet - Kaynağı Bilinmiyor

SORU / CEVAP














Aklında onca soruyla uyandığında,
Ulaşmak isteyip de ulaşamadığnda,
Seslenip duyuramadığında,
Uzanıp tutamadığında,

Kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında,
Akıl isyanlarda,
Yürek hüzünlerde,
Sen lal olup kaldığında,
İçine kaçıp; kapandığında,

Söylesene; özlem değil de nedir cevabın,
Eğer soru doğru sorulursa...

______________________________________________________

Fotoğraf / 1x.com

20 Temmuz 2009

DOĞUDAN BATIYA / İÇ SESİN YOLCULUĞU

Ne zamandır çıkmak istediği yolculuğun en keyifli yerinde düşüverdi aklına kadın...


Yol hep bildik, istedikdi....

Yolculuk hep akılda...

Yolcu hep hazır...




Yalnızdı... Yalnız çıkmayı istemediği bir yolculuğa tek başına çıkmak zorunda kalışını bile umursamamıştı. Ta ki, ne zamandır çıkmak istediği yolculuğun en keyifli yerinde kadın düşüverinceye kadar aklına...

Aklımıa uçuşanları yazıya döküversem dedi.

Aklına dur diyemedi... Sıralanmış, hazır cümleler dökülüverdi...


hep aklımdasın ama sensizim işte...
sesin yok... nefesin de... kelimeler eksik...
sadece; yüreğimdeki sıcaklık var seni bana hiç unutturmayan...
soğur mu dersin... şimdi soğumaz gibi geliyor insana... keşke hiç soğumasa...


garip bir grilik çöktü üzerime. nedeni yok gene... kahvedeki adamlar gitti ama korkular bıraktılar geride... gitmen değil inan hani tüm hayatına giren adamların dediği gibi ki o da var kuşkusuz ama benim ki daha çok gelmemek gibi... sana mı bana mı yükledim bu hali bilememek gibi... sanki bir yanın tutarken diğer yanın bırakıyor gibi... sanki bir yanın başka bir yana dönmüş gibi... ne garipsin sen insaoğlu... ne garip... bir yanın yağmur gibi bir yanın güneş... bir yanın sel gibi bir yanın kavruk...



Yolcunun haliyeti ruhunu yansıtması niyetine ne güzel bir yazı olurdu kafamdakileri kağıda dökebilsem diye düşündü...


Sonra...

Yola çıktıtm... Yol boyu
söylendim kendi kendime:

Akıl yolda giderken bulanıp duruluyor
Yürek ısınıp soğuyor
İçte bir yerde bir yara sızısı, nedeni biliniyor...
Ama ben, karışmıyayım istiyorum...
Duymıyayım iç sesimin sesini... Denk gelmiyeyim acıtan kelimelere...
Ama olmuyor; yolculuk yalnızken adamı en zayıf yerinden vuruyor.
Açıyorum radyonun sesini...
Sesimi bastırsın diye, bağır bağıyorum şarkıları, bilmediğim dillerde...

Bugün değil...
Sana gelirken değil...


Yazdı bir kağıda...

Postahanenin kapısında durup uzun uzun düşündü, kararsızdı...

Kara bir sızı, kemirdi yol boyu, düşünceler düşmedi yakasından...

Yürek ısındı kavruldu, soğudu buz tuttu.

Adama uzattı zarfı...

Çıktı kapıdan...


Dışarıda yağmur yağıyordu...

Adam artık batıdan doğuya gidiyordu...


______________________________________


ASMA YAPRAĞINDA SARDALYA RAKISIZ OLUR MU?


Oldu valla...
Çok da güzel oldu...

Rakı olsa daha da güzel olurdu elbet...
Kısmet...

Durum şu; babam, annemin dediğine göre uzun yıllardır sayıklarmış; asma yaprağında sardalya diye...

Sayıklamaları geçtiğimiz cumartesi gerçek oldu ve babam, ızagarada asma yaprağında sardalya yaptı. Harikaydı, en az annemin zeytinyağlıları kadar. Diyeceksiniz ki ne var bunda... Babamın yıllarca salata ve mangal dışında elinden yemek adına birşey gelmediği gerçeğinden yola çıkıldığında; çok var diye yanıtlarım ben sizi...

Annem aşçı kızı, rahmetli dedem, dayım ve teyzem harika yemekler yapardı. Eee annem tekne kazıntısı ama yetişmiş lokantalı günlere... Her ne kadar yağda yumurta pişirttirse de kendine, ustadan almış genler sayesinde hallice iyidir aşçıllık konusunda...

Annemin zeytin yağlıları deyince aklıma hep şu anı gelir:
Küçüğüz ve yaramasız, en azından ben öyleyim... Bir gün annemlerin meşhur öğretmenler toplanıyor ayda bir geleneklerinin bilmem kaçıncısı bizim evde ve tencere ki masa kadar, yaprak sarma yapılmış... Ben ve Burak atlıyoruz masadan somyaya - bilirsiniz değil mi, yaylıdır somya - somyadan masaya... Allahım eğlencenin kralındayız... İçeride börekler açılıyor, kısırlar yapılıyor - çocuklar kendi neşesinde hiç anneleri rahatsız etmiyorlar... Anneler tasasız haliyle; eee üstelik sarma gün evvelden sarılmış pişirilmeyi bekliyor masanın köşesinde, evin en güvenli yerinde... Tencerenin kapağı kapalı, toz olmasın diye... Ve ben somyadan yaylanıyorum, yaylanıyorum ve cüpppppppppp tencerenin üstüne... Alkış kıyamet kopuyor o anda Burak'tan... Tencere, içindekiler ve benle beraber yere yuvarlanıyor. Anneler koşup geliyor. Kimse benle ilgilenmiyor, sarmalar yaralanmış, ona üzünülüyor. Burak ben de yapacam diye ağlıyor. Allahım canım acıyor; o gün anlıyorum yaprak olmak lazım zeytinyağlı, sarılmak lazım pirince, değerli oluyorsun olabildiğince... Canı acıyor yaprak sarmanın, ahlar vahlar kopuyor, bir çocuk ağlıyor... Yaprak yaprak olalı böyle ilgi görmüyor. Ben çocuk olalı böyle şaşırmıyorum hayata... Annem nice sonra gözündeki yaşı siliyor. Öpüp kokluyor beni. Olsun diyor sana birşey olmamış ya... Sarılıyor sımsıkı... Beni bırakıp tenceresini alıyor ve yere dökülen sarmalarını. Ağlıyor. Bana mı sarmaya mı bilemiyorum. Burak hala ben de yapacam diyor. Şahaneydin diyor. Nasıl zıpladın o kadar diyor. Benim aklım annemde kalıyor. Annem ağlıyor. Saklanıyorum somyanın köşesine... Ağlıyorum sessizce. Burak saklambaç oynuyoruz sanıyor. O hala somyada zıplamaca oynamak istiyor, huysuzlanıyor. Çık ortaya diye bağrınıyor. Hiç sesimi çıkartmıyorum. Köşeme sinmiş ağlıyorum. Neden ben hep annemi ağlatıyorum...
Asma yaprağından çıktım yola... Geldiğim yerde şimdi ben saklanmak istiyorum somyanın altına... Düşünmek orada: Mutluyum dedim anneme, tedirginim dedi ya üzülürsen... Üzülürsenin içinde üzülürsem var artık biliyorum...

Oyun oynerken düştüğüm tencerenin içindeki sarmaya değil de harcanan emeğe ağlandığını anlayabildiğimde; büyümüştüm çok... Sarmaya harcanan emekle bana harcanan emeğe baktım da şöyle bir: Yürek dayanmaz dedim, tencere bir kez daha yuvarlanırsa...
_______________________________________________



Fotoğraf ve Tarif için: Evcini

YOK


Sabahların nesini seviyorum biliyor musun?
Sana uyanmasını...
Gecelerin nesini seviyorum biliyor musun?
Sabahlara az kalmasını...

Öyle keyifli başlıyorum ki senli günlere, bazen sesin kulağımdan hiç gitmeyen bir melodi gibi...

Gün boyu senli benli bir hal içinde oradan oraya sürüklerken hayat beni: Duruyorum... Dönüp sana bakıyorum... Miskin miskin hallerimiz hiç bitmesin diyorum... Gülümsüyorsun ve evet diyorsun...
İki kişilik bir miskinlikten daha güzeli var mı? YOK...

Öyseyse devam diyorum...

18 Temmuz 2009

MİSKİN MİS(k)İN ?



Uzanmışım tek kişilik koltuğuma iki kişilik duygumla...
Ben L'nin kısa koluyum... Sen uzun...
Birleşmişiz tek bir noktamızdan, yürek mi dersin...?

Ne güzel yatıyoruz miskin miskin...
Sarmaş dolaş...




Fikret Kızılok - Yeter ki...

_____________________________________________

17 Temmuz 2009

SENLİ BENLİ



Bana ait olması gereken bir hayatı seyrediyorum pencerenin diğer tarafında... Yok yok pencerenin diğer tarafında değilim. Kendime özel kurduğum sinema salonunun orta yerinden perdeye yansıyan hayatıma bakıyorum.

Senli benli bir hayatın ilk perdesi : İLK AŞK

Senli benli bir hayatın ikinsi perdesi : UMUTLAR VE GELECEK

Senli benli bir hayatın son perdesi : GERÇEKLİĞİNİ ARAYAN YÜREKLER

Film müziği Norah JONES - Don't Know

Nasıl yumuşak nasıl kederli bir yandan. Film alıp götürüyor beni. Keşke geri gelmesem diyorum. Keşke dönmesek gerçek dünyaya. Ama sen keşkelere inanmazsın değil mi? Hatırlıyor musun ilk bebek düşlerimizi, adını bile koymuştuk. Hangi okula gideceği konusunda yaptığımız kavgalar nasıl komik geliyor şimdi yeniden seyrederken. Gülüyoruz birbirimize belli etmemeye çalışarak. Nasıl bırakıp gidebilmişim ki ben seni, o apartmanın girişinde. Nasıl koşmamışsın peşim sıra. Keşkelere yer yok ama film bu flashbacklerle geriye dönüşler oluyor akıp giderken anlar. O anlardan birinde sen ağlıyorsun arkamdan. Ben köşeden dönecek oluyorum, neden dönmüyorum da durup bekliyorum. Fark ettin mi ikimiz de beklemişiz bir süre. Sen beni, ben seni.

Tam da sahnesinde sıkı sıkı sarıldık birbirimize. Filmi bıraktık kendi akışına, sevişmeye başladık öylece... Yeni bir senaryonun açılış sahnesiydi üzerimdekileri çıkarışın. Ve ilk dokunuşta dondu sahne. Jenerik akmaya başladı üzerimizde. Mutlu bir aşkın habercisiydi kullanılan renkler ve müzik neşeliydi alabildiğine. Filmi seyretmeye gelenler biliyordu artık mutlu bir aşk vardı ve bu seyredecekleri gerçek bir yaşamdan alınmıştı.





_____________________________________________

Bazen bir yazı yazıyorum sanıyorum ki geçmiş...
Sonra - zamanı geldiğinde - fark ediyorum ki şimdinin habercisiymiş sadece yazıldığı anda yanlış etiketlenmiş...

___________________________________________


İlk Yayın Tarihi : 19.03.2009
Fotoğraf / Lovers by Angela Vicedomini

16 Temmuz 2009

PARÇA


Parça parça olunca

Bütün olur mu bir daha...?








Ayo - Help is coming

___________________________________

GÜNCELLEME

Sevgili Y.'nin yorum olarak yazıdığını aktarmak istedim olur da yorumlardan kaçıran olursa diye.. Yukraıdaki satırlar bir durum üzerineydi ve bu durum bir yürekle ilgili değildi... Ama aşağıda okuduğum satırlardan kendime kalan şu oldu: Her parçalanmada bir bütünlük hali vardır, bu parçalanmışlık halinde önemli olan, her parçana kattığın anlamdır.

Bütün bunları düşünürken bir dosta yazdığım Testi hikayesi geldi aklıma... Bazen bir parça kalır elimizde, paramparçalanmışlığın ortasında öyle bir yere aittir ki siz o parçanızı sunduğunuz da bütünüzü bulursunuz o da bunca zaman ki eksiğini...

"Bana getirilmişti. Kırdım.- Nasıl oldu bilmiyorum: galiba sallantılı, dengesiz bir yere koymuşum, yeterince dikkat etmeden; sonra ters bir hareket etmişim - düştü, kırıldı... Yeterince düşünmemiştim üstünde, demek. Elimdeki, artık, birkaç iri parça ile birsürü ufacığıydı; bazısı, neredeyse, kırıntı, kıymık - öyle dağılmış duruyordu... Tek tek bir yere topladım hepsini: Yokolmamalıydı. Gittim, uygun bir zamk aldım. Geldim, hepsini bir kağıt üzerinde düzenleyerek, biraraya getirmeğe başladım: şu parça, buna uyuyor - mu; ya, bu, şuna... Zamanla, parçaların kopma noktalarındaki dokularının; ve zamkın, tutma ve yapıştırma niteliklerini, öğrendim. Bazı parçalarsa yapıştıralamayacak kadar ufaktı; onların bulunmaları gereken yerlerde boşluklar oluştu. Tek tek yapıştırdım, yapıştırabildiklerimi. Çok uğraştım. Sonunda ortaya aslının eğri-büğrü bir simgesi gibi birşey çıktı - ve, şu tümce:

Dikkatsizlik ederek düşürüp kırdığın - sevdiğin kişinin izlerini taşıyan; senin için değerli- bir nesneyi, parçalarını tek tek toplayıp, dikkatle -saatlerce uğraşarak- özel olarak aldığın bir zamkla yapıştırıp onardığında, ortaya, orası burası eksik-gedik, yamru-yumru birşey çıkar - ama eskisinden de daha değerlidir artık; çünkü, şimdi, senin izlerini de taşıyordur. Başka bir şey yapamazdım."

15 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 1



"Tanrı'nın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!"


Dale Carnegie