Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.
Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.
Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...
Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:
- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...
Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.
Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.
Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:
Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...
Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...
Hüzün yürekte ağır geliyor, taşıyorsun, ha deyince gitmiyor biliyorsun. Sen içine kaçtıkça, kelimelerin de kaçıyor en kuytu köşelere... Üzerinde bir hüzün elbisesi, yıkanmamış sanki senelerce...
Sonra bir terzi geliyor... Sana çok yakıştığını düşündüğün hüzün elbisesini çıkartıyor, çırılçıplak kalıyorsun. Mutluluk kumaşını uzatıyor. Sana yakışan kumaş budur diyor. Sen bakıyorsun. Üzerimde sakil durmaz mı taşır mıyım ki endişeni yüzüne yansıtınca; üşenmiyor, alıyor ölçünü, dikiveriyor en güzelden daha bi güzelini... Sen tüm çıplaklığınla ağlıyorken nedensiz onun karşısında; biraz ürkek uzatıyorsun elini. Kendine çekiyor seni. Sarıp sarmalıyor. Utanma diyor, her yürek acır bir zaman ve her yürek değiyorsa eğer çekip çıkartılmalıdır kendi bataklığından. Kendine dokuduğu mutluluk kumaşını seninle paylaşmaya hazır haline şaşkın bakınırken sen, çıplaklığına en yakışanı dikip bir de giydirince üzerine:
Her sabahına güzel ve mutlu uyanıyorsun. Kuşkusuz sol yanın dolu olduğundan ve tabi bir de güven duyduğun bir göğse sarıldığından... Hüzün hep içimde dediğin halin geride kalıyor, yerini bir gülümseme, bir huzur, bir mutluluk alıyor. Hüzün sokağına uğramıyor bir dostun temennisindeki gibi... Hatta hüzün, eski bir fotoğrafın sararmışında çoktan almış yerini de şimdi dönüp bakarken; ne hüzün dedirtiyor sadece. Daha öteye bile gitmiyor duygun...
Eline bir kağıt kalem alıp, iki satır karalıyorsun el yazınla:
Sen içimde çiçekler açtırdın ya bunun için bile sevebilirim seni bir ömür... Öpöylesine *...
İlk Yayın Tarihi / Temmuz 2009 / Terzinin adı çokça anılınca bugünlerde, yazımı tekrar yayına vereyim dedim. Ve ne göreyim, yine ve yeniden isimsiz bir (ç)alıntı yapılmış, yazdım editörlerine... Gülüp geçebilmek istiyorum böyle anlarda, ama hep derim ya, kendi yaşanmışlığıma, duyguma, kelimelerime, özelime tecavüz gibi geliyor her defasında; gülemiyorum.
*Öpöylesine, terzinin yazılarımdan birine yazdığı bir yorumda geçmiştir. Ve içinde herşey olan bir sürü şey ifade etmektedir. Ve (ç)alıntı yapan bunun ne demek olduğunu bile bilmediğinden, ölesiye diye çevirmiştir. Fotoğraf / DevianART
İlk kez O dinletmişti bana bu yorumu ve ben çok sevmiştim.
O, bir terziydi, hüzün elbisemi çıkartıp, bana mutluluğu giydirmişti.
Şimdilerde ben bana çok yakıştırdığı(m) o elbisemle salınıyorum hayatta.
Bazen bir şarkı dinlersiniz ve budur dersiniz ya...
Bu ses, bu yorum, bu sözler, bu ritm...
O gün buydu...
Ve bugün burada tekrar yer alması;
Şu anda yüreği hızla çarpan, uçuşan kelebeklerine söz dinletemeyen,
Geçmiş seferlerin yenilgilerini sıkça aklına getirdiğinden belki,
Kendine izin vermeyen kadın(lar) için yayınlanmıştır.
Dilerim o kadın(lar) da uslanır...
Yaşamın kendi rutin akışında, bazen bir kahve içimlik sohbetlere karışıyoruz seninle, bazen uzun sahil yürüyüşlerinin iyotu oluyorsun buram buram... Rakı sofrasında gelip karşıma oturuyorsun en çok… Ya da bir kadeh kırmızı şarabımı elime alıp köşe koltuğuma uzanınca, uzanıveriyorsun yanıma... İyi dileklerimizi esirgemeyip yolumuza devam ediyoruz kaldığımız yerden. Yaralar açarken birlikteydik diye herhalde, kapatırken de karşılaşıyoruz her seferinde…
Olur olmadık zamanlarda düşüyorsun aklıma;
İçimden geçense hep aynı:
Gene mi çıktın karşıma...
Durup dururken bir köşeden gülümsüyorsun
İçimi kıpırdatıyorsun aniden
İyi yapıyorsun be yüreğimin sevgisi
Her şeye rağmen iyi geliyorsun sen bana…
Hep ol yarınlarımda...
Hep ol, şimdiki gibi...
________________________________ Fotoğraf / deviantART
Bazı vedaların gitme kal diye yalvardığı olur, sağırdır yürek, gider...
Yasmin Levy - Adiós Querida
Nasıl kapalı bir hava, nasıl karanlık çöktü günün ortasına...
Bilir misin, nasıl çaresizce bir ses arar yürek böyle zamanlarda...
Biriktirdiği hüzün olan bir kadın için,
Ağlamasına sebep cılız bir damla;
Taşırır bilmezsin, yüreğin daha önce bu kadar dolmadıysa...
Kadın kafasını kaldırır göğe, bir umut arar gibi...
Gök gürler; 'hazırım eşliğe' der gibi...
Yasmin Levy'nin sesine gizlenmiş o mistik damla düşer yüreğe daha ilk adioda...
Gök son bir kez gürleyerek, kadına döker içindekileri...
Kadın taşar... Kendinde saklı keridasına; adio, adio kerida diye yalvarır gibi...
_______________________________________________________________ Adiós Querida için Deep Sound'a teşekkürler... Fotoğraf / Anca Cernoschi Adiós Querida / Hoşçakal Sevgilim
Konsere gidelim mi dedi, hasta yatağından tuvalete gitmek için bile yardım alırken, elinde İş Sanatın o ay ki programı, bıraksan yürüyerek gidiverecek gibiydi... Gözlerindeki ışığı gördüğümde, hayır diyemedim. Eşi ve benim eşim o gece için hazırlanıp keyifle o konsere gidecektik. Heyecanlıydık, eşim daha önce yurtdışında da seyrettiği çıplak ayaklı divayı bir kez de Türkiye'de seyredecek olmaktan yana mutluydu. Bense divayla ilk defa tanışacaktım.
Akşam yemeğini, Kuledeki Sushico'da yemeğe karar verdik. Benim en sevdiğim Çinlilerden biriydi İstanbul'da yaşarken... Bak şimdi İstanbul deyince, gözümün önüne Mezzaluna geldi. O bir İtalyan... Onu da çok severdim. Ama Çinlinin yeri gönlümde bambaşkaydı. Yola koyulduğumuzda konsere iki saat kalmıştı. Arabayı eşim kullanıyordu ve o ön koltukta oturmuş neredeyse 40 yıl gittiği mekanına, özellikle de bir dönem yaşamını etkilemiş bir sanatçıyı dinlemek üzere gidiyor olmanın keyfini sürüyordu. Mutluydu. Heyecanlıydı. Enerjisinin giderek çoğalmasını seyretmek eşinin zaten parıltılı mavilikteki gözbebeklerini uçsuz bucaksız denizlere çeviriyordu. Geçmişi yaşayarak bir kez daha, bir kez daha anlatıyordu dayı... Dayı derdik ona, kızım ve oğlum derdi bize... Çok severdi, hissederdik. Ziyaretine sıklıkla gelemeyen oğlu ve kızı yerine mi koymuştu bilmem ama seslenişindeki sıcaklığını ve içtenliği her seferinde hissederdik. O kadar heyecanla konuşuyordu ki, kelimeleri hiçbir yere sığmıyor, bir bahar akşamının ılıklığında esen rüzgara karışıp boğazın sularına bırakıyordu kendilerini...
İş Kulelerini anlattı bize, 1998 yılına kadar uzandı anılar... Sendika'da olanlar; Türkiye'nin siyasi ve ekonomik durumu üzerine göndermelerle süslenmişti... Anılar... Anılar...
İş Kuleleri, antik tapınakları andıran granit yüzeyli, kahve-bej renklerin hakim olduğu başlangıç katları ile tezat oluşturan metal-cam karışımı mavi-gri kulelerden oluşmaktaydı. İlk defa içeri girenlerin bu tezatlıktan etkilenmemesi mümkün değilmiş gibi gelmişti bana. Bu postmodern mimaride, bir Çinli... Keyifli olacaktı, belliydi. Masaya en son gelen ballı kavrulmuş ceviz hem ağzımızın tadını katmerlemiş hem de bize konser saatinin çok yaklaştığını hatırlatmıştı.
Biletlerimiz neredeyse, divanın yanındaydı. Öyle yakın öyle içiçeydik ki; ben henüz bunun ne demek olacağının tam olarak farkında bile değildim. Orkestra yerini aldı... Bir kadın, çıplak ayaklarıyla sahneye doğru yaklaşırken bile salon alkıştan yıkılmak üzereydi. Duru bir ses, ama nasıl sıcak, ama nasıl yakıyor...
An duruyor, gözgöze geliyoruz, elini uzatıyor; öyle ki beni elimden tutup sahneye çıkartıyor. İlk defa dinlediğim şarkıları onunla söylüyorum. Ünlenmesi 50li yaşlarını bulmuş bu divanın, kendi deyimiyle "aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla" sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih edişinin niyelerini, kendimi çocukluktan beri Afrikaya bağlı hissettiğimden olsa gerek, anlıyorum.
Afrika'nın kuzey batısında, okyanusun turkuazında, kendimi adalar ülkesi Cape Verde'nin puzzle topraklarına bırakıyor, bir adadan bir adaya çıplak ayak dolanıyorum. Cesaria Evora'nın sesinin tınısında, yüreğimin derinlerindeki Afrika çağrısnın köklerini bulmaya gidiyorum.
Konser bitiyor... Herkes ayakta... Herkes ayakta ve o teninin karalığında kızarıyor. Diva yerini, yüreğince insana bırakıyor, gözümde daha da büyüyor... Bis için sahne aldığında, salon kulaklardan kolay kolay silinmeyecek bir sessizlikte; o duru sesiyle şarkısına başlıyor, havada öylece süzüldüğünüzü hissediyorsunuz; huzur, tüyden kanatlarında turkuaz bir sonsuzluğa bırakıyor yüreğinizi; sonra Afrika'nın karalığında, doğasının yeşilinde, yer altı zenginliklerinin sarısında ve özgürlük uğruna akıtılan kırmızısında, onunla birlikte akıyor sesiniz gürül gürül: Sodade sodade diye diye...
Ne zaman erken diyebileceğim bir saatte uyusam, sabaha karşı üç dört gibi uyanırım. Kendi saatim bana uyanma vakti der, bakarım etrafıma, yaşam durmuş. Ben neden duramamışım bilmem.
***
Rüyalar görüyorum. Bu normal. Rüyalarımı unutuyorum. Bu da normal. Sabah uyandığımda neredeyse hep unutuyorum ama gece yarısı rüyadan uyanır da su içersem çoğunlukla hatırlıyorum. Bu normal mi bilmiyorum. Yani rüya ve su ilişkisi... Uyanır uyanmaz not aldım aldım, 1-2 saat içinde herşey sis bulutu, ben sadece rüya gördüğümü hatırlıyorum ama ne olduğunu asla bulamıyorum. Her rüyamın üstüne de su içemem ki...
***
Bu gece küçük bir çocuk cep telefonumu çaldı. Annemle yürürken. Arkasından koşup yakaladım. Bir apartman kapısından girdi ve bir avluya çıktı. Çıkış yoktu. Kahveymiş orası, nasıl sevindim. Küçük hırsıza teşekkür bile ettim. Yepyeni bir yer keşfetmeme vesile olduğu için. Bu rüya bana ne demek istedi; önce bir şeyi kaybedeceğim sonra da bulduğuma daha çok mu sevineceğim. Belki... Bütün bunlar olduğunda ben zaten rüyamı tamamen unutmuş olacağım. O nedenle bana verdiği mesaj için şimdiden teşekkür edeyim.
***
Sabahın bu saatinde daha faydalı bir şey yapayım istiyorum ama okumaya yorgun gözüm kapanıp gidiyor, yazmaya düşkün el, dur durak bilmiyor. Aklın, fıldır fıldır dönen gözlerle resmedilebilecek haliyse giderek evlere şenlik bir hal alıyor.
***
Sevgili süpriz yaptı bu gece bana mutlu oldum. Sanki bir rüyadaydım. Koşuyordum. Yoksa hırsız o muydu, kalbimi çaldığı için peşinden koşuyor, yakaladığımda beni ulaştırdığı yerlerde mutlu mu oluyordum. Evet, evet rüyam böyle yorumlanınca pek bir güzel oldu. Gidip bir öpücük vereyim ve sıcağına uzanıp uykuma kaldığım yerden devam edeyim. Hem belli mi olur, az önce beni götürdüğü avlunun keyfine varmak için kahve kokusuna yükleriz aşkı... Buram buram...
***
Sabah olsa...
***
Sabah olsa deyince aklıma geldi, bir filmden karşılıklı bir replik...
"Bu gece hiç bitmese..." der genç kız sevgilisi ile geçirdikleri bir gecede... "Bu gece bitmesse yarın olmaz ve yarın sana yapacağım evlenme teklifini duyamazsın, o nedenle bir şey dileyeceksen o; bu gece çabuk bitse olsun" Ah... Siz de o genç kızın kalbinin o adam için sonsuz attığını hissettiniz mi?
***
Sabah olsa...
_________________________________________ Fotoğraf / altphotos
Bu taraflardan en az biri kötü anlamına da gelmez...
İkisi de çok iyi olabilir, ikisi de herkes tarafından sevilen, beğenilen insanlar olabilir.
Ama bazı ilişkiler yürümez...
***
Aynı evde 40 yıl... Aynı yastıkta 30...
Bu matematiksel bir hata değil ve taraflardan biri gittiği için eksik kalan bir on yıl hiç değil.
Son on yılı ayrı odalarda yaşayıp, ortak bir hayatı paylaşmak zorunda kalan iki güzel yürekli insanın hazin ilişkisi... Ve bazı ilişkilerin yürümeyeceğinin en güzel resmi...
***
Bunu bilmeme rağmen, bazı ilişkilerimi yürütmek konusunda ısrarcı ve kararsız tutum takındığım çok olmuştur. Bir tür bağlılık ve bağımlılık arasında tam da arafta kalma hikayesi aslında...
***
Arafta kalmak, koşarak eve gelip kendini sevdiğinin kollarına atma hayali kurarken, kendini yalnız, soğuk çarşafa teslim edip ağlayamamak gibi...
***
Hani her yanın saklanmak isterken ve kendini kendi yalnızlığında boğmak; yüreğin sevmeye devam ettiğinden, koşup kendini gene ve yine ona bırakmayı istemek gibi...
***
Rakıyı dostlarla içerken suya ihtiyaç duymamak ama her yalnız kalışta susuz içmemek, illa ve illa su bardağına rakı bardağını arkadaş eylemek, çıkan sesi kendine dost bilmek... Bunu düşününce tuhaf, yaparken çok naif bulmak da arafta kalmak gibi...
***
Kendi sertliğinden canı yanan bir adamın, kendini en acımasız kelimelerle vurması, dağılması sonra da toparlanmak için kendine dönmesi, tekrar tekrar kendi canını yakması da bir çeşit arafta kalmak sanki...
***
Yalnız kalmak, bir akşam vakti, kutlanacak onca şey varken, kutlayacağın bir ses bile olmamasıdır...
Yalnız olmak, kutlayacak kişinin ille de o olmasını istemektendir... Yani basit bir tercihdir.
***
Basit tercihler de bazen 3 yanlışın bir doğruyu götürmesi gibi olabilir.
***
Odaları ayırmak basit bir çözüm gibidir. Yaşanmış onca güzelliği alıp götürebilir. Ama aynı evde, ayrı odalarda yaşamak bir yaşamı paylaşmak değil, paylaşıyormuş gibi yapabilmektir. Ve aslında çok daha fazla özen, sabır ve çaba gerektirir...
***
O vakit çözüm, rakı bardağını su bardağına arkadaş eyleyip, geceyi bir kutlamaya dönüştürmektir. Ne de olsa sevgililik, gün be gün bir kutsanma, kutlama değil ise, gün be gün yitip gitmenin eşiğinde olmak olabilir. Ve rakı ve su en iyi devam eden ilişkidir.
***
Bu bir sevgililer günü yazısı değildir, zaten bu blog yazarı da sevgililer gününü anlamlı bulmaz.
Ama sevgili ile geçen her bir anı çok ama çok anlamlı bulur ve değerini bilir.
Bu akşam ki kadehini de sevgiliye kaldırır. Onun da eyvallah dediğini duyarak...
____________________________________________ Görsel / Alıntı - Kaynağı Bilinmiyor
Küçüçük, sıcacık yaşamlara değen her zamansız ölümde
Yürekleri susuşlarıyla parçaladılar
Onlar daha çocuktular
Her ölüm zamansızdır.
Zamansız bir kurşun ya da ip ne fark eder bir çocuk için
Ölüm çocuklarda zamana yayılır.
Yüreklerinde soğuk bir yük, hep yarına taşınır.
Yarına...
Oysa yarınlarına umut taşımalı çoçuklar
Sadece sıcak bir umut
Onlar daha çocuklar
Sadece birer çocuk
Fotoğraf lar / Altphotos
_________________________________________________
Ölümler kol geziyor... Fark eder mi bir çocuk için babasının anasının teröre kurban gitmesi ya da intihar etmesi. Töre cinayetinin de serseri kurşunun da açtığı yara çocuklarda bir. Dün babasının naaşının başında annesine güç olmaya çalışan çocuğun gözlerini gördüm Ölümün soğukluğu içime işledi. Ana babasını zamansız kaybeden bütün çocuklar için dua ettim. Yüreklerinde; onları yarınlara taşıyan sıcak bir umut olsun diledim. Saygıyla...
Sinan eve geldiğinde yorgundu, uzun süren çekim boyunca Sıla'nın bir gece önce eve gelmeyip otele yerleşmesini arasıra aklına getirip sinirlense de, bu gece bu konu üzerinde durmayacaktı. Şöyle bir etrafa bakındı, herşey yerli yerinde duruyordu. Salona geçti, bir rom koydu kendine. Bir yudum alıp, giyinme odasına gitti. Dolabın kapağını açtığında, her bir kıyafetinin özenle dolaba yayıldığını fark etti. Belli aralıklar korunmuş, böylece dolaptaki yokluk hissi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştı. Sıla kendince, kendi yarattığı boşluğu Sinan'la kapatmıştı. Sinan, dolabın kapağını hızla çarptı. Öyle ki, dolap kapağı menteşesinden kırıldı.
Salona döndüğünde, masanın üzerindeki kutuyu fark etti. Deriden küçük bir kutu; içindeki antika şarap açacağını görünce hatırladı, Brüksel'de sokak arasına kurulan antika pazarından almışlardı. Sıla görür görmez, kutuları sevdiği ve uzun gecelere harman edilen şarap keyfini anımsattığı için almak istemiş, sonra da pahalı bulup fotoğrafını çekmekle yetinmişti. Sinan, bir sabah o uyurken pazara gitmiş, gizlice aldığı kutuyu binbir zahmetle aylarca heyecanını bastırarak saklamış ve Sıla'ya doğumgününde hediye etmişti. Sıla belki de uzun zamandır ilk defa; mutluluk, şaşkınlık ve aşkla bakan gözlerini karşılıksız Sinan'a teslim etmişti. Sinan o gözleri hep sevmişti. Sıla'nın bakışındaki o sonsuz sıcaklığa en umutsuz anlarında sığınırdı. Hele de terkedilmiş çocuk yalnızlığındaki akşam hüzünlerinde... Bunu Sıla'ya hiç söylemedi. Nedenini kendi de bilmezdi. O Sıla'yı; gece gizlenip de karanlığa, gösterince yüzünü eve yayılan ıssızlıkta, işte tam o saatlerde severdi. Sıla'nın yanına uzanır, saatlerce yüreğini okşardı. Yüzünü öper, zamanında onu acıtmış olmanın acısını sonuna kadar içinde hisseder, alnından öper, Sıla'nın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme görürse, işte ancak o zaman uykuya dalardı. Sinan Sıla'yı özledi. Duvarlara, eşyalara kazınmış her bir nefes, her bir kelime, her bir an, Sinan'a doğru koşuyordu. Sinan ürktü. Aklının koridorlarında açık kalan bütün kapıları teker teker kapadı. Hepsi menteşelerinden ardı ardına kırıldı.
Kutunun altındaki kare kartın üzerindeki pencere fotoğrafına uzun uzun baktı. Okuyup, okumamak konusunda tereddüt etti. Hiç masadan kaldırmadan, tek eliyle kartı açtı. Sıla'nın el yazısı titrekti...
İlk karşılaştığımız gece; insanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır demiştin. Ben hep beni sevdiğine inanmak istedim, insan en kolay kendini kandırır ya... Kelimelerimiz tükendiği gün, kendimi kandırmaktan vazgeçtim. Ne zamandı diye düşündüğünü biliyorum; üzerine konuşmadığımız o geceden sonra... Evde bir ses olsun diye her gece müziği açardım.
Her gece dönüp yüzümüzü duvarlara... Uykusuz gecelerde saklandık uzunca bir süre. Dokunmaya cesaretimiz bile yoktu birbirimize... Söylesene Sinan, ne zaman küçüldük, ne zaman görünmez olduk biz birbimize? Nasıl bu kadar yabancılaştık söylesene? Belki gölgemiz uzar da dokunuruz birbirimize diye, inatla yakardım mumları her gece evimizin orta yerinde. Dokunuruz da, sanki bir caddenin ortasında telaşla koştururken birbirine çarptıktan sonra önemsizce bir ağız alışkanlığı ile pardon diyen insanlar gibi, tek bir kelime söyleriz birbirimize diye umutsuzca bekledim.
Ama artık gitmek gerek Sinan... Sen de biliyorsun, ne senin acını ne de kendi acısını kaldıramaz daha fazla bu yürek... Sen de bilirsin onun kocamanlığını; bir serçeninki ne kadarsa o kadardır işte. Bir avuç kadardır nihayetinde...
İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır demiştin ya, senin inandığın gibi pencerenden bakamadığımdan değil, tam da aksine o pencereden bakıp da gördüklerimden dolayı gidiyorum ben... Kendi yürek penceremden gördüklerimin güzelliğini bildiğimden gidiyorum en çok da... Ki o pencereden bakmaya devam etseydim hep inandığım Sinan'ı görecektim. Keşke bir kez olsun sen de benim penceremden bakıp, benim Sinan'ımı görebilseydin. Mutlaka, mutlaka en az benim kadar severdin. Çok severdin...
Sinan o gece ilk defa Sıla'ya kapadı gözlerini, hayata kapar gibi...
Şimdi ne elleri vardı Sinan'ın ne de gözleri...
Koca bir yüreği vardı.
Sağ eliyle sol yanını tuttu.
Ağlamadı.
Ain't No Sunshine
_____________________________________________________SON___________
Fotoğraf / deviantART
Limonlu Bahçe yaz akşamlarının ve pazar kahvaltılarının vazgeçilmezi olmuştu uzunca bir süre her ikisi içinde... Oraya ilk varan hep Sıla olurdu. Mekanın müdavimi olmanın rahatlığı ile hem kitabını okur, hem de günün saatine uygun olarak ya şarabını ya kahvesini yudumlardı. O zamanlar aynı evde yaşamadıklarından, keyifli bir buluşma noktasıydı, evleri gibiydi hatta... Hele de hamaklar... Ne keyifti... Aşağıya doğru yürürken ve o daracık apartman kapısından içiri girip, aşağıya uzanan o dolanmaçlı yolda akıl edemeyeceğiniz bir güzelliğin sizi karşılayacağını tahmin etseniz, adımlarınızı kesinlike koşar adım yürürdünüz.
O gece, oraya vardığında sadece bir iki masa olmasına sevindi Sıla. Sakinliğe ihtiyacı vardı. Şarap listesini alıp bir şarap seçti: 2008 Diren Merlot... Böylece, Sinan beyaz et bile seçse, ikisi içinde keyifli bir içim olacaktı. Gelen peynir tabağından bir iki üzüm ve peynir ile dilini tatlandırdı. Kitabını okumaya devam etti. Küfelerini az önce sırtından indirmiş bir ırgatın sigarasının tadında çekti havayı içine. Öyle yorgun, öyle düşünceli... Öylesine kadere küskündü.
Kafasını kaldırdığında, Sinan'ı kapıda gördü, ilk defa görüyormuşcasına içi hop etti. Kızdı bu duygusuna, kafasını önüne eğdi. Sinan sesine yansıyan telaşında, soluksuz ardı ardına kelimeleri sıralarken; ona doğru eğildi: "Geç kaldım, kusura bakma, trafik..." Sözünü kesti Sıla, parmak uçlarıyla. Sinan bir şeylerin ters gittiğini düşündüğü her seferinde olduğu gibi buz olan elleri ile yüzünü okşadı Sıla'nın. Dudaklarına bir öpücük verdi, sıcak ve içtendi. "Ne zamandır gelmiyorduk, nerden aklına geldi." Sorduğu sorunun cevabını önemsemeyen tavrı ile konuşmaya devam etti "çok açım, ne yiyoruz..."
Sıla, onun bu hallerini anlamıyordu. Nasıl bu kadar hassas olup, bir anda bu kadar kendine dönük olabiliyordu. Bencil kelimesini sevmezdi. Nedense de ona yakıştıramazdı. Sıla, Sinan'ı kapıda gördüğü anda hissettikleri olmasa kolayca çözülecek diline, aklına gelenleri sıralayıverecekti de, durmuştu. Garip bir yanlış yapıyorum, acele ediyorum tereddütü ile sağ elini, sol yanına götürüp, üzerini kapadı, sanki eliyle yüreğini sakinleştiriyordu.
Sinan, porchini mantarlı fettucine söyledi... Sıla, bir akdeniz salatası... Günlük telaşlarından söz ediyorlar, her ikiside kelimelerini uzun sessizliklerin arasına serpiştiriyorlardı. Sıla, Sinan'la göz göze gelmemeye özen göstererek onu izliyordu, son kez aklının ucralarına onunla ilgili detayları çiziyormuş gibi bir hali vardı. Eksik birşey kalmasını istemeyen bir heykeltıraşın dokunuşlarıyla dokunuyordu yüzünün her bir çizgisine. Sinan, gözlerini tabağından ayırmadan, "ne o, son kez mi bakıyorsun yüzüme" dedi. Sinan'ın kafasını kaldırmasını beklemeyen Sıla'nın gözleri, minik bir baş hareketi ile Sinan'ın gözlerinde kaldı.
Onlarca öğrenciye ders anlatmış, onlarca konusunda duayen akademisyen karşısında konuşmuş olan Sıla, söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Elleri terliyor, tükürüğü ağzını ıslatmaya yetmediği için, konuşmayı beceremiyordu. Gözlerini Sinan'da bırakıp söze sondan başladı:
- Haftaya gidiyorum Sinan...
- Gene mi kongre... Nereye...
- Çek Cumhuriyeti'nde bir üniversiteden davet aldım. Kabul edip etmemek konusunda kararsızdım ama bugün birşey oldu. Üniversiteden çıktım, yürüdüm, Taksim Meydanı'ndan buraya kadar yürüdüm. Yürüdükçe özgürleştiğimi, hafiflediğimi hissettim.
- Ne kadar kalacaksın.
- Bu bir kongre daveti değil. Oraya...
- İyi, ben de bakınırım elbet vardır orada da çalışılacak bir dergi, bilirsin fotoğrafın dili olmaz...
- Oraya yerleşmeyi düşünüyorum, tek başıma...
- Ayrılıyorsun yani benden...
- Gidiyorum senden demeyi tercih ederim ben. Ne de olsa bu ilişki biteli öyle çok zaman geçti ki biz bile ne zaman bittiğini hatırlayamayabiliriz. Sevgili olduğumuzdan bile emin değilim ben uzun zamandır. İki ev arkadaşı belki... Sahi neyiz biz senle Sinan?
- Ne demek neyiz biz Sinan... Hem ne demek çok mu oldu, ben yanlış mı biliyorum, biz aynı evde yaşamıyor muyuz? Yoksa sen ayrı bir ev açtın da benim haberim mi yok...
- Birbirine değmeyen iki nefesin aynı mekanı paylaşmaları haline yaşamak diyebilirsek, evet aynı evde yaşıyoruz.
- Bilirsin ki seni severim Sıla. Benim senden bir şikayetim yok. Ben senle ölene kadar böyle yaşarım.
- Bütün mesele de o ya zaten Sinan, ben de benle ölene kadar yaşarım ama ben senle ölene kadar böyle yaşayamam. (Böyleyi öyle bir vurgu ile söyledi ki... Sinan gergin ve yüksek sayılabilecek bir sesle karşılık verdi)
- Sen getirdin bizi bu hale... O gece beni delirtmeseydin bunları hiç biri olmayacaktı. Ama yok... Sen anlamamakta ısrar ettin. Neymiş Zeynep benim için çok değerliymiş, ondan vazgeçemiyormuşum. Ne oldu, biri beni Zeynep'le görüp, sana mı yetiştirdi. Sen de şimdi gene gidiyorum ben tiripleri ile sinirimi mi bozacaksın.
- Anlamıyorsun değil mi?
- Ben seni anlıyorum da sen beni anlıyorsun musun... Zeynep benim hayatıma çok şey kattı. Sırtımı dönüp gidemem. Ne olmuş bir kere yattıysak, anlıktı, geçti gitti. Taktın ya...
- Dinlemiyorsun da...
- Ya neyini dinleyecem ben senin ya... Yetti artık, yetti... Büyü biraz. Hayata kendi pencerenin dışındaki pencerelerden de bak. Tutturmuşsun bir Zeynep... İstesem ben on kez onla olurdum tamam mı? Ayıla bayıla gelir bir hareketimle... Allah allah ya... Ne var iki sohbet edip, bir kahve içiyorsak. Ben nerede durduğumun gayet farkındayım. Sen bana güvenmediğin için, dır dır dır kafamın etini yedin bitirdin be.
Sıla, konuşmanın faydasız olduğunu bir kez daha fark etti. Artık konu ne Zeynep ne de olanlardı. Sıla, onların üstünden onlarca gözyaşı akıtıp, acıların ip köprülerinden onlarca kez geçmişti. Ayakları kanamıştı. Elleri... Dudakları çatlamıştı, gözleri kan çanağı, yanakları ağrımıştı. Affetmeyi çok istemişti, defalarca da affetmişti. Ama affetmek de bir yere kadardı. Anlamaya çalışmış, onun deyimi ile başka bir pencereden de bakmıştı. Ama artık biri de onun için başka bir pencereden bakabilsin istiyordu. Biri de onu anlasın.
Bir yerlerde okuduğu gibi, bir ilişki nasıl başlıyorsa öyle gidiyordu. O kürekleri alıp eline, akıntıya karşı dursa da, her akıntının karşısında güçsüz kalınacak bir an vardı. Sıla, artık güçsüzdü. Yorgundu. İnançları zedelenen her inanan gibi, güvensizdi. Kendine, Sinan'a, en çok da birlikte devam ettirdikleri hayata, artık güvenmiyordu. Sürüklenen bir ilişkinin içinde hem kendini sevmeye çabalıyor hem de o sevgiye Sinan'ı sığdırmak için uğraşıyordu. Sinan kendi doğrularından şaşmıyordu, bunların tartışılamaz oluşu da ayrı bir sorundu.
Sıla, küllerinden doğan anka kuşu olmaktan yorulmuştu, o serçe olmak istiyordu. Kanatlarını çırptıkça canına can katan bir serçe. Korunsun, kollansın, değer bilinsin istiyordu. Duyguları dikkate alınsın. İncinmişlikleri pamuklara sarılsın istiyordu. Her bıraktığında giden bir adamı sevmek artık ağır geliyordu. Sıla, el olmaktan yorulmuştu, biri ona el olsun o da tutunsun istiyordu. Sıla, bu adamın Sinan olamayacağını çok iyi biliyordu. Uzun zamandır sıkı sıkıya tutmaktan kramp giren parmaklarını araladı. Acısını sesine katıp, sağ eliyle sol yanını tuttu: "Öyle haklısın ki, söylenecek söz bırakmadın" diyebildi.
Uzun bir sessizliğin ardından, konuşan Sıla oldu... "Sanıyorsan bunca zaman yaşadıklarımı içimde sakladım, yanılıyorsun. O kadar geniş değil içim. Yüreğim kadar kocaman değil inan. Yarın sen çekimdeyken uğrar eşyalarımı alırım, zaten sadece kıyafetlerimi alacağım. Bir otelde kalırım bir kaç gün, şunun şurasında üç dört günüm kaldı bu kentte"
Sinan sigarasını öyle bir çekti ki içine ciğerinin isyanı duyuldu sessizlikte, sert hareketlerle sigarayı bastıra bastıra söndürdü. Kafasını kaldırıp, gözlerini Sıla'ya dikti. Sıla, Sinan'ın gözlerini ilk defa öyle gördü. Gözleri az sonra fırtına çıkacak bir denizin lacivettiğine bürünmüştü. Şarap kadehini havaya kaldırdı, "Gidişine" dedi. Sesi titredi... "Bize gelince Sıla Hanım, bize gelince... Aşktık biz" dedi. Sıla titredi.
________________________________________________ Devam Edecek... Fotoğraf / DeviantART Müzik / Rememberances
Binadan çıkmak üzereyken, yüreği sıkıştı, aklı onu o geceye götürdü, karlı kış gecesine... O gece yüreğinin sıkışmalarının, o gece hocasına duyduğu öfkenin, aslında benzer bir durumda benzer bir tavrı sergileyecek olmasından kaynaklandığını ilk defa fark etti. Küfeleri öyle ağırdı ki... Kendi vazgeçemeyişleriyle ve kalışlarıyla yüklü küfelerini bırakma vakti artık gelmişti. Ayrılık, uzun zamandır kol geziyordu; nefesi ensede bir katilin adımları gibi sessiz ve ürtücüydü... Belki de ayrılık uzun zamandır ısrarla kapıyı çalıyor, onlar sessiz kalıp, kapı değilinden geleni gözlüyordu. Bir çeşit evde yokuz oyunuydu. Aklı yüreğini, yüreği aklını karıştırıyordu. Bir ses onunla yürümeye başladı.
Ayrılık aşk gibidir. Sen farkında değilken gelir kapına dikilir. Sen açınca kapıyı önce şaşırır, sonra davetsiz misafiri içeri buyur edersin. Sonra o, yayılıp da sahiplenince herşeyi, mesela sohbetleri, mesela sese yüklenen cilveyi, döner herşey tersi yüzüne: Sohbet kavgaya, cilveler laf sokuşturmalarına... Dönüşümün etkileri sancılı olur, dönüşümün sancıları çok acıtır. Sessiz köşe kapmacaların oynandığı evde, köşeler hep eski anılar tarafından kapılır, bir süre sonra sen salonun ortasında tüm çıplaklığın ile kalakalırsın.
Bir tek kapı gülümser sana, bir tek o çağırır seni bağıra bağıra, ama şefkatle, ama içtenlikle, ama güzellik vaadleriyle, sen yeni başlangıçlara kanar, bir sonrakinin sonunun aldığın derslerle bir önceki gibi olmayacağını sanarak; kapıdan çıkar gidersin. Çünkü; bilirsin, sorgu odasında çok kalan her ilişki eninde sonunda "suç"u kabullenir, ayrılık suça verilen son hükümdür. Ne biriktirdiysen bir valize doldurur, kapının önüne koyuverir ayrılık seni... Üstelik en pişkin kahkahalarını atmayı ihmal etmez ardından. Valizinden taşar; kesilmiş faturaların, hayallerin, yaşanmışlıkların, yaşadığın güzellikler ve ölümsüz anlar; ama onların içinde en ağır olan ve herşey yollara saçılsa bile valizinde kalan daima aynıdır; ayrılığın kavruk kahve tadındaki acılığı... Sen o acılığı yudum yudum içersin. Bir yudum alır bir adım gidersin, ikinci bir yudum ikinci bir adım... Acın bittiğinde gidilecek yolların da bitti sanırsın. Oysa yolların yeni başlar, çok geçmeden anlarsın.
Sıla, sese kulak kabarttığından beri, iyice ağırlaşan kafasını zar zor kaldırıp cama baktı, ona sadece akademik alt yapı hazırlamayan hayatı da öğreten, hayatın içinde kendi yansımalarını da gösteren hocasına saygıyla selam verip, kendi gitme vaktininin sıcaklığını yüreğinde hissederek yürüdü... Bu ilişkinin elleri kendisiydi, gözleri Sinan... Bıraktığı an, Sinan'ın gideceğini biliyordu. Kendisinin göremeyeceğini de... Arabayı geride bırakıp yürümeye devam etti. Kampüsün çıkış kapısına geldiğinde bir taksiye binip Beyoğlu'na gitti. Yürüdü... Hayatı içine çeke çeke, yürüdü. İnsanlara çarpa çarpa, yürüdü. Bu hayatta bir tek o varmış gibi, yürüdü. Valizindekileri sağa sola savura savura, yürüdü. İçindekileri kusa kusa, yürüdü. Galatasarayı geçip de Cezayir Sokağa dönen yokuşun başında durdu ve O'nu aradı... Limonlu Bahçe'de bir içki içeçeklerdi.
_______________________________________________ Devam Edecek... Fotoğraf / deviantART
O gece hiç bitmedi, sonraki günler de... Sonraki günler, üzerine hiç konuşulmayan bir yaşanmışlığın izlerini örtmekle geçti. Sıla da, Sinan da iz bırakmaması mümkün olmayan yaraları ile birbirine tutunmuş, kendi kariyerleri ile beslenip, kendi inandıklarınca nefes almaya devam ediyorlardı. Sıla'nın, sonraki günlerde dışa vuran mor acısı, yaptığı onca makyaja rağmen kapanmıyor, soran olduğunda kapıya çarptım diyordu. Çocukken köyünün kadınlarının nasıl bu kadar sakar olduğuna veremediği anlamı, şehirli bir akademisyen olarak aynadaki yansımasında buluyordu. Sıla günlerce Sinan'la konuşmadı. Sinan da Sıla ile. Hocasının "ev, içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" sözünü evirip çevirmiş bir soruya dönüştürmüştü: Ya iki nefes birbirine değmiyorsa, o ev, ev miydi ?
Sıla çoğu vaktini, üniversitedeki odasında geçirir olmuştu. Hocanın akademiadaki günleri artık sayılıydı, aslında yaşını beklemese çoktan emekli olurdu da, emekli olduğunda ne yapacağını bilemediğinden göze alamıyordu. Gidip gelip oyalanıyor, arada Sıla'ya bir makale bulup Hocalık taslıyordu. Sıla'nın kaldığı geceler, bu sefer Hoca Sıla'ya arkadaşlık ediyordu. Hocanın sevdalısı iki yıl kadar önce, bir iş adamı ile evlenmiş, emekli olup akademiadan ayrılmıştı, adamın üç kağıtçı olduğuna dair dedikodular çıksa da hoca bu konuda bir kez bile konuşmadı, sadece bir keresinde onun adına mutlu olduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyordu Sıla... Alkol ile olan yakın ilişkisinin arasına, Hocanın acile kaldırılması ile sonuçlanan bir gecede soğukluk girmiş, o gün bugündür de gitmemişti. Tahmin edilenden daha kısa bir sürede hoca kendini toparlamıştı, o olaylardan sonra.
Hoca, Sıla'nın uzun saatler çalışmalarından, Sinan ve Sıla'nın ayrı ayrı onu ziyarete gelmelerinden ve nadiren bir araya geldiklerinde, konuşmadan oturmalarından şüphelense de Sıla'ya bu konuda herhangi bir şey sormuyordu. Sıla'yı üzgün görmek Hocanın da keyfini kaçırıyordu. Sıla gibi, içten, samimi, yüreği kocaman bir kadını, üstelik de hem güzel hem de başarılı bir kadını, nasıl olabiliyordu da üzebiliyordu bir insan anlamıyordu. Ama aşk başlı başına anlaşılmazken bu konuda her hangi bir yorum yapmayı uygun görmüyordu. Ne de olsa kendisi bu alandaki başarısızlıklarıyla tescillenmişti.
Sıla bir iki yıla kalmaz kürsüde hocanın yerini alacaktı. Bütün akademia onun başarılı çalışmalarından söz ederken, hoca kendi payına düşen haklı gururu fazlası ile abartılı yaşıyordu. Sıla, yaşlılığına veriyor ve bu davranışlarını çok sevimli buluyordu. Gece geç saatte, hocanın ışığını ne zaman yanık görse telaşlanır, alkolle olan düşkünlüğünü de bildiğinden nefes nefese odasına koşardı. O gece biraz da kendi yaşanmışlıklarından yılgın, omuzlarında taşıdığı küfeleri bir yere bırakma sıkıntısında, odadan içeri girdi. Onu, köşe masada buldu. Birden odanın orta yerindeki kutuları gören Sıla, şaşkınlığını gizleme ihtiyacı duydu ama sonra dayanamayıp "hayrola" dedi.
Hoca, iç ısıtan gülümsemesi ve kendine çok yakışan o gururlu bakışları ile "vakit, toparlanma vaktidir" dedi. Sıla, "yardım isteseniz söylerdiniz, yalnız kalmak istediğinize emin misiniz" deyince, hoca başıyla sessizce onay verdi. Terkedilmiş kasabaların tenhalığında uçuçan kurumuş yabani otlar gibi duruyordu her bir koli, o odaya yakışmıyordu. Mevsim henüz güze dönmemişti. Ayrılık vakti henüz gelmemişti... Kendi isyankar duygularını bastıran Sıla, kapıdan sessizce çıktı.
____________________________________________________________Devam Edecek... Fotoğraf / deviantART
Kendimi sakinleştirmek istiyordum, tabağa biraz pilav koyup salona geldim. Bir kaç mum ile aydınlanan salonda dinlenme koltuğuna uzanıp, chop sticklerle pilavımı yemek istiyordum. Aklıma sahip çıkabilsem, yiyecektim de ama sanki attığım her lokma büyüyor, soluk boruma dayanıp beni nefessiz bırakıyordu. Salonun içinde bir o yana bir bu yana dolanmaktan dönen başıma; ağrılar önce giriyor, duruyor, ben tam geçti galiba diye düşünürken bu sefer de tam tersi bir hareketle yarıya kadar geri çıkıyor ve sarsıcı bir şiddetle bir kez daha saplanıyorlardı. Başımı duvara çarpmak istiyordum. İçki dolabına yöneldim, oysa içimde acı varken, içmenin keyif vermediğini, acıyı daha da keskinleştireceğini biliyordum, sakinleşmem lazımdı. Aklımda dolanan şüpheleri, öfkeleri, geçmişin izlerini, kırgınlıkları görmezden gelip, kulak kesilmemem gerekiyordu. Ama kesiliyordum. Kendimi dinlemek istemiyordum. Kendim kendime düşman gibiydim. Kendi kendimin katili bile olabilirdim.
Saat iki gibi eve geldiğinde, Sinan alkollüydü. Ben de... Salonda karanlıkta oturmuş, camdan dışarıya sabitlediğim gözlerimle; öfkemle tutuştuğum kavgadan galip gelmeye çalışıyordum. Saatler sonra tükenen gücüme rağmen pes etmemiş, ona yenik düşmemiştim. Sinan içeri girdiğinde, buz gibiydi. Bedeni öylesine soğuktu ki, içerinin havası değişmişti. Camın kenarında oturan beni fark edince, sessizce gelip yanımda durdu, kolunu boynuma attı ve ağlamaya başladı. Öfkemle ısınan bedenim, şimdi onun buzlarını çözüyordu. Acıma duygusu ile karışık bir sevgiyle sarıldım ona. Bunu da atlacağımızı sanıyordum.
Sinan, kendine geldiğinde ilk söylediği; "çocuğumuzu aldırmış" oldu. Sarsıldım. O kadar çabalamama rağmen ısınmayan bedeninin buzlarını bir çırpıda bana yüklemeyi başarmıştı. Sessiz kaldım. "Neden bunu bana yapıyor, neden..." diye haykırarak ağladığında, ondan tiksindiğimi fark ettim. Acıma duygusu yerini inanılmaz bir mide bulantısına bırakmıştı. O konuştukça her bir kelimesi, bir buz kütlesi gibi etrafımı sarıyordu, soğuk sularda çırpınma şansı bile bulamadan batıyordum, dibe... Biraz daha dibe...
"O gece var ya, hani kongreden erken döndüğün gece, o gece Zeynep, senden bir yarım saat önce çıkmıştı evden. Ucuz atlattım diye sevinmiştim. Sen bir tuhaflık olduğunu sezmiştin. Çok sevdiğin mumu yaktım diye öfkelenmiştin. Zeynep, geçerken uğramıştı. Beni bilirsin, içeri gelme diyemedim. Konuşup sohbet ederken, elektirikler kesildi. Mumu yaktım. Konuşuyorduk, inan nasıl oldu bilmiyorum. İnan, öyle bir niyetim yoktu. Bir anlık, bir zayıflık işte... Bir andı. Hiç bir önemi yoktu. Ama bu gece gözümün içine baka baka söyledikleri... "
Cümlelerini daha fazla dinleyemedim. Ayağa kalkıp, suratına tükürdüm. O hızla kalkıp, kafamı tutup kafası ile vurdu. Bedenimin sarsıntısı geçince, kendimi yatağa attım. Ağlayarak geldi, sarıldı. Ağladım. Git bile diyemedim. O gece çok ağladım. O gece bildiğim bütün yanlışları, öğrendiğim bütün doğrularla değiştirebilmek için ağladım.O gece uykusuz gecelerimin ne ilki ne de sonuncusuydu. O gece, ağlayarak uyanmalarımın habercisiydi. O gece, bazı kalışların ve bazı vazgeçemeyişlerin kendi hayatımdaki yansımasıydı. O gece bitmek bilmeyen uzun, lanet bir geceydi.
O gece hoca gelmedi eve... Gecenin ilerleyen saatlerinde, ritmin libidodaki atımları kuvvetlendi, bedenleri alev alev yanan bir kadın ve erkeğin kaçınılmaz tensel yakınlığı; Sıla'nın kadınlığı ile Sinan'ın erkekliğinin karşılıklı meydan okumasıydı. Sinan, Sıla'nın elinden kadehi alıp, ahşap masaya Sıla'yı dayadı. Uzun uzun öptü. Bir kadını daha önce hiç öpmediği bi açlıkla öptü. Sıla bu dünyada değildi, bildiği bütün doğruları, öğrendiği bütün yanlışlarla değiştirmeye hazırdı. Sinan Sıla'yı belinden kavrayıp, masanın üzerine doğru uzattı. Kendinden geçmiş iki bedenin, kendinden geçen seslenişleri evin bütün duvarlarında dolaştı. Sinan, öylesine kendini kaybetmişti ki... Zeynep dedi... Bir parmak şıklatması ile zaman durdu, büyü bozuldu. "Zeynep" az önce duvarları dolaşan bütün zevkleri sildi, bütün inlemeleri susturdu. "Zeynep" bütün yanlışları teker teker Sıla'nın yüzüne kustu. Sinan, öfkeyle masadan uzaklaştı. Sıla beceriksiz bir telaşla, dağılan üstünü başını toparladı. Masadan aşağıya su gibi kaydı, hemen oracıkta halının sol köşesine birikti. Daha ileriye gidecek gücü olsa giderdi de, kalmamıştı. Bedeninin bütün enerjisi, ruhun bedenden ayrılması gibi yukarıya doğru sıyrıldı.
Sessizlik; kara bir orman gibi ürkütücüydü. Gövdeleri karanlıkta büyüyen ağaçlar, gecenin yırtıcı kuşları ve derin bir korku Sıla'nın üstüne üstüne geliyordu. Nefes almak Sıla için giderek zorlaştırıyordu. Sıla küçüldü, Sıla büzüştü. Bedenine verdiği sessiz ama ısrarcı komutlarla ayağa kalkmayı başardı, Sinan balkonda sigara üstüne sigara yakıyordu. Hiç sesini çıkartmadan salondan ayrılan Sıla, çatı katına çıkan merdivenlere geldiğinde, Sinan kapıyı kapatıp gitti. Sıla o gece ve sonraki geceler uyuyamayacağını biliyordu. Gözlerini kapadı, Sinan'ın onu sardığını düşündü. Kendinden bile korumak istercesine sımsıkı sardığını. Kendi düşüne inanmak istedi... Kendi düşüne inanıp, uykuya daldı. Sıla bütün gece kasıklarını tutarak uykusunda ağladı.
Kaş'tan döndüklerinden beri Sinan'la karşılaşmamışlardı, ne o geceyi, ne sonraki dönüş yolcuğunu da konuşmamışlardı. Sıla, günlerce etkisinden kurtulamadığı için sürekli o masalsı geceyi ve dönüş yolundaki kahreden suskunluğu düşünüyordu. Ne olmuştu, pişman mıydı? Ya hoca fark ettiyse olup biteni, lanet olsun ki bir de o konu vardı.
Hoca o akşam Sıla'dan eve gelmesini istedi, çıkartacakları kitabın üzerinde çalışmak için fazla zaman ayıramıyorlardı, o nedenle haftasonu için de bir program yapmayarak, 2-3 günlük kıyafet ve laptopu alıp Hoca'ya geçiçi ikamet için yola koyuldu. Ihlamur Kasrı'ndan, iskeleye kadar yürüdü. 7-8 Hasanpaşa'dan atıştırmalık bir şeyler alıp, Beşiktaş pazarnın balıkçılarında göz banyosu yaptı. Akşama balık almayı düşündüyse de vazgeçti.
Oldum olası, kıyılar arasında küçük tekneleri tercih ederdi. Açık kısmına oturup, bir sigara tellendirmek en büyük zevktir herhalde diye düşünür, sigara içmediği için bunu sadece hayal ederdi. Açık kısma oturup, esen rüzgarın yüzüne verdiği esenliğin sonuna kadar keyfini sürerken onu görenler sigarasını az önce söndürdüğünü bile düşünebilirdi. Üsküdar'a inince, bir taksiye atladı, böylece Çengelköy manavlarından ve köşedeki simitçi fırınından bir kaç şey alabilecekti..
Eve vardığında onu karşılayan Ayşe oldu, hoca henüz gelmemişti. Ayşe kapıyı açar açmaz, Sinan Bey burada demese, donup kalmayacaktı kapıda. Bir an tereddüt etse de, Sinan'ın kapıya kadar gelip "ooooo küçük hanım, tüm ışıltınız ve güzelliğinizle bu berbat akşam üzerinin güneşi oldunuz adeta" nidalarıyla karşılayıp, nazikçe elini öptüğünde, bütün endişelerinden arınmış bir yeni yetmeye dönüşüvermişti yine. Nefret ederdi bu hallerinden, eli ayağına dolanır, sakar bir çocuk gibi taş üstünde taş bırakmazdı. Annanesinin kıçıyla dağları devirir benim ceylan gözlüm diye sevmelerinden sonra, koca popolu olacağı korkusunu yıllarca yenememesi de ayrı bir vaka analizi olurdu mutlaka.
Ayşe giderken, Sıla'ya bir şeyler der gibi bakınca, Sıla onu bahçeye kadar uğurladı. Ayşe, "Hoca telefon etti, geçikecekmiş. Dolapta yemek var. Çarşaflarınızı değiştirdim. Dün Sinan Bey burada kaldığı için... Bilmem bu gece de kalır mı?
Sıla, teşekkür edip uğurlarken, Ayşe'nin tedirginliğine bir anlam veremedi. Meraklı haline gülümseyip üzerinde düşünmeden bahçe katından üst kata yöneldi ve o anda neredeyse siteyi ayağa kaldıracak bir ses kulaklarını patlatıp geçti. Sinan'ın seçtiği müzik, en sevdiklerinden di, Hoca'nın plaklarına dokunma hakkı olan Sinan belli ki geceyi keyiflendirecekti.
Yukarı çıktığında Sinan onu kapıda karşıladı ve elini tutarak bir döndürme hareketi ile müziğin ritminde onunla birlikte salona kadar salındı. Sıla, gülümsüyordu, bir çocuğun en sevdiği oyuncağa kavuştuğu o andaki çoşkusu ile gülümsüyordu. Sinan grubun Paris'te verdiği son konseri anlatıyor, adeta kendinden geçmiş haline Sıla'yı da ortak etmek istiyordu. Zarif bir hareketle Sıla'yı geriye doğru yatırdı ve yüzüne doğru eğildi. Dudağını dudağına kadar getirip, gözlerinin içine aktı... Ve Sıla'yı kendi etrafından döndürerek elini bıraktı. Mutfağın salona açılan geniş kapısından içeri giren Sıla, yemek için seçenekleri sayarken, Sinan peynir tabağı ve atıştırmalık abur cubur istediğini söyleyerek bir şarap açtı.
Gece güzel olacaktı.
_________________________________________ Devam Edecek...
Sıla: Bayılıyorum şu kadına. Ne iş yapıyor demiştin...
Sinan: Yaratıcı Yönetmen...
Kasım Hoca: İç geçireceğine, seneye Güney Amerika'da kongre bul da ona katılalım bizde...
Dolu dolu kahkasını atması ile ayağa kalkması bir oluyor hocanın, teknenin hazır olduğunu bildiren kaptanın sesi ile hepsi toparlanıyor. Sinan geldiğinden beri ilk defa dalışa giderlerken, Hocanın ısrarı ile ekibe dahil olan Sıla, tekneyle açılmanın keyfini kaçırmıyor. O dalmasa da bol bol yüzüp, güneşin bedenini ısıtmasına izin veriyor.
Akşam üzeri, güneşin renklerini harmanlayıp sohbete, biralarını yudumlayıp keyiflerini çoğaltırken, Sinan'ın telefonu çalıyor. Yüzünde mutluluk yerine bir gerginlik, önce telefonun Zeynep'ten olduğunu anlamıyorlar. Bir süre sonra Sinan'ın sesi diğer müşterileri rahatsız edecek kadar yükseliyor. Sonra aniden susuyor. Yutkunuyor. "Sen bilirsin Zeynep" bir kaya gibi otelin havuzuna düşüyor. Her yan ıslanıyor, herkes üzerinde ne varsa kendini onunla korumaya çalışıp, kafalarını devekuşu misali gömüyor. Masaya döndüğünde, ne hoca ne Sıla ne de Sinan bir çift laf ediyor. Biralarından bir kaç yudum adıktan sonra, Sinan; "abi ben kalkayım, sizin de keyfinizi kaçırdım" deyip kalkıyor. Sıla, Sinan'ı ilk defa pes etmiş görüyor; bir arenanın orta yerinde, az önce açık pelerini ile gücüne güç katan matador, yere sinmiş, etrafta koşuşturan palyaçolar tarafından kurtarılmayı bekliyor. Aldığı darbelerle acısını belli etmese de giderken ardından kan damlıyor. Hoca, "yemeğe in diyor, rakı balık sensiz olmaz." O gece Sinan ne yemeğe ne de yemek sonrası Mehtaplı Geceler eğlencelerine katııyor.
Sıla, sürekli arkası dönük olan kapıya bıraksa da gözlerini, Sinan o gece uzunca bir süre gözükmüyor. Sıla, gidip yanına uzanmak istiyor. Öylece sessizce, yüreğini Sinan'ın yüreğinin yanına koyup bir uykuya daldığını hayal ediyor. Fasıl grubunun çalgıcıları gırtlak nameleri ile şarkıları dillendiriyor, o şarkıya hem hocasının hem de kendinin eşlik edişine tebessüm edip, feleğe küskünlüklerine kadeh kaldırışlarını görmezden gelip, yüklendikleri duyguları kendi içlerine gömüyorlar.
Hoca; "Aşkı, dermanı olmayan derde dönüştüren tüm yüreksizlere" diye bağırınca, ses buluyor sesi, "küsme be hoca, felek değil ki suçlusu, biziz..."
Sinan kocaman bakışlarını alıp yanına, oturuyor Sıla'nın karşısına. O gece içkiler su olup akıyor, her bir yürek suyu taşmaya hazırlanan barajlar gibi kapaklarını açıyor. Kadehe eklenen her buz, yürekten bir sızıyı döküyor, masa örtüsü yeniden dantel dantel işleniyor her bir gözyaşında. Masa tığ işi sızıyla örülmüş; göz nuru her bir iplik, her bir düğüm bir yürek emeği.
Hoca'nın ısrarı ile Sıla sazcılardan izin isteyip, çıplak ses bir şarkı söylüyor, Kaş susuyor, Meis ağlıyor...
_____________________________________________________________ Fotoğraf / İnternet İlk şarkı Yeni Rakı Fasıl - Serap Kuzey - Ben Küskünüm Feleğe
Sıla o akşam eve geldiğinde Sinan evde yoktu. Mutfağa girip akşam yemeği için bir şeyler hazırlamak istedi, dolabı isteksizce açtı. Sinan'ı arasaydı da dışarıda mı yeselerdi diye düşündü. Aklına, Sinan'a ulaşamadığı geldi. Hem zaten uygun olsa, Sinan beni çoktan arardı diye düşündü. Dışarı çıkmaya da enerjisi yoktu. Soğuk tüm enerjisini emmişti. Bilekleri hala ağrıyordu. Dolabı kapadı. Tezgahta, ahşap yuvarlak bir tabakta duran portakala takıldı gözü, turuncusu içini ısıtır gibi oldu ama yetmedi o kadar çok üşümüştü ki, eline aldı yemek istercesine, bıraktı. Marketten aldığı amasya elmaların; yeşiline, kırmızısına, beyazına takıldı. Hareketleri yavaştı. Tezgahta duran, içerisinde taze fındık, badem ve kabak çekirdeği olan yeşil silikon kapaklı beyaz porselen saklama kabına uzandı. Kapağını özenle açtı ve içinden birer ikişer seçerek, avucuna doldurdukları ile salona geçti. Bir tane badem yere düştü. Eğilip almak istedi, vazgeçti. Ayağı ile itmeyi ananesinin "ağlar sonrası" aklına geldiği için yapmak istemedi. Bir badem bile olsa, bugünlerde kimseyi ağlatmak istemediğini fark etti.
Sinan'ın telefonu cevap vermiyordu. Çekim uzamış olmalıydı. Salonda televizyon ünitesinin üzerinde bulunan dört adet tea light mumu yaktı, yeşil olanından bir elma kokusu salonu sardı. Gelinciklerin olduğu kırmızı ağırlıklı tablonun olduğu duvara bir kaç tablo daha almak gerek diye düşündü. Dinlenme koltuğuna uzanmak üzereydi ki, masanın üzerinde bir kağıt fark etti. Gidip almaya üşendi. İçinde tarifsiz bir sıkıntı giderek büyüyor, büyüyor, büyüyordu. Koltuğa uzanmaktan vazgeçip televizyonun karşısındaki büyükçe, oturduğunda içine gömüldüğü koltuğa geçip, bir iki yastığı kendine destek yaparak yığıldı bir süre... İsteksizliği, sıkıntısı ile birleşiyordu da hangisi hangisini körüklüyordu bilmiyordu. Koltuğun hemen yan tarafında duran kalınca, yeşilli beyazlı mumlara baktı. Beyaz olan yarılanmıştı. Aklı, bir kongre sonrası eve gelişindeki tatsız kavgayı ve yatak odasındaki yarım beyaz mumu yüreğine getirdi. O zaman içinde kopan bağ, zangır zangır titredi, yıkılmak üzere olan ip köprünün, tahtalarının tek tek aşağıdaki ırmağa düşerken çıkarttığı sesler içinde yankılandı. Göğsünün daralmasını, sıkışmasını bir mengeneye benzetti. Sıktıkça sıktı... Gıcırdadıkca gıcırdadı. Sağ eliyle sol yanını tuttu. Daha önce aldığı yarayı kaşıdı. Yarası kanadı. Yarasının kanamasını durduracak bir şarkı bulmak üzere kalkıp, dvd çaların play tuşuna bastırdı. Sanki yüreğine bastırır gibi bastırdı. Sanki kanamayacakmış artık gibi bastırdı. Kendi canını acıttığını fark edinceye kadar bastırdı.
Kalkıp mutfağa gitti. Dolabı açtı, soğuğu yüzüne çarptı. Gözlerini kocaman açtı. Daha fazla üşümek istemiyordu. Sebze raflarında beyaz lahanayı gördü. Kendi uğdurduğu lahanalı pilavdan yapmaya karar verdi. Hem hafif oluyordu hem de çin yemeklerini andırdığı için lezzeti hoşuna gidiyordu. Hep dikkatini birşeylere verirse, onu bir kemirgen gibi kemirmekten vazgeçmeyen korkusunu kovmaya başarabilirdi. Sinan ne zaman telefonunu kapasa aynı mengenede kendini sıkışmış bulurdu. Mengeneden kurtulmanın tek yolu, mengenenin varlığından uzaklaşmaktı.
Bir soğanın acısını uzun uzun kesti ve azıcık zeytin yağında bir çay kaşığı esmer şeker ile kavrulmaya bıraktı, çıkan sese kulak kabarttı, kendi yürek kavrukluğunun kızgın ateşe bırakılmış soğanlar gibi karalar bağladını düşündü. Soğanın kesilen bütün acıları, birleşip, intikam almak istercesine gözünü yaktı. Gözünden gelen yaşa bahane bulmak kolaydı. Soğanı ekeni suçladı. "Böyle de osurulmaz ki..." Kahkahalarla güldü... Çocukluğundan beri acı soğanla osuruğun nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmezdi. Ama her soğan gözünü yaktığında benzer bir cümleyi yüksek sesle söylerdi. Lahanaları küçük küçük doğrayıp içine atarken soğanların sadece pembeleştiğine sevindi. Birarada biraz kavurduktan sonra hardal, köri ve tavuk suyu ile hazırladığı sosu üzerine boca etti. Çıkan buharla, gözündeki bir iki damla yaşı kapadı. Küçük su bardağı ile ölçülendirdiği yasmin pirinçleri atıp, eksik kalan suyu tamamladı ve mum alevinden kısık bir ateşte 20 dakika pişirmeye bıraktı.
Salona döndüğünde masanın üzerindeki kağıda gözü takıldı, unutmuştu. Masaya doğru yaklaştı, el yazısı ile bırakılan notu eline alır almaz, arabadan inip kapıyı kapatırken nasıl elektirik çarpıyorsa işte öyle bir elektirik elinden girip yüreğine kadar ulaştı. Eline alıp, okudu... Hızla... Okudu... Yavaş yavaş... Kelimeler büyüyerek gözüne giriyordu, oradan izledikleri yol nasıl olup da yüreği buluyorsa, nasıl bir bıçak saplanıyorsa, yüreği de benzer bir yolu izleyip yarası ile karşılaşıyordu, yarasını kanatıyordu. Karşılıklı bir düelloya tutuşmuş aşk ve kırgınlık, bilmem kaçıncı savaşını yapmak üzere yürek denen o koca meydana çıkmıştı. Yaşanan her an, meydanda saf tutmuş, bağırıyordu. Yara alan her aşkta olduğu gibi, ölümüne değilse kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey yoktu. Kırgınlık da, aşk da girdikleri düellodan berabere çıkıyorsa, yüreğe atılıyordu derin bir kesik daha.
Not kağıdını elinde buruşturdu... Elini öyle bir yumruk yaptı ki, sanırsın bir daha açılmayacaktı. Kendi sesinden ürkene kadar bağırdı... Kendi sesi, duvara çarpıp, suratına yumruk gibi vuruncaya kadar bağırdı. Sesi kısılıp da kendi sesini bile duymaz oluncaya kadar bağırdı.
"Zeynep'in batsın... Zeynep'in BATSINNNNNN..."
_______________________________________________________Devam Edecek... Müzik / Ayo - Help is coming...