30 cm. vardı genişliği, uzunluğu ise ancak 1 metreydi... Yüksekliği 1.20 cm.; belki... Akçağaçtan rengi ve metal ayağı ile sade bir görüntüsü vardı, masayı ben seçmiştim. Severdim yüksek tabureleri... Sadece iki tabure almıştım. Üzerine bambudan yapılmış iki amerikan servisi örtü yaptım. Üfleme mavi camdan bir altlık üzerine konmuş; yeşil, bal peteği desenli, yarısı yanmış mumu koydum ve orada, o masada, o mumun alevinde bir adam hayal ettim.
Beyaz dar dikdörtgen tabaklardan birine eski ve yeni kaşar, diğerine ezine ve tulum koydum. Pembe dar uzun mu uzun elips bir tabağa domatesleri, nane yaprakları ile süsleyerek hazırladım. Üzerine, ilk hasat zeytinyağ gezdirdim, az tuz ekledim. Küçük bir kavunu kestim dilimleyerek, geniş beyaz porselen bir tabağa ikişer tane koydum özenle... Kalamata zeytinleri ise tek tek yerleştirdim salyangoz şekilli başka bir porselene. Düz yeşil tabaklar koydum ve beyaz üstüne incecik çizgileri olan desenli bir peçete seçtim. Rakı kadehlerini hazırladım, buzu kontrol ettim. Fransız balkonundaki saksı çiçeklerini açıkta bırakan fıstık yeşili tülleri düzeltip, bej renkli jaluziyi yarısına kadar kapattım. Balkonun kapılarından birini yarım açtım. Mumu yaktım ve beklemeye başladım.
Heyecanla, çalan kapıya gitmek üzereyken aynada son bir kez baktım kendime. Güzel gözüktüm gözüme, gülümsememi yakaladım bir an... Kapıyı açtığımda o gülümseme mi vardı yüzümde bilmiyorum ama onun o gülümsemesi tarifsizdi. Aklımda o ilk karşılaşmaya dair hiçbir hayal yokken, kapıda onu görünce, sarıldım içtenlikle. Belime doladı kolunu ve öptü beni. İçeri girmesini bile beklemeden, özlemişim dedim. Özlemişim dedi.
Elini yüzünü yıkadı, balkona doğru yol alırken, mutfağa hazırladım dedim. Salonun ışıklarını kapadım ve müziği açtım. Onun ardından mutfağa gittim. Rakıları servis yapmıştı bile. Kızarmış ekmekleri alıp, içine turuncu peçete koyduğum örme sepet bir ekmekliğe özenle ekmekleri yerleştirdi. Masaya şöyle bir baktı, kahkahamız eksik kalmış gibi dedi. Rakıda buz sevmezdim bilirdi. Suyuma iki buz attı. Kadehini kaldırdı, gözlerini benden hiç ayırmadan seyrediyordu. Çok güzelsin dedi, çok güzel bir gece... İyi ki geldin dedim. O zaman; senli benli halimize dedi. Senli benli halimize dedim. Öyle yakındı ki yüzlerimiz birbirine, o gece, o masada, o mumun alevinde; biliyordum bir başka güzeldim. Gecenin ilerleyen saatlerinde, sohbet sohbeti, kahkahalar kahkahaları, kadehler kadehleri kovalarken, hiç ayırmadık gözlerimizi birbirimizden...
Bir ara iki elinin arasına aldı yüzümü, bu gece, bu masada, bu mumun alevinde, bir başka güzelsin dedi. Biliyorum dedim. Kalbim yerinden çıkacaktı; saatler gibi gelen o derin sessizlikte, hissediyordum, daha önce hiç söylenmemiş ama hep hissedilmiş o kelimenin, dilinin ucunda olduğunu. İlk defa öpüşmek gibiydi, ilk defa bir tene dokunmak gibi, Yok, yok... Daha başkaydı, daha farklı, daha heyecanlı. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdı. Nefesi nefesime karışmıştı. Gözleri, ah o güzel gözleri, yüreğinin aynası, aklının yansıması gözleri... Baktı derinime, indi yüreğime, sevdi gözleriyle...
O gece, o masada, o mum alevinde hayalden bile güzeldik...
O gece, o masada, o mum alevinde, alev almıştı yüreğim...
Şimdi durum şu; sevgili Hayat İzlerim, Kelebenk, Ufuk Çizgisi ve Bırak Dağınık Kalsın; beni ödüllendirmiş. Bir ödül söz konusu olduğunda akıl ve gönül defterleri olan bloglarda insanın kendi adını görmesi kadar keyif veren bir şey olmasa gerek. Bilenler bilir öyle pek de şahane bir mim oyuncu değilimdir. İlla her mimi kendi keyfime göre, kırpar, şekillendirir ve öyle oynarım. Ama bu mimde ne yapacağıma karar veremedim: Meselenin yaratıcı ve ilginç olma halini henüz kafamda birleştirip ortaya bir şey çıkartamadım. Yoksa yaratıcı değil miyim? Kendine haksızlık etmiyeyim de "yeterince yaratıcı değil miyim" diye sorayım bari...
Şurada ve Burada blog yazılarıma kendimce farklı bakış açıları geliştirmiş ve bloglarda şu ana kadar rastlamadığım bir yaratıcılıkla!!! ve ilginçlikle!!! yazılar yazmıştım.
Mimin iki farklı versiyonunu gördüm; kendinle ilgili 7 ilginç şey nedir sorusuna cevap arayanlar ve 7 sevdiğin şeye cevap arayanlar... Bir de ortak noktaları olan 7 kişiye pasla bölümü var, unutmadan onu da belirteyim.
Her iki sorunun cevabının da kreativ (hangi dilde sahi bu) blogger olmak için yeter şartı sağladığından pek de emin olmamakla beraber, ve kendim kendime ilginç gelmediğimden; meseleye Hayat İzlerimden Özlem'in de dile getirdiği gibi; hatırlanmak ve değer vermek bakış açısıyla bakıyor ve bu anlamda; biraz şımarıklık ve biraz da keyifle ödülümü alıyor ve yüreğimin en güzel köşelerinden birine kaldırıyorum. Bu ödüle ilişkin aklına "Evrenin Dünyası" gelenlere teşekkür ediyor ve mimi üzerinden zaman geçtiği için kimseciklere paslamıyorum ama gün geçmesin ki bloguna yazı yazmış mı, yeni bir yorum almış mı ki diye merakla baktığım her bir blog yazarının tek tek aklımdan ve yüreğimden geçtiğini bilmenizi istiyorum.
____________________________
Okuyucuya Önemli Not: Az önce aldığımız bir habere göre; bir ödülüm daha varmış benim...
Durum şu; Mim Cadısına bu ödülden çifter çifter geldiği için, üzerine iki ayrı yazı yazdığı için ve de ben sadece birini görüp, adıma rast gelmeyince atlamış olduğum için ödülümü az önce hafif bir sersenişle almış bulunmaktayım. Hiçççççççç cık cık ne ayıp demeyin, haklı valla, ayrıca verdiği ödülü geri almamasını güzel yüreğiyle bağdaştırıyorum ben.
Ödülü veren Mim Cadısı Bekriya'dan huzurlarınızda özür diliyorum bir de kocaman öpüyorum.
Oturdular bardaki kırmızı yüksek taburelere: Sadece ikisi vardı, salaştı bar ve Memphis'in orta yerinde, gece saat ikide; iki beyaz, çok rastlanır bir durum değildi doğrusu. Barmen, ağzında cigar, bir yandan çalan gruba bakıyor, öte yandan elindeki beyaz kumaş parçası ile bardakları kuruluyordu. Barmene seslendi adam: İki burbon...
Adam kadını seyrederken, gözleri anlatmaya başlamıştı kurduğu hayalleri, kadın kendi ritminde salınıyordu ve sanki her hareketi onu adamın hayalininin içine alıyordu. Barmenin gözleri takıldı bir süre sonra ikisine de...
Çalan grup bir parça isteyip istemediklerini sordu: Adam ve kadın aynı anda; Catfish Blue diye bağırdı. Barmen bir kahkaha attı, elindeki bardak az kalsın düşüyordu. Barmen; "grubun en sevdiği parçadır ve ne yazık ki barın kapanış şarkısıdır" dedi gevrek gülüşüyle, adam o zaman 3 kere arka arkaya çalsınlar daha sözlerim bitmedi dedi ve kadının gözlerine bakmaya devam etti.
Barmen o gece ilk defa, onu terk eden Lyam'ı hatırladı. Bir burbon da kendine koydu. Barın ışıklarını iyice kıstı. Adamla kadına, bu gece dedi, bu bar sizindir, siz de benim misafirimsiniz.
O gece, o barda, adam ve kadın, hayaller kurdular ve hayatı yeniden yazdılar, sadece kendileri için değil, onların anlarını yakalayan diğerleri içinde...
Kelimelerin tükendiği zamanlardı, mum yaktık yuvamızın orta yerine, Dumanı haber getirsin benden sana senden bana diye... Sırt sırta verip otururduk gecenin orta yerine, Yüzleşmeye cesaretimiz yoktu evet... Döndük yüzümüzü duvarlara yatağın orta yerinde, Dokunmaya cesaretimiz bile yoktu birbirimize... Söylesene ne zaman küçüldük, Görünmez olduk? Bu kadar yabancılaştık birbirimize? Bir mum yakalım geceye Belki gölgemiz uzar da dokunuruz birbirimize... Biliyorsun değil mi? Çok zor hayatın ortasında iki sanık gibi yitip gitmek... Görmezden gelip, Çekip gitmek... ________________________________________________ Fotoğraf / 1x.com
Merhabalar her sabah güne başlama cümlemdi bir zamanlar. Kolyeler yaptığım zamanlarda kaldı EvreninTakıntılı Dünyası. Herkes isyanlardaydı kendimi kapatışıma oysa tam toparlıyordum ben, hayata karışıyordum yavaş yavaş, aslına bakarsınız İyi Gidiyorduk Ki Bahar geldi işte. Dostların serzenişleri artınca, haliyle isyan ettim bir gün: Tamam En Azından Bir Yerlerden Başladım Diye... Gecelerden bir gece, karanlık bir ormanda ışık hüzmesiydi gördüğüm ve hiç tanımadığım bir ses, bir şiir okudu bana; arkadaşınız dedi sizin için istedi, rahatsız etmedim umarım. Dondum kaldım telefonda, Şair, Şiir, Gece ve ben dolaştık o gece anılar havuzunda... Ufacık heyecanları bile katık edip kendime Sonunda başladım normal bir hayata karışmaya... Hayatın içinde tuhaf patikalara denk geldikçe, bilinmez yollarda da gezdim bir süre, sarışınlığa ramak kala; Blond... Attactive...But Not Fool olduğumu fark edip, kendime geldim aynada kendimi bulamayınca. Zaman geçiyordu Komik Tesadüflerle ve ben yalnızdım gecelerimde. Beni tanıyanlar hala güzel ve sımsıcak gülüşünüz deseler de şaşırıyorlardı hallerime: Hayat Şaşırtır dedim onlara... Beni de şaşırtmıştı hayat tarih 25'ini gösterdiğinde... Herkesin hayatında önem atfettiği tarihler vardır ya benim de vardı elbet ama bilememiştim sevmeli miyim şu 25'i yoksa sevmemeli miyim diye.
Hiçbir Şey Olmamış Gibi yaşayıp giderken; bir duvar ördü duvarcı aniden ve bir kuş kanadını kaybetti o esnada; ama öğrenmiştim işte bir kez daha; farkına varmadıkça zordur hiçbir şey olmamış gibi davranmak hayatta. Şarkılarda aradığım zamanlar oldu teselliyi ve Kahve Falında bulduğum umudu... Beni Bana Bırakın dedim bir gün dostlara, bırakın da içimde kalan ne varsa yaşayayım unutmak adına... Biliyordum Kalbim Ellerim Kadar Küçük Değildi ve o kalbe sığdırdığım sevdanın acısı da küçük olmayacaktı elbet. Hayattan keyif almakla ilgili ciddi sıkıntılar yaşadığım bir dönemde, Keyif ve Bluessuz bir gecede; söz verdim kendime; kendim olmaktan vazgeçmeyeceğim bir daha diye... Kendim dedim, düşündüm üzerine; ben Umutsuz ama Mutlu bir tiptim işte, ve evet kocaman bir yüreğim vardı elimde ve bir de tabi sorularım: Mutlu Aşk Var Mı? Mutlu aşk olup olmadığına henüz karar vermemiştim ama Mutluluk tarifim vardı elimde. Tek malzemeli bu tarif için Aramak Araştırmak gerekti ısrarla ya da sonradan öğrenileceği üzere beklemek sabırla. İyiydi, güzeldi de yaşamak istiyorum niyeti eyleme dönüşmediğinden sonuç vermiyordu bir türlü, Yıpratmaktan öte gitmiyordum kendimi. Kendi Gölgemi seyrediyordum uzayıp giden, Dün Bugün Yarın derken daralıyordu vakit fark etmeden. Elimin Altındaki Kitaplara baktım da hayat yazıldığı gibi yaşanmıyordu, Güçlü Olmak gerekiyordu evet ama bunun için de insanın kendi doğrularına sarılması gerekiyordu aslında. Affetmeyi öğrenmeye çabaladıkça, bir anı çıkıp dikiliyordu karşıma: Nasıl Umutlanayım Özleyişine diye isyan ettim bir gece en sonunda. Ruhsuz Yürek olup dolaştım sokaklarda, Yoksun diye bağırdım gece yarılarında, Derin Nefesler aldım her hıçkırığımda. Yaşamı hissettim güneşin aydınlattığı bir Sokakta... Kapılar Açıldı Ardına Kadar bir gün doğumunda... Arıyordum ben hala; En Önemli Özellik sorumluluk sahibi olmaktı hayatta, Susma Hakkımı kullandım ben tam da bu noktada... Büyük bir patlama oldu o esnada.. Cam Kırıkları doldu etrafım: Yansımalar ve Yanılsamalar aynanın kırıklarında... Her Şeye Rağmen Sevmek Seni, vazgeçmemek mi senden aslında. Tutarlılık mümkün değildi böyle anlarda ve Kimse İstemediğini Yaşamazdı aslında. Her Şey Zamanında Değerliydi bilmiştim de ısrar ediyordum çocukça. Üç Nokta koydum hayatıma, dolaştım Sevdiğim Mekanlarda... Başımın Ağrısı tuttu yer yer, çığlık attım bağırdım: Yeter.
Sonunda bir yılı geride bıraktığımı fark ettiğimde; 2007'yi 2008'e bağlayan gecede dilediğim aşkın yerini, 2008'i 2009'a bağlayan gecede Aç Kapıyı Ben Geldim diyerek, kendime gelmeye bırakmıştım.
Vazgeçmediğim tek şey kendim olmuştum ve belki de bu sayede aşkı tekrar bulmuştum.
______________________
Toslumbağa beni mimlemiş hayatta nelerden vazgeçemezsiniz diye...
Biliyorum kötü bir mim oyuncusuyum ama seviyorum mimleri içimden geldiği gibi dillendirmeyi. Evet bu mim hayatta nelerden vazgeçmezsiniz üzerine, benim cevabım basit ve tek: Kendim Olmaktan...
Son olarak, yapmak isteyen, üzerine düşünmek isteyen herkese gitsin diyelim ve mimin gereğini yerine getirelim.
Topladım kurşun kalemlerimi, her birinden kurşun asker yaptım kendime, oynadım saatlerce...
Ne şanslı çocuktum ben, hem boya kalemlerim oldu benim, hem renk renk boy boy yazı kalemlerim; karası oldu, kırmızısı, ucunda püsküllüsü, yanından çıtçıtlısı... Bazısını rengi için aldım, bazısını süsü için, bazısını Ayşe almış diye, bazısını sınıfın yakışıklısı Mustafa'da var diye...
En büyük heyecanım okul açıldığında koşa koşa kırtasiyeye gitmek olurdu. Ah o defterler, ah o silgiler, ah o beni benden alan kalemler... İhtiyaç kadar alınacaktı. Öyle öğrenmiştim annemden babamdan, ihtiyacı belirleyen neydi ki...? Zevkim mi, kullanma ve tüketme sıklığım mı, kendimi sınıfta bir gruba ait hissetme duygum mu? Daha çok yazmak mı, daha çok silmek belki...
Sahi, ihtiyacın kadarı kim belirliyordu?
Ne şanslı çocuktum ben, yazmak için kalemi olmayan çocuklara göre, hep ihtiyacım kadar defterim, kalemim, silgim olmuştu.
Çok ihtiyacı olup da bir tanesine bile sahip olmaktan mutluluk duyanları okudukça, gördükçe, topluyorum kurşun kalemlerimi, başka çocukların da kurşun askerleri olabilsin, kurşun gibi yazılar yazıp, farkında olmamızı sağlasınlar diye...
Bir toplumun en güçlü silahının; okumak, yazmak ve anlamak olduğunu bildiğimden beri topluyorum kurşun kalemlerimi, daha güçlü bir toplum olabilelim diye...
Günlerdir içimdeki sıkıntı, başka başka kelimelerle tarif etse de sana kendini, biliyorsun değil mi, özledim seni...
Ah! Aşk dediğin bir an, düşmek gibi, kabul ama, ya bakmak gözlerinin içine, ya dokunmak saatlerce, ya uzanmak ve sadece konuşmak biteviye...
Ne çok zaman olmuştu unutalı beri.
Unutmak... Evet unutuyor insan. İlk zamanlar, özlüyorsun deliler gibi, her an aklında ama her an. Tekrar tekrar yaşıyorsun senin olan anları, belki araya sana ait olmayanları da katarak; büyütüyorsun... Büyüyor özlemin... Sonra, zamanla unutuyorsun. Farkına bile varmıyorsun. Yok sayıyorsun.
Sonra, aşk yine, yeniden çalıyor kapını, bir dostun dediği gibi önemi olmuyor kapı arkasında beklemenin, ya da daha çalmadan koşup açmanın, her seferinde sen nefes nefese kalıyorsun.
Üzerini örttüğün, yok saydığın, artık ihtiyaç duymadığını sandığın hislerle doluyor yüreğin, henüz yaşamasan da hayalini özlüyorsun. Yaşadıkça, bir tebessüm yüzünde, huzur yüreğinde öylece tutunuyorsun hayata: Bakmak gözlerinin içine, dokunmak saatlerce, uzanmak ve sadece konuşmak biteviye...
Sonra bir sabah, o olsa da olmasa da, aynı duygu ile kalkıyorsun yataktan: Özledim seni çok... Ve seviyorum galiba... Aşk kadar ama aşkın ötesinde...
Hey heylerin üstünde galiba senin dedin ve gittin ya... Anlamadın ya se/n/s/sizliğimi ve hatta sormadın ya... Dile getiremedim ya ardından... Sustum kaldım ya kendime... Konuşamadım ya günlerce kimseyle... Hani bakmadı ya gözlerim sevdiğin gibi hayata bir daha... Ağladım ya sabahlara kadar... İçim çığlık çığlık, yüreğim göz göz oldu ya vedandan sonra... Dönüp bakmadın ya köşeden... 'Kadın var ya...' bile diyemedi ya dilin... Kulağımda gidişinin melodisi, döndüm köşeyi...
Kadınlar oturdular bir kaldırım taşına. Gecenin serinliğine inat giydikleri kıyafetlere baktılar. Biraz tutkulu, biraz özlem kokan, kendi dünyalarının dışa vurumu hallerine yakışmıştı kıyafetleri. Öyle güzel yürekleri vardı ki; ne giyseler yakışırdı. İyi görünüyorsun dedi biri... Sen de dedi diğeri...
Suskunlukları konuşacakları olmadıklarından değildi. Konuşurlarsa birbirlerini incitmekten korkuyorlardı. Sessiz kaldılar. Gözlerdeki sorular bilmediklerini çok iyi bildiklerini söylüyordu. Daha yaşlıca olanı, dilinin ucuna kadar gelene sustu. Diğeri durdu, düşündü... İkisi arasındaki bu herşeyi bilen, farkında olan ve aslında içten içe varlığından duyulan sıkıntıdan uzak, kelimelerin, hallerin, duruşların yer değiştirdiği benliklerinde, arkadaşlıklarına başladıkları içtenlikle devam etmek içindi.
Sustular; belki çığlık atarak...
Sustular; belki bilinenin dile gelmesinin yaratacaklarından...
Sustular; belki adamı kaybetmek duygusunun ağırlığından...
Birşey bilmediklerinden değil, anlamadıklarından hiç değil... Onlar eş yüreklerin aynı ruha atfettiklerine sustular en çok... Tüm yaşanmışlıkların ötesinde, kelimelere dökülmeyenin hissettirdiklerinde sadece sustular... Farkında olmadıkları bir an bile yoktu da gene de sustular işte...
Daha yaşlıca olan konuşabilse şunlar dökülürdü ağzından;
Senin varlığını fark ettiğimde, geriye dönmek için çok geçti. Ben frenimi bırakmıştım. 40'lı yaşlarıma yüklediğim farkındalığım 17 yaşımın toyluğundaydı ve ilkti herşey...
Oysa sen, öyle güzel, öyle yürekliydin ki... Diyemedim... Sorduğun soruların cevapları evetti çoğu zaman. Ve evet, o kayıp günlerin açıklaması da vardı üstelik... Ama o açıklamayı yapması gerekenin ben olmadığımı biliyordum. Tıpkı senin bildiğin gibi. Açık açık sorulamayan ama cevapları karşılıklı bilinen bu hal, ne senin ne de benim yarattığım bir durumdu. Tahmin etmesi zor olmayan diğer bir durum da senin ve benim ayrı ayrı çek kurtar beni deme hallerimizdi.
Ben seni biliyorum, senin beni bildiğini de... Senin bana resmedilişinle, benim sana resmedilişimin bizim algıladığımızdan farklı olması da bizim suçumuz değil... Hatırlar mısın demiştin ki, kadın algısı işte tam da bu noktada anlam kazanıyor. Ben ne yaşadığımı biliyorum, algımı yanıltan hiçbir şey yok... Sen herşeyi yanlış algıladığımı düşünsen de, ben sana kanıtlarımı sunamam, canını acıtmaktansa varsın sen benim sandığımı düşün. Belki o sanmak halime kızgınsın ve hatta bir parça meraklı. Ama karşılıklı söylenemeyenlerden ip uçları yakalamaya çalışmak yorucu. Oysa biliyor musun ben ilk sana söylemek isterdim, 'aşık oldum'u... Sevişirken bile nasıl sevgiyle dokunduğunu... Sarılıp uyurken kadınını içine soktuğunu... Uyanmak istemediğim bir düşle, hiç uykuya dalmak istemediğim bir gerçekliğin ortasında, tutkuyu yaşadım ben...
Ama sustum...
İkimizin de cevapları "o"ndan beklediğini bilerek...
(*) 'Siyah Kuğu', olanaksız görünen ve üç temel özelliği olan bir olaydır: Öngörülemez; çok etkilidir; gerçekleştikten sonra onu daha az rastlantısal ve daha öngörülebilir hale getiren bir açıklama uydururuz. (Nassim Nicholas Taleb - Siyah Kuğu kitap tanıtım yazısından alınmıştır.)
Bir Gece... Sakince oturdu klavyenin başına, niyeti 3-5 arkadaşa bakıp, belki iki satır selam edip çıkmaktı. Uzun zamandır ses vermeyen bir arkadaşından gelen bir mail ile donup kaldı: Selam... Selam... diyebildi sadece...
Bir Akşamüstü... Sakince oturdu klavyenin başına, niyeti 3-5 arkadaşa bakıp, belki iki satır selam edip çıkmaktı. İçeriden, derinden bir müzik sesi ile irkildi, uzun zamandır dinlemediği bir melodi çalınıyordu kulaklarına: Gitme gitme, gittiğin yerlerden dönülmez geri... Gitme... Gitme... diyebildi sadece...
Bir Sabah... Sakince oturdu klavyenin başına, niyeti 3-5 arkadaşa bakıp, belki iki satır selam edip çıkmaktı. Msnindeki tek adam yeşildi, sabahın bu saatinde niye ki diye düşündü kadın... Tam parmakları klavye ile buluşacaktı ki, adamın yazdığını fark etti bekledi... Ekrana tek bir kelime düştü: Üzgünüm... Ben de... diyebildi sadece...
_______________________
Bazen hiç beklemediğiniz anda gelir bir anı, çöreklenir... Aklınıza, yüreğinize, gözünüze...
Dağılırsınız...
Aklınızda bir soru,
Yüreğinizde bir sızı,
Gözünüzde bir yaşla...
Kalırsınız klavyenin başında...
Ne bir kelime dökülür dilden, ne bir parmak dokunur tuşa...
Öylece dalar gidersiniz geçmişe; geride kaldı dediklerinizi de yanınıza alarak...
Sabah kahvemi yudumlarken geldi oturdu karşıma, sinirliydi ama daha çok incinmiş: Onurum bu benim, çocuklarımın yüzüne bakamam dedi.
Söyleyecek sözün bittiği andı yaşanan; sadece baktım haklısın dedi gözlerim, anladı mı bilmem. Kalktı gitti, geldiği gibi, selamsız...
25 yıldır aşkla bağlı olduğu mesleğinde geldiği noktaya biraz da uzaktan bakarak; bunu hak etmiyorum ben dedi. Çayımı içiyordum o sırada. Gözleri dolmuştu, ağladı ağlayacak haline, söylenecek söz yoktu. Sustum, bir çay söyledim. Sustuk birlikte. Gözyaşının sesini duydum bir an. Baktım, ağlamıyordu ama biliyordum, içinden çığlıklar atıyordu. Kalktı gitti, geldiği gibi, selamsız...
Öğlenin habercisi midemden bir ses geldi, oralı olmadım. Bir beş dakika sonra bir ses daha... Bakındım sağa sola, mide sesimi karşılık verebilecek bir şey var mı etrafta: Masamın üzerinde nicedir duran, uzun zamandır çiğnemediğim, şu içinden fal çıkan sakızlardan vardı. Gülümsedim, ne için, ne zaman için sakladığımı bilmeden, belki de iki aydır masamın üzerinde duran sakıza baktım. Zamanı mı dedim, şimdi mi?
Sakıza uzandım, açlığımı daha da hissedirecek olmasını umursamadan, belki dedim, bir kaç gündür sebebi belli sıkıntılarımın cevabı vardır içinde...
Kocaman bir kahkaha koptu tek başınalığımın sessizliğinde... Öyle ki; odamın dışındakilerden bir ses koptu: Hayırdır Evren Hanım?
Hayır, hayır dedim sonra durdum ve hatta evet, evet...
Hayat bazen; okuyup bitirdiğin ve rafa kaldırdıktan yıllar sonra anlamını bulduğun bir oyun gibi... Biraz gizemli, biraz hayal, biraz kalan, biraz yiten... Kalanlardan cümle yapmak için sana yeni kelimeler, virgüller ve üç noktalar sunacak diğer yarını bulacaksın bir gün; ve elinde kalan kelimelerle bugüne kadar kurduğun en güzel cümleyi kurup gülümseyeceksin hayata.
Sana oynadığı oyuna, senin bu oyundaki rolüne biraz da şaşarak...
"massimo`ya; birlikte geçirdiğimiz yedi yıl için. eksikliğini duyduğum ve asla bana ait olmayacak yanın için. mümkün değil dediğin her sefer için. aynı zamanda geleceğim dediğin her sefer için. sürekli bekliyorum. sabrımın adına `aşk` diyebilir miyim? le tue fata ıgnorante (senin cahil perin)"
"Herkes aşkı arar ama kimse onu tanımlayamaz, ne olduğunu, neye benzediğini bile tarif etmekte bazen zorlanırız. Belki de onun için erken kaybederiz çoğu şeyi. Belki de ondan yarım bırakır yaşanılanlar bizi. Hatıralara tutsak eder. Aşk bir karmaşa düzenidir. Hiç olmadık zamanda gelir girer hayatınıza. Ve belki de bize yepyeni bir dünyanın kapılarını aralar."
Annemin doğduğu yerdi Balıkesir, severdim. Dursunbey İlçesi'ni ise hiç duymamıştım. Mail geldiğinde dikkatimi çeken haliyle tanıdık olandı ve okudukça daha da tanıdık gelecek kelimelerle karşılaşacaktım: 1M, pino, kampanya, çocuk, köy, defter, kalem...
Nereden çıktı Dursunbey diyenler için, önce Dursunbey İlçesi hakkında kısa bir bilgi:
Dursunbey Balıkesir'e bağlı şirin bir ilçe. Batıda olmasına rağmen 640 rakımlı, engebeli bir coğrafi yapısı var. İlçe ormancılık, tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. İlçenin Balıkesir il merkezine uzak olması (70km) yüzünden özellikle eğitim ve sağlık alanında sıkıntıları var. Uzun yıllardır süren öğretmen açığı ilçenin bakanlıkça "zorunlu doğu görevi" kapsamında değerlendirilmesi sayesinde kısmen giderilmiş. 103 tane köyü olan ilçede taşımalı eğitim uygulandığı için 33 tane ilköğretim okulunda eğitim veriliyor. Bu okullarda yetkililerle birlikte 3003 adet fakir öğrenci tesbit ettik. Bu öğrencilerin bir kısmı Yatılı Bölge okulu ve 200 kadarı ilçe merkezinde.
DURSUNBEY VE KAMPANYA...
Gönül yolculuğundaki duraklarını, çocuklar için çoğaltan Bir Milyon Kalem; her çocuğun bir kitabı olmalı kampanyasının başarısı ve katılımcıların destekleri yeni bir kampanyaya ışık tutmuş: 33 köy, 3033 çocuk için el ele
Gülümseten çizgileri ve yüreğini koyduğu renkleri ile Pino tarafından hazırlanan logoyu duyurabileceğiniz bütün platformlara koyabilirsiniz.
Üst düzey bir toplantının, sınıra dayanmış bir öğle yemeği açlığında, gözler saatlerde, saatler yelkovanla akrebin tatil rehavetine kapılmış yavaşlığında, evet, geçmiyor zaman ya da yetmiyor zaman hallerinin sıkışıp kalmış garipliğinde; elimde bir not defteri, diğerinde bir kalem, bembeyaz bir sayfaya alınacak ne çok notum var da kelimelerim nerde diye düşünürken...
Bir yapılacaklar listesi hazırlasam diyorum, 38 yaşımın 40'a 2 kalasında; kalemin kağıtla buluştuğu o anda elim titriyor:
MAYA yazıyorum, hemen yanına KARDELEN...
Elim durmuyor, yüreğimin çığlığı susmuyor...
To do list, to do list olmaktan çıkıyor.
Oysa ben seni yoldan geçerken bile sevdim. Dokunmamıştım üstelik henüz sana. Ne adını biliyordum ne de nasıl bir kokun olduğunu.... Sen hiç bilmedin: Sen başka kucaklarda, sırtlarda, omuzlarda hayata şaşarken, ben sensiz kalışıma şaşıyordum. Hiç mi hak etmedim seni diye öyle çok düşündümki... Ama sen bir hak değildin, bir karardın nihayetinde: Doğru adamla kadının bir araya geldiğinde hayat adına aldığı en önemli karardın sen: Hiç cesaret edemediğim. Yalnız kalırsın diye korktum en çok, yetemem sana diye...
Seninle oynayamadığım oyunları oynadım çocukların bahçelerinde... Binlik puzzle yaptım dilini zar zor konuştuğum bir tanesiyle. Kovboy oldum bir diğeri ile. Saklambaçtı en sevdiğim oyun, gözyaşlarım gözükmesin oyunlar oynarken diye... Fal baktım plastik fincanlarda, öyle küçüklerdi ki, senin ellerini düşledim bir kız çocuğunun "alırmısınız" diyen kahve kokusu bedeninde...
Geceleri ağlayarak bölmedin uykularımı belki ama çok uykum bölündü benim sensiz oluşuma. Benim olman şart değildi ki; benim olmadığın zamanlarda oldu elbet hayatımda. Öyle çok sevdimki seni o zaman bile; bendensin gibi, bensin gibi, cansın gibi sevdim seni en çok.
Bir erkek çocuğu oldun bir seferinde, at koşturdum seninle salonun ortasında ve sonrasında bir kız çocuğu; salatama roka kopartan... Bir "dedişşşşşşşş" diye sesdin günün ortasında. Saçımı saydın tel tel renkleri öğrenirken. Kırmızıydım ben ve sen kıvırcık saçlarına isyan ettin; benimkiler düz, seninkilere benzemiyor diye...
Sen hiç benim olmadın belki ama kokladığım her bebekte, oyunlar oynadığım her çocukta, derdini dert edindiğim her ergende benimdin sen, benimleydin, bendendin o anlarda...
Şimdi yapılacak bir "to do list"im var elimde, tek madde halinde...
Senle ben ayrı kentlerin ayrı sabahlarına uyandık sadece kendimizin bildiği, mutluluk veya sıkıntılarla, konuştuk belki de üzerlerine ama hiç bilmedik içte olanı, bize kalanı.
Sen beklenendin, özlenen ve özleyen...
Şimdi bu kentte, şenliklerin başlangıcı sana ayarlandı. Sen gelince yakılacaktı bütün odaların lambaları. Sen büyük tencerelerin gözönüne çıktığı, ocakta ateşin hiç sönmediği, neşenin ve sohbetin zamanıydın. Yenen yemeklerin hayali konuğuydun her zaman, yenecek yemeklerinse başkonuğu... Adın mutlaka geçerdi; ya bir şarap kadehi kalkarken ya da bir rakı sofrasında buz aranırken...
Sen beklenendin, özlenen ve özleyen...
Senin beklenme halindeki hüzün ve heyecanın en güzel yansımasıydı; annemle babamın sarılışındaki o hasretlik halinin, gururla ama en çok da sevgiyle harmanlanışındaki damla...
Bugün abla kardeş hallerimizin o artık kedi-köpek olmayan keyfinde; seneye dedin mutlaka gelin ama mezuniyetime değil baro yemin törenime... İçimden bir çığlık kopup geldi oturdu yüreğime, gururum bir damla gözyaşı oldu, tüylerim diken...
Sen beklenendin, özlenen ve özleyen ve her zaman gurur duyulan...
İki mumun alevinde, kalecikkarası ile cabernete sauvignon bordosunda, hayatın çizgilerini taşıyan el emeği kadehlerde, bir akdeniz ülkesi peyniri tadında, gecenin güzelliğine şapka çıkaran ortancaların ıslığında, bir dudağın bir kadehe değme anının bir tene değme anındaki hazzında daldığınız bir uykunun gününe şöyle başladığınızı düşünün:
Gözlerinizi açtınız, yüzünüzü ışığın geldiği yöne döndünüz, bir çift gülen gözün size; bir tutam sevgi, bir tutam huzur, bir tutam tutku ve bir tutam mutlulukla karışmış bir dolu endişeyle baktığını gördünüz. Gülümsemenizle birlikte, sizi kollarının arasına çekti ve alnınızdan öptü.
Şimdi kapatın gözlerinizi, önce geceyi, sonra o geceye uyuyan sizi; ve böyle bir sabahta, adamın gülen gözlerinden size endişe diye yansıyan durumun neden kaynaklanmış olabiliceğini söyleyin:
Üzerimde taşırken fazla olmamasına özen gösteririm.
Yakar çünkü.
Gözü alır.
Size fazla gelmese karşınızdakine ağır gelir.
Tıpkı aşk gibi...
Oysa sevmek öyle midir?
Bugün büyük bir keyifle yazılarını okuduğum Haşmet Babaoğlu'ndan bir alıntı var gene. Bir arama motorunda "Haşmet " yazınca çıktı karşıma.
Kırmızıdan, aşktan söz ederken...
"Nasıl oluyor da, "seni seviyorum" lar bir süre sonra ve iç burkucu biçimde "beni boğuyorsun"a dönüşüveriyor? Uzun ve acıklı bir hikaye.. Ama şurasını olsun söylemeliyim; Sevmek ağırdır. Uykuları kaçırır, uyanıklığı sarhoşluğa çevirir... Oysa modern insan her şey hafif olsun istiyor, sevmek bile !... Mümkünse sadece sevilmek istiyor. Ancak ayrılık acısı çökünce, terk edilince, özlem ateşiyle yanınca farkediyor ki, Seviyormuş..."
Aşklarınız ve sevgileriniz kırmızıya dönüşsün ama kavurmasın dilerim.
Bugün biri fal baktı bana. İçine atmışsın dikkat et taşmasın dedi. Psikolojik olarak seni zorlayacak bir birikime dönebilir atamadıkların. İnternette arama yaptım: “içine atmak” Aşağıdaki tanımı buldum.
“Konuşamamak, anlatamamak, paylaşamamak, haykıramamak, hep susmaktır. Dışarı atılacağı anı hissedersiniz. Sığmıyordur içinize. Boğazda bir yumru ve ardından gözlerin dolmasıyla başlar. Hüngür hüngür ağlamaya başlanır. Dışarı atıldığı zannedilir. Yine tek kelime çıkmamıştır ağızdan, hıçkırıklar dışında. Gözyaşlarını çözen şifre olmadıkça bilinemeyecektir. Yine içinize atmışsınızdır aslında.”
Ne güzel bir tanım değil mi?
Size de öyle olmaz mı?
İçiniz sıkışır.
Bilinmeyen boğar sizi.
Gözleriniz dalar… Uzaklara bakarken boş boş…
Ağlamaya başlarsınız.
Ağla açılırsın derler. Ağlama değmez derler.
Siz içiniz katılıncaya kadar ağlarsınız.
Bazen bir dosta sığınırsınız. Bazen bir film seyredersiniz.
Bazen soğuk bir “Nesquik” içinizi ısıtır.
Bazen hiç beklenmedik bir el sizi sarar. O elin sıcaklığını içinize atarsınız.