25 Mart 2010

MÜHÜR/LE(N)MEK







Yağmur yağıyordu dışarıda alabildiğine sağanak...
Umrumuzda değildi.
Sen şarkıları söylerken birine yanıyordun, ben başka birine.
Bir konser çıkışı sarılmıştık birbirimize.



Yağmur yağıyordu dışarıda alabildiğine sağanak...
Baktın bana, çevirdin kendine...
Gözlerin dedin...
Gözlerin bakar mı hep bana böyle...
Bakarlar dedim.
Mühür ettin dudaklarını sözüme.



Yürüdük o gece son hücremiz de nasibini alana kadar...
Bu gece dedin, bu gece bende kal.
Kalırım ama dedim...
Merak etme dedin.
Yatağım var ayrı...
Hatta istersen ayrı bir odam...
Bu gece dedin...
Bu gece, kal bende.
Ya gitmek istemezsem bir daha dedim.
Mühür ettin gözlerini gözlerime...



O gece,
Sen ve ben
Sıcak bir banyonun ardından üzerimizde havlular...
Sohbet ettik güneşin ilk ışıklarına kadar.
Vokta içtik en shutından...
Güldük en kahkahasından...



Gün ağırınca fark ettik,
Ne biri vardı artık ne başka biri...
Sen vardın.
Ben vardım.
Biz olmak istiyoruz diyen iç seslerimiz karıştı birbirine...
Gel yanıma dedin, uzan şöylece...
Uzandım,
Hiç dokunmadık birbirimize.
Sarılmadık bile...
Uyuduk sadece.



Gene de...
O gece, tenini mühür ettin tenime.


______________________________________________

Fotoğraf / Autumn blues by -Thomas C.
İlk Yayın Tarihi / Mart 2009

24 Mart 2010

AĞIR/LIK

Fotoğraf :/ Joaquim Chitas



ben seni yüreğin kadar seviyorum demiştim, 
yüreğim kadar seversem taşıyamazsın...

yüreğin kadar sev dedi

sevdim 

ağır geldi 




23 Mart 2010

US/LANDIR YÜREĞİMİ





Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım
Gel artık uslandır beni * 

Sabahtan beri kaçıncı kez dinledim bu şarkıyı, kaç kere konuştum kendimle… İyi değilim! Seni de üzüyorum, dedim ya hiç ama hiç hak etmediğin halde. Senin gibi sevilmedim ben daha önce, yani senin gibi sevmedi kimse beni, böyle düşününce, düşünce değil his işte… İçimde bir yer kanıyor inceden. Senle ilgili değil bu, yani sadece senle ilgili değil. Ne şansızlık ki, benzer bir hikayenin bitişi gibi başladı bizim hikayemiz; bir yaranın kabuğunu kaldırarak… Yara şimdi sızlıyor, en ufak bir sevgi değse, ya da ne bileyim bir kelime geçse, ya da bir düşünce, ya olursa hali… Kahvedeki adamlar gelip oturuyorlar karşıma sonra… Sonra fark ediyorum ki; o benim ya olursa dediğim hal oluyor. Yani seviyorsun sen beni. Bu nasıl bir yara bilemezsin sen, ben o kadar çok inandım ki... Ama hep de dediğim gibi oldu sonları, bu sefer olmayacağını biliyorum ama sen gel de onu yaraya anlat… Yara kapanmazdan önce, su bile sızım sızım sızlatır ya… Bir de sevgiyi koy o su yerine… Yarayı açan da sızlatan da ben değilim diyorsun, biliyorum. En çok da buna üzülüyor ya yüreğim.

Seni seyrediyorum, uyandığımdan beri. Sabahları artık serin ya, camı açıp içime çekiyorum o serinliği, sıcağını hissediyorum sonra, bir gülümseme yüzümde, korkuyorum içten içe…

Hani herşeyinle teslim olup da o sırtından vurulmuş olma hali vardır ya, ölümden döndüm, bilirim... Eve gelmeseydi o gece, hiç tanıyamayacaktım seni. Şimdi yıllar sonra, iyi ki gelmiş diyorum, iyi ki... Bunun iki sonucu var yaralı ruhda ya da bende öyle oldu. Oluyor… Yara hızla iyileşiyor, bu beklenen sonuç ama bir de o yaranın açıldığı zamanlardaki bana gidip kendimi sorguya çekme hali var. Güçlü sanıp da kendini, o en güçsüz yüzünle karşı karşıya kalıyorsun ya  nasıl bir yıkım anı o bilemezsin... Kendine geldiğinde ve onun ya ölseydinde ki buz ellerinin, seni kaybetme halinden değil de, çıkacak onca yasal prosedür ve can sıkıntısından olduğunu anladığında ki; o yüreksizliğe, o sevgisizliğe şaşıp şaşıp keşke ölseydimlerinin, çaresiz yakınmalarının ve kendi çaresizliğine, zayıflığına sarılıp da çığlık çığlık ağlamaların nasıl bir yıkım anı olduğunu sen bilemezsin. Ama ben bilirim. Ben o sınırdaydım, çaresizliğin kendine esir ettiği bedenim o elektrik verilmiş dikenli tellere takıldı benim. Koptu lime lime yüreğim.

Samimiyetle söylemem gerekirse, bundan böyle kendime sakladığım kelimelerim az olsun istiyorum hatta kendime hiç kelime kalmasın... Öyle yapayalnız yaşadım ki ben o günleri… Öyle içime attım ki. Kendime sakladığım her kelime bir hançer şimdi. Sen hiç, birini, ben nasılsa affedebilirim ama onun bu hallerini başkaları bilirse sevmezler diye korkarak sevdin mi... Sevmediysen anlayamazsın beni... Ama ben anlarım. Ben tam o sınırda sevdim birini. Kendimi geçip ona vardım ve onsuz nefes bile alamadım. O yaşamdı, nefesti, onsuzluksa ölüm.

Bugün, onu sevme haliyle bir ilgisi yok bu anlatmaya çalıştıklarımın. Beni, öznesi yaptım yaşamımın. Beni anlattım sana.

Ve sen...
Ve sen ne yazık ki; bu kendimle yüzleşme ve yarayı söküp atma sürecimin paydaşı, ve sen güzel gözleriyle bana, içime bakan. Ve sen, derinime inip, derinini paylaşan. Öyle çok seviyorum ki seni... İlk defa zamansız ölmekten korkuyorum...

Biliyor musun, bak buradan da açık açık söylüyorum ki sana; isyanım hep yalnızlığıma oldu benim, yaralı ruhum, insan kusurumdu… Ama, sen gel uslandır beni istiyorum… Sen gel, us/landır beni… Korkuyorum!




Sözler / Zülfü Livaneli 
Fotoğraf / Marzena Gregier

MANİ (DAR) / YÖN BULMACA


Yaşam akıp gidiyordu yollarca
Yönlerin hepsi birer bulmaca
Ben, dışımda akan bütün yönleri çevirdim sana
Sen, benim dışımda kalanlara
Kesişmemiz zor zevgilim
Dünya yuvarlak olsa da
Uzun zaman gerekli sırtları dönüp yola çıktıktan sonra

Eskiden ben akıp giderken sana
Sen akıp giderdin benden daha uzağa
Hızımı artırsam ne fayda
Sen de hızlanıyordun aynı oranda
Geç fark ettim, kusura bakma
Yani sevgilim, bir sepet bul tak koluma
Anladım ki, şu saaten sonra herkes kendi yoluna

Yollar ve yönler çözülmesi gereken bir bulmaca
Bulduğunda, elinden kayıyor kolayca
Akıllanır mı yüreğinde aşk olan
Kapadım gözümü döndüm yönümü aşıka
Annem seslendi ardımdan bağıra çağıra
'Baktın kar havası, eve gel kör olası'


Fotoğraflar  / Joannès Ceyrat


AŞK BUGÜNLERDE...



ÇİKOLATAYA BATIRILMIŞ PORTAKAL ŞEKERLEMESİ TADINDA

fotoğraf / Frances Janisch




bir ömrün kaç keresinde aşktır dedi adam,
bir ikincisi olacaksa sen ol dedi kadın...

adam bir gece sessizliğinde ayın son dördünde
dilin ucuna geleni haykırdı...





adam ne dedi...
kadın o gece hangi şarkıyı söyledi... 
azzzz sonra
azzz sonra
azz sonra
az sonra





22 Mart 2010

HUZUR (MU)

Fotoğraf / Stefano Orazzini





Ike Quebec Blue And Sentimental



Anlar vardır, bir andır.
Sadece tek bir an,
Ömre bedeldir.
Bu gece hissettiğim bu...

Bu gece hissettiğim,
huzur denizinde bir yelkenli.
Yelkenlide bir sen...
Yelkenlide bir ben...

Aynı ufka açılmışız,
Yol alıyoruz
Usul usul.
Varmak istediğimiz yer, aynı.
Olmak istediğimiz hal, aynı.

Ben sen!
Sen ben!
Bir de yelken!

Huzur denizinde,
Yelken,
Usul usul yol almalı.

Bu gece hissettiğim bu.
Bu aşkın yepyeni bir tarifi olmalı.
Huzur denizinde bir yelken,
usul usul yol almalı.
Limanı yürek olmalı.



KEYİF (Mİ)



BEN BUNA KATMERLİSİ DERİM
 GÖNÜL SOFRAMA BEKLERİM

SAĞLIĞA, HUZURA
CAM CAMA
CAN CANA




ADAM KADIN PİYANO GÜNBATIMI BANK EVET

Kadın, bekliyordu... Ama hiç belli etmiyordu. Yaşıyordu. Böyle yaşasalardı da, hep sevecekti adamı.
Adam, bekliyordu... Ama hiç belli etmiyordu. Yaşıyordu. Böyle yaşasalardı da, hep sevecekti kadını.

Kadın, yeni bir dil öğrenmeye heves etti. Sebebi çok da önemli değildi.
Adam, yeni bir dil öğrenmeye heves eden kadını destekledi. Desteği önemliydi.

Kadın, o sabah telaşla hazırlanışlarına veremediği anlamı kendine sorun etmedi.
Adam, o sabah telaşla hazırlanışlarına kadının veremediği anlamı kendine sorun etmeyişini çok sevdi.

Kadın, okyanus kenarındaki dağlara batan günü seyretmeyi çok severdi.
Adam, okyanus kenarındaki dağlara batan günü seyretmeyi çok seven kadını seyretmeyi severdi.


Kadın, kumsalda yürüdü. İyi ki geldik dedi.
Adam, kumsalda yürüdü. İyi ki geldik diyen kadını sevdi.

Kadın, okyanus kenarındaki yürüyüşten dönünce, hadi duş al demelerin anlamını bilemedi.
Adam, okyanus kenarındaki yürüyüşten dönünce, hadi duş al demelerinin anlamını bilemeyen kadını sevdi.




Kadın, duştan çıktı.
Adam, kadını öptü.

Kadın, akşam yemeğinden sonra ders çalışalım dedi.
Adam, hadi şimdi deyip, piyano üzerindeki kartları almasını istedi.

Kadın, piyano üzerindeki bir yüzünde yeni öğrenmeye çalıştığı dilde, diğer yüzünde kendi dilindeki okuma kartlarını eline aldı.
Adam; kadını, kartları, süprizi, heyecanı, geleceği avucuna aldı.

Kadın, batmaya beş kala güneşin ısıttığı banka oturdu.
Adam, batmaya beş kala güneşin ısıttığı banka oturan kadının yanına oturdu.

Kadın, ilk karttaki ilk kelimeyi okudu.
Adam, ilk karttaki ilk kelimeyi doğru okuyabildiği için kadını öptü.


 
Kadın, mutluydu.
Adam, kadının mutluluğuna mutlu.

Kadın, son okuma kartına geldi. Güneş batmak üzereydi.
Adam, son okuma kartına gelince, avucunu sıktı. Güneş henüz batmasın istiyordu.

Kadın, son okuma kartındaki kelimelerin fazlalığını fark etti. Bu benim değil dedi.
Adam, son okuma kartındaki kelimelerin fazlalığını fark eden kadının şaşkınlığını fark etti. Asıl onlar senin dedi.

Kadın, kartı okudu, yeni öğrenmeye çalıştığı dilde.
Adam, kartı okuyan kadını çok sevdi, kendi dilinde.

Kadın, kartın diğer yüzünü okudu, kendi dilinde.
Adam, kartın diğer yüzünü okuyan kadını çok sevdi, kadının dilinde.

Kadın, kartta yazana, evet dedi öğrendiği dilde.
Adam, kartta yazana, evet diyen kadını sevdi bildiği bütün dillerde.

Kadın, adamın avucuna baktı. Yaşlarına engel olmadı.
Adam, avucundaki yüzüğü parmağına takarken kadının akan yaşlarını öptü.  



Kadın, adamı çok sevdi.
Adam, kadını daha çok.






Fotoğraflar / deviantART

21 Mart 2010

AKŞAM AKŞAM GÜLÜMSEMEK



Güzel(e) uyanmak gibisi yoktur
Güzel(le) uyumak gibisi de...

Bu ödül güzel başlayan bu günün
Güzel bitişi oldu
İçimi ısıttı
Beni gülümsetti

Yüreğinin hissedilmesi gibisi yoktur
Yüreği hissetmek gibisi de...

Değerinin bilinmesi
Hele de değer
Yaşıyla, yaşanmışlığı ile
İçinde gizli bir sarrafı barındırıyorsa
Sizi yaşama bağlayandır

Teşekkürler




KÖKLERİN ACIR KENDİNE / ÜÇLEME

I - KARŞI ORMAN
Bazen, yıkıldığında bir ağacın,
Sanırsın ki, bir tek senin ormanında yıkılmıştır bir ağaç kökleri titreye titreye...
Ve sanırsın ki bir tek senin ormanında çıkmıştır yangın...
Ve sanırsın ki bir tek senin topraklarını vurmuştur kuraklık...

Sen sanırsın ki bir orman sen
Bir ağaç senin ki
Bir yudum suya muhtaç bir kökün

Karşı ormana baksan
Duyacaksın çığlıkları
Göğe değecek selvilerinin ucu
Gidip yangını bir an önce söndürsün isteyeceksin
Dileneceksin çiçeklerini açıp buluta
Daha hızlı, daha hızlı ulaş karşı ormana



II -GÖL VE AĞAÇ
Bazen, yıkıldığında bir ağaç bir gölün üzerine
Bir tek kendi yansımasını görür
Bir de acıyan köklerine ağlar sessizce
Oysa o gölün de acısı, seni görmek

Damlayan yaşını kendine katıp çoğalırken ses çıkartmıyorsa
Gözyaşını gözyaşına eklediğindendir
Hiç düşündün mü
Bir göl, her rengin koyusuna neden bürünür




III - KÖK VE YÜREK
Köklerin acır, devrildiğinde
Kendi  yansımanı görüp
Senden öteye gözünü kaparsan
Kendi ormanında
Bir tek kendi yüreğin acır
kendi
     kendine







Fotoğraf / Bartek

PAZARA UYANMAK

Dün sabah erkenden attım kendimi sokaklara... Öylesine boştu ki sokaklar, tek tük yürüyen insanlar gördüm bir de yanımdan öylece geçen arabalar. Yokuş çıktım, yokuş indim. Uzun upuzun yürüdüm. Kulağımda sevdiğim müzikler eşlik etti bana ve zaman zaman aklım gidiverdi günler öncesinden kalma iç acıtmalarıma. Doğru muydu, ben mi yersiz acıtıyordum içimi, ağlatıyordum yüreğimi. Kendim kendime mi düşmandım. Kendim kendimle mi barışık değildim. Sonra bir şarkı başlıyor bütün bu düşünceleri kovuveriyordu aklımdan ve ben yüzümde bir gülümseme ile günün uyanışını çekiyordum kare kare.



Bahar dallarını çektim ve boş sokakları ve bana gülümseyen o kediyi... Sonra pazara düştü yolum. Uyku mahmuru tezgahlara canlı renkleriyle meyva sebzelerin dizilişini seyrettim bir süre, gezindim aralarında. Yaptıklarıyla gurur duyan insan yüzleri çektim.  Balıkçının tezgahındaki umudu, salata malzemesi satan adamın yarın telaşlarını. Genç bir delikanlı bir portakal dilimi uzattı bana, portakal canlandırır insanı dedi, yüzünde kocaman bir inançla.  Bir diğeri Amasyadan mis kokulu elma verdi, kahvaltı etmediysen, buyur dedi, simitinden bir parça uzattı yaşlı bir amca.  Bir diğeri salatalık verdi yanında dometesi ve tuzuyla... Pazarı dolaştım; şakaları, kavgaları, yardımlaşmayı, misafir etmeyi, umutları, telaşları, sıkıntıları ve nicelerini gördüm dün pazarda. Yaşam dedim, sen görmek istediğin sürece akıp gidiyor işte, sokakta, pazarda, yüreğinde...

Bu pazar Ella Fitzgerald'dan Misty Blue ile uyandım güne... Güneş yatağıma kadar uzattığı eliyle okşadı yüzümü. Bugün iyot almalı bu ciğerler bir parça, denize gidip, dalgalarla oynaşmalı, taş atmalı sanki atılan her bir taşda sıkıntılar azalacakmış gibi. Fotoğraf çekmeli bol bol... Gülüp, eğlenmeli...

Bu düşünceler ile attım kendimi banyoya. Ilık bir duş ile arındırdım bedenimi. Şimdi sıra ruhumda... Baktım aynaya. Gülümsedim gözlerimin içine baka baka. Güzel(e) uyanmak bir parça da yaşamı sevmek, kendine huzur kaçamakları yaratmak değil mi? Dün bir arkadaşım dedi ki, dalgalı denizler gibisin. Ve böyle çok güzelsin.

Dalgalarım bir kendime çarpar benim, yutup alacaksa da bir beni alır, lacivert derinlerine çeker beni. Fazla gelirim kendime bile, kusar atar derinlerim beni, git hayata karış diye. Durulduğunda, kıyılarıma vurur dalgalarım, sesime yansır şırıl şırıl huzur. Dinlemeye doyamazsınız beni. Sonra, sonrası şairin de dediği gibi, iyilik güzellik...

Hadi bana eyvallah, yolum açık olsun bugün... İyi pazarlar...




19 Mart 2010

...


Fotoğraf / Christopher F.



bazen kelimeler yetmez
yürektekini anlatmaya


ŞARAP (MI)


Fotoğraf / Joannès Ceyrat



Oysa içesim yoktu...
Tamam, yalan!
Günlerdir içesim vardı.
Sonra bugün BU YAZI beni baştan çıkarttı.
Aklımı aldı.
Aklımı geri alıp eve geldim.
Kendime bir şarap seçtim.
İçiyorum.
İçiyorrrr İçiyorummmmm.


Fotoğraf ne alaka diyenlere

Mutluyum diyorum
Bilmem anlatabiliyor muyum



FOTOĞRAFIN FISILTISI / YARA




Fotoğraf / Helen Breznik



Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır *





__________________________________________________________
* Yılmaz Odabaşı – Bir Aşk Yara

GÜZEL/E UYANMAK


Tek tek vardık da hiç bir olmamıştık diyorsun...

İçime bir sabah serinliği doluyor...

Senli benli hallerin en güzelinde buluyorum kendimi...



Günüme yayılıyor
Değiyorsun yüreğime
Ilıklığı gülümsetiyor öpüşlerinin
Güzel(e) uyanmak
Böyle bir şey olsa gerek diyorum
Böyle olsa keşke
Her sabah


EVET, EVET İKNA OLDUM

Bu sabah bir uyandım, kapımda bir mim: yaratıcı blogger ödülü hem de... Pek bir anartşist Esrik hem kurallara uymuş hem de beni unutmamış. Bendeniz, şanslı insan, geçen yıl da aldığım bu ödüle, yine yeniden layık görüldüğüm için ikna oldum ki, yaratıcı bir bloggerım. Esrik'e kocaman teşekkür... Neden ikna oldum, çünkü geçen yıl, bir soru ile yayına vermişim ödül aldığım haberini. Yaratıcı mıyım yoksa ilginç miyim diye...

Buyrun geçen yıl ki, yazımız;

Şimdi durum şu; sevgili Hayat İzlerim, Kelebenk, Ufuk Çizgisi ve Bırak Dağınık Kalsın; beni ödüllendirmiş. Bir ödül söz konusu olduğunda akıl ve gönül defterleri olan bloglarda insanın kendi adını görmesi kadar keyif veren bir şey olmasa gerek. Bilenler bilir öyle pek de şahane bir mim oyuncu değilimdir. İlla her mimi kendi keyfime göre, kırpar, şekillendirir ve öyle oynarım. Ama bu mimde ne yapacağıma karar veremedim: Meselenin yaratıcı ve ilginç olma halini henüz kafamda birleştirip ortaya bir şey çıkartamadım. Yoksa yaratıcı değil miyim? Kendine haksızlık etmiyeyim de "yeterince yaratıcı değil miyim" diye sorayım bari...

Burada ve şurada blog yazılarıma kendimce farklı bakış açıları geliştirmiş ve bloglarda şu ana kadar rastlamadığım bir yaratıcılıkla!!! ve ilginçlikle!!! yazılar yazmıştım.

Mimin iki farklı versiyonunu gördüm; kendinle ilgili 7 ilginç şey nedir sorusuna cevap arayanlar ve 7 sevdiğin şeye cevap arayanlar... Bir de ortak noktaları olan 7 kişiye pasla bölümü var, unutmadan onu da belirteyim.

Her iki sorunun cevabının da kreativ (hangi dilde sahi bu) blogger olmak için yeter şartı sağladığından pek de emin olmamakla beraber, ve kendim kendime ilginç gelmediğimden; meseleye Hayat İzlerimden Özlem'in de dile getirdiği gibi; hatırlanmak ve değer vermek bakış açısıyla bakıyor ve bu anlamda; biraz şımarıklık ve biraz da keyifle ödülümü alıyor ve yüreğimin en güzel köşelerinden birine kaldırıyorum. Bu ödüle ilişkin aklına "Evrenin Dünyası" gelenlere teşekkür ediyor ve mimi üzerinden zaman geçtiği için kimseciklere paslamıyorum ama gün geçmesin ki bloguna yazı yazmış mı, yeni bir yorum almış mı ki diye merakla baktığım her bir blog yazarının tek tek aklımdan ve yüreğimden geçtiğini bilmenizi istiyorum.
____________________________

Okuyucuya Önemli Not: Az önce aldığımız bir habere göre; bir ödülüm daha varmış benim... Durum şu; Mim Cadısına bu ödülden çifter çifter geldiği için, üzerine iki ayrı yazı yazdığı için ve de ben sadece birini görüp, adıma rast gelmeyince atlamış olduğum için ödülümü az önce hafif bir sersenişle almış bulunmaktayım. Hiçççççççç cık cık ne ayıp demeyin, haklı valla, ayrıca verdiği ödülü geri almamasını güzel yüreğiyle bağdaştırıyorum ben. Ödülü veren Mim Cadısı Bekriya'dan huzurlarınızda özür diliyorum bir de kocaman öpüyorum.
_____________________________
Fotoğraf  / Sorrente Patrick

18 Mart 2010

ASILIRSA ASILSIN (...MI)



sevgilinize biri asılsa ne yaparsınız" diye sormuşlar, helinavsar, basaksayan ve tugbaekinci "bize koymaz, asılırsa asılsın" demişler...

Onlar hali hazırda asılma potansiyeli olduğundan böyle demiş olabilirler mi diye düşündüm. Düşünmedim desem yalan olur. 

O ise;
biri sevgilime asılsa tavrımı sevgilim tavrı belirler ama asla 'asılırsa asılsın' demem, kadın beni görmüyo mu?
demiş...

 Ona da içimden, bazı kadınlar görmez dedim, ve hatta bazıları görür ama görmezden gelir ve hatta hatta, bazıları görür ve sırf bu yüzden asılır dedim.






Fotoğraf / ggosling

YUVASIZ(DI) KUŞLAR





Eski dostların buluşma noktasıydı, yuvasız kuşların meydanındaki, sırtındaki bir parçası kırık ahşap bank... Her cuma akşamı güneş rakı burcuna girmezden hemen önce boğaza karşı rüzgarı selamlayıp gelen geçenin attıkları kahkahalara bakakalmalarına kahkahalarla gülerlerdi...

İncirin çekirdeğinin bile fazla geldiği günlerde onlar incirin çekirdeği olmazsa diye hayıflanırdı, ne de olsa herşey değişiyordu, meyvaların tadı, yemeklerin adı... Ayak uydurmak değildi dertleri ya da değişime direnç değildi gösterdikleri, anlamaya çalışıyorlar ve anlamaya çalışan hallerine gülmeden de edemiyorlardı.

İki eski dost, kaldıkları huzur evlerinden sadece cuma akşamları izinli çıkar ve gece 12'yi gösterdiği anda da masalarından kalkar ve yuvalarına dönerlerdi. Son yirmi yıldır her cuma birbirlerini aramaya bile gerek duymadan o banka gider otururlar ve birbirlerini beklerlerdi. Yuvasız kuşlar her cuma onların gelişini bayram bilir, havalarda türlü çeşit numaralar yaparak; haftasonunu yakalama telaşıyla sırtındaki yükü bir an için bile bırakmayı düşünmeyen, yaşamın keyifsizliğinden dem vurarak vapurlara yetişmeye çabalayan insanlara, yaşamın çekilesi olduğunu kanıtlamaya çabalarlardı.

Haftalardan bir hafta, cumalardan bir cuma, Rasim yatağından isteksizce kalktı, gece gördüğü rüyadan huzursuz, yüzünü yıkadı, aynada kendine baktı. Veli'nin her cuma olmazsa olmaz gömleği, kışları üzerine aldığı yeleği ve illa ki kasketi ile gelişine ve kızışına inat, yaz kış üzerine geçirdiği envayi çeşit kazaklarından birini almak üzereydi ki, bugün şaşırtayım şunu da görsün diye geçirdi içinden, kahkahası yankılandı duvarlarda. Yan odada kalan Ali İhsan'ın kapısını çaldı. Gömleğin var mı dedi, bu gece için verir misin? Hayırdırlı kahkahalara ve takılmalara dönüp sırtını, döndü odasına elinde beyaz gömleği... Sakal tıraşını oldu ve giydi gömleğini. Ütülü bir pantalon buldu dolabından, hoşuna gitti telaşı gülümsedi. Saatine baktı geç kahvaltıyı bile kaçırmak üzere olduğunu fark edip hızlandı ve soluğu kahvaltı salonunda aldığında, müdürle karşılaştı... Müdür tanımaz gözlerle bakınca çapkın bir gülümseme ile bugün cuma, büyük gün dedi. Müdür Rasim'in gülüşüne kahkaha ile karşılık verdi. Keşke dedi her gün cuma olsa diyeceğim ama, son 20 yıldır ilk defa seni saç sakal birbirine girmemiş gördüm. Bundan sonrası hep böyle olursa, yakında evlendiririz bile seni diyerek kahkahlarla koridorda ilerledi. Rasim masaya oturduğunda hala müdürün kahkahası geliyordu. Rasim bir iki lokma aldı almadı, aklına rüyası geldi. Ama canını sıkmaya niyeti yoktu. Bugün Veli'ye hayatının süprizini yapacak ve 20 yıldır "berduş gibisin" diyen dostunun karşısına adam gibi çıkacaktı.

Öğlen olmuştu bile sabah gazeteleri bittiğinde, kapıdaki görevliye "yolcu yolunda gerek" dedi. "Hayırdır erkencisin" diyen görevliye ki, oğul derdi, "Bilmem dedi, içimde bir sıkıntı var, vapurla geçeceğim karşıya, yol uzuyor ama denizin kokusu, bu mevsimde göçmen kuşların kanat çırpışları ayrı bir keyif verir bana... Rakı masasına oturmadan önce, kederi dağıtmazsan keyfi çıkmaz sohbetin oğul" dedi, "içmek ölüm gibi gelir adama kederli zamanlarda" ve ağır ahşap kapıyı, yılların yorgunluğu omuzlarındaymışcasına, ağır ağır kapattı.

İskeleye vardığında kır çiçeklerine takıldı gözü, nedensizce bir demet kır çiçeği aldı, parasının üstü kalsın dedi, kırmızı üzerine, portakal rengi giymiş, saçlarını iki yanda örmüş Fadik, Rasim'in arkasından sesinin son renginde bağırdı "Amcaaa, sevenlerin çok olsun, bir de dua edenlerin" dedi... Rasim kahkaha attı, "neden gençlere aşk diliyorsun da bana dua" dedi. Kalkmak üzere olan balıkçı teknesinden bozma İsmet Aganın keyif teknesine attı kendini. İsmet Aga "gelmeyeceksin sandım, geçiktin" dedi. "Kararsız kaldım, senin külüstürle mi gideyim, yoksa şöyle modern bir yolcu vapuruyla mı" dedi Rasim, İsmet Aga gülümsedi, "adama benzemişsin bugün, zenginlerin kiraladığı deniz taksiyle gitseydin" dedi. Dolu dolu kahkahalarını yem sanan martılar alçalınca, ellerindeki bayat ekmekleri havaya savurdular. Bunu duyan martılar eşlik ettiler onlara karşı kıyıya kadar.

Rasim kıyıya indiğinde, elinde çiçekleri ile ne kadar komik göründüğünü, yeni yetme bir delikanlının ilk buluşma anlarındaki şaşkınlığı ile örtüşen heyecanı ve sıkıntısını fark ettiğinden beri adımlarını birbirine karıştırır olmuştu. Az ilerdeki dolmuşlara varabilse, oradaki şans biletçisi Şennur'a durumu anlatacak ve bayılana kadar güleceklerdi de, işte 'tek başına damat kılıklı eli kır çiçekli deli'ye çıkmasın diye adı, tutuyordu kendini. Dolmuşa bindiğinde sakinleşmişti ama çiçekler hala elindeydi. "Neden vermedim ki, Şennur'a ben bunları" dedi, kokladı, garip bir toprak kokusu geldi burnuna. "Ne garip, çiçeklerin taze toprak kokması" diye düşündü. Parasını uzattı, kaptan Murtaza her zamanki gibi almadı parayı, "Meydana mı, meşhur büyük buluşma, ne adamlarsınız, ben şu dolmuşta para toplayan yeni yetmeydim, konuşulurdu sizin dostluğunuz, kahkahalarınız, maşallah damat gibi olmuşsun, yakışıklı bir adamışşın be Rasim dede" dedi. Torununu görmeyeli ne kadar çok zaman geçtiğini anımsadı, gözünden bir damla yaş gelir gibi oldu. "Kader" dedi. Murtaza, "Yakışıklı olmak kader değildir ki" dedi. Gülüştüler...

Veli her zaman ki gibi olmazsa olmaz gömleği, kasketi ve sırtımı tutuyor dediği, incecik montu, tıraşlı yüzü, bakımlı elleri ve dedesinden yadigar bostonu ile gelmişti yuvasız kuşların meydanındaki, sırtındaki bir parçası kırık olan ahşap banka da, bank yoktu ortada, meydandaki bütün banklar, garip tek kişilik metal oturağı andıran yenileri ile değiştirilmişti. Yuvasız kuşlar da yoktu üstelik görünürde... Biraz dolandıktan sonra birbirine konuşma mesafesi yakınlığı bile olmayan tek kişilik oturaklardan, nispeten diğerlerinden birbirine daha yakın olan bir tanesini seçti ve oturdu. Rasimle ne güleriz biz şimdi bu duruma diye aklında geçirdi. Saatine baktı, Rasim geçikmişti. Zaten 10 dakika geç gelmese, geceleri eğlenceli geçmezdi. Beklerken, havaya bakınıyordu. "Kıymetini bilemediler şu kuşların" dedi. Koşuşturup duran insanlara baktı. "Neyin kıymetini biliyorlar ki zaten" diye iç geçirdi.

Neredeyse yarım saat geçmişti. Telaşlanmak istemiyordu ama Rasim bu kadar geç kalmazdı. Kalabalığın arasından Rasim'in geldiği yöne doğru dikkat kesilince, kendisine doğru koşarak gelen, telaşlı genç bir delikanlı gördü. "Siz Veli dede misiniz" dedi. "Evet" diyebildi, elindeki bastona sıkı sıkı sarılıp, "beni Murtaza kaptan gönderdi, sizi alıp Rasim'e götüreceğim." Veli, oturduğu yerden zar zor kalktı. Bedeni taş, elleri buz kesmişti bir anda. Delikanlı arabaya doğru giderlerken, "arkadaş mısınız" diye sorunca Veli, titreyen sesi ile "Canız" dedi. Yol boyu konuşmadı, ne delikanlı ne de Veli... Minibüslerin güzergahı, dar ara yolu kapatan polis arabası, ambulans ve kalabalık, nefessiz bırakmıştı Veli'yi... Arabadan indiklerinde zar zor yürüyordu. Murtaza, Veli dedeye sarıldı. "Belki yetişirsin diye" diyebildi sadece ve sarıldı. Donmuş gibiydi Veli, ambulans doktorundan izin alıp, güçlükle ve yardımla dostunu görmek için girdi ambulansın içine. Rasimi öyle giyinmiş, tıraşlı, adam gibi görünce, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Zor aldılar Rasim'in başından Veli'yi...

İner inmez ambulanstan kafasını gökyüzüne kaldırdı. Yuvasız göçmen kuşlar gökyünüzü kaplamışlardı. Rasim'i uğurlamaya gelmişlerdi. O gün o kentte ambulans nereye doğru yol alırsa alsın, kuşlar Rasim'i takip eti, Veli kuşları...

Yuvasız kuşlardık biz diye bildi o gece rakı masasında tek başına içerken ve kederi bırakmadığı için kapıda, her yudum ölüm gibi geldi... Ölüm gibi ağır, ölüm gibi beklenmedik, ölüm gibi sıradan...

Yuvasız bir kuştu artık Veli... O gece sabaha kadar içti... O sabah cenazeye, elinde  dünden kalan bir demet kır çiçeği ile bir berduş gibi gitti...



____________________________________________________________
Bazı yazıların yazılmasına sebepdir duyduğumuz, okuduğumuz bir kelime...
Bazı yazıların yazılmasına sebepdir baktığımız, gördüğümüz bir fotoğraf...
Kelime için La Paragas / Yorumlar
Fotoğraf için Sunday's rendez-vous © Laurence Garçon
İlk yayın tarihi / Mayıs 2009

17 Mart 2010

BİR YAZ AKŞAMI RÜYASI


_ Yaprak sarma, enginar, ezine, kavun, söğüş domates- salatalık, tava yoğurt, ev yapımı ekmek ve rakı var. Ne dersin???
_ fiiiiiiiiiiiiiiiiiiiivvvvvvvvvvvvvvvvv



İçesim var bu gece...



Görsel : Googleda yaz rakı masası görürsün...


GEÇTİM


Fotoğraf / Yokijo



Aslında yazmak istediğimi biliyorum.
Yani aslında, en doğru kelimeyi de...
Neden sustuğumu, beni neyin susturduğunu da,
en az o doğru kelime kadar iyi biliyorum oysa...

Oysa içim...
Oysa içim, doğmaya hazır bir bebek gibi,
az sonra atacak ilk çığlığını.
Bilerek susturuyorum kendimi...
Bilerek boğuyorum kelimelerimi.

Sen de farkındasın.
Sen de en az benim kadar çığlık atmaya hazırsın.  
Bırak peşini...
Geçtiysen, yani gerçekten samimiysen bu duygunda, bırak... 

Bırak artık, dönüp durma.
Rüzgarın yetmiyor, ateş çoktan söndü, artık sana yanmıyor. 
Anla!

Mayıs, 2007
____________________________________________


Yıllar öncesinin bir mektubunda buldum bu satırları; yüreğime kızmışım gene... En ufak çıkmazda yüreğimde alıvermişim soluğu. Yüreğimle yumruklaşıp, yüreğimi kanatmışım. Uzun bir dertleşme olmuş kendimle: 'Sözünün arkasında dur' demişim. 'Geçtim dediysen, geçip gitmeyi bil' demişim.

Zaman geçip gitmiş sonrasında, zaman geçmiş farkında olmadan, ben de geçmişim. Ama belli ki, geçip giderken pek bir esmişim. Rüzgarım bir tek kendime esmiş. Rüzgarım bir tek kendi yüreğimi kesmiş: Israrcı ve sertmiş. Esmiş. Sadece esip geçmiş.





16 Mart 2010

KANATSIZDI KELEBEK


Annesini görür görmez apartmanın koridoruna geldi. Ayakkabısının teki bakıcısının elindeydi. Pembe tülden kanatlarını takmıştı. Pembe pantalonun üzerinde, beyaz uzun kollu bir tişörtü vardı. Elinde, pembeli beyazlı bir gözlük... Annesine seslendi:

Anne bak! Uçabiliyorum... Ben uçan bir kelebeğim.

Annesi gülümsedi.

Gözlüklerini taktı. Annesine bir kere daha seslendi:

Anne bak! Görebiliyorum.... Ben herşeyi görebilen uçan kelebeğim...

O henüz 3 yaşında bile değildi. Kanatları olduğunda uçabiliyor, gözlüklerini takınca herşeyi görebiliyordu.

Zıplamaya başladı. Annesi geldiği için mutluydu.
Kanatları olduğu için mutlu...
Gözlükleri olduğu için çok mutlu...

O uçabiliyordu, yeryüzünde süzülüp, gökyüzünü görebiliyordu.
Hayalgücü böyle birşeydi.
Soğuk yüzüme vurdu apartmandan çıkınca, yürüdüm boş sokaklarda.
Kafamda binbir düşünce, bağırıverdim bir anda:

Hayalgücümü istiyorum.
Uçmak... Uçmak... Uçmak istiyorum.
Kanatlarımı geri verin, ben yeniden çocuk olmak istiyorum.





Fotoğraf / sai y

AZ İŞ BOL LAF

Fotoğraf / Jacek Gasiorowski



Oldum olası sevmişimdir camı. Cam objelerin ve eşyaların, hele de üfleme camlarsa, bambaşka yerleri vardır bende. Bu fotoğrafı görünce, evdeki cam şişelerim geldi aklıma. Koyu yeşil olanlar bende var, açık yeşil olan da... Büyük iki kahverengi, eski evde kaldı. Mavi olanına rastlamadım, denk gelirsem mutlaka almalıyım.

Geçtiğimiz yıllarda, yuvarlak, kocaman yağ şişelerinden ve ekmek teknesinden istemiştim. Sağolsun bir aile dostumuz, kendi araştırması için dağ köylerini gezerken birer tane edinmeme vesile oldu. Yağ şişesi, yılbaşı çamı süsleme ışıklarının içine konulması sureti ile aydınlatmaya dönüşürken, diğer şişeler ise içlerine konan kurutulmuş bitkiler ile dekoratif amaçlı olarak duvar dibine dizildiler... Şimdilerde onların dizildiği o duvarda en sevdiğim tablom duruyor. Ekmek teknesine gelince, ondan bir dergilik yaptım kendime,  L koltuğumun hemen yanında aldı yerini, içi dekorasyon dergileri ile dolu. Nasıl da seviyorum dekorasyonu, farklı objelerle farklı ayrıntılar yaratmayı... Hep düşünürüm, farklı bir bölümde okusam yolum nice olurdu şu yeryüzünde diye.

Bugün iş yoğunluğu az, bende laf bol anlaşıldığı üzere. Pek bir "bak blog bugün ne oldu biliyor  musun" tadında olduğum bile söylenebilir kolaylıkla. Hatta ben bu kıvamda yazayım bir kaç satır buraya:

"Merhaba blog... Bugün sabah yataktan kalktığımda, içim yine ve yeniden kıpır kıpırdı. Aşk güzel şey :) Sevgiliye en kocamanından bir öpücük verdim uykusunda. Gözünü hafifçe aralayıp, sen miydin dedi. Ala ala... Başka kim olabilirdi ki... Sinirlenmedim. Gülümsedim ve sana kim lazımdı dedim. Valla, dedim yani... Ama sinirlenmedim. Belli ki bir rüyadaydı ve ne yazık ki rüyasında gördüğü ben değildim. Neyse blog, hiççç moralimi bozmadım. Kalktım, en güzel giysimi giydim. Saçlarımı taradım, makyajımı yaptım. Kocaman bir gülümseme kondurdum yüzüme, bir kahve yaptım kendime. Kalktı kokusuna. Bana yok mu dedi. Aaa sen evde miydin dedim. Evet dedi. Anlamadı nazire yaptığımı. Hıh... Anlasa, dişimi de kırardım ben onun için... Amannn blog. Aşk güzel şey :) Umursamadım, bir öpücük verdi. Bana mıydı dedim. Ala ala... Başka kime olabilir ki dedi. Ay blog, galiba benim sevgilim saf. Valla, bildiğin saf işte. Sonra araba ile işe gelirken blog, düşündüm. Evet, düşünebiliyorum blog. Bak dilim varmıyor ama blog; galiba saf olan benim. Evet, blog, evet. Saklama söyle yüzüme. Bir adam, senin yatağında uyanırsa ve aaa sen miydin derse, bunu nasıl saflıkla açıklayabilirim ki ben blog. Ben saf olsam iyi blog, bak çekinme söyle, kırılmam bak valla. Söyle, aptalım dimi blog. Aptalım ben blog. Ama aşk güzel şey be blog :)"

Bu şaşkın haller bana ait değiller. Az önce telefonla görüştüğüm bir arkadaşımın anlattığı olayı, biraz da abartarak blogla paylaşan yeni yetme olayım istedim. Bu hallerden sadece "Aşk güzel şey..."i çok hissederek, bilerek ve yaşayarak ben söylüyorum, gerisi dediğim gibi şu anda kendiyle kavgalı bir arkadaşıma ait.

Bir yürekteki varlığın sürdürülebilir olması, bir parça da kavga etmeye değer şeylerin hala varolmasında saklı değil mi?

Tamam, tamam blog, kızma, ağır abla olup, ahkam kesesim yok. Sadece, aklıma bir hikaye geldi... Dur onu da paylaşıvereyim seninle.

Genç bir çift, şehrin lüks restoranlarından birinde yemek yerken, sessiz ve sakindirler. Öyle ki, dışardan bakan gözler onların birbirlerini tanımadıklarını bile düşünebilir. Başları önlerinde; birbirlerine gözleri değecek de konuşmak zorunda kalacaklar diye, hiç kalkmıyor neredeyse. O sırada cam tarafında oturan başka bir çiftin biraz yüksek dozlu sesleri giderek yükselerek gelip bizimkilerden erkek olana çarpıyor. Bu durumdan rahatsız olduğunu önce 'cık cık'larla, daha sonra da 'pes yani' gibi bir sözcükle dillendirince erkek, kadın dayanamıyor ve gözleri gözlerini delecek şekilde dik dik bakıyor eşine ve söylüyor masayı terk etmeden önceki sözlerini: En azından onların, hala uğruna kavga edecekleri birşeyleri var.

Kıssadan çıkarılamayacak hisse: Kavga iyi birşeydir...
Çıkarılacakları ise sizler zaten çıkarttınz değil mi?

Bugün de bitti blog. Bi de blog... Aşk güzel şey be blog... Valla bak :)