10 Aralık 2012

Nobel'i Hakeden Kelimeler ya da Bir Yumrunun Dile Gelişi





Kelimeler kafamın içinde uçuşup duruyor, bağımsızlıklarını ilan ettiler, birbiri ardına bağlanıp cümleler kuruyorlar. Dışarı çıkmak konusunda da ısrarcılar, lakin tükkanı kapadım bir süre önce. Bir yenisini açmaya da ne vaktim ne de yeterli hevesim var. Gel gör sen bunu onlara anlat. Sabahtan akşama beynimi kemirmeye devam ediyorlar. Sanki Nobel alacaklar! Baktım susacakları yok komşu komşunun bloğuna muhtaçtır dedim çaldım en bir can dostumun kapısını. Cevabını beklemeden dalıverdim içeri, işte bunlar da zihnimin bana ettikleri...

***
Köşesini bana açan dostuma teşekkürlerimle...

Kendimi bildim bileli sevmedim benden gitmeleri. Belki de ondandır kolay kolay ilişkilerde tutunamayışım sonraları. Ya da ondan mıydı hep gitmeyi istemelerim?

Küçücüktüm pencerede yolunu gözlerdim dayımın evi ile bizim ev arasında mekik dokuyan ananemin. Bir iki hafta bizde, sonra dayımlarda kalırdı. İçim burulur, boğazıma bir yumru otururdu ayrılık vakti geldiğinde. Gitmesin, daha fazla bizde kalsın, hep bizde kalsın isterdim. Küçücüktüm, bir pazartesi günüydü, öğlendi okuldan geldiğimde ve o gitmişti; ama bu defa sonsuza. Hoşça kal demeden, güle güle diyemeden.

O yumru bir kaç yıl sonra tekrar mesai yapmaya başladı boğazımda. Giden ablam, gidilen yer İstanbul'du bu defa. Liseyi okumak içindi gidişi ve yine hiç sevememiştim ben geride kalan olmayı. Bir kazak örmeye başlamıştım tatil dönüşlerinden birinde. Gidişinin ardından bir iki gün örer, bırakırdım bir sonrakine kadar. Ve hiç tamamlanmamıştı o kazak.

Derken babam, benim koca yürekli, aslan babam benliğini alıp yanına bedenini öylece bırakıp gidiverdi nasılını bilemediğimiz bir yerlere. Yorgun bedenini yanına katmaya karar verdiği o gece çok değil bir cigara içimlik çıkmıştım hastanedeki odasından. Döndüğümde doktorlar vardı odada. Hoşça kal diyememişti, güle güle diyememiştim. Hatta sonrasında odaya girip son bir kez bile görememiştim. Vedaları da o günden sonra mı sevemez oldum, kim bilir?

"Böyle olmayacak, gitmem gerekiyor" demişti sonraları ve gitmişti sevdiceğinin peşinden yeni bir başlangıç yapmak için bilmediğim uzak memleketlerden birine. Büyük aşkların kadınına da böylesi yakışırdı. Sevinmekten başka onun adına ve üzülmekten gayrı kendi adıma yapılacak bir şey yoktu. Kardeşten öte olmuştuk yıllar içinde, biz o koca şehirde. Gidiyordu şimdi, geride kalan olmuştum bak gene. İstedim yine de her şey çok güzel, o çok mutlu olsun. Ama o yumru, ah o namussuz yumru...

Bir gün her şeyi bırakıp, bir tek kırık kalbini alıp çıkıp geldi. Lakin yine duramadı yerinde; bu defa, öncesinde hiç sevmediğim başka bir şehre yolculadım. Yumru yine okkalıydı da ülkeler ayıramadı şehirler mi ayıracaktı?

Hayatı değişmişti, hayatım değişmişti. Teselli için gidişlerim, teselli edilişlerime karışmıştı. O günlerden bir günde o "sen olmasan adımımı atmam" dediğim şehir bana yapacağını yapmıştı. Hem nüfusumu hem adresimi değiştirecek adamı karşıma çıkarmıştı. Böylece İzmir'de başlayan hikayem de, Eskişehir, İstanbul derken Bursa'ya taşınıvermişti. Sevmezken benden gitmeleri, giden olmuştum birilerinden yine.

Yerleş, dinginleş, köklerini sal. Evin, barkın, yuvan olsun o şehir, insanları hemşerin. Yapabilmek için kalan olmak gerekir. Peki ya gezgin gönül gitmek isterse, onu kim tutabilir? Gitme fikri girdi mi gezginin aklına, fikrine bir kere hiç bir kök tutamaz onu artık yerli yerinde. Muzip bir hayal, düşünceye, düşünce gerçeğe dönüştü. Bursa'da dört yılın ardından yeni bir şehre, yeni bir ülkeye gitme zamanı geldi çattı. Uzaklıktan mı yoksa yaştan mı bilinmez yumru bu defa geride kalmaya değil gidişe kendini gösterdi.

Vedaları sevmem demiştim ya vedanın dönüşü yoktur gibi gelir. Bizimkisi alt tarafı tebdili mekan. İki sokak öteye gitmek gibi, misafirlikten eve dönüyor olmak gibi. Gidiyoruz ördekle on güne ve geride kalan tüm sevdiklerime sevgili dolu, sımsıcak bir güle güle.

30 Kasım 2012

Tavada Börek, Yemek İçin İki Kişi Gerek!


Efendim durumu şöyle hayal edin: Sinirleriniz sabahtan akşama girdiğiniz toplantılar nedeniyle tavan yapmış, zaten bir önceki günden alınan bir karar nedeniyle asabınız bozukken, sinirlerin bu derece gergin olması da tuzu olmuş. Siz eve gitsem de kendimi atsam divanlardan koltuklara olmadı yataklara diye hayal ederken, çalan telefondaki ses; "evde misin?" "evet" "iyi ben sana geliyorum, itiraz istemem çok özledim, yemek için de bir şeyler ayarlarsın artık" der ve siz cevap bile veremeden telefondan gelen o çevir sesi ile baş başa kalırsınız ya... İşte bu tarif böyle durumlarda yılan olacak. Malzeme basit; 

1 yufka
1 parça peynir
1 tutam maydanoz
1 kaşık yoğurt
1 yumurta
1 fincandan az zeytinyağı (tercihe göre bir parça tereyağı eklenerek kullanılabilir, lezzetine lezzet katar)




Tavada sızma biraz gezdirilir, yufka ortadan ikiye bölünür, yarım ay şeklindeki yufka kenarları tavadan sarkacak şekilde yerleştirilir. Çukur bir kapta hazırlanan hayli kıvamlı yoğurt ve yumurta karışımın yarısı kaşık yardımı ile ilk katın üzerine yayılır, elde kalan diğer yufka parçası 4 eşit olabilecek parçaya ayrılır, iki parça ikinci katı oluşturmak üzere gelişi güzel yayılır ve üzerine maydanoz ile harmanlanmış peynir atılır, üzerine kalan yufkalar örtülür ve kalan yumurtalı karışım bu kata bir güzel yedirilir. Tavanın dışında kalan kulakçıklar sağlı sollu kapak gibi kapatılır ve üzerine bir kaşık sızma gezdirilir. Bu aşamada tava böreği pişirilmeye hazırdır. Misafirinizin geliş saatine göre süreyi ayarlayıp ocağa koyabilirsiniz. Yaklaşık 15 dakikada pişiyor. Ben ocağın en küçük ateşinde, onu da iyice kısarak 20 dakika da pişiriyorum, böylece içi biraz daha az ıslak kalıyor. 

Servis ederken kesebilirsiniz de, benim gibi ikiye katlayıp biraz süsleyip masaya getirebilirsiniz de... Benim tercihim bu böreği pişirdiğimde bütün olarak masaya getirmek, yanında keskin bir bıçak ve servis çatalı ile isteyen istediği kadar kesip yiyebiliyor. Ben kırma yeşil zeytinle ve çeri domatesle servis edip, maydanozla süsledim. Kırma zeytinler kendi imalatım belirtmek isterim. (Aman da ne de marifetliymişim ben)

İlk paragrafta sözü edilen hal ve tavra ne oldu derseniz, böreği hazırlama aşamasında "hal" pişirme aşamasında ise "tavır" değişiveriyor efendim, deneyin göreceksiniz. Afiyetle kalın...

28 Kasım 2012

Öykü Anlatıcısının Kamera Savaşları - Volume:2

Durum vahim, durum hakikaten çok vahim.

5 duyusu da harekete geçiyor insanın. Demedi demeyin. Hatta ve belki de en önemlisi de 6. duyu.

Benim hallerimde olanlara önce bol bol okumalarını tavsiye ediyorum.

Adam üşenmemiş yazmış, sen de bi zahmet okuyuver okur...

İlk kez DSLR makina alacak olanlar, dikkat!


Bak bi de bu var:









Çok okudun mu, sürmenaj olmaya ramak kala mesela, kalk o bilgisayarın başından. Çık bi temiz hava al, telezoom gibi oldu gözlerin farkında bile değilsin. Hem sen kardiyo falan çalıştın mı son günlerde... Bence çalış. Bak demedi deme kesin faydasını göreceksin. Ayrıca, market benim, tekno senin dolaşacaksın ya, dikkat et kafan daha da çok karışacak çünkü. Bence sen ne istediğini bilerek git. Bak ben gittim. 5 seçeneğim vardı hatırlarsan... Pıtır pıtır eleyiverdi beş dakka da satış sorumlusu çocuk hiç acımadan. Hayır dalacaktım kafa göz, ulen ben kaç haftamı verdim de sen utanmıyor musun 3 soru sorup 5 kameramı da saf dışı etmeye diyecektim de demedim hanımefendi bir yaşlı kadın olaraktan, peki çocum dedim, sen ne önerirsin diye sordum ve bana yakıştığı gibi dinledim sükunet içinde. Aldı eline bir nikon, sensör anlatıp duruyor bana. Sen sor anlıyorum ben, sordukça soruyorum. Baktım çocuk bayılacak kıvama geliyor, susup yeniden onu dinliyorum. Anonsu duymasam biz sabahı bulurduk bence o kamera cennetinin içinde. Allahım ne çok model, ne çok özellik, ne çok işlev... (Gülme okuyucu durup durup, bak fena oluyorum)

6 duyu diye boşuna demedim, 

Görmek gerek... ne alacağını... O yüzden gidip görün efendim.  Sonra bir elinize alın bakalım yakışacak mı elinize... Dokunun sağına soluna, lenslerine dokunun uzun uzun. (Gülme rezil okuyucu bilimsel bir yazı yazıyorum şunun şurasında) Sonra bir kaç kare fotoğraf çekin... Kulaklarınız duysun o deklanşörün sesini. Bir işitin bakalım hoşunuza gidecek mi o ses? Bence koklayın malzemeyi... Valla çekinmeyin, benim gibi alerjik biriyseniz yapabilecek misiniz bir arada bir anlayın önce... 6. Hissinizin devreye girmesi için bir mola verin. Bir kahve için mesela... tadına vara vara... Gördüğünüz gibi bütün hisler devrede artık. Geriye kalan elinize aldığınız hangi kamerada içiniz titredi onu bulmak. 

Aslında bu kısmı tıpkı gelinlik seçmek gibi... Erkekler içinse arabadadır herhalde muadili... Gözünüzün ışıltısını ortaya çıkaran bir tane mutlaka çıkar... Ne parasına ne puluna, ne süsüne ne kuyruğuna... BU İŞTE diye bağırırsınız... Ve sizin olur... Olsun efendim... İstediğiniz sizin olsun, gönlünüzden geçtiği gibi, gönlünüzce olsun. 






27 Kasım 2012

Öykü Anlatıcısının Kamera Savaşları - Volume:1




Oldum olası öyküler karalamayı severim, bazısı bir yere çıkar bazısı çıkmaz sokakta alır soluğu... Ama vazgeçmem, kalem kağıtla buluşunca kelimelerim de birbiri ile buluşur. Severim böyle zamanlarımı, bir aşk gelir oturur yüreğimin orta yerine. Kelebekler mideme iner ivedilikle. Kanat çırpınışları arka fonda bir müzik olur, manzaramsa sahil kasabasında bir bank, güneş nedense sağımdan batmaktadır usul usul...  

***

Gittiğim yerlerde çevreme bakınırım, insanların sohbetlerine biraz kulak kabartır, duyduğum üç beş kelime ile öyküler yazarım üzerlerine... Severim yaşamın içinde olmayı. Dışına çıktım mı bir huzursuzluk kaplar bedenimi. Elimde fotoğraf makinesi varsa, gözüm hep vizörden bakar... 

***

Günlerdir girdim bir dehlize, battıkça batıyorum... Onlarca terim, kısaltma, teknik bilgi içinde boğuluyorum. Oysa her şey kalem ve kağıt gibi olsun istiyorum. Basit bir düzeneğe ihtiyacım var: Kamera... Teknoloji hızla ilerliyor, ihtiyaçlar da öyle... Durum bu olunca da üreticiler her geçen gün daha canlı renklerle, daha uzağı çekeni, daha gürültüsüz görüntü yakalayanı ve onlarca madde ile uzayabilecek listedeki değişimi piyasaya sürüp duruyorlar. Bir de az bilgi ve deneyimle ile denizin ortasındaki adaya kulaç atmaya kalkınca, benim durumuma düşüyorsun. İyi de nereden başlamalı...

Sorular basit:


İhtiyaç Nedir?
Yenisi Niçin / Neden gereklidir?
Yenisini alınca Nereye ulaşılmak isteniyor, hedef ne?
Yenisi Ne Zaman alınmalıdır?
Yenisi  Nasıl bir kamera olmalıdır?


İhtiyaç:
Seyyah bünyemin gördüklerini fotoğrafla da anlatabilmek... Öyle kurayım, bekleyeyim, bir program aracılığı ile sağını solunu temizleyeyim, olmayanı olmuş gibi göstereyim telaşlarında değilim. Olan biten neyse o, gözün gördüğü yani... 

Ne için:
Dedim ya gezerken gördüklerimi çekmek için; bir bina da olur bu, bir insan da, bir obje de... Kendim için çekeyim, çektiklerimi beğenirsem üzerlerine öyküler yazabileyim isterim.

Nereye ulaşacağım:
Öyle fotoğraf forumlarına, kritik meselelerine girmek niyetinde değilim. Yarışma yok, sergi yok, kısaca "fotoğrafçı" olmak gibi bir hedef koymuyorum kendime. Amatör dertleri olan bir anlatıcı olsam kafi gelecek bana. 

Ne zaman:
İşte bu kısmı çok mühim. Mümkünse bugün. Yok yok valla şaka, ille bir zamanı yok. Ama bu yıl başı hediyesi olsa güzel olur. Ayrıca her zaman çekim yapabilmeliyim. Gündüz de olur gece de, çamurun içinde de olur, denizin kıyısında da, karlı bir ormanın ortasında da. Uzantım gibi olmalı kameram, hep yanımda.

Nasıl:
Çok büyük olmasın, ağır olmasın, fonksiyonları karışık da olmasın. Hem yakınları hem uzakları çekebilsin. Derdimi anlatacak kadar canlı, derinlikli fotoğraflar çekebileyim yeter.


Aklımda bir kaç kamera şekillense de, geçici bir hevese onlarca parayı yatırıp, kenarda köşede bekleyen bir hobi kurbanı olsun istemiyorum aldığım kamera. Bir kaç gündür devam eden yoğun araştırmalarım sonucunda, daha kompakt bir kameranın benim ihtiyaçlarıma cevap vereceğini düşünsem de, birinin parası diğerinin özellikleri tam istediğim gibi olduğundan Canon EOS 600D ve Nikon D3200 arasında gidip geliyorum. Aslında bir de giriş -orta seviye denilebilecek Nikon D5100 var. Gördüğünüz gibi gidip geliyorum... Gidip geldikçe de, lenslerin önemini, değerini daha bi farkediyorum. Yani sadece bir kameraya sahip olmak değil mesele... O kameraya uygun lensleri ve diğer donanımları da bilmek, öğrenmek ve sahip olmak gerekecek. Çıplak bir kameranın ağırlığı yarım kiloyu buluyor. Bir de lens ki en az iki tane şart gibi... Asıl sorunsalım; diğer ekipmanlarla birlikte neredeyse kilolarla  ifade edilecek bir uzantıyı sürekli yanımda taşımak isteyecek miyim? Kendimi azıcık tanıyorsam, cevabım net ve yüksek sesle hayırdır. 

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum, daha küçük, daha fonksiyonel... Elimde iki seçenek beliriyor bu sefer de: Canon EOS M ve Samsung NX1000... Bu sefer de fiyatlar alıp gidiyor başını. O fiyata bunu alacağına şunu al diyenlerin hepsi gene dönüp dolaşıp digital slr kameralara yönlendiriyor beni. Kafam iyiden iyiye karışıyor hal böyle olunca. Dönüp dönüp okumaya başlıyorum ne varsa, ürünleri karşılaştırıyor, elemelere tabi tutuyorum. Bildiğiniz çok ama çok kafam karışık. 


Tablo aşağıdaki gibi bir hal aldı sonunda, sanırım zamanıdır ekran karşısından kalkıp pazara çıkmanın... Elbet elime yakışan bir tane bulurum içlerinden. Elime ve gönlüme...







26 Kasım 2012

Rakı İçmenin de Bir Adabı Var Elbet! de Kime Ne?


Benimkisi pazartesi sendromu değil, bildiğin bir iş tatminsizliği... Geçer, geçiyor. İşler durgun, bünye problemli olunca böyle oluyor. Her şeyden bir dert edinme becerisi gelip bedeni sarıyor. Sonra arayışlar, arayışlar... 

Kaç gecedir bir sofra kurup rakı içesim var. Kaç zaman oldu, bir rakı masası kurup da dost sohbetlerinde yaşamın sırlarına vakıf olmayalı hatırlamıyorum... Ama bildiğim, rakıyı çok özlediğim. 

Eskiden -yani gençken- sanırdım ki içkiyi ne kadar çok içebiliyorsan o kadar marifet, şimdiki yaşlarıma denk gelir, içkinin marifetinin sofrada ne kadar uzun kalınabildiğinde saklı olduğunu öğrenmem. Geçmiş zamanlarda bir sofra kurardım, sanırsın 20 kişilik davet var evde. Hepi topu 5-6 yakın arkadaş bir araya gelip havanda su döveceğiz: Çalıştığımız yeri, Türkiye'yi ve hatta dünyayı kurtarmakla başlardık işe, baktık işin içinden çıkılmıyor, onun bunun ilişkisine bok atar, gece ilerledikçe kendimize döndürürdük meseleleri... Hiç biri çözülmezdi... ya da biz ertesi sabah bulduğumuz çözümleri hatırlayamayacak kadar milyon dünya kafalarla uyanırdık. Öyle çok yer, öyle çok içerdik ki, ertesi gün geceden haz ile bahseden bir tane adam çıkmazdı ne yazık ki... 

Bugün dolanırken okunmamış meraklarda, Mehmet Yasin'in yazısına denk geldim: Rakı, kebapla da balıkla da içilmez... Eyvallah da rakı bir zevk meselesi, kime ne diyesi geliyor insanın böyle yazıları okuyunca. Her işi kitabına uydurduk da rakı eksik kaldı sanırsın. 

Balık ağlar denirdi bize yanında bir buzlu rakı ile içilmezse... Öyle olmadığını zamanla anladım. Damak zevki gelişmiş bir insan olarak, rakı masasına meze hazırlamak konusunda ciddi ciddi araştırmışlığım ve denemişliğim vardır. Severim. Hem hazırlamayı hem sunmayı hem de rakıya eşlik eden sohbetin içinde olmayı. Rakıyı buzsuz severim, birebir gibi bir ölçü ile çok soğutulmuş rakı üzerine çok soğuk su eklerim. Yanına su alırım, bazen suya buz kattığım da olur... Öyle her yemeğin yanına rakı içmeyi sevmem. Rakıya hazırlanmayı severim. Rakıyı beklemeyi... Yudum yudum keyfini çıkartmayı severim... Kısacası; rakıyı meze etmem hüznüme, ben rakıyı ortak edenlerdenim sevinçlerime...  

Rakı üzerine bu kadar yazınca es geçmek istemedim tatlarımı; işte ilk aklıma gelenler...
  • Mutlaka Ezine
  • İlla ki zeytin, mümkünse kırık ve bol ekşili yeşil
  • Kereviz salata ki ben elmalı ve cevizli yaparım
  • Patlıcanlı bir meze olmazsa olmazım, közlenerek yapılanıdır makbülüm
  • Yoğurtlu bir tat isterim, ya cacık ya da biber borani azıcık acısı kendinden olmalı tabi
  • Ezme şart değil ama olacaksa sarımsaklı, cevizli olmalı, Hayruş usulü
  • Denizden bir tat isterim masanın orta yerine; lakerda favorim ama börülcesine de hayır demem doğrusu, 
  • Kalamar tava ya da hakkı verilmiş bir çızlama keyif katar masaya
  • Muska böreği ya da sigara böreği açlık derecesine göre yerini alır illa
  • Kavun olmadı mandalina, elma ya da mevsimine göre kaşık ayva 
  • İlginçtir ki favayla hiç işim olmaz, 
  • Pilaki, annem yaparsa fena olmaz hani
  • Mevsimine göre bolca salatayı rokasız düşünemem mesela
Hımm, sanki zamanı gelmiş bir rakı sofrasını kurmanın, çevresine dostları toplamanın...
Muhabbetinizin bol olduğu güzel zamanlarınız olsun anı kumbaranızda biriktirdiğiniz... 
Can cana, cam cama değsin efendim... 

22 Kasım 2012

Hayatın Akışını Yavaşlatmak Mümkün mü?

Bu sabah zor kalktım yataktan... Bünyem "yapış" diyordu, "yapış yatağa, gömül içine, sar bedeni bedene"  Hayatın akışını yavaşlatmak mümkün mü gerçekten... Hani şu duadaki gibi... Tanrım beni yavaşlat! demekle yavaşlar mı hayat?

***

Dünden beri bir arkadaşımın sesi çınlıyor kulaklarımda; "biliyor musun, azalttım hayatımda ne varsa, giysilerim bir sırt çantasına sığacak kadar mesela, evde ise bir koltuk üç minder, bir yatak  iki yastık sadece, bir kaç kupa kahve için, iki kadeh, 3 tabak, bir kaç çatal, iki bıçak, bir tahta kaşık, iki boy tencere, ha! bir de tava... Az olunca geride bırakması kolay oluyor... Ne fark ettim biliyor musun, azalttıkça, çoğalmışım aslında, özgürleşmişim"




Özgürlük Üzerine*... Yazıp, düşünmeme sebep olan şey, üniversitede verilen bir ödevdi aslında. Belki de ilk defa özgürlük üzerine düşünmüş ve hatta düşünmüş birinin yazdıklarından yola çıkıp felsefik bir tartışmayı kendimle gerçekleştirmiştim. Ne kalmıştı geriye... bunu hatırlamaktan başka. 

***

Andre Gide; "açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez" der. Cesaretli olmaktan bahseder. Kendi becerilerinin farkında olup da sırf cesaretsiz olduğu için başaramamış insan çoktur. Çevrenize bir bakın, çok da insan sarrafı olmaya gerek yoktur. Onları hemen fark edersiniz. Farklıdırlar, genel bir hoşnutsuzluk hakimdir bakışlarında: kendilerini kendilerine dert edinirler. Sorun çözmek noktasında başkalarına oldukları desteğin onda birini kendilerine olsalar... olamazlar. Hayata karşı alaycı olsalar da, iç sıkıntılarından kaynaklı yükleri, bedenlerinden taşar; sık hasta olup, bol hayal kurarlar. 

***
Hayaller bir süre sonra yük gibi gelir insana, duvar olurlar zamanla. Katı, yüksek, geçilmez... Yükleri arttıkça duvarları çoğalır insanın. Duvarları kalınlaşır, yükselir, koyu renkli, kaba bir yapıya dönüşür. Dünyası küçülüverir insanın. Gitgide kendine sığınır. Kendinde yaşar. Tüm kapılarını, pencerelerini teker teker kapatması bu yüzdendir. Boğulma hemen bundan sonra başlar: genellikle duvarların üstüne üstüne gelme hissi ile eş zamanlıdır. 

***
İnsanoğlu küpüyle doğar... Dertleri biriktirir küpünde, insanları, bakışları, başkasının değer yargılarını hatta üzüntülerini, sıkıntılarını büyütür. Mutluluk nedense hep küpün dışında kalandır. İnsanoğlu bir avuca doğar...   Ve o avuç kadar bir dünya kurar kendine. Ne çok severim o avuçtan taşıp da yepyeni şehirleri, insanları, sokakları, trenleri, çiçekleri, bahçeleri, barları, denizleri, gölleri, göçmen kuşları kendine dünya edinen gezginleri ben... Bir sırt çantası içine sığar her şeyleri... Hayalleri bile o kadarcıktır işte. Sırt çantasının ön gözü kadar. 

***
Telefon çalışıyor: 
"Nasılsın?"
"Karışığım" diyorum... "karmakarışık..."
İçim devam ediyor saymaya: küpüm, avcum, duvarlar, sırt çantam, hayallerim, kanatlarım... cesaretsizliğim... kırgınlıklarım... Sayıp gidiyorum konuşmanın akışından kopuk. 

Kapatıyorum telefonu... Belki de kapatmadan çok önce "görüşürüz" diyorum. Hem de görüşmek istemediğim halde. 

Sesler karışıyor, kulağımda bir uğultu. Kalbimin ritmi bozuluveriyor. Gözlerim kararıyor. Kendimi karşıdaki koltuğa dar atıyorum. 
İçimdeki kavga büyüyor... Kulaklarımı tıkamak istemem bu yüzden: Kendin ol! Kendin olmaya cesaret et! 

Biliyorum; mutluluk varsa, kendimde, kendi dünyamda... 












görsel/1x.com

* İngiliz filozof ve iktisatçı John Stuart Mili (1806-1873); tarafından kaleme alınmış, insanın en değerli varlığının "özgürlüğü" olduğunu savunan eserdir.

19 Kasım 2012

Söylenmeyi Bıraktım (Şimdilik!)

Kendi kendime hayatı zehir ettikten sonra -ki izlerini yıldızlarda arama, bildiğin serzeniştim ben buralarda, hatta öyle böyle değil uzunca bir kaç yazı boyunca-  önce hafta sonunu iple çektim, sonra gelsin sazlar oynasın kızlar misali ver elini İstanbul dedim. İyi ki... 

Bir kaç gezme-tozma yanında bol kahkaha iyi geldi bünyeye bir anda... Gurme bir hafta sonu geçirdim diyebilirim. Yolda acıkan karnımın imdadına, sarıkanatlar yetişti. Barınak; ahşap dokusu ve hemen martılara selam vereceğiniz bir uzaklıkla denize nazır konumu ile küçük kasabanın şirin bir mekanı...

Cuma akşamının mekanı Sabırtaşı oldu. Uzun, upuzun bir yürüyüş ki, yedikule, samatya, trenle aktarmalı sirkeci, karaköy - tabi ki Güllüoğlu'nda nefsi köreltecek bir tatlı molası- tünel, taksim meydan, tarlabaşı tarafından ara sokaklardan tünele dönüş, nevizade, Sabırtaşı'nda yöresel lezzetler molası ve 180 derece beyoğlu görsel şovu - tünel, galata kulesi, karaköy, sirkeci...

Eve vardığımda ayaklarım benim değildi... Onları koyacak bir yer bulmak konusunda da epeyce zorlandım ama her adımına değdi.

Ertesi gün, karşının ve vapurun hatrı kalmasın diye bu sefer de Kadıköy ve Caddeye yayılan bir güzergahta kah o kaldırıma kah bu kaldırıma bıraka bıraka kahkahaları, molalarda elde kahve -ki toffee nut latte kesinlikle tavsiye olunur- günün sürprizi, günün keyfini taçlandıran-eski zaman mekanlarından Onur İskenderde- Patlıcan Kebap -ki, o köz soğan ve sarımsakla bezenmiş kebap fikrini bulan ustanın eline emeğine sağlık- sonrasında bir kahve molası ve bence fıstıklı profiterol denince akla mutlaka gelmesi gereken Manolya Pastanesi'nde bir kaşık şımarıklık ve elbette caddenin gece büyüsü değişilmez anılar kumbarasına dönüştürüverdi olanı biteni... 

Pazar sabahın erkeninde 5 ada bir salon evin manzarasında buldum huzuru... Sessizliğin sesinde bir martı çığlığı, geceden kalma bir kedinin mırıltısı ve balkondan sarkan bir sepet mutluluğun tablosunda, koltuktaki bendim... Ve bu tablonun adını iliklerime kadar hissettim: Huzur...


Günün telaşıyla başlayan çemberlitaş - sultanahmet yürüyüşü; karaköyde, uzun kuyruklu bekleyişlerin mekanı ve önce gözün doymasını sağlayan vitrini ile Namlı'da son buldu. Zamana yayılmış merakları önce bir giderelim elbet karnımızı da doyururuz hallerinin en güzel kısmı belki de çayın buğusuna karışan mutlu gözlerin buğusuydu. Heyecanlarına ortak olup, kahkahalarını paylaştığım dostların yanıbaşında gözlerimin içi en az onlar kadar gülümsüyordu...  

Akşam üstü Bursa'ya dönüş yolunda dertlerinden arınmış, yüklerini omuz başlarından alıp kaldırımlara bırakmış, endişelerini martılarla paylaşmış bir kadın olarak gözlerimin ışıltısını kırpıp yıldız yaptım geceme... Eve vardığımda beni buz gibi karşılayan mutfakta sıcak bir tarhanayı pişirdim biraz daha aheste, yedim afiyetle. İçim ısınırken, gidişime biraz bozulmuş olan salonumla arayı kapattım. Sanki o günlerdir üzerime gelen duvarlar yıkılıp gitmiş gibiydi.

Bazen nasıl da dar ediyorum hayatı kendime diye düşünürken, bir kaç ses beliriverdi kafamın içinde: 
Biri şöyle diyordu; kendi hayatının değerini bil... 
Bir diğeri şöyle; yaşadıklarının değerini bil... 
Ve bir diğeri ise şöyle; kendi değerini bil... 









14 Kasım 2012

Sebzeli Noodle, Çin Eriştesine Karşı



Biliyorsunuz bu aralar bünyemle problemlerim var, açık açık anlaşamasak da bir arada yaşayıp gidiyoruz. Hal böyle olunca bünyeyi mutlu etmenin çeşitli yol ve yöntemini arıyor ve ne yazık ki sıklıkla damak tadında öneriler geliştiriyorum. Geçen gece gene dertlerimden zincir yapıp takmışken, başladım düşünmeye, bir hal çare bulma hevesi ile gittim evin en güzel ve de özel köşesine. Oturdum yüksekçe bar taburesine, bir elim haliyle çenemde, diğer elimin baş parmaktan destek alan dört parmağı sanki biraz gergin masaya vurmakta: ne yapsam da ne etsem... Dedim ya böyle zamanlarda bünye garip bir açlık krizinde, sanırsın son on yıldır vermedim kendisine bir sebep, neşelensin diye. 

Akla düştü o sırada bir noodle, sebzeli olsa da hafifletse suçunu diye düşünürken, aklıma geldi soyanın filiz hali, brokoli ve tabi ki mantarlar içinde en sevdiğim porcini... Yapması kolay, yemesi leziz bir tarifle karşınızdayız bünyeyle bu sefer, önce gerekli malzemeler:

Gerektiği kadar porcini mantarı
Gerektiği kadar brokoli
Gerektiği kadar soğan
Gerektiği kadar sarımsak
Gerektiği kadar soya filizi
Gerektiği kadar yağ biberi
Gerektiği kadar soya sosu / teriyaki sos
Gerektiği kadar susam
Gerektiği kadar karabiber
Gerektiği kadar yağ
Gerektiği kadar zencefil rendesi
Gerektiği kadar wok tava (bi tane yetiyor normalde)

Wok tavaya bir parça yağ koyun benim tercihim fındık ve zeytin yağını karıştırmak, küpten biraz büyükçe ve uzunca kesilen soğanları attım tavaya, biraz kızıp diriliklerini kaybetsinler diye, bir kesme şekeri de soğanla erittim ki lezzet katsın lezzetine... Sonra diş diş sarımsakları ekledim üzerine ve kırmızı yağ biberini neredeyse ikiye iki kare kesip ekledim. Mantarların küçük olanlarını ayırdım ve ikiye kestim, böylece hem diri kalmalarını sağladım hem de görüntü olarak yandan bakınca mantar formunu kaybetmemelerini sağladım. Mantar suyunu salınca bir parça soya sosu koydum, aslında teriyaki sos çok daha fazla yakışıyor tavsiye olunur ama ben bir de onu hazırlayacak enerji ile donatılmamıştım. Yetinmeyi de bilmek lazım... 

Tencereye koyduğum suda 6 dakika haşlanacak olan çin eriştelerini paketinden  çıkarttım, eş zamanlı olarak  yumrularından minik minik çiçekler elde ettiğim brokolileri wok tenceremin sıcağına bıraktım. Soya filizini de süzüp ekledim. Brokolinin yeşili dönerken bir tutam susam ekledim karışıma, vakit kaybetmeden eklediğim zencefil rendesi ve karabiber öğütülmüşü mis gibi kokularını salınca ortalığa, kıvamını bulmuş çin eriştelerini aktarıverdim wok'a...

Şöyle bir alt üst edip servis ettim çukur kaplara. Benim tercihim, "chopstix" ile yemek ve yanında mutlaka şarap içmek olunca açtım ortaya Diren Collection, Kalecik Karası ki, kesinlikle bir harika... 

Afiyet olsun efendim bünyesinden şikayetçi olup da arayı bulmak için çaba harcayanlara gelsin bu tarif: batsınnnnn bu dünya

13 Kasım 2012

Başı Bağlı Pergel

Ah bünye gene ruhun bedenine dar, için dışından taşıyor... Bir garip hallerde, hayallerde gezinip duruyorsun. Uykunla saklambaç oynuyor, hep ebe olmayı seçiyorsun. Yaşadığın hayat düşlediğin değil, merakların yaşantınla örtüşmüyor. İşin içinden çıkamıyorsun. Uzun uzun mektuplar yazıyor, atmaya bile cesaret edemiyorsun. Hayallerini gerçekleştirebilmiş insanlara bakıp bakıp "neden harekete geçmiyorsun" diye kendine öfkelenmelerin ne yorucu bir bilsen. Kendinle kavganı etrafına bulaştırıyor, mutsuz benlerinin kanatlarını havalandırıyorsun. Kendinden memnun değilsin. Kim memnun ki deme, sen de biliyorsun hayallerinin peşinden koşanlar hep barışıktır kendiyle. Bir pergel gibi hayatın bir ucuna tutunmuş bir bacağın, onun etrafında dönen, ucuna bağlı kurşun ağırlığı taşımakta zorlanan diğer bacağınla bir dargın bir barışıksın. Boş bir kağıda çizilmiş fasit daireden ibaret bir hayatı yaşıyorsun, sonra dönüp bir bakıyorsun ki, daire sandığın şey bir kare... 

Bunu birilerine anlatabildiğini sanmıyorum. Bana bile anlatamadıktan sonra...






09 Kasım 2012

Öfkeli Terazi



Bazen özellikle de işgüzar hallerde yapılan işlere öylesine öfkeleniyorum ki... tarifi yok. Bu benim sevmediğim yanım. Sakinleşmem zaman alıyor. Kasırga Sandy bile yakınımdan geçmek istemezdi eminim. Sakin kalmak benim bu yaş dönümünde öğrenmem gereken bir şey yoksa kendimi bile yakabilirim: keskin sirke ve küp ilişkisi...

***

Bu sabah bir program izliyordum, kadın dedi ki "terazi önemlidir, bir kefesine kayıplarınızı, bir kefesine şu andaki durumunuzu koyarsınız, hangisi ağır basıyorsa onun gereğini yaparsınız" Bu tavsiye her ne kadar işe yararmış gibi gözükse de, bence sakin zamanlarda yapılabilecek bir şeydir. Çünkü öfkeli bir hal bu terazinin kefe dengesini bozar. Gerçeklikten çok öfkemizdir kefeye konan ve öfke, karşı kefede ne olduğunu önemsemeksizin koyar ağırlığını. Kazanır!

***

Kazanmak nedir sahi? Ego -kazanmak, yenmek, geçmek, daha iyi, güzel, akıllı, pratik, üstün..... bu liste uzayıp gider- "en" olmak ister. Egoyu beslemek "sen"i yok eder. "Ben" olursun. Oysa ne tehlikeli bir sınırdır o "sen"den "ben"e geçiş... İnsan becerebiliyorsa "sen"den "o"na geçebilmeyi becermeli bence. "O" olursan "bir" olursun demişti Sufim bir keresinde...

***
Sufi deyince göçüp gitmek haline takıldım kaldım. Halam, aslında halamın kızı olan halam - biliyorum anlaması güç, o yüzden takılmayın siz benim kelimelerime - kanser olmuş. Onlarca yıl onkolojide hemşirelik yap, kanserin binbir türünü gör ve sonra onca hastalığın içinden gelip kanser bulsun seni... İlk duyduğumda yaşadığım şokların hiç biri yoktu bu sefer... Neden diye düşündüm, neden? Uzakta olmak, hastalığı, ölümü, çaresizliği duyarsız bir görüş ile kabullenmek mi demek? Öyle olmadığını biliyorum, benimkisi daha çok değersizleşen ömrümün - ki bunun altında yatan sebep yaşadığımız ve bildiğimiz kadarıyla dünyadaki ömrümüzün kısacıklığıdır - bir gün gelip sonlanacağı. Bütün mesele o sona nereden ve nasıl baktığımız sanırım.

***

Doktor sabah programında "yaşlanmak kaçınılmazdır, bedenimiz buna göre programlanmış, bir ömrümüz var, önemli olan o ömre sığdırdıklarımız" diyordu. Haliyle ben de o ömre sığdırdıklarıma baktım. Kendi becerilerim ve bana tanınan fırsatları göz önünde bulundurduğumda pek de başarılı bir "ürün" olduğum söylenemez. Ama elbet birilerinin "işine" yaradım. Peki ya kendimin?

***

Kendim beni doğuruyor bu nedenle bu soruyu cevaplamayacağım, ama size şunu rahatlıkla söyleyebilirim, kendi inanç sistemime göre, şükretmeyi sıklıkla yinelemem gereken bir hayatın içindeyim. Evren(im)! Ne kaos ama...

***

Kaos ve terazi... karmaşa ve denge... düzensiz, kavrayamadığımız bir hal, ağır, içine çeken ve ölçtüğümüz, bir değer üzerinden yorumlar yaptığımız, haktan-adaletten yana olduğumuz düzende kusursuz olduğunu varsaydığımız...

***

Öfkeli bir terazi... Kalibrasyonsuz bir tartı... Yarınını etkileyecek bir seçim... Oysa nefes almayı önerse şu meşhur insanbilimciler... sosyologlar... koçlar... yaşam pınarları... Nefes almayı ve önce "sakin" olmayı... Nedir insanın terazisi... Vicdanı mı? Ne kadar hassas, ne kadar doğru ölçebilir ki insan vicdanı bir durum karşısındaki tavrını...

***
Tavır, meyldir... Kendiliğinden... Kendini belirleyen nedir? Genetik kodları, doğup büyüdüğü kültür, aldığı eğitim, sosyo ekonomik durumu falan filan diye uzar gider bu liste de... İşimiz hep listelerle... Benim kafamsa hala şu terazinin bir kefesinde...

***

Uzun lafın kısası ne demeyin, kafam karışık, kaotik bir durumun orta yerinde elimde bir terazi, duruyorum öylece... Öfkeme yenik düştüğüm zamanlarım olsa da... Sabır! Ne büyük meziyet... Ama öğreniyor insan... Çaktırmadan tartıyor... Bağırmadan meyl ediyor... Söylenmeden düzenini kuruyor... Bazen kaos bir insanın nefes alması için kurduğu düzene dönüşüyor... Sonra yorulduğundan olsa gerek duruluyor, kaotik gri bulutlar dağılıyor, terazi dengesini buluyor. Yüzde bir gülümseme, ahkam kesecek hala geliyor. Ego mutlu mesut yükseliyor. Bir sonraki dalga onu dibe çekene, kıyıya vurana ya da bulutlara çıkarana kadar, insan kendini kendinin evreni sanıyor...

***

Oysa büyümeli insan, büyüyebilmeli düşe kalka... Bazen bizi düşüren kaçındığımız bir hastalık, içinde bulunmak istemediğimiz bir durum, asla taşıyamam dediğimiz bir duygu bile olsa... Çünkü büyümek sanrıları aradan kaldırıp aynalarla yüz yüze gelmek demek. Gerçeğinle yüzleşip, sonunla helalleşebilmek... Son derken, göçüp gitmeyi kast etmiyorum elbet... Göçüp gitmeden sona geldiğini düşünür ya insan bazen... Bitti der ya... İşte tam da o noktada takılı kalıyorum bazen... Ve sesi açık, görüntüsü uzak kara kutudan bir ses yükseliyor sabah erken:

- Sonunda bitti!
- Hiç bir şey sonsuza kadar bitmez*







görsel / deviantart
* House dizisinden bir replik...

06 Kasım 2012

Sen Gitmeyi Kolay mı Sandın?



Bir kaç gündür kurtlandım gene... Bildiğin bir iç huzursuzluğu benimki. Çok oldu öğreneli böyle zamanlarda saçımı kestirmemeyi, rengini değiştirmemeyi... Elimin altında dünyam var ya, oh hayat bana güzel. Seç bir template yükle değişsin. HTML kodlarına gir oyna. Boz yap, yap boz...

Ama hayat öyle mi? Kolay mı öyle değiştirivermek istemediğini beğenmediğini. Bak ne güzel yazmış Zeynep; bırakıp gitmeyi... okudun mu? Okumadıysan bi tık oku gel. Sonra devam edersin okumaya benim serzenişimi.  Öyle kolaydı sıkıldım gidiyorum demek, hem nereye gideceksin... Aşık olduğun bir yer mi var senin. Yapmazsan öleceğim dediğin bir becerin mi var. Sen otur oturduğun yerde. İmren öyle gelene geçene. Ama sakın ha bir çaba gösterme. Gürkan dünyayı geziyormuş bisikletle... Cenk ne de güzel pastalar yapıyormuş özveriyle...  Aman da aman... mışmış, muşmuş... Oldu güzelim gel beraber gezelim. 

Yok blog! Sakın beni durdurmaya çalışma. Yazacağım bugün içimde ne varsa. Hem oturduğum yerden hayıflanayım hem de bi zahmet kolumu geçtim parmağımı bile kımıldatmayıp homur homur dolanayım. İnsan da biraz tutku olur, biraz bi merak olur. Dilimde benim yaşamayı seviyorumlar... Aldığım nefesin değerini biliyorumlar... Valla yalan, billa yalan... Ben kendimi bile sevmiyorum ki, geçtim bi de yaşamayı seviyormuşum. Laf-ü güzaf!

Değişim kolay mı, değil... Değişmeyi istemek kolay ama... Biri yürek işi, biri dil işi... Seviyorum demek dil işi, sevmek yürek işi... Bir işe yüreğini koyacaksın önce. Yüreğini koyacaksın ki, yüreğinden geçtiği gibi olsun her şey. Hem sen okudun mu Zeynep neler yazmış. Bak hala okumadıysan bu gün hayata karşı bir sıfır yeniksin benden söylemesi... 

Hem ne diyor şair bu gibi durumlarda;

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
O olmazsa yaşayamam
O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak…
Ucundan tutacaksın hayatı, bırakıp gitmen gerektiğinde arkanda bıraktığım sandıkların da gelecek seninle yüreğinin taaaa en derinlerinde... Sen gitmeyi kolay sanacaksın, gittim sanacaksın... En kötüsü de gitmeyi bir marifet bellediğinden olsa gerek, gittim diye mutlu bile olacaksın... Köklerin acıyacak salmaya çalıştığın her yerde. Öyle zamanların olacak ki... Bir kaç zaman önce bırakıp gitme sebebin olacak tutunduğun gerçek. Sen görmezden gelmek istesen de, hayat bu; ille bir ayna bulacak sana, tut kendine, gör gerçeğini diye... 

Sen bas bas bağırdığın o telefondaki cümlenle yaşamayı öğreneceksin; hani şu gitmene sebep... Ama bu sefer öylece bırakıp gidemeyeceksin. Sabırla bekleyecek, bekleyeceksin. Yarına ertelemek değil seninki bileceksin, bileceksin ki yaşadıklarından öğrenmek bu seferkisi...



Fotoğraf / deviantart

29 Ekim 2012

Nur Topu Gibi Ayakta

İnsanın bazen nur topu gibi bembeyaz bir kedi olası geliyor:
Eski bir evin önünde,
boyaları yer yer dökülmüş  bir duvarın hemen dibinde,
dönmüş yüzünü güneşe...



İnsanın bazen dimdik ayakta durası geliyor:
Yer yer yıkılsa da çehresinden,
yan bahçesindeki kaktüsler kadar caydırıcı bir güzelliğe sahip olmak istiyor,
ön bahçesindeki ağaç kadar görkemli,
hemen sokağı dönünce karşısına dikilen kale kadar heybetli,
yan evin bahçe duvarından güç alan begonvil kadar narin...




Her şeye rağmen nur topu gibi ayakta durmak istiyor
Cumhuriyet gibi...

22 Ekim 2012

Bir Kuşak Emmanuelle


Aslında haberi okumadan önce de biliyordum adını, filmin kült filmler arasında anılması bir yana şurada okuduğum yazıdır aklımda kalmasına sebep. Ölüm haberi ile gelen tweet bombardımanı ve  "ya bizimkiler...  biz asıl onlarla büyüdük" nidaları etrafında dönen sohbetler ve uçak fantezilerinin ve bambu koltuk efsanesinin unutulmaz masum yüzü... Sylvia Kristel

***

Gazetelere göz gezdirirken, köşe yazarlarına ve magazin sayfalarına üstün körü bakınırken çalan telefon:

- Babamı gördüm dün gece rüyamda, "ben seni ne kadar çok seviyorum biliyor musun" dedi...

Telefonu kapattıktan sonra, size anlamsız ve komik gelebilir ama onlarca adamın rüyalarını süsleyen kadının bir adamın rüyasına girip de "ben seni ne çok sevdim" deyip demeyeceğini düşündüm... Bi adamı o kadar çok sevip sevmediğini.

***

Ölüm, gözlerinin feri gittiğinde buluyordu insanı... Yoksa gözlerinin feri gidince mi gelip çörekleniyordu bakışlara...

Kapı çaldı... Ağlamaklı gözleri ile girdi içeri:

- Annem çok hasta, ama ben inanıyorum iyileşeceğine...

Ölüm, umudu kesince mi gelip buluyordu insanı... Yoksa ölüm gelince umut mu kalmıyordu insanda.

Dün akşam izlediğim bir diziden bir replik takıldı aklıma:

- Ölüm en çok yaşayanı yıpratır.

***

Gençtim, okulun merdivenlerinde durmuş, hayatın ne kadar uzun ve anlamsız olduğunu düşünüyordum. Belli ki, üniversite hayatından umduğumu bulamamıştım. Yaslandığım duvarı bile bugün gibi hatırlarım. Etrafıma bakınmış ve şöyle demiştim:

- 48 yaş bence iyi bir yaş... O zamana kadar yaşayayım. Sonra ölüm bulsun beni. 

20li yaşlarımın başında bir o kadar daha yaşamanın yeteceğini ummuştum. Fazlası fazla gelmişti. Şimdi 40lı yaşlarımın başındayım. Anlaşma yaptığım yaşa şunun şurasında 7 yıl kaldı. Oysa yapmak istediklerim, 7 yıla sığacak gibi değil. Yeni bir anlaşma vakti geldi.


-  Yapacaklarımı yapma fırsatını tanı... Yaşımın önemi yok, o fırsatları gerçekleştirecek kadar dinç olayım, aklım yerinde olsun. Sonrası... Sonrası, sen ne dersen o! Ama iyi de... İyi olayım, aşkla kalayım. 








görsel / deviantart

19 Ekim 2012

Kesişen Yollar

"Ama nedense durup durup yollarımız kesişiyor, işte orasını anlamak biraz zor oluyor. Sanırım artık bu sondur, ben öyle umuyorum."
yazmışım...
"Sürekli yollarımızın kesişmesine gelince, bence daha da sık kesişmeliydi. Eminim daha da keyifli olabilirdi."
yazmış!

Bak sen... ne diye daha keyifli oluyormuş! dedim kollarımı göğsümde kenetleyip, ellerim yumruk sıkı sıkıya ve muhtemelen gözlerim biraz kısık bir halde. 

O anda karşıdan bakan biri için beden dilim öfkeli gibi dursa da...

Olur muydu ki, dedi iç sesim. Nedense umutlu bir tonlaması vardı... Sevmedim.

Tövbe, tövbe... Bunca yıl sonra... Sen sus, dedim. 

Dedim ama yüzümdeki gülümsemeyi doğru söylemek gerekirse öyle hemencecik silemedim.

Ne şimdi bu... ne yani... bi de neden?

Müjdemi isterim! dedim... diye... 

Hayatın bana "al sana müjde" deme biçimimi...

Peki şu cümleye ne demeli:

"Evet, her zaman komik ve karizmatik bir kız olduğunu söylemiştim..."

Hı hı hı... Söylemiştin...

Seni seviyorum da demiştin!

Ben de, sen böyle seviyorsan sevme beni demiştim...

Bunu da hatırladın mı?

Oh be! Kollarımı usul usul çözdüm, derin bir nefes aldım. Artık bir cevap yazabilirim dedim ve yazdım:

"Söylediklerine değer vermeyi bırakalı epey oldu, ya da şöyle demeliyim: sana verdiğim değeri sen bırakıvermiştin gözlerime...uzun upuzun bir kopuşun eşiğinde..."
Sildim yazdıklarımı...

Geçen onca zamanı düşündüm, ne kadar büyüdüğümü...

"Teşekkür ederim" dedim. Duyup duymamasını çok da önemsemedim.





görsel / deviantart

16 Ekim 2012

Okumak Düşünmek

Okuyoruz ama düşünmüyoruz dedi... Düşündüğümüz gibi okuduğumuz için de gün geliyor şaşırıyoruz...

***

O, bir hukuk müşaviri ile yaşadığı sıkıntıyı anlatıyordu, ben hayatı okumakla ilgileniyordum. Bu sabah, pek çok sabah ki gibi, iyi bir dinleyici değildim. Başımla onaylıyor, arada bir hı hı hı diyor, muhtemelen de boş gözlerle bakıyordum. 

***

Hayatı okumak... Beni geçmişe götürdü. Geçmişin satır aralarına, sonra ideanın "geçmişi teslim etmeli geçmişe" cümlesine... 


görsel / idea'dan

Oradan Kırmızı Gün/lük: Zamanla Geçer / mi? yazısı düştü aklıma... Gökyüzü gerçekten de çözüm mü? İnsan çukurun dibini görmeden zıplayamıyor bazen. Belki de sırf bu yüzden bırakmak gerek kendini. Nasıl olsa hafifleyince çıkarsın gene gerisin geri. 

***

Dün seyrettiğim bir programda diyor ki uzman kişi, "adam seni aldatmış, dövmüş, gecelerce eve gelmemiş... Daha ne bekliyorsun, sonuç belli." Bu cümledeki kadar basit mi hayat. Herkes bırakıp gider mi? Gidebilir mi? "Çevreye hapsolmayın" diyor, uzman. "Kendiniz için yaşayın. Kendiniz olun. Bırakın eller ne derse desin." "Kendi hikayenizin kahramanı olun..." diye de ekliyor. Herkes kahraman olursa, figüranlarla zenginleşen hikayeler nasıl yer bulacak gerçek yaşamda kendine. 

***

Her bir kişi ayrı bir deniz derya; yüzmesini bilene... Herkesin yaşamını yazsan roman olur... Hepimizin yaşayacağı bir hikayesi var. Önceden yazılmış diyen de var, ben yaşarken yazıyorum diyen de... Kararlarımı ben alırım diyen de var, sen ne karar alırsan al gene dönüp dolaşıp yaşayacağını yaşarsın diyen de... Yaşamak öyle hafife alınacak bir şey değil deyip, sırtında yükleri ile yola devam eden de var, yorgun düşüp omzunda ne yük varsa bırakıp giden de... Yaşamı o kadar da ciddiye almayacaksıncılar bunlar...

***

İlkokulda okuma yarışmaları düzenlenirdi... En kısa sürede en çok kelimeyi okuyana da bir kurdele takılırdı. Hatırlarsınız. Yani ben yaşlardaysanız mutlaka günün sonunda bir kurdele takılmıştır yakanızın bir köşesine... Oysa keşke okuduğunu anlayana, anlatabilene verilseymiş kurdele... Herkes okuduktan sonra tartışsaymış, anlasaymış; herkes okur ve farklı algılayabilir diye... Görseymiş aynı kelimenin benzemez yaşanmışlıklarda farklı etkiler doğurabileceğini... 

***

Hayatı okuyoruz hepimiz, dilimiz döndüğünce... Aklımız yattığınca... Hepimizin aynı hayatı aynı kelimelerle okumasına rağmen, farklı sonuçları doğuracak kararları alması bu yüzden belki de...

***

Kimine geçip gidiyor zaman, kimimizse zamanın tam içinde... 



10 Ekim 2012

Hak/sızlık


Telefonu kapatıyorum... Ne olup bittiğini meraklı gözleri ile dinlemeye hazır olan arkadaşıma durumu bir iki cümle ile özetliyorum, sesim daha çok yağmur yüklü bulutlar gibi gri çıkıyor... Şimşekler henüz çakmadı... Sakince susuyoruz. Birden ve ilk önce arkadaşım patlayıveriyor: haksızlık, bu çok büyük haksızlık...

Sesim çıkmıyor, yağmur yüklü bulutlarla kaplı gülen yüzümde güneşin bir pırıltısı dahi yok... Durdun, koyu, kopkoyu bir denizim... 

Düşünüyorum, olanı, biteni... İnsan kendi çakıl taşlarını kendisi koyuyor; sağa sola... Hayat o çakıl taşlarından yollar yapıp, gittiğini sandığın onca yolun başına geçmiş seni gülerek bekliyor. Gel diyor, yürü diyor... Ama sen bir denizsin, farkına bile varmıyor. 

Sahi, hayat kimin ardından gülüyor, kime gülüyor... Kafan karmakarışık oluyor. Yağsan, bari toprağa bir faydan olacak ama o da olmuyor... Kararıyorsun iyice, içine çekiliyor ne var ne yok... Mesela, o yüksek tonlu sesinden eser kalmıyor. Benzer bir durumda kalan arkadaşına, elin belinde ahkam keserken kullandığın kelimelerin var ya, hani ardı ardına sıraladığın onca kelime... işte o kelimeler gelip bir yerde takılıyor. Boğazımda dediğin her kelime, yüreğini tek tek düğümlüyor. Yüreğin düğüm düğüm kalakalıyorsun ortada. Olsun diyorsun, olsun... Ben iyi bir insanım... Kendine zararı olan çok iyi bir insan. 

Romantik bir dünyada, mesela yaşadığın ülkenin bütün şartlarına rağmen, hakkın ve adaletin, sağduyunun ve özenin, insanca yaşamanın ve yaşatmanın mümkün olabileceğine inanacak kadar romantik bir dünyada, ki bu senin düşlediğin dünya... var olabileceğini, nefes alabileceğini, aşık olup da kırılmayacağını, yıllar geçse de üzülmeyeceğini ve daha bir sürü aptal sanıyı; denizler kadar sonsuz, denizler kadar mavi, denizler kadar özgür olduğunu varsaydığın yüreğine bir türlü anlatmaktan vazgeçemediğin için... havaya bahane bulma... 

haksızlık havanın yağmasından değil, senin o havaya göre giyinmediğinden seni vurur, bunu unutma!





görsel / deviantart

01 Ekim 2012

Kendini Sevmek

"Kendini sevmiyorsun sen" diyor... bakıyor ve gülümsüyorum. "Kendini sevmiyorsun çünkü kendine vakit kalmıyor..." Gülümseme yüzüme yapışmış gibi, gitmiyor. "Bırak başkaları için yaşamayı" diyor,"bırak artık. Kendin için yaşa, yaşa ki, başkalarının da seninle ilgilenmek için şansı olsun, senin için bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşasınlar." Gülümsemeye devam ediyorum. Kendime yeni bir ders buldum: Kendimi sevmek.

Bir konuşma canlanıyor kulaklarımda:

Biliyor musun bugün güvenlikle sohbet ediyorduk, sen pek bi dikkatini çekmişsin... Dedi ki. bu Evren Hanım pek ilginç biri. Yüzlerce adam geçiyor şu kapıdan, hocası, öğrencisi, memuru... Bi Evren Hanım hal hatır sorar denk geldiğine... Mutlaka iyi günler diler, herkesin çoluğunu çocuğunu bilir... Kocasını, anasını, babasını... Hastalığını, derdini... İlginç kadın doğrusu. İyi bi yönetici mi bari...

Sen ne dedin?

İyidir dedim. Ne diyeceğim. 

Gülümsedim, bu konuşmayı hatırlayınca, tıpkı sabah ki gibi bi gülümseme, asılı kaldı yüzümde bir süre...

Sonra bir kahve yaptım kendime: sakızlı. Bi lokum koydum yanına fıstıklı... Uzaklara baktım... Gelip de görenlerin milyon dolarlık manzara dedikleri manzaraya... Düşündüm uzakları... Çok daha uzakları... 

O zaman fark ettim, uçan balonları...

Balonlar uçuyor içimde bir yerde; sonsuz çoklukta, sonsuz maviliklere... Denizin mavi her zamankinden parlak ve balıklar sayamayacağım kadar çokken, kendimi suya bırakıyorum. Suya karışan bir damla gibi, sayılamayacak kadar çok olmayı diliyorum. Sonsuzluk... Kendimi teslim ediyorum.

Bir arının kanat sesleri duyuluyor, bir martı gelip kapının önünde kediyi kovalıyor. Az önce seyrettiğimiz zeytin ağacı bir türkü mırıldanıyor... Yaşam akıyor. Yaşım da öyle...






20 Eylül 2012

Uzun Uzun Bakmak


Bugün bu fotoğrafa uzun uzun bakmak istedim...
Olmadı...
Uzun zamandır, uzun uzun zamanlarımın neredeyse tamamını işe ayırıyorum.
Galiba hayatta beni hangi işin  mutlu ettiğini bulmak için son girişimlerim bunlar...
O yüzden belki de hayatımın akışını işe bırakıyorum...

Oysa bir de beni huzurlu kılan bir yan var hayatta...
Uzun uzun sohbet edip, şarap içmek...
Uzun bir yürüyüş sonrası soluk soluk gün batımını izlemek...
Geceleri yıldızların sonsuzluğunda gökyüzünü seyretmek...
Bir pazar gününü uzun uzun yaşamak ve pek çok şeyi o güne sığdırmanın mutluluğunu yaşamak...

Diliyorum çıktığım yolculuk, tüm bunları yapmak için bir fırsat verir bana...
Ve ben o fırsatı sevdiklerimle, uzun uzun sohbetler edip, yürüyüşler yapıp, yıldız saymak için değerlendiririm.

Kendinize, içinize ve sizi mutlu kılan her şeye aşkla bakın.
Şimdilik hoş kalın.




Fotoğraf
Hikayesi: 
Stefano de Rosa (İtalya) 
Arkada dolunay, önde Alpler ve Pirchiriano dağının 1000 metrelik yükseltisine kurulmuş Sacra di San Michele manastırı… İnsani, jeolojik ve astronomik zaman ölçüleri bu fotoğrafta yan yana gelmiş. Fotoğraftaki bina insan zamanıyla eski olabilir ama dünya zamanıyla yanındaki dağlara göre daha bir bebek. Ay ise milyarlarca yıldır hep aynı.

11 Eylül 2012

Gülümsemek

Bu sabah tembel tembel yatakta oyalandım. Başucu kitaplarını şöyle bir karıştırdım. Biraz müzik dinledim ve ardından gazetelere şöyle bir göz attım. Ne arıyordum..?

Mumları...

Salon penceresinden girip, uzunca koridor boyunca yansıyan güneşin kollarını uzatıp da yatak odasında keyfini katmerleyen bünyeme hatırlattığı bu oldu:

Mumlar...

Bir telefon uzağınızda ama hep yüreğinizde olanın sesi sesinize değer de, gülümserseniz, ne düşer aklınıza:

Mum...

Bu gece bir şarap içmeli; Diren olacak o kesin, kırmızı olacak o da kesin... Boğazkere de olur ama sanki bu akşamki şehriyeli yahniye en iyi Merlot gider, akla yazılan Narince ise zamanını bekler.


06 Eylül 2012

Eylülde Gelin Olmak



Eylül dendi mi hüzünlerim toplanır gelir bana. Bir mevsim dönümü rüyası gibi, mutluluğun ortasında düğün alayı olup serpilir. Sabahların kokusu değişir, gecelerin rüyası... Ben gözü yaşlı, içi kaygılı, yüreği pır pır bir gelin oluveririm. Eylül kadar güzel olurum, eylül kadar yalnız. 

Eylül, yazın kalabalığını üzerinden atmış, biraz yorgun, biraz yaşlı bir hanımefendi gibi gelir bana. Ar sahibi, had sahibi, yerini bilen biri... Bakmayın böyle ağdalı laflarla Eylül'ü karşıladığıma, ne ben o hanımefendi olabilirim ne de o kadar hüznü taşıyabilir güleç yüzüm. Ben gülümserim. Anladığım için, kafam basmadığı için, yıldız olduğum için, bir baltaya sap olamadığım için... İçinlerim çoktur. Niyelerim daha çok. Neden Eylül hüzün yüklenir, yeşil renk değiştirdiği için mi? 

Oysa bir insanın yüreği her daim yeşerebilir. Yüreğin mevsimi ile doğanın mevsimi örtüşmese de... Bir yanı bahar, diğer yanı bakımsız bir bahçe gibi küskünse de... Eylül gelir. Yüzünde bir gülümse, "üzerine bir şey al, üşürsün" der... Eylül hep düşüncelidir. 

Ben bir de Nisan'ı severim; "artık zamanıdır üzerindekileri atmanın" dediği için... Birinde aşık olup, birinde gerçeği görürüm. Hangisi hangisidir bilmem, üzerimdeki hırkadan anlarım... omzuma konan uğur böceğinden... bir de ortancaların hüznünden... 

Boynu bükük bir söğüt ağacı gölgesinden kafamı uzatıp teşekkür ederim: Bazen dilinden anlamasam da bu hayatın, bazen anlamadığım için "ben de senin" desem de... Severim. Öyle çok severim ki, yorulur bedenim. Eylül, "dahi kalk" der, tıpkı Nisan gibi... Bilmem hangisidir seslenen. Ben bana ses edene şarkı söyleyerek giderim. Ne de olsa  bir mevsim dönümü rüyasında elleri kınalı gelinim.


Eylül fısıldar arkamdan... 
Nisan ağıtlar yakar bir ana gibi... 
Her sabah yepyeni bir hayata uyanır yorgun bedenim. 
Güneşe selam ederim. 
Kapıdaki sümüklü böceğe... 
Sokağın mızmız kedisine... 
Bakkal amcanın top koşturan oğluna... 
Sokağın kaldırımını yapmak için kum taşıyan greyderdeki yaşlı amcaya... 
Torununun çantasını taşıyan dedeye...
Parke taşların arasından hayata tutunan sarı papatyaya... 

Yüreği güzel, 
hırstan ve kötülükten uzak duran ve 
teşekkür etmeyi bilenlere 
SELAM OLSUN

 Eylül geldi, duymayan kalmasın...

13 Ağustos 2012

Elma Ağacının Altında İki Kişi

O günü hatırlıyorum dedi kadın, o günü ve bana o günü hediye eden adamı... Uzak bir geçmişten bahseder gibiydi kelimeleri. Yakın bir geleceği hayal eder gibi bakıyordu batmakta olan güneşe gözleri... Zamansız gibiydi ya da bir zamanın içinde hapsolmuş gibi... Duruydu yüzü. Hüzünle karışık bir mutluluk, mutlulukla  karışık aktı akacak damlalar... Belli ki, o geceyi, o geceyi unutulmaz kılan adamı ve ayı, ve batan güneşi, ve yıldızları ve kayaları ve güvenmeyi, ve inanmayı ve sabrı ve sevdayı yüreğinde saklıyordu. Onlarca soruyu ardı ardına sormayı istesem de susmayı ve beklemeyi ve güvenmeyi ve inanmayı seçtim. İkinci bardak çayları ben koydum.

Elma ağacının altında iki kişi, dedi. Durdu. Elma ağacının altına gidip oturdu. Soluklandı. Gülümsedi ve devam etti:

Öğle vaktiydi... Seni bir yere götüreceğim, eğer vaktin varsa gitmişken kalırız, yok olmaz dersen, geri geliriz. Geliriz, dedim. Gülümsedi. Sen nasıl istersen, dedi. Karadenize doğru yola çıktık. Gün batımına yetişmeliyiz, dedi. Bilmem böylesini gördün mü? Görmemiştim. Bir daha da hiç görmedim ben batan güneşi...


Kayaların üzerinde, dalga seslerinin feryadında batırdık güneşi... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattık, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Sahildeki ayak izlerini takip edip, önce daracık sokaklardan yukarıya doğru çıktık. Sonra onlarca merdivenin sıralandığı bir sokaktan yeniden sahile doğru yürüdük; suskun, uzun ve heyecanlı adımlarla...

Akşam kızıllığı yüreklerimizin koruyla yarışırken, Karagöz'e geldik. Bir şeyi anlatmak ister gibi birbirimize baktık; suskun, uzun ve heyecanlı bir özlemle...

Masaya buyur edildik, samimi ve içtenlikli bir misafir edişti. Gülümsedim; yüreğime sığdırabildiğim kadar büyük ve yaygın bir gülümseme ile...

Masanın başında beliriveren kız çocuğu, elma ağacının altında iki kişi mi dedin, diye seslendi içeriye, elindeki tabakları bıraktı önümüze... kafamı kaldırıp baktım, elma ağacının altında iki kişiydik. Sadece biz vardık, sanki...


Gece ilerledikçe beyaz rakıya, alaca karanlık geceye, sevda yüreğe daha bir yakıştı. Büyüdükçe büyüdü yıldızlar, alabildiğine yıldız oldu baktığım her yer. Yüreğim öyle hızlı atmaya başladı ki, martının çığlıkları sustu. Bir deprem habercisi gibiydi yüreğim. Bir fırtına öncesi sessizliği vardı kiwi ağacının dalına asılı kalmış. Kum rengi bir köpek, kalabalığın içinde kaybolmak ister gibi uzanmıştı kumsala, yalnızlığın resmini çiziyordu etrafından dolaşıp giden çiftlerin umursamaz bakışları arasında. Kara, sıska, yavru bir kedi geldi, cansever mısralarıyla;

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim

Çay alır mısın?

İrkildim. Ne çayı, dedim.

Çay işte, dedi.

Ha! Çay...!!! Tereddüt ettim. Alırım, dedim.

Ne çayı be kadın diye bağırasım, sarsıp onu kendime getiresim vardı. Kadının sakinliğinde boğuluyor gibiydim. Bakışlarında cinayet işleyen bir kadın arıyordum. Bunca saattir, belki de bu denli delirmeden durmamın ve dinlememin sebebi buydu. Ben onu o sona hazırlayan anı merak ediyordum. 

Bir kahve içtik. Kapadım. Her kahve içtiğimde kaparım. 

Kahve falı bilir misin?

İnanmam...

O küçücük fincan neyin habercisidir bilmem ama isterim ki haberler getirsin bana gaipten... Getirir. Ama o gece ilk defa açmadım. Oradan gelen haberler geciksin istedim. Fincanı garsonun görmeyeceği bir şekilde ağacın dibine bıraktım. 

Hadi, dedi... Elini uzattı. Elimi tuttu... O gece ilk defa... Bana inan, dedi... Bana güven... Sabırlı ol. Her şey ama her şey bundan çok daha güzel olacak. Bu kaçıncıydı... Gözümün önünde pırıltılar oluştu. Yüreğim sıkıştı. Nefes almakta zorlandım. Sustum. Sadece uzun, soluksuz bir susuşla anlasın istedim. Ama devam etti. Sen benim güzelimsin, dedi. Benimsin...

Yürürken nereye gideceğimizi biliyor gibiydi. Kayalara çıktık. Kayaların üzerinde, beni öptü. Sarsıldım. Öyle bir öpüş... Yaşamıştım, kırılmıştım, inanmıştım, güvenmiştim, sabretmiştim... O an, geçmişin bütün günahlarını ona yükledim. Dalga seslerinin feryadında ittim onu denize... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattım, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Kahve fincanının olduğu o elma ağacının dibine kadar koştum. Oradaydı. O ağacın altında. Habercim beni bekliyordu. Fincanı elime aldım. Bildiğim bütün duaları okudum. Fincanın üst kısmını tabağından ayırdım, geleceğim avuçlarımın arasındaydı sanki. Durdum. Karanlığın içinden süzülen sokak lambasının ışığına kadar elimde fincan yürüdüm. Fincanı çevirip içine baktım. 


Kocaman bir yürek vardı, iki kişinin tam ortasında duran koca bir yürek... Sevda, dedim.

Polis sorgusunda, sabah güneş ağarırken geldi doktor... Olanı biteni bir de ona anlattım:

Güvenli bir limandı... Onun kıyılarına kendimi teslim etsem, bir daha açık denizlerde yol alamazdım. Fırtına geliyordu... Deprem olacaktı. Onu korudum ben, kendimden... 

Sonra  bir kedi geçti komiserin odasının orta yerinden; cansever mısraları kovalıyormuş meğer;

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.



Fotoğraflar: Samsung W ile çekilmiştir.