12 Eylül 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Tütmek





gecenin koyu mavisinde
sabahını bekleyen 
 hüzün kanatlı albatros
bir rüzgara kaptırmış yüreğini
uçuyor da uçuyor

ah!
kanat çırpan
çırpınan
rüzgarını buldu mu süzülen
yere göğe sığdıramadığım
aşk!

gece gece
aklıma düştün
yüreğime gerçek














03 Eylül 2010

Bir Yolculuk Öncesi: Dönüş(tür)mek





Sırt çantam elimde, içine konacakları ayırmışım gün evvel ama gene de gözüm sağda solda. Özenle yerleştiriyorum; incecik bir yağmurluğu, kolları uzun bir tişörtü, şort olabilen pantalonu... ah keşke sandalet olabilen bir botum da olsaydı, onun yerine yağmuru seven spor bir ayakkabı alıyorum yanıma, sandaletler ayağımda; onlar güneşin aşığı. Ne olur ne olmaza hazırım: İlk yazın narin ve sevdalı gelinciğinden, kasımın yabani ve gene de sevdalı patına dönüş(tür)ecek hazan mevsiminde bir gezginim.

El çantamda; pembe kumaş kaplı defterim, yol kelimelerini yazmak için kısa, dolgun, gümüşi kalemi de yanında. Fotoğraf makinası da aldı yerini, detayları çekip saklamak ve gelecek günlere geçmişin anılarını anlatmak için oldukça sabırsız. Bir-iki kitap yanımda, yol(culuk) arkadaşı olmaya hevesli. Bir mp4, geceye ninniler söyleyecek belli. Bildiğim bir yolun tekrarındayım, daha çok aşk gibi, o nedenle de ilk sefermiş gibi; kanatsız bir kelebek içimde bütün bir yol dans edecek sanki.

Gidiyorum. İçimdeki çoşku hangi kelime ile tanımlanır henüz bilmiyorum... Gidiyorum, içimin yağmurunu güneşe dönüştürmek için... Gidiyorum, güneşli hallerimin yer yer yağacağını bilerek. Anlayacağın, gidiyorum aşka aşkla, ve biliyorum, günlerce yitip gitmeyen, yeni çekilmiş bir kahvenin buram buram kokusuna saklanmış yakıcı bir hasretlik var ucunda; 'hazır ol'da beklemekte anını ama korkmuyorum, ne olur beni anla. Gidiyorum, yüreğime yenik düşen aklım bir karış havada. Bana öyle garipseyen gözlerinle bakma. Hem sen bilir misin aşka düşmeyi, yanmayı mesela ve aklını kesip atmayı bir anda. Sadece yüreğine bırakmayı bütün kararları. Ama aklın işi bu, gelip karışmasa olmaz. İç sesin o senin, yüreğini yoluna koyacak olanın. Yürekli kararlar almanı sağlayacak ve aşkı(nı) ölümsüzleştirecek olanın. Ama akıl iki yarı; biri şeytan, oturtur seni sofraya, yüreğine değmeyen, değmesini istemediğin ne var, tadına baktırır birbir. Diğer yarı, bir melek. Onun kanatlarında dünyan bir başka güzel, bir başka kırmızı, bir başka parlak. Kavgalı iki yarın; aklınla yüreğin, gözlerinle sözlerin, olması gerekenle oldurmaya niyetlendiğin... Hep kavgalı... Aşk, biraz da dövüşmek değil mi?

Hem sen anlatsana bana... Aşk; açarken solmak, solduğun vakit yeniden açmak, değil mi... Aşk; dönüşmek pır pır uçan bir kelebeğe ve köklü bir ağacı dönüştürmek bembeyaz hafif bir buluta, değil mi... Aşk; giderken dönmek, dönerken koşmak, değil mi... Aşk, aç kollarını ben geliyorum diye bağırmak isteyip de, dudakta bir gülümseme ile havada asılı kalmak, değil mi... Aşk, pırıltılı bir yeni yetmenin gözleriyle sevdiğine zamansızca, uzun uzadıya bakmak, değil mi... Aşk, bunların hepsi, ayrı ayrı her biri ve aslında hiçbiri, değil mi...


        Eğer öyleyse sevgilim,
                                kahverengi gözlerinin huzurlu derinlerinde bekle beni,
                                                                yoluna çoktan çıktı yüreğim, 
                                                                                           dudağımda saklı bir gülümseme...
                                                                                                                         bekle, geleceğim.




Görsel

01 Eylül 2010

İlk Yağmur Soruları



Bugün yağmur yağdı mı sizin oralara
Düştüm mü yüreğine, bir yangın yeri ortasına
Kokladın mı çimenleri, toprağı ve tenimi
Özledin mi sen de ben gibi





31 Ağustos 2010

Seni Düşünürken...



Bir pencere açtım zamanda gezinen.
Gülümsedim.

O pencereden bakan kendimi,
Aşağıda bekleyen seni,
özledim.

Eylül de geldi çattı.
Eylül; hüznün kapı aralığı.
Dert ortağı yağmuru taşıyan yalnızlık vurgusu.

İşte öylesine bir yalnızlığın içinde,
Tıp tıp vurdukça taraçada damla
Seni düşünecek bir yürek uzaklarda
Bir pencere açacak zamanda gezinen.
Gülümseyecek gözleri, iyi ki...






30 Ağustos 2010

Sıradan Bir Omlet Tarifi

Öyle çok bir özelliği yoktu bu sabahın. Gün evvelden bünye yorgunluğunu saymaksak, enerjisi yerinde bir insan profili çizmek mümkündü hatta. Gene de, dış etkenlerden tabi ki, erken kalkan yol alamadı ne yazık ki, çünkü yürek dostu evinde değildi. Akşamüzeri görüşmek üzere sözleşildi. Kahvaltı planı elinden kayıp bir anda suya düşen Evren ne yapsın, kendi ile başbaşa kaldığından olaya el koydu. Üzülme kendim, unutma ki, sen tek başına da bir kahvaltı edebilecek güce sahipsin tesellisinden gazla, tişörtünün askılarını sıvadı ve girişti kahvaltı hazırlığına. Dolabın doluluğundan olsa gerek, gözünü aldı; soğuk beyaz duvarlar ve camdan raflar. Bir önceki günün patlıcan oturtmasından elde kalan kırmızı biber sapı kenarı, Çeşme'nin bahçelerinden toplanmış ama 15 günün sonunda sıcaklara dayanamayıp kaykılmaya başlamış yeşil biber, yeni alınmış 6lı yumurta ve bir şarap gecesinden kalma fesleğenli peynir ile omlet yapılması; idi, egosu ve süperegosu tarafından uygun görüldü.


Ocağın altı yakıldı ve azıcık sızma zeytinyağı tavaya uzaktan gösterildi. Önce etli olan, uzun uzun kıyılmış kırmızı biberler ve ardından sadece sapları koparılmış yeşil biberler tavaya atıldı. Biberleri öldürmeden hemen önce azıcık sütle, öğütülmüş karabiber ve bir tutam tuzla zenginleştirilen yumurta çırpılarak üzerlerine eklendi. 




Bir yüzü pişen omlet, benim kadar yetenekliyseniz, havaya atılıp, yok değilseniz bir spatula yardımı ile dağıtılmadan terz yüz edildi. Peynirlerin erime sesine kulak kabartılıp, ocağın altı kapatıldı. Ve artık omletinizi keyfinize göre servis edebilirsiniz. Ben, yanında dün hazırladığım soğuk çayı layık gördüm. Siz kendi layığınızı bulun efendim. Hadi afiyet olsun. HAYIRlı günler dilerim.



29 Ağustos 2010

Tarte Tatinim Geldi

Dün masa ayağı kırma ve ardından masa ayaklarını söküp, o ayaklara başka üst takma ile gerçekleştirilen 'kendim ettim kendim yaptım projesi' başarı ile sonuçlandı. Mamafih, iş o kadarla kalmadı. Hazır elimde vidalama, delme ve çakma aletleri varken bir dizi tamirat işleri de dururken, kaşınan bedene müstahak bir uğraşla çeşitli 'öncesi ve sonrası projeleri'ne daha el atılmak suretiyle, evin altı üstüne, üstü soluna, solu çatısına, bacası kapısına kadar getirildi. Yorgun düşen bedene bir şişe şarap aslında dünkü yazımdan da anlaşılacağı üzere iyi geldi.

Bu sabah, bir önceki gecenin etkisi ile aslında geç kalkıldı. 08:00de günü kaçırmış bir halde yataktan kalkan beden, ki ancak soğuk denilebilecek bir duşun iteklemesi ile kendine geldi. Gelmez olaydı demek istiyorum izninizle. Rahatsız bünye dün görmezden gelmek için türlü çeşit bahane bulduğu, kendince dağınıklığa bir çözüm üretmek üzere işe girişti. Öncesinde dünden hakkı saklı, mükellef bir kahvaltıyı da eksik etmedi. Arpası fazla gelen rahatsız kişilik, pazar mazar dinlemedi, mutfağı kırklayayım dedi. Ayda yılda bir pişen yemeğin yağlarının, bağlama çalma istediğine gem vurmak üzere, önce filtreden olaya girişildi, buzdolabı, mutfak dolaplarının dışı, derken içi, derken duvarlar... Ve sonuç: sıcak sulardan soğuk sulara değme noktasında prenses kesilen parmaklarımın derileri suda oynamış çocuklarınki gibi.

İş o kadarla da kalmadı, rahatsız bünye evde kullanılmayan ve fazlalık olan malzemeleri ayıklama işine girişti ki, o noktadan sonra kendisini gören olmadı. Atılacak torbalar birer dağ gibi dizilince kapı önüne dur deme vakti geldi. Atmayı kenara bırakıp, bakma, bakmadan sıkılıp, okuma, okumadan bunalıp, kendini temizliğe verme ile devam eden rahatsızlık, son kerte, yemek pişirme ve soğuk çay ile kendini anlamsızca tamamladı. Ateşi yükselen bünyeye iyi gelecek olan, balkonları yıkama ve toz alma, daha da  iyi olmasını sağlayacak, hastanın ayağına gelme durumu gibi akla düşen, Tarte Tatin ile daha da bir manasızlaştı. Akla düşen Fransızların sıcak elması,  ilk kez yenilen sömürge ülkenin o dönemde yüzü güldüren tek keyfi olmasından mütefellit bir süre, geçmişin girdaplarına dalındı ki, allahtan telefon çaldı.

Bir değirmeni kendine simge edinen restoranda, yenilen yöresel yemeklerin ardından mutlaka ılık Elmalı Tarte Tatin yenilirdi. Yanılmıyorsam ve aksanını kelimelere dökebilirsem, Tart Taten diye okunurdu.

İş güç, yapılan paspasla sonlandırıldı ve derin bir nefes alarak mutfağa dalındı. Hayattaki en basit malzemelerle yapılan bu Tarte Tatin'in bin bir çeşit tarifi olduğu internet denen sonsuz bilgi kaynağından öğrenildi ve yorgun bedenin aklına güvenilip, defterindeki tarifinden, göz kararı ile malzeme ölçüleri, bir kaç püf noktasını atlamadan pişirildi ve böylece enfes bir tatlı ile rahatsız bünye ödüllendirildi.

Un, şeker, yağ, soğuk su, elma, armut, bir de kel Mahmut gerekiyor bu tarif için. Kel Mahmut'un gerekliliğini ilerleyen satırlarda anlatacağım, önce arife tarif:

Ben Cezayir'de öğrendiğim ve aklımda kalan tarifi uyguladım. Ölçü biraz göz kararı ama gene de vermeye çalışayım. 1cup (140 gr. gibi) unun içine, bir kibrit kutusu kadar soğuk tereyağını küp küp kesip atıyorsunuz. 1/4 cup şeker ve çok soğuk 50 cc suyu da ekleyip bir hamur elde ediyorsunuz. Çok emin olmamakla birlikte, bir çimcik tuz atılıyordu gibi hatırlıyorum ama ben atmadım. Hamur klasik anne kıvamı: kulak memesi yumuşaklığında olacak. Mümkünse daha fazla ama 30 dakikadan az olmamak üzere hamuru dolapta dinlenmeye bırakıyorsunuz.

Karamel tarifi de istemediğiniz kadar ama dedim ya ben pratik olan ve aklımdaki tarifle çıktım yola, sonuç güzel olunca da paylaşayım istedim. Karamel sos için çok fazla bir şeye ihtiyacınız yok aslında. Tereyağ ve şeker. Gene bir kibrit kutusu yağı küp küp yapıp bir tavada ve çok kısık ateşte erimeye bırakıyorsunuz. 1/2 cup şekeri yağ erir erimez tavaya yayıyorsunuz. Aklımda kalan püf nokta, hiç karıştırmayacak oluşumuz. Unutmayın ateş, mum alevi kıvamında, şeker erimeden yağ yansın istemeyiz. Sabırla bekleyip, birbiri ile uygun bir evlilik yapan şeker ve yağın kızıl kahve tonlarına ulaşmasını bekliyoruz ki, mutlu mesut birliktelikleri karamel olarak taçlandırılsın. Ateşin altını kapatıp, karışımımızı orta boy bir borcama alıyoruz. Ben 20cmlik oval bir pişirme kabı kullanıyorum. Üzerine istediğiniz şekilde elmaları ve/veya armutları doğrayarak yerleştiriyorsunuz. Ben bugün bir elma bir armut ile yaptım. Elmaları incecik, armutları ise bir parmak kalınlığında bıraktım. Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, elmalar eridi, armutlar biraz daha diri kaldı. Keyif sizin. Çokça dinlenmiş hamurumuzu bir merdane ve un yardımı ile, kabımızdan biraz, çok değil, 0,5 cm kadar büyükçe açıyoruz. Gene merdane yardımı ile mermerden alıp, kabımızın üzerine nazikçe örtüyoruz. Buradaki püf nokta ise, hiç boşluk kalmaması ve özellikle yanlarının çok çok iyi kapandığından emin olmamız. Fırın ısımız 180 - 190'deyken, 50 dakika onları başbaşa bırakıyoruz.


Duysunuz zilin sesini! Hemen fırına koşup, yaklaşık bir saattir başınızı döndüren o kokulara gününü göstermek için artık hazırsınız. İşte burada bir püf nokta daha, en az 20 dakika kabında dinlenen Tarte Tatin,  kendinden büyükçe ve mümkünse düz bir kaba ters çevriliyor ve karamelize olmuş elmalar size, siz onlara melül melül gülümserken, geçtim vanilyalısını, her hangi bir dondurma olmadığı için buzdolabınıza sırt dönüyorsunuz. Ne kadar yiyecem ben bu meretten sorusuna, makul ve mantıklı cevaplar verirken, başınızı emme basma tulumba gibi sallamıyorsunuz. Burada, Erkan Yolaç'a saygılar... Elinizde bir dilim ılık Tarte Tatin'le aşk yaşamak üzere balkonun yolunu tutuyorsunuz. Yanında ister filtre kahve, isterseniz bergamutlu çay ile tadına vara vara mideye bayram ettiriyorsunuz.
PS: Ne mi oldu kel Mahmut'a... Durun canım unutmadım. Keyfini çıkarttıktan sonra tatlınızın, koşu bandına yönelmek için, ya da sıkı bir yürüyüşe, tatlı sert bir müdür çıkmazsa içinizden işiniz zor olur benden söylemesi.
PSS: Mümkünse bu tarifi tek başına denemeyin. Hatta iki baş bile yetersiz. Şöyle üçü garantileyin ondan sonra girişin. Sonra uyarmadı demeyin.




28 Ağustos 2010

Yatağımın Sol Yanında Kekremsi Bir Tat

Yatağımın sol yanına uzanmış, esen akşam yelinin, uçları beyaz nakış işlemeli beyaz tülümle oynaşmasından arta kalan bir dokunuşun ürpertisiyle, okumayı bırakıp yazmaya başlıyorum. İstiyorum ki, düşüneceğim ne varsa, parmak uçlarımdan akıp gitsin. Ama öyle olmuyor, yazmaya başlar başlamaz bir ket vuruyor aklımın nöbetçisi parmaklarıma. Aklım düşünmüyor, yüreğim sus pus oturmada. Kendime saklı gecelerin bilmem kaçıncısında, bir dostun "şarap alırken aklıma düştün" deyişine saklanmış içten çağrısını duymak kadar içimi ısıtan bir şey oldu mu dersem, olmadı der içim. Oysa bu gecenin erkeninde, şarabı katık edip geceme, selam durmuştum aklımdan, yüreğimden gelip geçene. Kimler kimler geçmedi ki... Beynelmilel filminin bir karesinde der ya  pavyon görmüş Aydeniz, aşkın içinde kıvranan Gülendam'a analık ederken; "o sana bakmıyorsa, sen onun baktığı yerde dur" Nerden düştü ki aklıma şimdi... Sanki baktığı yerde durmak gibi bir şansım varmış gibi...

Ben en iyisi, şaraba yükleyip kederi ve yalnızlığı, döneyim yüzümü dost çağrısının beni alıp götürdüğü diyarlara: Avustralya, benim için sarı kuyruklu kangurunun kesesinde saklı shirazdır aslında ve daha ötesi de değildir. Hiç gitmedim, gider miyim? Kısmet. Ben, Shiraz üzümü ile tanışmama vesile oluşuna yükledim bütün güzel duygularımı, bir de sanırım vakti zamanında okuduğum Aborjinlere... Oysa üzümün kökeni, İran, adından da anlaşılacağı üzere. Ama yeni dünya ülkeleri de bu üzümün başarılı örneklerinin yetiştiricisi olmuş artık. Shiraz'ın; güçlü ve gövdeli oluşunu sevmiştim ilk içtiğimde. İçimi ilk yudumda sert gelsede, damakta bıraktığı zengin ve karmaşık tat, sizi bir anda bağlayı verir kendine. Özellikle yaban eti ızgaralar, ve baharatlı yemeklerle önerilse de, ben isli peynir ya da tulumla da çok severim. Dediğim gibi, içimi ilk başta sert gelsede, kadifemsi bir his bırakır dilde. Daha ilk yudumda damağa tütün ve baharat aromalarının karışımı yayılır ki, buruk ve kekremsi bir tattan hoşlanıyorsanız bu şarap kesinlikle sizin şarabınız diyebilirim. En iyi kupajı "Cabernet Sauvignon" ile yapar. Yok ben o kadar güçlü tanenli bir şarap tercih etmem diyenlerdenseniz, Diren'in 'Collection Syrah'ı bu anlamda meyvemsi tatları sevenler için pek ala da muhteşem bir seçimdir: Kadifemsi lezzetin kekremsiliğine eklenen meyvemsi tatlar güçlü ama kolay içimli bir haz sunar size. Bu gece bana bu güzelliği sunan kendim: bak şimdi, ben seni nasıl da sevdim.

Rüzgarla tülümün aşkı bitti anlaşılan. Ya bir kuytuya çekildiler çoktan, ya da araları açıldı, tülüm bana bir iki el etti diye. Bilemem... Üstelik de ilişkilerine karışmam. Ben kendimi bilirim. Bir de yüreğimden geçenleri. Ha bir de damağımda kalan tadın bana hatırlattığı geceyi. Ama anlatamam, belki başka bir sefere. Belki biraz daha içince. Belki bu gece ilerleyip de şişenin dibini görünce. Balkonumda, ince bileğinde kendi ağırlığınca tatları kucaklayan el yapımı koca kadehim beni bekler tek başına. Yüreğimdeki aşka yol verip, yanık bir şarkıyı Yasmin Levy'nin sesinden dinlemek  üzere, izninizle...



Görsel / Goole İmages


Ilık Esen Yele Yükle Anlamını



Dingin bir ruh:
tenha atımlarda sessiz bir yürek.
Yüzde yansıyan bir ışıltı.
Sabahın erkenine katık edilen hayaller;
bilinmeyen bir eski şehrin
medeniyet katmanlarında 
dolaşırken el(ele)ler,
huzur, hüküm sürüyor sevdalarında.

Ilık bir yel, habercisi beden ürpertisinin;
henüz açık pencereden bile geçmedi,
kokusu lavantaya takıldı
belki, edalı bir hanımelinde salınacak
bir ileri bir geri
ah beklemek!
ne bedbaht bir özveri
ne çilekeş bir hüzün
ne müjdeli bir haberci


Ten; yangın yeri, beklemeye tahammülsüz,
yürekte ağlamaklı sevdasına, yakarıyor adeta:

Sen, ılık esen yele yükle anlamını.
Kırılsın aklımın katılaşmış duvarları.
Belki o zaman dile gelir yüreğimin (z)amansız haykırışları.











fotoğraf / deviantart

27 Ağustos 2010

Kendime Gelmek İçin


Işıldayan bir çift gülüş


Masum bir öpüş




Biliyorum, kendine getirecek yüreğimi.




kendimle fısıltı:

imkansızı istiyorum değil mi?
masum kalmak ve ışıldamak...
ah, yüreğim!
hadi ezberine geri dön,
mevsimin, eylülle kapını aralıyor.
çanlar, ayrılık vaktini çalıyor.


Günler ve Aşk

Fotoğraf


                                           Geçip gidiyor...

Mevsimi geldi hüznümün.
Yakında başlar güneş solmaya ve bulutlar ağlamaya.
Ağaçlar döker üzerinde ne varsa, yalın bir çıplaklıkla selamlar güçlü gövdeleri hayatı.

                                        
                                          Değip gidiyor...

Mevsimi geldi yüreğimin.
Yakında gözlerim dalıp dalıp bakar uzaklara ve yaşlarım akar inci inci.
Gönlümün yorgunluğu ağırlaşır, dilimde bir ayrılık şarkısı beni yarınlara taşır.

                                         Gidiyor...

Zaman beklemiyor.
Sorular hiç durmuyor.
Herşey ama herşey hızlı bir devinim içinde.
Bense; yüreğimin yalın çıplaklığında açıyorum gözlerimi gerçeğe.
Gelip geçiyor bir film şeridi gibi yaşanmışlıklar;
Gelip geçiyor günler
Delip geçiyor aşk







24 Ağustos 2010

Çığlığa Uzat Elini


bir çığlık duyuldu derinden,
günler sonrasıydı
toprak ananın koynundaydı çocuklar
biri çığlık attı
KURTARIN BENİ
henüz vaktim gelmedi

büyümeli çocuklar
şairin de dediği gibi, şeker de yiyebilmeli
eksik kalmamalı
ne defterleri ne de kalemleri

oyunları olmalı oynayacak
yarınlara umutları; onları ayakta tutacak

haydi!
 sen de uzat elini
ister bir kalem ol
ister bir kağıt
becerebiliyorsan, bir umut ol!
tut ellerini















haydi
duy çocukların sesini









yonca

22 Ağustos 2010

Ukala!

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Bir kelime bulamadığın...

Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden.

Susunca, içimizdeki sokakları tura çıkan kelimeleri düşündüm. Aklın arka bahçesinden, yüreğin koridorlarına geçen, koşarken sağdan sola; kırılmaya, kurumaya, taşmaya hazır asker anlara çarpan... ne çok kelime. Ardı ardına sıralayacak parmak hızın olsa, kim bilir neler dökülür uçlarından. Saçlarımı geriye doğru attım, parmaklarım o oldu, kokum o... Donsun istedim zaman, o ve ben, henüz tuvale aktarılamamış bir aşk temasının renkleri olarak kalalım zamanda. Mağrur ve yürekli... Olmadı, zaman beni beklemedi, zaten ne zaman sözüm ona geçti ki, zamana kendimi uydurmaktan başka bir çarem olmadığına göre... uzandım önümde duran kahve fincanına, olağan bir seyirdi benimki: kahve fincanda, fincan sehpada, ben sandalyede, bedenin yönelişi, kahveye doğru. Durdum aniden: bir kalp şekillenmiş üzerinde, bozulsun istemedim, gerisin geriye yaslanıp kapadım gözlerimi. Açtığımda köpük yerini çoktan değiştirmişti. Bir yudum aldım, bir yudum daha. Ne çok sustuk, ne çok kelimesiz kaldık bilmiyorum. Ve ne kadar zaman...

Palmiye ile zakkum arasında ipeksi bir ağ örmüş, kendimce dev örümceğin tuzağını düşündüm. Nereden aklıma geldiğini bulmaya çalışırken bu sefer yolum başka bir çıkmazdaydı. Sene 1942... yaşamadım ki... Neden o dönem olanları okumak, seyretmek beni derinden sarsıyor. Reenkarnasyon... Ruhlar parçalanarak çoğalıyor. Zerre zerre dağılıyor. O yüzden mi hep eksik bir yanımız. Ah kafam... Sustukça konuşan kafam.

Bak oldu işte, diyorum...
Ne oldu, diyor.
Onlarca kelime arasından sana söyleyecek bir tane bile bulamadım.
Ee, buldun ya, diyor.
Neyi,diyorum. Onlarca kelime arasından bana söyleyecek bir tane bile bulamadığını söylerken bile dokuz kelime buldun.
Bir kahkaha patlatıyorum.
Ve hatta ilk üçünü de sayarsak; 12!, diye ekliyor.
Bana bak cadı, sen henüz on yaşındasın ve bence ukalasın!
İyi birşey değil mi, diyor.
Gülüyoruz.
Gözlerindeki pırıltıyı seviyorum. Hiç tükenmese, solmasa...

Koşarak bakkala yöneliyor. Elinde iki kutu ile geri geliyor. Param şekere ve sakıza yetti, diyor. Şekeri kendine saklıyor, sakız benim. Az sonra; değişsek, diyor. Neden, diyorum. Düşündüğüm kadar güzel değilmiş, sevmedim.

Sakızı ona uzatıyorum, kulağımı iç sesime... Seçimlerimiz düşündüğümüz kadar güzel olmadığında, sevmedim deyip, bu kadar kolay değiştirebilir miydik acaba? Ona sakızı uzatmakla doğru mu yapmıştım, hayatın ona bu kadar cömert davranmayacağını söylese miydim?

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Yanındakinin aklını okumak istiyor musun sen de?
Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden. Ama bu sefer o yüzümdeki gülümsemeyi yakaladı.
Meraklanma biliyorum, dedi. Her zaman herşey benim istediğim gibi olmayacak. Ha! Bu arada, sakız güzelmiş.
Ukala, diyorum, biraz yüksek bir sesle.
Gülüyoruz.
Gözlerimizdeki pırıltıyı seviyorum. Yitip gitmese, solmasa, silinmese...
Gözlerine bakıyorum kendi çocuk bakışlarımı yakalıyorum.
Mutluyum!
Ân'ı artık yüreğimin sokaklarında bir cafede aldı yerini. Hemen yanı başında çok da yüksek olmayan ferforje bir sokak lambası, güneş renginde yanıyor. Bir deniz esintisinin uzaklığında, beyaza boyalı bir dünya; civit mavisi iki küçük saksıda fesleğen kokusu.
Hâlâ burnumda...













19 Ağustos 2010

Sırt Çantamda İzlenimler

Bir yolculuk öncesinin tatlı telaşı, çakan şimşeklerin sonucu düşen yıldırım ve kesintisiz beş saat süren karanlık... bekleyiş... An gelince sırta vurup da çantayı yola düşmek... Gecenin karanlığını delip gelen her ışıkta bir heves yola yöneliş... Çimlerin üzerinde dinlenen müzik ve kurulan hayaller, gülümseyen bir çift göz, kıpır kıpır bir yürek.

***
Yol boyu uyuyanların sessizliğine karışan Başka Dilde Bir Aşk, ve Onur'un sessizliği ve Zeynep'in kelimeleri, ve Kamuran'ın dizeleri... Ötekileştirmeden kendini ve yalnızlaştırmadan yüreğini, yaşamak. Sabahın ilk ışıklarına kadar, üzerine düşünülen başka başka dillerde yaşanmış aşklar, mücadeleler, yengiler ve yenilgiler...


***
Hasretin vuslata dönüşmesi... Sarılan kollar, biriken anların heyecanlı dışa vurumları, göz göze gelince paylaşmak üzere saklanan süprizli söylemler, sıralı sırasız paylaşılan yaşanmışlıklar... Her anında birbirini kovalayan kelimeler, cümleler... Her anında çoşku, mutluluk, heyecan. Planlar, planlar, planlar... yarına, ertesi güne ve daha sonrasına...

***
Sonsuz mavinin ortasında, ağırlıksız ortamda akla üşüşenler, sırtını verip koyu maviye, gözlerini dikip daha açığına; arınmalar, hafiflemeler... sığınmalar sonsuzluğuna, yitip gitmeler sularında. Güneşi yolculayıp, ertesinde tekrar selamlamak serinleten tuzlu sularda.

***
Bin yıldızlı çimlerin kucaklayan serinliğinde, yalnızlığın derinliğinde, her verdiğin nefeste içinde birikenleri salıp kaymasını izlemek gökkubbede ve derin çok derin nefesler alıp, güzellikleri, iyilikleri ve en şahanesinden şimdileri yaşattığı için şükretmek yukarıdan seni seyredene.

***
1942 Soykırımında, "Vel' d' hivve", de beklemek geri dönüşü... "Camp de Noe" ve "Camp de Vernet" de çocuk olmak cebinde bir anahtarın ağırlığında. “Zakhor, Al Tichkah. – Hatırla; asla unutma.” (*) dedikçe, okumak ve unutamamak olanları...    1915 Techir'de asker olmak... Bir konakta yaşamak, ve evin hanımı olmak. Kumayı anlamak ve kabul etmek sunulan yaşamı. Suyuyla/yaşamıyla oynanmış, onuru kırılmış bir ırmak; bir Hint fakiri kadar ince, onun kadar yoksul görünüşlü, onun gibi dünya üstüne çok şey bilen Asi…(*) de yıkamak yüzünü. Tanışmak yepyeni kelimelerle, hallerle, duygularla...  Karışmak kendinde, çözülmek ve çözmek kendindekileri...

***
Bir annenin çocuğuna feryadında, bir yaşında bir çocuğun annesini arayışında bulmak, hayatın pamuk ipliğini. Ve sıkı sıkı tutunmak şimdiye... yanındakilere, en çok da yüreğindekilere... yer ettikleri için derinlerinde.

***
Güzeldi velhasıl, çok güzel! İliklerine kadar dinlenmekti, dinlemekti kendini. Kapıp koy vermekti duygularını, biriktirmekti özlemlerini, salıvermekti acıyan, kanatan düşüncelerini. Çoğalmaktı, çokça çoğaltmak... sevgiyi, aşkı, umudu... Dedim ya, güzeldi. İyi ki diyecek kadar...



(*) Kitapdan alıntıdır. / Tanıtım bülteninden alıntıdır.

17 Ağustos 2010

Uykuyu Paylaşmak

"Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini,
uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)" (*)





Sen karşıma çıktığında, uykusuz gecelerimin tek sığınağı olan limanıma vuruyordu; gecenin siyaha çalan koyuluğunda derin lacivert dalgalar, büyüktüler ve korkunç; yutmaya hazırlanan bir yürek oburun çakmak çakmak gözleri kadar parlaktı yıldızlar; birer siyah inci. İhanet, kıtlıktan çıkmış bir sürüngenin açlığında; her yanımı saran şefkat duygusunu yiyip bitirmişti bir kaç zaman önce. Yüreğimin sanrısıydı hissettiğim şey; ölmek, eşti benim sözlüğümde ihanete... Yani anlayacağın, son nefesimdeydim ben, sen beni bulduğun gece.

Ölüm, bir pençesi kalmış bir dağ kedisinin insafındaydı, açlığında ve tıslamasında. Yakındı yüzüme... Soluğu bir rüzgar gibi yalıyordu, pençe pençe. Gözlerimin derinindeki korkuyu bir ele geçirse, oracıkta; son nefes, oracıkta son, oracıkta yokluk ve sonsuz evren. Oracıkta, bütün gözlerden, yüreklerden ırak, oracıkta koskoca bir boşluk duygusu, ölüm!

Dehlizinde kaybolmak kendinin, nedir bilir misin? Ne zordur nefes almak, ve hatta ürkmek kendi nefes alışından. Çoğalmasın diye irkildiğinden nefessiz kalmak ve derin, ve derin ve çok derin nefes almak ve boğulmaya ramak kaldığın için yutkunmak kendi tükürüğünde.

Tir tir titreyen bedenimi, yüreğinin gücüyle kavramaya hazırlanan avuçlarına bıraktığımda, sarılıp uyumak değildi aklımı kaçırmama sebep. Onurundan vazgeçmiş bir kadının, teslimiyetiydi yüzümdeki şehvet. İrinler taşan oyulmuş bir yara: sırtımda kürdan kalınlığında açılmış inanç/sızlığımla, sızıyor, sızım sızım sızlıyordu belki de. O gece, ne yaralarımı gördün kendime derin, ne şehvetimi kendimde sahte. Sen baktın sadece görür gibi yüreğimi gözlerimde; öyle derin, öyle kahverengi, öyle uçsuz, öyle bucaksız, öyle sımsıcak. İçimin derinlerindeki kuytulara gizlenmiş bir duygu çıkarıverdi başını, hemen gerisin geriye döndü saklı karanlığına, ya göründüysem telaşlarında bir saklambaç oyuncusu: sevgi.

Annesini; avcının parıltılar saçan kurşunlarından ikisi ile az önce yitirmiş, ulu ağaçların karanlığında, yamacına yıldırım düşmüş, kaybolmuş  bir ceylan ürkekliğinde kısılan gözlerimdeki bir damla yaşa dokunuşunda gizlenen bir arzu... asla, çiftleşme isteği değildi. Gözlerinin kahve değirmeninde saklı kokusuydu tenime sinen bakışların; sessizliğinde gizlenmiş bir çığlık: Uyu benimle, tenin tenime gebe kalsın; aşk doğsun sabahımızın güneşine... Akkor doğdu o sabahın güneşi, o sabah dehlizlerime giren sularının parlaklığındaydı yaşam, her ton turuncu alabildiğine...Bastıra bastıra nefes verirken sen nefesime; sevgindi duyumsadığım. Bir kitabın altı çizilmiş cümlesinde saklı kalan aşktı sunduğun, iyi ki...  

Haydi kapa gözlerini şimdi.




* Milan Kundera / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

05 Ağustos 2010

Sırt Çantamda Aşk



hangisi daha iyi gelir insana
deniz kum güneş
ya da
bir doz aşk

hafifletir
dinlendirir
gülümsetir
serinletir
güzelleştirir
hangisi



yüreğimin ateşinde
gidiyorum çeşmenin güneşine
çok değil
bir on gün sonra dönerim
içimde aşkın çoşkusu
tenimde egenin tuzu ile

sırt çantamda
iki elbise, biri askılı, ince
üç tişört, biri siyah sadece
iki şort, biri kısa epeyce
bir not defteri, kapağı kumaştan, pembe
bir kalem, tükenmeyen, en içten kelimelere gebe

bir çift yürek, aşkın en kırmızısı
bir fotoğraf makinası, an mıhlayıcısı
bir mp4, günbatımı tınısı

gidiyoruz
denize
kuma
güneşe

çıplak ayak yüreyeceğiz
turuncuya
beje
maviye
sonsuza

aşka
aşkla




--------------------------

fotoğraflar
deviantart ve google image


04 Ağustos 2010

Unut(ma)maktır Aşk

Forget Me Not




Söylesene bana; hangi düş gerçek gibi,
hangi gerçek düş gibi yaşanır aşktan başka.

Hangi duygu çıplak, savunmasız ve hesapsız bırakır
öncesi ve sonrasında.

Aşka inananların gerçekleri düş gibidir,
düşleri imkansız gerçeklere gebe.

Ki o aşk;
harfleri, kelimeleri, cümleleri kaybettirir adama,
unutursun,
hatta unuttuğunu bile unutursun zamanla.

Ta ki, bir an çıkana kadar karşına...
Çıkmaz deme, çıkar, mutlaka! 

Aşkın içinde her duygudan, her andan bir doz vardır,
ve bütün bu dozların toplamınca,
unut(ma)maktır aşk...






03 Ağustos 2010

Karmaşık, Çapraşık, Düzensiz, Eğri


Sabah ezanı okunduğunda,  son kadeh de yerini aldı masada.
Rakıya buz kalmadıydı... Geceye uyku o anda.

Sımsıcak ayın gölgesinde,
Yumuşak bir rüzgar; sarının soğukluğunda; esti, geçti.
Koyu turuncu havada,
 ağırlığınca asılı koca lacivert bulutların gölgesinde
akılda kalacak, bir öpüştü; biraz nemli.

Yağmur yağsa yeşil mesela, şu saatten sonra ne yazar,
kalem hüzünden başka, diye düşündü kadın.

Bulutun ardına saklanmış güneş, ay henüz çekilmemiş kuytusuna,
garip bir düello öncesinde güneş ve ay.
Kırmızı bir sevda dönüp ardını kıyılara, uzaklaşıyorken, ağır, aksak;
yürekte bir iz bıraktı: damla damla .
Güneş de ay da kalakaldı kendi tenhalığında.
Sessizce terk etti biri diğerine göğü.
Saygıyla.

Kangren olurdu yaşam, sırası gelen sahnede yerini almasa.
Diğeri bırakmasa! 


Bir ayrılık en çok ne zaman can yakar bilir misin?
diye sordu adam; cevabı bakışlarında :

gece hasretle sabahına kavuştuğu o ilk anda,
ay ışığını kaybettiği, güneş kendini ifade edemediği o yarı aydınlığın ortasında.
Ay içinde saklanmış ne varsa, bir ipin ucundan tutar ve gelir gerisi,
çorabın sökülmesi gibi.
Güneş, yakar turuncu bir kibritle, ayın oltasında takılı kalan gerçeği.
Bir yangın çıkar yürekte, külün en gri tonunda
yağar an içine içine, ağlamak dersin sen buna.

Ne çok sevdim seni ben...  Hatırlar mısın?
Ne çok dedi adam, koyu kahverengi sesi
yankılandı bir baykuşun kanat seslerinde, çığlık çığlığa.

Yeniden çizip geçmeseydik yaralarımızın üstünden,
yeniden acıtmasaydık avuçlarımızdaki çıplak yürekleri
rakıya buz da bulunurdu, geceye uyku da, dedi kadın
belli belirsizdi adamın yüreğine değdiğinde sesi.
Bir kumrunun bakışına saklanmış hüznü, karşı çatıların üzerinden sessizce uçup geçti.









Farkındayım, ağır, aksak, damlayan bir yazı bu. Derdini anlatmaktan çok, kusan.... Sıralı değil sözleri, belki kelimelerin yeri bile yalan yanlış. Kafası karışmış bir çocuk gibi... Ağzından çıkanı duymayan bir yetişkin gibi... Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri...

Belki bir mektuptur aslında sana yazılan, bir vedanın kendini değişik kelimelerle resmedişidir, kimbilir: Bir tuvalde hiç görülmemiş bir renk, balta girmemiş ormanlarda tesadüfen keşfedilmiş yepyeni bir canlı, yüzyıllar öncesinden gelen toprakla kaplı bir sarnıç.

Okudukça için burkuluyorsa, duyguların karışıyorsa mesela, belki de amacına ulaşmış bir yazıdır bu.  Şiir ya da mektup olması neyi değiştirir ki...  Ne olduğu gibi görünüyor ki, ne olması gerektiği gibi oluyor söylesene.  Şekil midir, belirleyici...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, kafan giderek karışıyorsa, kafamın yansımasıdır belki de gördüklerin.  Netleşiyordur yani herşey, yansımada... İçim yansıyordur içine, hiç düşündün mü?

Çıplaklık, tensel midir? Ya tinsel çıplaklığımı sözlerinin önüne sermekse soyunmaktaki amacım; kelime kelime, hece hece, cümle cümle soyunup, çırılçıplak bırakmaksa inançsızlığımı aklının yargısında. Sevda inançta saklı tutar ya gizemini, hani karalığını bulur ya o gizemin derinlerinde... Yoksa sevdanın karalığını belirleyen karşılığındaki aklık mıdır? Kara bir sevdaya tutuşsa yürek, yangınında mı bulur anlamını, yoksa külünde mi? Bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek kadar güçlü değilse anlar, yaşanan aşk mıdır? Bir soru nasıl da soruları doğuruyor kendi içimde, bir batında dokuz yavru doğuran dişi bir köpeğin sancıları kıvrandırıyor beni. Sere serpe bir doğum sancısı bu: kıvranıyorum, sürenerek yüreğimin içinde. Ölü bir doğumsa beklenen, yırtar göğü çığlıklarım, duyduğun vakit sakın korkma.

Yoksa aşk gibi gözüken bir düş müdür üzerine yazılan herşey. Çıplak bir aşkın gerçekliğiyse yürekleri yakan, içindeki olmazlarsa, dışındaki olurlara inat, savaşmaksa içindekilerle, çıkan yangını söndürmek yerine, körüklemekse ne varsa elde avuçta... Yoksa düş gibi gözüken bir aşk mıdır üzerine yazılan herşey. Kurulmuş bir düşün hayalciliğiyse yüreği yakan, kurgusundaki olurlarsa, gerçekliğindeki olmazlara inat, tutunmaksa ya olursalara inatla, yüzleşmek istemekse gerçekle, çıkan yangını söndürmekse aklın ilk sözünde...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, yüreğin giderek karışıyorsa, yüreğimin yansımasıdır belki de anladıkların. Netleşiyordur yani herşey, yansımada... Yüreğim yansıyordur yüreğine, hiç düşündün mü?

Bunlar da nereden çıktı şimdi deme, giderken bıraktığın; ağır, aksak, damlayan ve kül kokan kelimelerinden, ancak bunları yazabildi yüreğim, yangının ortasından çekip de çıkarttığım sevdanın üzerine, kustu belki de...  



28 Temmuz 2010

İki / 2

two coffees please









Özlemişim biliyor musun...



Akşam serinliği çıplak omuzlarıma vurduğunda, bir elimde elin, diğerinde şarabım seninle sohbet etmeyi... Çocukların geceye inat top sahasındaki neşeli kahkahalarına eşlik eden, iç çekmelerimi... Ayağımı uzatıp yarı çıplak bacaklarımı masanın uzun örtüsü ile örtmeyi... Sen; elin rahat durmadığında rüzgara bulup bahaneyi üşüdün mü diye sorarken bana, elinin tenimde gezinmesini... Özlemişim biliyor musun gece yatağa girdiğimde sol yanımda olmanı. Göğsünde uyumayı... Sarıp sarmalamanı... Gece yarısı yangınlarını... Sabah uyandırmak için dudağıma kondurduğun o şefkatli öpüşleri... Özlemişim kokunu içime çekerek kulağına fısıldamalarımı... Salaş bir barın o en kalabalığında gözlerin gözlerime değdiğinde aynı bedende atan tek bir yürek olmayı... Yüreğim yüreğine attığında fark ettim ki; özlemişim senli benli bir hayatı... İyi ki geldin...


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

27 Temmuz 2010

Zorlama / k



mimoza



Bir mimoza ağladı bu sabah
Sarıydı gözyaşı
Bir bulut geçti üstümüzden
Tek kanatlı mavi bir umuttu taşıdığı
Bir sardunyanın dalından koptu bir yaprak
Acı yeşildi, havaya değdi kokusu

Kader dedi bir ses...
Kaderi fazla zorlamamak gerek.
Bir kuş düş-tü, yeni doğmuş
kanadı kırıktı
gözyaşı sarı
acı yeşildi kokusu

maviydi gözleri
ileri baktı
çok ileri
titretti yürekleri
umuttu adı





26 Temmuz 2010

KESKİN VİRAJ


Gecenin sessizliğinden aldığı keyif; cama vuran ağaç dallarının çıkarttığı korkunç sesin, rüzgarın uğultusuna karışıp, korku filmlerinin sisli ve etrafın pek seçilemediği yarı karanlık ortamında, her an bir şey olacak ürpertisini besleyen müziğe dönüşmesi ile, yerini, endişeye bırakmıştı. Rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girip, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oluyordu.

Veya kadın, bütün bunları kendi iç dünyasında yaratıyor ve az sonra tamamlamayı umduğu senaryo öyküsü için gerekli olan imgesel anlatımı kafasında canlandırıyordu. Ne gerek varsa...

Terasa çıktı. Rüzgarın saçlarına ve sigarasının dumanına sırnaşmasından hoşnut olmasa da, bir kaç dakika nefes almaya ihtiyacı vardı. Odaya geri döndüğünde, masaya yaklaştı. Okuduğu bir yazar değildi, neden aklına onun sözleri geldi bilemedi. Nerede okumuş olacağının üzerinde bile durmadı. Önündeki onca karalama kağıdından, en az buruşmuş olanı aldı ve bir köşesine, aklında kalanı kadarıyla, sonrasında kendi bile okumakta zorlanacağı bir kargacık burgacıklıkla yazıverdi.

"Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilemeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi... Sönen tısımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya..." (*)

Cam kenarında duran, geçmiş zaman anıları yüklü sallanan koltuğuna oturdu. Cama hızla yaklaşan dalın karartısında, eğiverdi başını koltuğa. Vuivvvvv... Yepyeni bir rüzgar, keskin bir virajı daha alıp, kayboldu salonun kapısından öte bir yerde, az sonra korkunç bir patlama sesi ve şangırtı duyuldu. Yerinden fırlayıp arka odaya yöneldiğinde, cam kırıklarını fark etti. Kapının şiddetle çarpmasından; tam ortasında, bir zerafetin temsili gibi duran cam, kırılmıştı. Cam kırıkları dedi... Can kırıkları çınladı yüreğinin duvarlarında. Sanki zamanıymış gibi aklının uçuşmasının, kanatlar takıp her bir düşe uçup uzaklara konmayı planlarken, kırılmış kanatlar taşımadı, düşüverdi bedeni cam kırıklarının üzerine. Kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun kafası halen, yazmakta olduğu senaryo hikayesindeydi. Neden kare kare, sanki bir senaryo yazıyormuş gibi sahneyi detaylandıracak tasvirlere ihtiyaç duyuyordu ki... Senaryonun derdini üç aşağı beş yukarı anlatacak, kahrolası düz bir metne ihtiyacı vardı. Öykünün kurgusu belliydi. Kahramanlar kafasındaydı. Sadece kahrolası düz bir metin yazacaktı. Ne gerek vardı, kana, cama, gereksiz detaylardı herbiri.

Kırık camları özenle topladı. Çalışma masasının lambasını koltuğun kenarından aldı, masanın üzerine koyup, kendine masada yeniden bir düzen oluşturdu. Yazdığı not kağıtlarını ortalığa saçıp, numaraları takip edecek bir düzen içinde bir kez daha yerleştirirken, gözü kırmızı renkle yazılmış bir başka detaya takıldı. 

Birşeyi korumuyorsan onu hak etmiyorsundur (**)

Koruyamadığı için mi hak etmemişti, yoksa hak etmediği için mi koruyamamıştı. Yüreğinin gitmelerine dur demesi gerekti. Oysa o, ne bileyim belki de, yazmak istemediğinden aslında, oyalanacak onca şeyin arasında, kendini en çok kaptırıp da zamanı tüketecek olana meylediyordu: Ona... Onun rüzgarına, o aşkın yarattığı girdaplara, can kırıklarına, en son giderken ardında bıraktığı kırık dökük kelimelere... Tamamlanamamış, ucu açık cümlelere... Yarım yamalak sevgiyle, şehvetin birbirine karıştığı dokunuşlara. Az önceki kırılmanın şiddeti ile kendine gelmesi gerekirken; rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına geldikleri,  stockholm sendromunun eteklerinde geziyordu adeta. Yoksa çoktan dibe varmıştı da, kendini tutsak ettiği aşkından sığrılamaz, onu yaşamla kendi arasında bir bağ, köprü olarak gördüğünü... Of ne saçmalıyordu, bir senaryo öyküsü yazmalıydı. Bunları düşünmenin, kendiyle hesaplaşmanın hiç de sırası değildi...

Kendi senaryosunu yazdığı için mi, öyküsünü yazamıyordu. Her bir detay, her bir viraj... Bir an durdu; pencereden dışarıyı seyreden kendini, dışarıdan bir üçüncü göz gibi seyretmeye başladı. Kendiyle hesaplaşan kendinin, kendini acıtmasını bir ritüel gibi kutsadığını fark etti. Aydınlanma... Ne saçmalıyordu. Kim kendini, kendi dışına çıkıp da seyredebilirdi ki... Kim kendini bu kadar net görüp de, kendiyle barışık olabilirdi ki... Kim kendinden bu kadar bağımsız kendini yaratıp da... Of... Sıkışıp kaldığı duvarları yıkmak, kendindeki suçlu benlerinin elini kolunu bağlamak, sonra bir bahane ile özgür bırakmak kendini... Evet, sanki yapmak istediği tam da buydu. Acımasız bir hesaplaşma.

Herkes, insan kusurudur sonunda; yapıcı, mantıklı ve eninde sonunda kendini mutlaka düze çıkaracak cümleyi kurar ve yüksek sesle kendine söylerdi ki; inandırıcı olabilsin ve özgür kalsın bütün benleri... Kendinin benlerinde kaybolmak ve çıkmak yeniden sonsuz maviye, bulutsu bir pürüssüzlüğün pamuk kıvamında kollarında uyanmak yeniden, bir sabah erkenden ve ışıldamak, sanki o benler hiç senin olmamış gibi... Ah! karanlık, ah! içimin derinlerinde, bir suçlu gibi mahkum sonsuz iyilik, suçun bile ispatlanamadı ki senin: gel beni kurtar kendimden, zaman varken.

Pencereden uzaklaşırken, rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girdi, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oldu. Bu öyküde, mum kendisiydi, rüzgar onu ilk gördüğünde hissettikleri, kırmızı araba o, keskin viraj aşk! Öyküyü kurgulamak için ihtiyaç duyduğu her ayrıntı, iç sesiyle kavgası... Yazabildiği her kelime, dışa vurumu iyiliğinin... Kurabildiği her cümle, tam bir saçmalık, kendine inanmayı isteyen zavallı bir kaybedenin, son çırpınışları.

Pencere pervazı öyle bir sarsıldı ki, deprem olduğunu fark edemeyen kadın, elinde kalemi, yıkılan duvarlarının, kırılan yüreğinin altında ezilip kalan bedenine yapılan her müdahalede, biraz daha nefessiz kaldı. Kendi ölümünü hazırlayan, kendinin ölümcül beni, aşk, kendini rehin almıştı. Kadın bir aşk uğruna ölümü göze alan bir adamın hayatta kalma hikayesini anlatabilmeyi istemişti. Kendi kendini yiyip bitirmeseydi, güzel bir senaryo için güzel bir başlangıç yapabilecekti. Yıkıntılar arasında bulunan bedenindeki kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun yüreği  yaşayamadığı aşk hikayesinde atıyordu halen... Son nefeste, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi duyuldu ve karardı sahne. Salondaki herkes ayaktaydı.



Fotoğraf
(*) Çetin Altan
(**) 'Firefiles In The Garden' filminden



24 Temmuz 2010

Küçüçük Mutluluklar




Bir sabah uyandığınızda biraz da kafanız karışıksa yaşama dair...
Dolanırsınız kendi çıkmaz sokaklarınızda.
 Tam vazgeçip herşeyden dönerken şimdinizde sizi bekleyen sıkışmış kendinize;
Bir mektup bulursunuz zamanında yazılan,
Sonra bir fotoğrafa denk gelirsiniz içinizi çoşturan.
Mektubu okurken ki çokluğunuz,
Fotoğrafı çekerkenki yalnızlığınızla meşk ededursun
Küçüçük bir fıçının içinden sonsuz mucizeler doğuran sihirbaza döner yüreğiniz aniden.
Mutlulukla gülümseyen kendinizdir artık şimdinizde sizi karşılayan.


Gününüz güsel olsun efendim...
Gözlerinizden öperim.