Paulo Coelho’yu 1990’larda Simyacı ile tanımıştım ve hemen arkasından Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’ı okumuştum. Neden bilmem etkilendiğim halde takipçisi olduğum bir yazara dönüşmedi. 2006 yılı hayatımın akışının değiştiği bir yıl olacaktı, ben henüz ocak ayında bunun farkında olmamakla birlikte aralık ayına geldiğimde gerçekle yüzleşmek için güzel bir tarih seçmiştim: 25 Aralık…
Zahir dilini bilmediğim bir ülkeye bir kez daha denemek üzere yola çıkarken her zaman kitap aldığım dükkandaki çok satanların köşesindeydi. Bana bakıyordu. Simyacının etkisi ile hatrıma gelen Paulo Coelho’nun kitabını elime aldığımda – her zaman yaptığım gibi – önce kitap arkasını okudum.
Bilmediğim bir kitapsa, sonrasında mutlaka şöyle hızlı bir göz geçirme ile yakaladığım cümlelerin beni alıp götürüşüne göre almaya karar veririm. Eğer belli bir kitabı alma niyeti ile gittiysem de davranışı farklı olur tabi ki…
Zahir için kitabın arkasındaki; italik times new roman karakteri ile yazılmış 4 satır, kitabı alınacaklar çantasına atmam için yeterli olmuştu:
‘Seni kendimden bile daha çok seviyorum.’ Bunu söylersem kendimle barış içinde yaşayabilirim; çünkü bu aşk beni rehin aldı.
Zahir, Jorge Louis Borges`in ünlü bir hikayesi aslında. Söyleşisinde okuduğuma göre, sadece adından çok etkilenmiş Coelho… Bense ‘çünkü bu aşk beni rehin aldı’ ya takılıp kalmıştım. O dönemki ruh halimin; yaklaşık 11 yıl süren bir aşk hikayesinde rehine rolünü üstlenmem ve kendi durduğum yerden baktığım da beni derinden sarsan, hem mutluluk, hem mutsuzluk anlamında, bu aşk hikayesinin öznesinin: Seni kendimden bile daha çok seviyorum” olduğunu fark edemeyecek kadar karmaşık olması ve ‘ben’den ötürü ‘sen’in varlığının yüceltildiği bir nefes alma halini algılayabilmesi mümkün değildi.
Kahramanın çok sevdiği karısının ortadan kayboluşu ile başlayan; Fransa’dan Orta Asya’ya uzayan yolculuğunun “iç yolculuğa” dönüşen satırlarında kayboluşumu benzer bir yolculuğa Bursa’da başlayıp Afrika Kıtasının dilini bile bilmediğim bir ülkesindeki kayboluşuma eş değer tutuşumda tahmin edeceğiniz üzere; erkek kahramanla kendini özdeşleştiren bir sevda yolcusuyken ben; Zahir elimdeydi...
Kitaba adını veren Zahir`in Buenos Aires`te 20 centavo değerinde çok rastlanan bir para olması zahirin kaburgasını oluşturan; aşkta rehin olma durumuna gönderme olma olasılığı nedir bilemem ama TDK sözlüğünde 'açık, belli, dış yüz, görünüş' ile kısıtlanan zahirin, öyle hafife alınacak bir kavram olmadığı da aşikar sanki… Zahir bu romanda takıntıya - ki bilenler bilir bir önceki blogum Evrenin Takıntılı Dünyası idi – vurgu yapıyor ve bu hali ile; bilinenin ötesinde, hani görünen, var olan halinden farklı bir algıyla Zahir’i okumama neden olucağını takdir edersiniz herhalde. Takıntılı olma halimin uzunca bir roman olacak anlatımlarını parça parça yazılarımda bulmanız mümkün kuşkusuz ama takıntının o esir olma haline dönüşme sürecinin kolay anlatılabilir bir iç hesaplaşma olacağından çok da emin değilim… Belki biraz daha büyüyünce…
Dönelim Coelho’nun Zahir’ine…
Birbirini seven, ihtiyaçları olan her şeye sahip, ama birbirleriyle artık konuşamayan bir çiftin hayatla kavgacı olan erkek kahramanıydım ben. Ve evet kavga ettim ben; adam için; adamla evlenmek için, adamla onun istediği gibi yaşamak için, adamla denemek, bir daha denemek ve bir kez daha denemek için, sonrasında bitirmek için… İşte Zahir tam da o denemelerin orta yerinde o kapak arkası tek bir cümlesiyle esir etmişti beni kendine. Akıcı olmayan bir dilde, yayınevinin özensiz baskısı sonucunda okumamak için defalarca elden bırakılacak ki tanıdığım ve okurluğuna inandıklarımın okuyamadık biz o kitabı demelerine inat ben 2 günde bitirmiştim. Roman; sıkıcı diyalogları, zorlama kurguları ve araya zorla sıkıştırılan mistik öğeleri ile okunamaz bir iteklemeye sürüklüyor gerçekten de okuyucuyu hele de benim gibi bir ruh halinde değilseniz – tavsiye edilmezler listesine bile girebilir kitap…
`Kaybedecek daha fazla bir şeyim kalmadığında, bana her şeyi verdiler. Ben olmayı bıraktığımda kendimi buldum. Rezil olduğumda ve hala yürümeye devam ettiğimde, kendi kaderimi seçmekte özgür olduğumu anladım. Belki de, bende yanlış olan bir şey var, bilmiyorum, belki evliliğim biterken bile anlamadığım bir düştü. Bütün bildiğim, onsuz yaşayabildiğim halde, hala onu yeniden görmek, birlikteyken hiç söylemediğim şeyleri söylemek istediğim: Seni kendimden bile daha çok seviyorum. Eğer bunu söyleyebilirsem, o zaman kendimle barış içinde yaşamayı sürdürebilirim, çünkü bu aşk beni rehin aldı…. `
Bu paragrafın altını kaç kez çizdim bilmiyorum… Kaç kez okudum dönüp dönüp… Sevgiye bürünmüş sevgisizliklerle karşılaşmak bir iç yolculuktaki en büyük hayal kırıklıkları; kabul… Ama bu yolculuğa hiç çıkmamak, sevgisizlikle örülmüş kozalardan hiç çıkamamak demek ki, roman tatmin etmeyen sonunda; o yolculuğa çıkmanın insanın kendi sevgi ve sevgisizlik hallerini resmetmesi gerektiğine vurgu yapıyor ki dediğim gibi bu benim ruh halimin o yolculuğa denk düşer zamanları için iyi bir tesadüftü… Yoksa tesadüf diye bir şey yok muydu?
Amaca ulaşmada yolun önemini hatırlatan bu romandan sonra hayatta ne istediğimi sorgular bulmuştum kendimi… Ve amacımın içinde olduğum halde o amaca beni götüren yoldan ne keyif almıştım ne de keyif almaktaydım o anda. Oysa amaca giden yolda yaşama sevincini, dokunmayı, konuşmayı, hissetmeyi, hayal kurmayı, duyarlı olmayı, farkında olmayı bir kenara bırakmamak gerekiyor… Amaca ulaşılmasa da yolun kattıklarından alınan lezzet, o yaşamdan alınan zevki katlıyor kendi içinde…
Ne mi kaldı bu romandan: Aşk; tüm hesaplaşmalardan, amaca odaklanmadan bağımsız geliştiğinde ve bir sonlanma halinin resmedilmediği durumlarda bir anlam buluyor kendine ve esir etmiyor birini yek diğerine…