14 Eylül 2009

BUĞDAYDI DUYGULARIM


Önce çukur bir taş buldum, doldurdum duygularımı içine özenle...

Sonra onları ezebilecek yuvarlak kırıcı taşlar buldum, boy boy cümleler kurup ezdim duygularımı; birini diğerinden ayırmadım o anda...

Yüreğime gelen ne varsa, ne neyi çağrıştırıyorsa koydum içine; bir bir ezdim...

Eski çağlardan kalma bir yöntemle, aş ettim kendimi kendime, kendi ellerimle...

Sonra da bir güzel yedim bitirdim...



İÇİMDEKİ BENLER


Uzaklara gitmek istiyorum
Çok uzaklara...

Ve
Yüreğimdeki tüm duygularla birlikte
İçimdeki bütün benleri yakmak...

13 Eylül 2009

YÜREĞİN ÖYLE GÜZEL Kİ...





Senin gücün karşısında eziliyorum biliyor musun?

Sen öyle hayata sımsıkı sarıldığında ve gülümseyebildiğinde her defasında, utanıyorum ufacık yüklerimin ağır gelmesinden omuzlarıma.

Küçücük bir mutluluğun senin dünyanda yarattığı o çoşkuyu görüyorum da kendi büyük sevinçlerimin içine saklanmış hüzünlere öfkeleniyorum fark ettiğim her defasında.

Senin umudun karşısında eziliyorum ben biliyor musun?

Sen inançla sarıldığında yarınlara ve kahkaha atabildiğinde sadece gülümsenebilecek bir olaya, ben durup durup yakınmalarıma şaşıyorum içten içe bir kızgınlıkla.

Seni hiç tanımadığım halde, gözlerimin içine bakıp "sevdim seni" derkenki içtenliğine aşık oluyorum adeta.

O güne kadar aşka bir tarifim vardı elbet ama artık senin hayata bakışındaki pırıltının gerçek aşk olabiliceğini düşünüyorum; kendimi yalnız, çaresiz ve terk edilmiş hissettiğim zamanlarda.


BAZEN NE YAPMALI İNSAN


Bazı sabahlar umutla kalkmalı yataktan, uyandığında mesela gülümsemeli insan ya da heyecanla güne başlamalı ama telaşlanmadan...

Bazı sabahlar gülümseyerek kalkmalı yataktan, uyandığında mesela umutlu olmalı insan ya da heyecanla güne başlamalı ama telaşlanmadan...

Bazı sabahlar heyecanla kalkmalı yataktan, uyandığında mesela telaşlı olmalı insan ya da gülümseyerek başlamalı ama umutlanmadan...




Bazı sabahlar kalkmamalı yataktan, sabahın serinliğinde; sarmaş dolaş, mırıl mırıl, kıvrım kıvrım, telaşsız, heyecanlı, umutlu ve kocaman bir gülümsemeyle bakmalı insan, gözünden yaş gelinceye kadar mutlu olmalı...



Bazı sabahlar kalkmalı yataktan, sabahın serinliğinde; oynaşmalı her eşikte, evin her köşesinde, heyecanla ama telaşlanmadan; güne başlamalı içinde bir umutla; yüzünde bir gülümseme hiç eksik olmamalı gün boyunca...

Bazen akışına bırakmalı insan, tembelleşmeli olabildiğince, içinden geldiğince, içinde olmalı ona sunulanın, güzellikleri görmeli sadece ve umutla bakabilmeli bir ertesi güne; biraz telaşlı, biraz heyecanlı ve belki de yüzünden hiç eksilmeyecek bir gülümseme ile...


Sevgiyle...

12 Eylül 2009

SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___5


Elimi bırakmayacağını bilsem de...

Diğer elindekini bırakamayacağın bir an gelecek mutlaka... Çünkü bazen tek elle kurtaramayacağın kadar zorlu bir noktada olabilir elindeki ve sen iki elinle birden sarılmak isteyebilirsin, kurtarmak adına...

Sakın merak etme, bir seçim yapman gerekmez böyle bir durumda...
Ben anlar ve kayarım ellerinden sessizce
Sen durduğun yerden vazgeçme diye...
Sevmek bazen vazgeçmektir ya, kendinden bile...

YAZILANI YORDUM - 6



yalnızlık en çok geceleri çöker yüreğime
bilmem sabah gün ağırınca nereye kaçar gizlenir
ama yalnızlık;
en çok geceleri çöker yüreğime,
bir de sensizliğin de hali...
"sende kaldı yüreğim"






_______________________________



Fotoğraf / Cold© Tressie Davis

11 Eylül 2009

SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___4


sözcükler düğümlenip kalır ya boğazına,
hani çıkmaz ya yüreğinden kelimeler.
dizilmezler ya sırasıyla,
sadece saçılırlar,
sadece dağılırlar,
sadece kırılırlar ya param parça...

sen şimdi cümlemi yeniden kurmak isteyeceksin
kuramasan da canın sağolsun
ben kurabildiğin cümle ile yetinmesini bilirim
fazlasında gözüm olmadı benim







SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___3


Yanılsam...
Acımasam...
Acıtmasam yüreğimi daha fazla...
Sadece gidebilsem...
Bir şey sormasan...
Çok şey anlasan...
Ben sadece ağlasam...

NEREDE, NE ZAMAN BİLEMEDİM...


Şaşırıyor insan; bir doğa felaketini içilen içkilerle bağdaştıranlar olunca ve bir başkasını dini vecibelerin yerine getirilmeyişine bağladığında ama insan en çok insanlığın nerede ve ne zaman kaybedildiği sorusuna cevap ararken şaşırıyor galiba...




Dün akşam iftara gittik. Ben oruç tutmadığım için gelmiyeyim dedim, illa gel dediler. Gittim elbet, davete icabet etmek gerekirdi; öyle öğrendik. Herkesle birlikte bekledim: Sosyalleşmenin keyfini sürdüm. Herkes birbirine, Allah kabul etisn dedi ve hurmalar, zeytinlerle iftariyelik tabağını silip süpürdü. Yemeğin sonlarına gelmemiştik ki, yanımda oturan arkadaşımız "soğuk soğuk terliyorum, başım ağrıyor" dedi. Bir ağrı kesici attı ağzına. 3 günde 10 tane ağrı kesici içmişti. Sıkıntıları vardı, aynı yollardan geçmiştim evvel zaman önce, bilirdim; durup dururken basardı, darlanırdı insan. Ablası, onu matenetli olmamakla suçluyor, sabırsız olduğu için kızıyor ve her zaman uyumsuz olduğuna dem vuruyordu. Evet, nazlı büyütülmüştü ve evet, evin en küçüğü olduğu için de şımartılmıştı ama sonuçta şu anda, yolunda gitmeyen birşeyler vardı. Sigara içmek için gitti, döndüğünde rengi gitmişti. Boncuk boncuk terler boşalıyordu alnından. Geçen hafta küçük tansiyonumun sürekli oynak olması ve yükselmesi bende de aynı etkiyi yarattığından, tansiyon üzerine konuştuk bir süre. Ayaklandık gitmek üzere, o da kalktı bizle, kapıdan çıktık beraber ama 5. adımda "bana birşey oluyor, nefes alamıyorum" dedi ve yığıldı olduğu yere. Sokak ortasında bir büfe önünde bir sandalye bulduk ve oturttuk onu, en az 10 kişi yardıma geldi. Su getiren, kolonya bulan, ambulansı arayan derken durum daha da ciddileşince hastanede aldık soluğu.

Acil servisin önünde bir kalabalık. Tansiyonu fırlayan, şekeri yükselen acilde almış soluğu iftar sonrası... Ben derin düşüncelerde... Bizimkinde tansiyon 8/4... Tansiyon düşünce, boğulma hissi oluşurmuş, öğrenmiş oldum. Hemen bir izotonik bağladılar; müşaade altına alındı ve kısa bir süre sonra kendine gelmeye başladı. Espriler başladı kendi aramızda, neşemiz yerine geldi; O'nun da rengi...

Akşam eve dönerken, bir bayılma anında yardıma koşan insanımızı düşündüm, bir de felaket anında yağmalayan insanımızı... Biz nerede, ne zaman unutmuştuk insan olduğumuzu bilemedim....





10 Eylül 2009

KADEH KALDIRALIM HAYATA

Sen eve girince bir sessizlik oluyor fark ettin mi?


Nedense sen gelene kadar evin içinde bir gülümseme, bir huzur garip bir meltem esintisi sürekli. Önce adımlarının sesi geliyor gülümseme hızla kayboluyor. Sonra anahtarların şıkırtısı, bir bakıyorum huzur koltuğun altına saklanmış. Kapı açılıp da sen içeri girince meltem yerini boşluğa çoktan bırakmış. Hoş geldin diyorum. Sesin geldiği yöne bakıyor ama bir şey söylemiyorsun. Aç mısın diye soruyorum. Kafanla onaylıyor ama hiç ses çıkartmıyorsun. Mutfağa yöneliyorum senin sessizliğin bana eşlik ediyor. Oturup sessizce yemeğini yiyorsun. Ben sadece susuyorum. Yıllar oldu sessizliğine sessizliğim eşlik edeli, ben o zamanlardan beri sadece bekliyor ve susuyorum.

Aşkına...
Sevgine...
Dostluğuna...
Sesinin tınısına susuyorum.

Dokunuşuna...
Duruşuna...
Beni hırpalayışına...
Ama en çok sevişine susuyorum.
Bir de güne seninle uyanışıma.



Bir damla ol içime ak, susuzluğumu gider diye, ben her gece sen yemeğini yiyip de içerideki odada koltuğa uzandığında, sessizce içime ağlıyorum. O sırada önce gülümseme geliyor kapının ardından gizlice yanıma. Bir bakıyorum koltuğun altından sürünerek huzur da hemen peşi sıra onunla. Tülün hafifçe salınması ile fark ediyorum ki meltem de yerini almış diğer yanımda. Huzur gıdıklıyor ayağımı, aynı anda meltem kulağıma fısıldıyor, “kana kana içmek lazım hayatı, inan çok kısa” Gülümseme kendini tutamıyor bir kahkahaya dönüşüyor. Koşarak salona geliyorum. Şaşkın yüzün gene sessiz ama ben duramıyorum kahkaha üstüne kahkaha atıyorum. Gözümden yaşlar geliyor, sessizliğin ilk defa bana eşlik ediyor. Elini tutyorum, huzur bir damla yaş oluyor gözünde, gülümseme biraz ürkek geliyor konuyor yanağına. Hadi diyorum kalk sokağa çıkalım. Meltem camı aralıyor o sırada, yağmurun sesini duyuyorsun biliyorum çünkü kafanı sesin geldiği yöne doğru çeviriyorsun. Yağan yağmurda ıslanıp, sessizliğimizi ıslatalım diyorum. Bana bakıyorsun.

Ben her sabah bu rüya ile uyanıyorum. Bir gece rüyam senin ağzından dökülen şu cümle ile bitecek umuyorum:
Geç oldu ama hadi çıkalım sokağa. Yanına iki kadeh almayı unutma. Yağmur damlaları köpüren şampanyamız olsun. Kadeh kaldıralım hayata.

______________________________

Fotoğraf / 1x.com
İlk Yayın Tarihi / 15.01.2009

09 Eylül 2009

BENİ BANA BIRAK, BEN SENİ SANA BIRAKTIM


Kadın sabahın ilk ışıklarına gülümseyerek MERHABA dedi.
Yeni bir gün başlıyordu gene.
63 yıldır hep umutla kalkardı yataktan da sonra ne olurdu bilemezdi.
Gün uzarken geceye, umut da onla mı giderdi anlayamazdı.

Kontrol günüydü bugün. Sevmezdi kontrol günlerini.
10 yıl önce kalbi teklediğinde; doktor: "üzmeyeceksin bu kalbi, canın sıkılmayacak ona buna" demişti
"Dikkat edeceksin. Seni sevenlerle mutlu olduklarında beraber olacak gerisinden uzak duracaksın" demişti.
Daha 40’larında bile yoktu doktoru. Önemli başarılara imza atmış yakışıklı, bekar bir adamdı.
Ne de çok kızmıştı genç doktora. Ne yaşadın ki sen diyecek oldu, sustu.
Ne çok korkmuştu ölümden o gün.
Kızı daha yeni evlenmişti. Torununu göremeyecek miydi?
Damadı sevememişti. Bir zeka pırıltısı yoktu genç delikanlının bakışlarında.
Durgun bir hali vardı ama kızı sevmişti bir kere genç adamı. Evlendikleri gün de aynı temennide bulunmuştu:
Yeter ki mutlu olsunlardı.
Heyecanlarına yenik düştüğü 30’lu 40’lı yaşlarını anımsadı.
Ne hareketliydi. Ne neşeli.
Düşer düşer ayağa kalkardı.
Şimdi öyle miydi?
Ne de olsa kaç yangın geçti bu yürekten, kaç yara aldı ruhum diye düşündü.
Arkadaşlıkları, para sıkıntıları, sosyal çevresi, ailesi, kız kardeşi, çocukları, eşi, abisi
Kimler kimleri çağrıştırdı...
Radyoda çalan şarkı ile kadın hayallere daldı...

Beni bana bırak giderken, başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun
Sanma ki senden, senin uğrana verdiklerimden
Geriye bir şey isterim sen ayrılırken
Sanma ki senin için yaptıklarımın hesabı sorulacaktır senden

Kim kimin için yazmıştı acaba diye düşündü.
Bu şarkıyı bilmezden önce kendisine yazılan cümleyi hatırladı.
Gözyaşına karşılık yazılan o uzun mektuptan arda kalan tek cümleyi

Beni bana bırak ben seni sana bıraktım.

Adamı düşündü, biliyor muydu acaba bu şarkı sözünü.
Kendisi ile konuştuğunu fark etti: “aslında hepimiz insanız; aynı duygularla yoğruluyor aynı hislerle boğuşuyoruz.”

"Beni bana bırak ben seni sana bıraktım. "
Oysa adam onu alsın kendine götürsün istemişti.

Özdemir Asaf'ın da dediği gibi.


NOKTASIZ (*)
Biri gelir sorarsa
Sana beni sorarsa
Gitti der misin
Gittiğimi söyler misin
Gidiyorum ben sana
Benimle gider misin.

Adamı gülümseyerek düşünmesi kadını düşündürdü.
Yaşanmışlıklarına sığdırdıkları duygular gelince aklına, gözyaşına söz dinletemedi.
Adam en çok buna kırılmıştı, incilerini adamın yüreğine bu kadar kolay bırakıvermesine.
Ağlamazdı adam, öfkeye dönüşürdü gözyaşları.
Sevmezdi hüznünü paylaşmayı. Saklardı kendini kendine, hüzün yüreğine hapsolurdu.
Adamı hiç öyle görmemişti hatta düşünmemişti.
Kadın şiirleri ezbere bilmezdi, baş ucu kitabı yapar fal bakardı şiirlerden kendine.


AĞLAMAK (*)
Ağlamak
Unutmak kadar kolaydır inan
Sevin ağlayabiliyorsan
Sevin ağlıyorsan
Gül ağlayabiliyorum diye
Gül ağlıyorum ağlaıyorum diye
Sana bir şey yapamam
Ağlayamıyorsan


Heybetli bir adamdı. Güzel bir yüzü kocaman elleri vardı.
Kendi ellerine bir daha baktı.
Sahi ne de küçük kalmıştı elleri adamın avucunda.
Gülümsedi.

Ellerini severdi kadın. Tırnaklarını.
Kırışlıklarına baktı.
Kum tanelerini tutmaya çalışırken ki hallerini anımsadı.
Nasıl da güçlü, nasıl da inatçı elleri vardı.
Şarkı sözlerini mırıldanırken,
Kum tanelerinin bıraktığı kırışıklıklara baktı.

Beni bana bırak giderken başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun


Adamın zekasına bir kez daha hayran kaldı.
Ne de olsa ya ayrılmayacak ya da rakip olacaklardı.
Adam son hamlesini çok zekice yapmıştı.
Zaten aşık olduğu zekası değil miydi?
Nasıl da ustaca ve bilgece cevaplar verirdi bana diye düşündü.
Nasıl da zorlardı beni. Zaten en çok da zorlayışını sevmişti.
Gözünde bir anı belirdi yüzünde bir gülümse.
Utandı bu yaşta adamla uyanışına.
Bedeninin o günkü gibi yanışına.
Adamın koca ellerini hissedişine.
O ellerin bedenini sarışını hatırlayışına öfkelendi.
Nasıl da izin vermişti.
Hayat dedi nereden alıyor nereye getiriyor.

Hayal koridorlarında yolculuğu devam ederken radyoda anons geçti.
Saat 9 haberlerine kulak kabarttı. Bu memleketin hali giderek kötülüyor dedi.

Güne geç kalmanın heyecanıyla yataktan kalktı az sonra torunu gelecekti.
Allahtan torunu kendisi gibi hareketliydi, zekası gözlerinden fışkırıyordu.
Şimdi fırtına gibi içeri girer “Anane sadece bu kadar mı hazırlık yaptın” diye azarlardı.
Sonra kucağına atlar, sımsıkı sarılırdı.
"Özledim seni, kokunu..." derdi öperdi.
Kokuya önem verirdi.
Daha küçücüktü
"Ananen nasıl kokuyor?" diyenlere
"Temiz" derdi.

Duştan çıktı kapı çaldı. Derken başladı yaşam kendi rutininde dönmeye.
Kahvaltı masası günün telaşını yaşarken, kadın şarkısını mırıldandı.


Beni bana bırak giderken başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun


Kahvaltı masasından izinle kalktı.
Odasına dönüp kafasını kurcalayana bir fal baktı:


KALAN (*)
Bir şey kaldı gecelerden birinde senden.
Öncesinde bilinmemiş birşey,
Silinmez bir ses gibi giden..
Kelimelerden büyük, kelimelerin içinde,
Bir şey kaldı senden
Yaşamalar'ın arasında kaçamaklı.
Veriliş rengi başka, alınış rengi başka..
Söylemeye vakit kalmadan
Dudakların altına bırakılmış bir şey.
Karanlıkların tam ortasında bir kırmızı nokta..
Gözlerce pırıl pırıl, ellerce saklı.
Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden,
Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..
Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,
Bulundukça aramaklı.


____________________________
İlk yayın tarihi: Eylül 2008
(*) Özdemir ASAF
Şarkı söz - müzik: Mehmet Teoman

08 Eylül 2009

NE KADAR?

Geçen yıl bu zamanlardı, yağmurlar başlamıştı ve ekin çoktan toplanmıştı.
Yakacaklar alınmış, kömürler kışa hazırlanmıştı.
Gömlekler yetmez olmuş, omuzlar ince bir hırkaya kucak açmıştı.

Bir öğrencim ziyaretime gelmişti, nasıl da mutlu etmişti beni.
Hiç değişmemişsiniz demişti: Hala güzel ve sımsıcaksınız…
Şaşırmıştı boşanmama: Sizin gibi harika bir insanı neden bırakır ki bir adam…
Güldüm. Hayat onu daha hiç şaşırtmamıştı.

Oysa ben o zaman da biliyordum;
bir adamı ya da kadını terk etmek için çok sebebe ihtiyacımız yoktur aslında, tıpkı sevmek için çok sebebe ihtiyaç duymadığımız gibi...

Bir ilişkiyi belirleyen ve sürdürülebilir olmasını sağlayan, belki de şu soruya verdiğimiz cevaptır, eğer bir cevabımız varsa: Verdiğiniz sözleri tutabilecek kadar insan mısınız?

Bundan bir yıl önce sorduğum bu soruyu, bir dostun yaşanmışlığı üzerinden bir kere daha sormak istedim…
Bir arkadaşınıza verdiğiniz sözleri tutabilecek kadar insan mısınız?
Ya bir dostunuza...
Hayatınızın kadınına...
Erkeğinize...
Çocuğunuza…
Kendinize cevap verebilecek kadar insan mısınız?

Dostumun söylediği tek bir kelime yetmişti o soruyu bir kez daha sormaya: İnanmıştım…
Şimdi yağan yağmuru seyrediyorum sallanan koltuğumun keyfinde ve içimde bir ses; çığlık çığlık:

İnandığım adam, kadın ve çocuk...
Nerdesiniz?
Kendinize cevap verebilecek misiniz?

Benim bir cevabım var!

07 Eylül 2009

GERÇEKTEN BİR HEDİYE OLABİLİR MİSİN SEN BANA





Kurulmuş Cümleler altıyı okuyor o davudu sesiyle...
Ne çok yakışıyor ona teatral bir ifade...
Sesinin tonunu giyiniyor basit bir cümlede bile
Dönüveriyor yüzünü 85 yaşında bir ihtiyar gence.
Derinden geliyor sanki bilgeliği ve yüreğinden o öğüt veren sesi...

Eski fotoğraflar çıkıyor: Sapının bir tarafı kopmuş, eski deri bir çantayı, şöminenin artık kullanılmayan boşluğundan çıkartıyor; toz içinde...
Çantadan şeffaf bir zarf içinde siyah beyaz fotoğraflar çıkartıyor, bakıyor hepsine tek tek ve bu diyor Bilgesu Erenus'un sahneye koyduğu bir oyun için çekildi.
Fotoğrafta 3 kişi...
İkisi belli solcu çocuklar, zaten gençlik kolları başkanı en derin bakışlısı...
Sen diyorum: Ben burjuvaydım oyunda ama sonunda onlarla birlikte hareket ediyordum ve oyun sonunda onlarla omuz omuzayım deyip bir başka kare uzatıyor bana.
Gösterdiği siyah beyaz fotoğrafa dalıyor gözlerim...
70'li yıllar...
İdeal bir dünya hayallerinin, o orantılı güç uygulanmayan meydanları...
Neler konuşuyoruz üzerine, nasıl keyifli bir akşam...
Masada iki kişi olsak da değiliz aslında...
Onun adı, varlığı ve sesi ve cümleleri ve derin bakışları bizimle...
Ne zaman gelecek diye soruyor beni dalmış görünce: Sabaha karşı diyorum...
Sabaha karşının tarihsel bir karşılığı yok...
Önemi de...

Onun üzerinden, onunla kurduğumuz hayalleri paylaşırken, kendi yaşanmışlığı geliyor aklına.
Bak diyor bu şarkı bizimdi: Sezen çalıyor fonda.
Geri döndüğünde; biliyor musun ayrıldığımızdan beri ilk defa bizim şarkımızdı diye dinliyorum diyor.
Gülümsüyoruz birbirimize...
Sessiz fısıldaşmalar başlıyor yüreğimizle...
İzin veriyoruz bu halimize, ama sadece bir süre...
Sonra neşeli ve hareketli bir şarkı başlayınca, aniden ve sözleşmiş gibi eş zamanlı, başlıyoruz hoplayıp zıplamaya...
Sebebi yok, sebebi çok bir mutluluğun sarhoşluğunda telefonum çalıyor...
Sebebi çok mutluluğum arıyor: Allah neşenizi artırsın, yarın sabah geliyorum da haber verecektim diyor...
Artık evde bir şenlik havası, başlıyoruz en matrak konuşmalara; aksan ve ses tonumuzu da uydurarak:

_ A be ben sana demedim mi gelecek...
_ A be dedin de, ben ne bileyim bunun yarın sabah olacağını...
_ Alllahhhhh, atıver şimdi göbecikleri... Yandan yandan, oh oh, oh oh...

Gecenin sessizliğine karışıyor kahkahalar... Kendi sahnemizde birer divayız ikimizde...

Eve dönerken, gündüz paylaşılamayan, geceyse aya uzanan potalarıyla terk edilmiş sahaya bakıyorum: Bir anda, bir basketbol sahasının 3 sayı çizgisindeyim de maçın kader sayısını atıyormuşum gibi heyecanlanıyorum, yüzümde bir gülümseme, ellerim ceplerimde: Bir yüreğin serseriliğinde ıslık çalarak yürüyorum...

Derinimde bir yerde bir soru:

Gerçekten uzun zamandır almayı beklediğim bir hediye olabilir misin sen bana?



________________________________________________

Fotoğraf / basketball on deviantART

06 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 7

Anlar;
Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama,
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım,
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır,
Daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya
Ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu,
Hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer,
Yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem,
Yaşam budur zaten: Anlar, sadece anlar.
Siz de anı yaşayın.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm
Çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,
Güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,
Bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama işte seksenbeşindeyim ve biliyorum,
Ö L Ü Y O R U M


George Luis Borges

04 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 6




Yüreğin zihnin bilmediği kendi nedenleri vardır.

Blaise Pascal

__________________________________________________




Fotoğraf / devianART

SAMİMİYET

Samimiyetle söylemem gerekirse diye başladı sözlerine...
Samimiyet...

Bir konuyu aktarırken, anlatırken, yaşarken, dönüp de geriye muhasebesini yaparken; sahi, ne kadar samimiyetle çıkar sözcükler ağzımızdan?

Samimiyet...
Samimiyetle dile gelen kelimelerden kaç tanesini samimiyetle kendimize saklarız?
Ben diyim 100 kelimeden 5'i, sen de 10...
Bu durumda dürüst olur muyuz, karşımızdakine ve tabi en çok da kendimize...
Samimiyet ve dürüstlük harmanlanmış gibi gelir bana çoğu zaman...
Hani samimiyetle söylememiz gerekirse, çoğu zaman dürüst değilizdir kendimize bile...


_________________________________________________________________________________

Ertuğrul Özkök'ün dünkü yazısını okuyunca, aklıma üşüştü bu düşünceler...

BUGÜN DE BUDUR...


Aslı Gökyokuş - Sevdalı Başım
________________________________________________

İlk kez burada dinlemiştim ve çok sevmiştim.
Bazen bir şarkı dinlersiniz ve budur dersiniz ya...
Bu ses, bu yorum, bu sözler, bu ritm...
Bugün budur...

Ah benim sevdalı başım
Ah benim şair telaşım
Ah benim sarhoşluğum
Ah çılgın yüreğim
Sus artık uslandır beni

Kaç okyanus geçtim böyle
Kaç denizde yitip gittim
Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle
Kaç seferden yorgun döndüm

Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım
Gel artık uslandır beni

Ah benim iyimser yanım
Ah benim aldanışlarım
Ah benim kavgalarım
Ah pişmanlıklarım
Sus artık uslandır beni

Söz - Müzik: Zülfü Livaneli

03 Eylül 2009

YÜREK ALIP GİDER BAŞINI

Söyleyemediğin yalanların ağzında büyüyüşünü seyrediyorum kaç zamandır
Perde arkasındaki silüetini görmesem,
Bilmeyecektim çalan kapılara pencerenden baktığını...

Şimdi bu yürek alıp gidiyor başını,
Neden diye sorma...
Bazen yürek alıp gider başını, dönmemecesine...
Üzülme, şaşırma sakın...
Düşün üzerine...
Bazen bir kapıyı sıkıca kapatmak gerekir içeriye bir karanlık sinsice sızmaya çalışmasın diye...

Gidiyorum haberin ola, sonu ya baharın, topladım hamağımı usulca.
Mürdümlerde kalmadı artık dallarda, bir kısmını börtü böcekler yedi bir kısmını göçebe kuşlar...
Zaten ne kalıcı ki şu hayatta...

Şimdi bir iz kaldıysa
Anlayana anladığı kadar...
Anlamayana;
Evet, bu bir veda...


___________________________________

bazen gitmek gerek, bazen kalmak...
şimdi gitme zamanı seni sana bırakarak
başka benli zamanların olacak, senli halini tamamlayan
gelip geçici desende
gelip geçen de bir iz bırakır anda
ve her an önemlidir
unutma!
kısacık bir andır tüm günü hayaliyle kuşatan
ve bir hayaldir tutunduğumuz, hayatta bizi dimdik ayakta tutan...

Şimdi bu yürek alıp gidiyor başını,
Neden diye sorma...
Bazen yürek alıp gider başını...

Güzeldim ya ben o gece, o masada, o mum alevinde...
Mum söndü biliyor musun...
Üstelik henüz üflememiştim...

02 Eylül 2009

KARANLIK KORİDOR - 5

ÖNCESİ



Kısa kısa notlar alıp, atıyordum bir kenara, roman olur benim hayatım yaşlarına ve hallerine düşünce, belki bir gün bir araya gelirler de işe yararlar diye. Hayatımı bir düzene koymak konusunda bolca vaktim olan bir zamanda, açtım anlar kutusunu. Lise yıllarına ait yıllıklar ve arasından çıkan mektuplar, üniversite yılları ve entellektüel olma çabaları kokan buram buram öykünen karalamalar, gazetecilik yıllarından kalma çalışmalar ve kurdele ile bağlanmış, üzerine KARANLIK KORİDOR yazdığım bir tomar kağıt... Kağıtları aldım elime... Daha ilk satırda tanıdık geldi herşey... O zamanlarda kayboluşum. O zamanlarla yeniden doğuşum...


Elime aldığım her bir kağıt, hayatın içinde karşıma bir şekilde çıkmış insanlara ilişkin düştüğüm notlardan oluşuyordu. Yerler, mekanlar, şehirler, yıllar değiştirilmişti. Kendimce anlayacağım bir kodlama yaratmıştım, özellikle de karakterlere verdiğim isimlerde...


Sonra, sarı çizgili sayfalara yeşil kalemle yazdığım 2004-2005 yıllarını kapsayan yazılar geçti elime. Aynı tomar içinde saklanmış olmalarına şaştım önce. Okudukça; o dönemin kendi içinde özenle gerçeklik halinden saklanmış kelimelerini görünce, çaresizliğin yarattığı, yaşayamazsan yazarsın hallerim geldi gözümün önüne, yepyeni bir dünya kurmuştum geçmişin izlerinden kendime.


O kağıtlar arasından bir kağıt parçası, gerçeğin sınırlarını zorladığım o akşam üstüne götürdü beni. Beyaz, çizgisiz bir kağıt parçasının arkasında, yapılan harcalamar vardı. Kenarında bir çiçek karalanmıştı, kurşun kalemle... Kalan boşlukların tamamında neden yazıyordu irili ufaklı...


Kağıdı çevirdim;


______________________________



2004, Cezayir



Karanlık bir koridorda hiç iz yok çıkış yolunu bulmaya...


Yürüyordum yüreğimdeki tüm korkularla, nereye gittiğimi bilmiyordum. Sürekli, bacakların sendeyse onlar yürümek için, yüreğin çıkmadıysa yerinden cesaretle ilerlemen için diyordum ama korkuyordum. Bazen, çatısından gökyüzü gözüken, 12 metrekarelik yaşam alanımın üzerine oturup ağlıyordum içten içe. Aklımın yollarından yüreğimin sızılarını geçiriyordum birer birer. Avucumda bir sürü hap adını bilmediğim, oturuyordum saatlerce, penceremden gözüme kaçan kum fırtınalarını umursamaz bir halde. Zaten kuma ihtiyacım yoktu ki fırtınalarla boğuşmak için, ben fırtınanın kendisiydim. Sahi ne biliyordum ki ben bu ülkede. Ne dilini, ne insanını, ne de coğrafyasını bilirdim. Gelenek göreneklerinden bir haberdim. İçimdeki gazetecilik aşkı da değildi ki beni uzak diyarlara sürükleyen. Sendin... Sen... En büyük yanılgım...


Şimdi bana sunulan bu şaşalı hayatın orta yerinde çığlık çığlığa bağırıyorum. Neden... Sahi bir cevabın var mı neden? Hiç bilmedim ben o cevabı ve hiç sormadım sana. Şimdi bu çift kişilik yer yatağını bir dünya yapıp kendime bekliyorum ya elimdeki çaresizlikle, yazıklar olsun bana...


Aklımdan sadece sen mi geçiyorsun sanıyorsun. Sadece seni mi hayat sanıyorum ben... Sadece kendime mi ağlıyorum bu duvarların karşısında... Sevtap geliyor aklıma yeşil gözleri ile; bir kadeh içkinin kokusuna karışıyor Aysel'in pahalı parfüm kokusu; o aileye ne oldu, Ayşe'ye, Cem'e, Ahmet'e, Mert'e, Gönül'e, Gül'e diye meraklanıyorum sokakta gördüğüm her çocukta; Burak geliyor gözümün önüne en makyajlı haliyle ve Memet hala ibne beceriyorum ben sadece diye erkek erkek dolaşıyor mudur caddelerde; adını söylemekten çekinen uyuşturucu tedavisini yarım bırakıp kaçan o delikanlı yitip gitmiş midir bir 3. sayfa haberinde...


Hayat dediğin ince bir ipe dizilmiş anılar silsilesi ve ben avucumdaki her bir hapı atarken ağzıma, bir anının kahramanı olup tekrar karışıyorum hayata...


Senden tek isteyim var, bu gece gelme eve...
Bari bunu yap benim için...
Çok kere öldüm senin için, sen sevmedin diye bir bir bıraktım bir benimi geride...
Sen bilir misin parça parça olunca bütün kalmaz geriye...
Gelme bu gece eve...
Bari bu gece kendi istediğim gibi bir parça bırakayım geride...
Gelme bu gece...


Hemen alt katta genç bir delikanlı; belli kafası dumanlı, laf atıyor bana bir iki, başımı eğip uzaklaşıyorum yanından. Takip ediyor beni bir süre merdivenlerde; içime korkular salarak... Kapıya uzattığımda elimi, yaklaşıyor bir iyice: Ne oldu yakıştıramadın mı kendini bu koridorlara diyor. Dönmeden yüzümü ona ve sönmeden otomatın ışığı: Ondan değil de diyorum, ağır geldi hayatın kokusu buralarda bana, çıkıp sokaklara oksijeni çekeceğim ciğerlerime, kendime gelebilmek için bir süre... Burası diyor kaybedenler oteli, konukları hep geçici... Kapıyı açıyor bana, dikkat et sokaklara diyor, en çok da darsa ve çıkmazsa zordur işin, anlamazsın bile yönünün buraya döndüğünü. Bir sabah uyandığında kuşluk vakti bakmışsın ki bu otelin konuğu olmuşsun. Ama korkma, dedim ya burası kaybedenler oteli, konukları hep geçici...



- SON -
___________________________________________________________





31 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR - 4

ÖNCESİ


1999, İstanbul

Alt katın merdivenlerine geldiğimde, kırmızı straplez elbisesi, siyah topuklu ayakkabıları, ağzında bir sigara ile bir kadın, makyajlı yüzü sanki bir maske. Açıyor evinin kapısını, içerisi zifir karanlık... Elindeki çakmakla aydınlatıyor adımını attığı yerleri. Oysa ne şaşalı, ne ışıltılı görüntüsü... Dalıyor kendi karanlığına, kayboluyor kapısının ardındaki benliğine...


O gece Emreyle dışarıya çıkmak için sözleştiğimizde nereye gideceğimizi bilmiyordum. Sadece bana; "içinden nasıl giyinmek geliyorsa öyle giyin" dedi. Bir bara gittik. Köhne bir binanın son katında, asansörle çıkılan, karanlık bir yerdi. Kapısından içeri girdiğimizde, başka bir dünyaya geldiğimizi anlamıştım: Kalabalık gruplar, bol kahkaha vardı... Bizim masamızda 3 erkek, bir kız oturuyordu. Emre beni tanıştırdı: Hayat Dediğin dergisi yazarlarından Müge... Emre'nin ayağına vurdum ayağımla, böyle mesleki kimlikleri ile tanıştırılan ve tanışan insanlara ne kadar sinir olduğumu bildiği halde beni bu şekilde tanıştırmasına kızacağımı tahmin ettiğinden; kahkahalar attı en şuh haliyle... Rahat davranışlarından anladığım kadarıyla masadakiler onun gay olduğunu biliyorlardı. Yoksa gittiğimiz yerlerde kendini(!) ele verecek davranışlar sergilemezdi. Boğaz manzaralı bir masadaydık ve ben gözümü alamıyordum yakamozlardan. Bir ara yanımda oturan Burakla gözgöze geldik. Tanrım öyle yakışıklıydı ki, haksızlık bu diyordum kendi kendime. Haksızlık bu... Beklediğimiz ortak arkadaşımız Feza göründü kapıdan. Sarmaş dolaş, hoş beşten sonra; kalabalığın içinde kulağıma eğilip, "bu herif benim" dedi. Güldüm. "İyi de o seni ister mi bilmem" dedim. "Neden senin mi..." dedi. "Yok başka birinin, bu gece gelecekmiş, onu bekliyoruz." dedim. Az sonra kapıdan uzun boylu, geniş omuzlu, deri ceketli, keçi sakallı, kara gözlü, derin bakışlı bir adam girdi. Feza ve ben, küçük dilimizi yutmuş, yutkunmaktan nefessiz kalmıştık. Az sonra Burak koşarak "Aşkım nerede kaldın" diye adamın boynuna atladığında, yüzümüzü yakın çekimle ölümsüzleştirecek bir kamerası olmadığına sonradan çok pişman olan Emre'nin o şımarık kahkahası ile kendimize gelecektik.



O gece, o barda hayatımın ilkleri yaşanıyordu. Burak dört dil bilen, 28 yaşında, yeşil ela gözleri, siyah saçları ve buğday teniyle her kadını kendine kolaylıkla aşık edebilecek; babası tarafından dışlanmış, zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen beş parasızdı. Sevgilisi Memet ise, üniversite mezunuydu ve İstanbul'un orta halli semtlerinden birinde emlakçılık yapıyordu. Kaba saba biriydi.



Gecenin ilerleyen saatlerinde, alkolün de etkisi ile masadaki kahkahalar sokaklara taşacak kadar çoşkuluydu ve hepimiz kopmuştuk adeta... Bir ara Burak'la gözgöze geldik. Gecenin başında yaptığımız sohbet sırasında; "ameliyat olmak istiyorum, ama korkuyorum, o zaman iş bulamam bu ülkede, oysa şimdi bir umudum var... Eğer kadın olursam, yapabileceğim tek iş kendimi sunmak olur değer bilmeyenlere" demişti. Kadın olarak hayal etmeye çalıştım onu. Gelmedi gözümün önüne bir yüz nedense...


Tam o sırada, Memetin kaba saba hareketleri kontrolden çıkmaya başladı. Burak sakin ol anlatacağım dese de, Memet masayı elinin tersi ile aşağıya indirdi. Herkes bize bakıyordu. Ama nedense kimse bir şey yapmıyordu. Korku dolu gözlerle Emre'ye baktım. O sırada Memedin güçlü tokadı Burağın suratında patladı. Burak yere savruldu. "Ulan ibne, demedim mi ulan ben sana... Demedim mi koli yok diye"

Hepimiz şoka girmiştik, dilini bilmediğim bir ülkede, garip bir kavganın ortasında ne yapacağımı bilmez bir halde kalmış gibiydim. Emre'nin elini öylesine sıkı tutuyordum ki, tırnaklarımı geçirmiştim adeta...

"Soğuk bir orospu ibneyi kimse istemez yatağında diye o kahkahaları atıp duruyorsun, bilmiyor muyum, bilmiyor muyum, yavşak... Tuvalete gidiyorum bahanesi ile kaçıp hangi balamoza düzdürecen kendini... Keserim seni allahıma imanıma..."

Kimse bir şey yapmıyordu. Kimse karışmıyordu. Sanki yaşananlar sinema perdesindeydi de bizler de elimizde patlamış mısır ve soğuk içeçekleri ile filmi izlemeye gelenlerdik.

O sırada burnu kanayan Burak zorla ayağa kalktı ve sesinin en tizinde, tuttu kolundan kenara itti Memedi... "Naciye mi alıktın sen..., ulan kimin beldesi ile alıkıyorsun o naciyeleri..." Memet Burağın üzerine yürüyecek gibi olunca, daha da yüksek bir sesle "erkek olmaya mı karar verdin lan..." Kendilerine doğru yaklaşan, az önce barda oturup kendisini kesen adama dönen Burak, bol küfürlü bir cümle ile adamı itekledi. "Git kendini becert lan godoş..."



Az sonra nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sakinleşmişti ortam, Burak ağlarken, Memet'in onu sakinleştiren sözleri ve hüzünlü yüzünün bende yarattığı tek his: Erkek Memetin naciye almak için Burağa ve Burağın koli kesmesine ihtiyacı olduğuydu...



________________________________Devam Etti...


Fotoğraf / deviantART

30 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR - 3


ÖNCESİ

Mart 1997, İstanbul
Uzaklaşırken oradan bir kadın geliyor, iki elinde birer çocuk; yetmiyormuş gibi bir diğeri sırtına bağlı. Üstleri başları kir, pas içinde. Açlar, bakışlarından belli. En küçüğü bir deri bir kemik, diğerlerinin gözlerinin feri gitmiş. Yaşam diyorum, bari onlara dönse gülen yüzünü. Ama nafile... İçimde sızı yürüyorum ışığı görebilme ümidiyle...

Derginin son sayısının baskısına girmek için 4 gün kalmış olmasına rağmen henüz benim yazım hazır değildi. Hatta konum bile... Sıkıntı ile kıvranırken çalışma masamda, televizyondaki bir alt yazı ve görüntü dikkatimi çekti...

5 çocuğu ile sokaklarda yaşayan kadına Cemevi sahip çıktı...

Çatısı olmayan, bir duvarı yıkık, ve hatta bir yanı teneke ile kaplı bir yer... İçinde 5 çocuk, bir anne, 3 köpek... Yağmur yağıyor; köpekler, kadın ve çocukların etrafını sarmış, hepsi birbirine sığınmış...

İçim cız etti. Yağmuru sıcak evinde oturup seyretmeyi seven ben, kapattım bütün perdeleri, söndürdüm mumları... İçimde bir sızı, yattım yatağıma. Hayatın telaşında akıp gitti sonraki günler. Gecelerden bir gece, rüyalardan bir rüya:

Kadın benim, uzanmışım toprağa; etrafımda ben diyim 5, sen de 10 tane çocuk, çocukların çığlık çığlık olmuş gözyaşları düşüyor alnıma ve bir köpek bakıyor baygın bakışlarıyla. Bir kuş gelip konuyor başıma, gagası ile delecek gibi başımı, vuruyor da vuruyor... Acısıyla açıyorum gözlerimi.

...

Hastanede buluştuğumuzda ışıl ışıl gözleri şaşırttı beni biliyor musun? Henüz 25'inde olsa da hayat pek bonkör davranmıştı attığı tokatlarla... Bizim Arzu'yu biliyorsun, onun ayarladığı doktora gösterecektik henüz 8 aylık Mert'i. Velet öyle sevimli ki; bir de yaygaracı; elime aldığım gibi basıyor çığlığı... Annesi altına etti de diyor. Altını değiştirmek istiyor doktora görünmeden önce. Örme yünden yamalı pantalonunu ben çıkarttım. Altı silme yara olmuş belli. Ayşe, çantasından çıkarttığı, uzun kollu, lekeli, beyaz bir penyeyi yaydı masanın üstüne. Şaşkınlıkla onun bebeği yatırmak için bir örtü görevi göreceğini düşünürken, o bebeğin altından çıkarttığı gibi başka bir tişörtü, bebeği az önce özenle yaydığı diğerine yatırıverdi. Ve büyük bir ustalıkla onu alt bezi yapıp tişörtün kollarını da bağladı ve bir fiyonk yapıp, bebeğe tekrar örgü pantalonunu giydirdi. Öptü ve tertemiz oldu diyerek bana uzattı. Biliyorsun bebek özlemimi... Her çocuk güzel bana, hele de böylesi...
...
Eczacı aldığımız ilacı nasıl kullanmamız gerektiğini anlattı. Bir paket bez almak istediğimde, Ayşe kolumu tutup kulağıma usulca, "ona vereceğin paraya, çocuklara süt alsan" derken sesi öyle zar zor çıkıyordu ki, bir an anlamadım. Toparlanıp gözlerine baktım, gülümsedim, onu da halleriz dedim. Garip bir bağ oluşuyordu aramızda hissediyordum.

Günlerim, gecelerim, onlarla geçiyordu. İş, ev, Gökhan; hiçbir şey umurumda değildi. Bir gün Ayşeyle pazara; çocuklara ve ona birşeyler almaya gittik. Bir çanta aldım ona, görsen bir poşeti el çantası yapmıştı kendisine. Kaybedersin, buna koy deyip uzattım, nasıl mutlu oldu; nasıl ışıl ışıl gözleri... Sanki o anda O kadın değil acıları içinde yaşama tutunan da bir kız çocuğu yeni yetme...

...

Hikayenin sonunu bağlayacağım gün, çocuklar yoktu aramızda. Dikkatimi çekti Ayşe'nin değsen ağlayacak hali. Konuşuyoruz bir gün önce kaldığımız yerden ama O, o anda benle değil. Bakışlar donuk, dalgın. Hırpalandı diyorum kendi kendime. Bütün hikayeye baştan başladı düşünsene, 15 yaşında tecavüz, tecavüz eden adamla zorla evlendirilme, dayak, çocuk üstüne çocuk, açlık, sefalet... Ve ben acımasızca tüm detayları tekrar tekrar yaşatıyordum ona, bir haber uğruna ve kendimi kandırıyordum aldığım üç beş yiyecek ve giyecekle...

O gün neden doğurdun 5 tane diye sordum.
Ben mi istedim abla... Adam içip içip gelir döverdi beni sonra da tecavüz edip giderdi. Bilmezdim bile ne oldu, nasıl oldu. Uyanıp da kendime gelince anlardım. Mahalleden bir teyze acıdı da götürdü beni sağlık ocağına. Bir şey taktılar bari bir daha hamile kalmayayım diye. 3 gece sonra sarhoş geldi benim adam, zar zor bulduğum tek göz eve. Dövdü gene beni odunla. Sabah uyandığımda kanlar içindeydim. Bizim Cem o zaman 7 yaşında, koşmuş çağırmış ablayı, hastaneye zor yetiştirmişler beni. Çıkarttılar o şeyi içimden. Parçalanmış içim, odunla mı yaptı beni, naptı bilinmez... Çok kan kaybetmişim. Doktor ölümden döndün dediydi o zamanlar diye anlatırken ben sadece not alıyordum.

Sessiz kaldık ikimizde bir süre. Çantasını elinden hiç bırakmıyordu o gün nedense, nasıl sıkı sıkıya tutunmak saplarına... Koysana kenara dedim.

Abla senden bir şey rica edecem... Bana akıl ver... Devletin bir kurumundan geldiler. Bu kağıdı verdiler dedi ve ağlamaya başladı. Sakin ol bir diyorum, okuyayım, anlayayım diyorum yok. Susmak bilmiyor, hıçkırıklar içinde, yok yok diyor bu adres, eğer karar verirsem, bu adrese gideceğim yarın...

Ne ki bu diyorum... Abla büyük oğlanla da konuştum, henüz 9 yaşında ama biliyorsun o bakıyor hepimize, ayakkabı boyuyor bir de bakkala çıraklık yapıyor. Çabuk büyüdü. Okutabilsem büyük adam olurdu. Aldım karşıma, önce ona danıştım. Sağolsun Cemevindekiler şimdilik bakıyor bize ama nereye kadar. Bu dünkü adamlar, devletin adamlarıymış. Eğer istersem iki çocuğuma yer bulabilirlermiş. Onları okutup, bakarlarmış abla. Benim büyük oğlan; küçükler senle kalsın, onların sana ihtiyacı var dedi, kız da olmaz oralar da kimdir nedir güvemeyiz ama ben erkeğim, Ahmet'te büyüdü artık, bizi ver... Ben nasıl veririm abla, söyle nasıl ayırırım çocuklarımı birbirinden. Abla söyle... Söyle bana sen olsan hangisini verirsin şimdi bu adamlara diye haykırıyordu adeta...

O anda, bir tokat gibi patladı kelimeler, olaylar, ben, hayat, Gökhan, evliliğimiz, işim, herşey gözümün önünden geçiyordu, donup kalmıştım bu çaresizlik karşısında... Sanki, elimdeki bardak düştü, cam kırıkları üzerinde yürüdüm bir süre; yüreğimin acısı hafiflesin diye...

...
Ertesi gün hala kurtulamamıştım o ruh halinden, editörümü arayıp, toplantı istedim, yarın dedi. Olmaz dedim - biliyordum o bitmiş hikayeyi teslim edeceğimi sanıyordu - kabul etti, öğleden sonra yanına gittim. Görüşme sonunda kavga dövüş, küfür zor ayırdılar bizi birbirimizden. Hikayeyi yazmayı reddediyorum diye beni istifaya zorladı. Beni bilirsin bastım istifayı çıktım gittim o gün dergiden. Gökhan'la birbirimize girdik. Bu kadar insanlık, hassasiyet doyursun bakalım şimdi karnını dedi. Kapıyı kapatıp evden de çıktım. Annemde kaldım bir süre. Komada gibiydim olanlar karşısında. Hayata öyle öfkeliydim ki...

- O aileye ne oldu, Ayşe'ye, Cem'e, Ahmet'e Mert'e, Gönül'e, Gül'e...

Günler sonra yardım aldıkları Cemevine gittiğimde, benim onu gördüğüm günün ertesi, Ayşe'nin çocuklarını da alıp gittiğini söylediler. Bir daha da ne gördüm ne haber aldım kendilerinden...

- Kızacaksın belki ama, keşke yazsa mıydın, belki kurtarırdın hem kendini hem onları...

Sen de mi Cihan! Sen de mi bir çaresizliği pazarlamayı kurtuluş olarak görüyorsun artık...

_____________________________________ Devam Etti...

Fotoğraf / Five children© Bror Johansson

28 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR - 2

ÖNCESİ

2001, Bursa

Hemen yan odada bir bağrış çığrış sanıyorum yer yerinden oynamış, dünyalar
yıkılmış üzerlerine. Adam çarpıp çıkıyor kapıyı, kadın bir paspasın üzerinde
sürünüyor; onu değil beni seç diye. Adam kararlı adımlarla iniyor merdivenleri,
kadın yaşlı gözlerle paspasa sarılıyor güç kuvvet versin diye. Uzatıyorum elimi,
hadi kalk ayağa diye, bakıyor sadece.

Aysel'i tanıdığımda, Amerikan ortaklı bir şirketin yöneticisiydi. İyi bir kolej ve üniversite eğitiminden sonra Amerika'da master yapmış, 5 yıl oralarda çalıştıktan sonra çokuluslu bir şirketin Türkiye ayağında, ortak olarak göreve başlamıştı. Murat'la bir iş seyahati sırasında tanışmışlardı. Murat baba parası ile oyunlar oynayan, genç borsacılardandı. Sıklıkla yurtdışına gider, özellikle de Yunan Adalarına takılırdı.

Aysel anlatmaya başlamadan önce ucunda tek bir pırlanta taş olan ve tabi ki Murat'ın hediyesi sigaralığına bir sigara taktı; "Günde bir tane içerim." Gülümsedim; "Sakıncası yok benim için..."

"Murat... Hayatımı adadım derler ya... Adadım biliyor musun... Ee... Nerede teybin?"

"Bugün notlar alacağım. Soru cevap yapsak... Tabi ki teybim de yanımda, onsuz olmaz biliyorsun"

"Peki, soru cevap yapalım."

"Şu kavga olayı vardı ya hani; sana şömineden aldığı bir odun ile vurduğu, an'ı anlatsana bana"

"O gece gene o kadına gidecekti belliydi. Tıraş oldu, hazırlandı, iş toplantım var dedi ama biliyordum. Nedense ona gideceği gecelerde hep aynı beyaz gömleği giyerdi ve hep o kokuyu sürerdi. Ben almıştım adi herife... Hıh... Pezevenk... Annem duysa küfürlü konuştuğumu, ah o eğitimleri boşuna aldı bu kız diye dizlerini vura vura ağlardı. Hoş zaten Murat'ı tanısa o gün ölürdü kalpten ya... Şanslı kadınmış, kızının saçmalıklarını görmeden gitti, bir de sigaraya başladığını tabi... Sigaraya o olaydan sonra başladım..."

"Farkındasın değil mi gene konudan konuya..."

"Tamam kızma hemen, senle de iki çift laf edilmiyor şöyle rahat rahat. Ne anlatıyordum ki... Ha tamam... İşte o gece erkenden hazırlanıp çıktı, iki saate kadar gelirim dedi. Delirmek üzereydim de, işte akıllı, okumuş, kültürlü kadındım ya, öperek gönderdim orospusuna..."

Sigarayı çıkarttı ağızlıktan, söndürdü. Bir sigara daha aldı ve ağızlıksız yaktı. Barda oturmuştuk ve yemek saatine daha en az bir saat vardı ama o üçüncü viskisini de devirmek üzereydi. Elini alnına dayadı, kapadı gözlerini...

"Sen aşık oldun mu"

"Oldum"

"Ağzına sıçıldı mı senin de..."

"Yok hayır, biz 15 yıldır beraberiz..."

"Hah aşkmış, seninki aşk değil bir kere, sevgi... Aşk dediğin var ya, aşk dediğin savurur adamı. Benliğini yok eder, bastırdığı, sakladığı, öğrettiği ve öğrendiği herşeyi yerle bir eder adamın. Ağzına sıçar işte. Öyle kalırsın ortada... Ulan, ulan ben kimim diye, nerdeyim diye bakarsın aynalara..."

"İstersen bugün devam etmeyelim, iyi değilsin sen..."

"Olacam mı sanıyorsun, olmam ben bir daha... Asla eskisi gibi olamam..."

Beşinci içkisi de gelmişti bu arada, artık toparlayamıyordu kelimeleri, konuşmak anlamsızdı bu halde. Bir tekila shut istedim kendime. Hikayenin en can alıcı noktası üzerine konuşmak mümkün olmuyordu her seferinde. Kafasını zorla kaldırdı ben bunları düşünürken...

"Sen var ya sen ancak aşık olduğunda anlayacaksın beni ya da yıkıldığında..."

O gece yemek yiyemedik. Restoranın yöneticisi biz çıkarken, "İsterseniz biz yardımcı olalım, siz Aysel Hanım için meraklanmayın, çocuklar şimdi evine bırakırlar kendisini... Size de bir taksi çağırmamızı ister misiniz" dediğinde, kafamda aynı soruyla ayrıldığımı hatırladım daha önceki seferlerde de; Aysel Hanım galiba gittiği heryerden bu şekilde çıkıyordu.

Taksi ile eve giderken, aklımda Aysel'in son haykırışı vardı: Sen var ya sen ancak aşık olduğunda anlayacaksın beni ya da yıkıldığında... Aşkı biliyordum tabi ki ben, Gökhan benim çocukluk aşkımdı; ilk öpüştüğüm adam, ilk uyuduğum... Onsuz bir hayat düşünemiyordum bile. Eve girerken aklımda olan tek şey; orada olduğunu bilmekti: Aşk güvenmekti benim için...

O akşam yemeği dışarıda yiyeceğim için Gökhan bir şeyler atıştırıp, koltukda uyuyakalmıştır diye düşünüyordum. Kapıyı anahtarımla açtım, onu uyandırmamak için, ışığı bile açmadan salona geçtim. Yoktu!

Salonda mum yanıyordu. Işığı açmadan devam ettim koridorda. Az sonra bir ses duyduğumda banyoda olduğunu anladım. Yüzümde muzip bir gülümseme ile üzerimdekileri çıkartmaya başladım. O anda banyodan sesler geldiğini fark ettim ve gelen seslerden sadece biri tanıdıktı... Hemen giyindim üzerimi, sessizce gerisin geriye çıktım evden. Ne yapacağımı bilmez bir halde karşıdaki oyun parkının boş banklarından birine oturdum.

Aşk güvenmekti benim için ve artık güvenmek için bir nedenim yoktu...

______________________________________________ Devam Etti...
Fotoğraf / Aurora© Manuel Garcia Quintana

27 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR -1

ÖNCESİ

2003, İstanbul

Köhne bir binanın karanlık koridorlarında dolanıyorum nereye gideceğimi bilmez bir halde. Bir kapı açılıyor; içeride bir hayat kadını, adamı bağlamış yatağa kelepçelerle, adamın cüzdanı elinde değer biçiyor kendine. Adam şansına öfkeli, kadın kaderine... Hayatın ona ödettiği bedele küskün çıkıyor kapıyı çarpıp adamın üstüne. Arkasına dönüp bakmıyor bile. Omzuma çarpıp geçiyor yanımdan, varlığım umurunda bile değil o anda...

Arkasından koşup yakaladım kolundan, korku dolu gözlerle bana baktı. Adımı söyledim, hemen gülümsedi... Sevtap; yeşil gözleri, hayatın yorduğu çizgileriyle, henüz 25'inde bile değildi... Binadan çıktık; az ileride, köşeyi döndükten sonra, yolun solunda kalan şık bir kafeye oturduk. Kapatmak üzereydiler, bir kahve içimlik dedim garsona, kasadaki adam kafasıyla izin verdi garson çocuğa, garson çocuğun gözleri yaşıtı Sevtapın kadınlığında. Sevtap kaçın kurası; çocuğu bağlamayı çekiveriyor ayaküstü. Belli bir sonraki avın adı: Garson çocuk...

Oturduk köşe bir masaya, teybin kayıt tuşuna bastım. Anlatmaya başladı tane tane; cılız, ürkek sesiyle; az önceki avcı kadından eser yoktu yüzünde...

15 yaşındaydım henüz, güzeldim, bakma şimdiki halime. Öyle güzeldim ki abim sokağa salmazdı başıma bir iş gelecek diye. Okumama bile izin vermedi, beni rahat bırakmazlar diye. Meğerse, kendine saklamış beni, ilk kez abim tecavüz etti bana. Anamdan dayak yedim hamile kalınca. Bebeği zorla düşürttü anam, dayakla, yedirdiği çeşitli otlarla. 2 yıl sonra abim askere gidince kurtuldum sandım ama gecenin bir yarısı babam kafası dumanlı girdi odama, madem kadınsın, benim de olacaksın dedi. Bir gece babam üzerimdeyken yemin ettim: Bu son...

Çok geçmedi bir sabah erkenden kaçtım evden. O gece parkta bir bankta uyudum. Sabah uyandığımda üzerimde bir pazen elbise, ayağımda bir terlikle çırılçıplaktım hayata. Bir taksici gördü, durdu. Kayıp mısın dedi, başımı sallayabildim sadece. Evinin adresini biliyor musun dedi. İyi niyetliydi belli ama ben dönüp arkamı koşmaya başladım. Karnım acıkınca, bir lokantaya girdim. Atık yemekleri çöpe atmadan önce bana verir misiniz diye sordum. Adam geç arkada bekle dedi. Az sonra elinde bir tabak yemekle geldi. O gün öğrendim, vermeden alamayacağımı. Sonrasında 1 yıldan fazla onunla yaşadım. Sadece onunla olsa iyi, önce dostları arkadaşları geldi; sonra onların arkadaşları. Dayanamadım oradan da kaçtım bir sabah. Ama bu sefer daha akıllıydım güya. Yanıma para da aldım. Hazıra dağ dayanmadı. Ucuz otellerde kaldım, iş aradım. Kaderimi değiştirecektim. Kaderim... Benim sonsuz kederim.

Yüzüme güldü alın yazım bir sabah parkta. İki kadın kendi aralarında konuşuyorlardı. Temizlikçi bulamamaktan yakınıyorlardı. Yanlarına gittim. İlk defa o zaman yalan söyledim. Babamın öldüğünü, annemin hasta olduğunu, okulumu bıraktığımı... Kadınlardan biri inandı bana. Ertesi gün temizliğe gitmek üzere anlaştım. Tam 1 yıl her hafta Salı günleri gittim evini temizlemeye. Bu arada o arkadaşına, arkadaşı, arkadaşına derken, haftanın 6 günü temizliğe gider oldum. Bir oda ev buldum. Kiraladım. Bir yatak aldım. Gittiğim evlerde sabah kahvaltı ediyor, öğlen yemek yiyordum; ertesi güne kadar açıkmazdı karnım. Açıksa da su içerdim, karnımı kandırırdım... Sağ olsunlar, küçülen, giymedikleri, beğenmedikleri ne varsa veriyorlardı bana. Abla diyordum birçoğuna. Hayatım değişiyordu. Kaderimi yeniden yazıyordum. Umutluydum hayattan... Ta ki...

Derin bir sessizlik çöktü. Kahvesini bitirmişti ve kasadaki adam kapatmak zorunda olduklarını söylemişti. Eğer dedim rahatsız olmazsan bana gidelim. Başıyla onayladı. Kalktık o kafeden, bir taksiye atlayıp benim evimin yolunu tuttuk. Yol boyu ağzından tek kelime dökülmedi. Gözünün yaşıysa neredeyse kurumak üzereydi. Eve vardığımızda tereddüt etti yukarı çıkmak konusunda... Az ilerde 7/24 açık olan bir başka kafeye gitmeyi önerdim. Hemen kabul etti. Oturur oturmaz devam etti anlatmaya:

Bir gün evin hanımı geç geleceğini söyledi, ilk defa o zaman karşılaştım onunla. İçeri girdi. Bakışlarını bile sevmemiştim. Az sonra çıkacağımı söyledim. Arka odaya gitti, belinde bir havlu ile döndü. Duşa gireceğini söyledi. Elim ayağıma dolanmıştı. Çıkıp gitmek istiyordum ama biliyordum, evin hanımı beni suçlayacaktı. Sonra bütün işlerimi teker teker kaybedecektim. Sakinleştim, derin bir nefes alıp, banyoyu temizlemiştim kullanabilirsiniz dedim. Adamın sırıtması sırtımı delip geçiyordu. Dönmedim yüzümü, benim işim bitti, Hanıma söylersiniz, perdeleri haftaya yıkayacağım için bıraktım diyebildim ve kapıyı açtığım gibi, üzerimde temizlik kıyafetlerimle evi terk ettim. İki hafta sonra adam eve öğle saatlerinde geldi. Üstünü başını çıkartıp mutfağa yanıma geldi. Elimde bir bıçak soğanları doğruyordum. Elini saçıma attı. Kendimi geri çektim. Ve bir anda onun kanlar içinde mutfağın karolarına yığıldığını gördüm. Derzleri takip eden kırmızılık mutfak balkonundan sokağa damladığında kopan çığlıkla kendime geldim...

O gece kuşluk vaktine kadar sürdü anlattıkları. Olaylar birbirini kovaladı, kişiler, yerler, anlar... Günün ilk ışıklarıyla, hadi kapat şu teybini de seni güldürecek bir kaç hikaye anlatayım dedi. Hayatın acımasızlığından sakınabilmiş bir gamze ile gülümsediğinde, içimde bir yara açıldı.



Ayrılma vakti geldiğinde, dolu dolu kahkahalar atan Sevtap ve ben, anlaşılmaz bir hüznün kapladığı, havada asılı kalmış yağmur bulutları gibiydik. Seni eve bırakayım dediğimde, ben senden zenginim, bugün belki değil ama bir gün olacağım... Yeşil gözlerine takıldım. İnanıyordu söylediğine. Bir taksiye el etti. Biner binmez camı yarı aralayıp, anlattıklarımın bazılarını kendine sakla olur mu dedi.

Tek kare fotoğrafını çektim, giderkenki son bakışında: Hayatın acımasızlığına, adaletsizliğine kızıyordum... Eğer bir hayat kadını olmasaydı, kusursuz güzelliğiyle kimbilir nasıl bir hayatı yaşardı diyorum kendime; öyle pürüzsüz, öyle güzel gözüküyordu ki gözüme...


_________________________Devam Etti...


_____________________________________________

Fotoğraf / Sara© Tomek Dyczewski

26 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR / İlk

Köhne bir binanın karanlık koridorlarında dolanıyorum nereye gideceğimi bilmez bir halde. Bir kapı açılıyor; içeride bir hayat kadını, adamı bağlamış yatağa kelepçelerle, adamın cüzdanı elinde değer biçiyor kendine. Adam şansına öfkeli, kadın kaderine... Hayatın ona ödettiği bedele küskün çıkıyor kapıyı çarpıp adamın üstüne. Arkasına dönüp bakmıyor bile. Omzuma çarpıp geçiyor yanımdan, varlığım umurunda bile değil o anda...

Hemen yan odada bir bağrış, çığrış sanıyorum yer yerinden oynamış, dünyalar yıkılmış üzerlerine. Adam çarpıp çıkıyor kapıyı, kadın bir paspasın üzerinde sürünüyor onu değil beni seç diye. Adam kararlı adımlarla iniyor merdivenleri kadın yaşlı gözlerle paspasa sarılıyor güç kuvvet versin diye. Uzatıyorum elimi, hadi kalk ayağa diye, bakıyor sadece.

Uzaklaşırken oradan bir kadın geliyor, iki elinde çocuk yetmiyormuş gibi bir diğeri sırtına bağlı. Üstleri başları kir, pas içinde. Açlar, bakışlarından belli. En küçüğü bir deri bir kemik, diğerlerinin gözlerinin feri gitmiş. Yaşam diyorum, bari onlara dönse gülen yüzünü. Ama nafile... İçimde sızı yürüyorum ışığı görebilme ümidiyle...

Alt katın merdivenlerine geldiğimde, kırmızı straplez elbisesi, siyah topuklu ayakkabıları, ağzında bir sigara ile bir kadın, makyajlı yüzü sanki bir maske. Açıyor evinin kapısını, içerisi zifir karanlık... Elindeki çakmakla aydınlatıyor adımını attığı yerleri. Oysa ne şaşalı, ne ışıltılı görüntüsü... Dalıyor kendi karanlığına, kayboluyor kapısının ardındaki benliğine...

Hemen alt katta genç bir delikanlı; belli kafası dumanlı, laf atıyor bana bir iki, başımı eğip uzaklaşıyorum yanından. Takip ediyor beni bir süre merdivenlerde; içime korkular salarak... Kapıya uzattığımda elimi, yaklaşıyor bir iyice: Ne oldu yakıştıramadın mı kendini bu koridorlara diyor. Dönmeden yüzümü ona ve sönmeden otomatın ışığı: Ondan değil de diyorum, ağır geldi hayatın kokusu buralarda bana, çıkıp sokaklara oksijeni çekeceğim ciğerlerime, kendime gelebilmek için bir süre... Burası diyor kaybedenler oteli, konukları hep geçici... Kapıyı açıyor bana, dikkat et sokaklara diyor, en çok da darsa ve çıkmazsa zordur işin, anlamazsın bile yönünün buraya döndüğünü. Bir sabah uyandığında kuşluk vakti bakmışsın ki bu otelin konuğu olmuşsun. Ama korkma, dedim ya burası kaybedenler oteli, konukları hep geçici...

_____________________________________Devam Etti...
Fotoğraf / Michel Agostinelli

O ANDA BEN


Jace Everett, Bad Things

30 cm. vardı genişliği, uzunluğu ise ancak 1 metreydi... Yüksekliği 1.20 cm.; belki... Akçağaçtan rengi ve metal ayağı ile sade bir görüntüsü vardı, masayı ben seçmiştim. Severdim yüksek tabureleri... Sadece iki tabure almıştım. Üzerine bambudan yapılmış iki amerikan servisi örtü yaptım. Üfleme mavi camdan bir altlık üzerine konmuş; yeşil, bal peteği desenli, yarısı yanmış mumu koydum ve orada, o masada, o mumun alevinde bir adam hayal ettim.

Beyaz dar dikdörtgen tabaklardan birine eski ve yeni kaşar, diğerine ezine ve tulum koydum. Pembe dar uzun mu uzun elips bir tabağa domatesleri, nane yaprakları ile süsleyerek hazırladım. Üzerine, ilk hasat zeytinyağ gezdirdim, az tuz ekledim. Küçük bir kavunu kestim dilimleyerek, geniş beyaz porselen bir tabağa ikişer tane koydum özenle... Kalamata zeytinleri ise tek tek yerleştirdim salyangoz şekilli başka bir porselene. Düz yeşil tabaklar koydum ve beyaz üstüne incecik çizgileri olan desenli bir peçete seçtim. Rakı kadehlerini hazırladım, buzu kontrol ettim. Fransız balkonundaki saksı çiçeklerini açıkta bırakan fıstık yeşili tülleri düzeltip, bej renkli jaluziyi yarısına kadar kapattım. Balkonun kapılarından birini yarım açtım. Mumu yaktım ve beklemeye başladım.


Heyecanla, çalan kapıya gitmek üzereyken aynada son bir kez baktım kendime. Güzel gözüktüm gözüme, gülümsememi yakaladım bir an... Kapıyı açtığımda o gülümseme mi vardı yüzümde bilmiyorum ama onun o gülümsemesi tarifsizdi. Aklımda o ilk karşılaşmaya dair hiçbir hayal yokken, kapıda onu görünce, sarıldım içtenlikle. Belime doladı kolunu ve öptü beni. İçeri girmesini bile beklemeden, özlemişim dedim. Özlemişim dedi.


Elini yüzünü yıkadı, balkona doğru yol alırken, mutfağa hazırladım dedim. Salonun ışıklarını kapadım ve müziği açtım. Onun ardından mutfağa gittim. Rakıları servis yapmıştı bile. Kızarmış ekmekleri alıp, içine turuncu peçete koyduğum örme sepet bir ekmekliğe özenle ekmekleri yerleştirdi. Masaya şöyle bir baktı, kahkahamız eksik kalmış gibi dedi. Rakıda buz sevmezdim bilirdi. Suyuma iki buz attı. Kadehini kaldırdı, gözlerini benden hiç ayırmadan seyrediyordu. Çok güzelsin dedi, çok güzel bir gece... İyi ki geldin dedim. O zaman; senli benli halimize dedi. Senli benli halimize dedim. Öyle yakındı ki yüzlerimiz birbirine, o gece, o masada, o mumun alevinde; biliyordum bir başka güzeldim. Gecenin ilerleyen saatlerinde, sohbet sohbeti, kahkahalar kahkahaları, kadehler kadehleri kovalarken, hiç ayırmadık gözlerimizi birbirimizden...


Bir ara iki elinin arasına aldı yüzümü, bu gece, bu masada, bu mumun alevinde, bir başka güzelsin dedi. Biliyorum dedim. Kalbim yerinden çıkacaktı; saatler gibi gelen o derin sessizlikte, hissediyordum, daha önce hiç söylenmemiş ama hep hissedilmiş o kelimenin, dilinin ucunda olduğunu. İlk defa öpüşmek gibiydi, ilk defa bir tene dokunmak gibi, Yok, yok... Daha başkaydı, daha farklı, daha heyecanlı. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdı. Nefesi nefesime karışmıştı. Gözleri, ah o güzel gözleri, yüreğinin aynası, aklının yansıması gözleri... Baktı derinime, indi yüreğime, sevdi gözleriyle...

O gece, o masada, o mum alevinde hayalden bile güzeldik...
O gece, o masada, o mum alevinde, alev almıştı yüreğim...




_________________________________________



(1) Gereksiz Yazar mimlemişti beni, en etkili an...


(2) Fotoğraf / 1x.com

25 Ağustos 2009

ALEVLİ BİR AYRILIKTI TANGO



alevli bir ayrılıktı tango
ve ben yanında yürürken bile
hissediyordum ritmini

_________________________

Fotoğraf / Tango© Volker Vontin

24 Ağustos 2009

YARATICI MIIM YOKSA İLGİNÇ MİİM


  • Şimdi durum şu; sevgili Hayat İzlerim, Kelebenk, Ufuk Çizgisi ve Bırak Dağınık Kalsın; beni ödüllendirmiş. Bir ödül söz konusu olduğunda akıl ve gönül defterleri olan bloglarda insanın kendi adını görmesi kadar keyif veren bir şey olmasa gerek. Bilenler bilir öyle pek de şahane bir mim oyuncu değilimdir. İlla her mimi kendi keyfime göre, kırpar, şekillendirir ve öyle oynarım. Ama bu mimde ne yapacağıma karar veremedim: Meselenin yaratıcı ve ilginç olma halini henüz kafamda birleştirip ortaya bir şey çıkartamadım. Yoksa yaratıcı değil miyim? Kendine haksızlık etmiyeyim de "yeterince yaratıcı değil miyim" diye sorayım bari...

Şurada ve Burada blog yazılarıma kendimce farklı bakış açıları geliştirmiş ve bloglarda şu ana kadar rastlamadığım bir yaratıcılıkla!!! ve ilginçlikle!!! yazılar yazmıştım.


Mimin iki farklı versiyonunu gördüm; kendinle ilgili 7 ilginç şey nedir sorusuna cevap arayanlar ve 7 sevdiğin şeye cevap arayanlar... Bir de ortak noktaları olan 7 kişiye pasla bölümü var, unutmadan onu da belirteyim.


Her iki sorunun cevabının da kreativ (hangi dilde sahi bu) blogger olmak için yeter şartı sağladığından pek de emin olmamakla beraber, ve kendim kendime ilginç gelmediğimden; meseleye Hayat İzlerimden Özlem'in de dile getirdiği gibi; hatırlanmak ve değer vermek bakış açısıyla bakıyor ve bu anlamda; biraz şımarıklık ve biraz da keyifle ödülümü alıyor ve yüreğimin en güzel köşelerinden birine kaldırıyorum. Bu ödüle ilişkin aklına "Evrenin Dünyası" gelenlere teşekkür ediyor ve mimi üzerinden zaman geçtiği için kimseciklere paslamıyorum ama gün geçmesin ki bloguna yazı yazmış mı, yeni bir yorum almış mı ki diye merakla baktığım her bir blog yazarının tek tek aklımdan ve yüreğimden geçtiğini bilmenizi istiyorum.

____________________________
Okuyucuya Önemli Not: Az önce aldığımız bir habere göre; bir ödülüm daha varmış benim...
Durum şu; Mim Cadısına bu ödülden çifter çifter geldiği için, üzerine iki ayrı yazı yazdığı için ve de ben sadece birini görüp, adıma rast gelmeyince atlamış olduğum için ödülümü az önce hafif bir sersenişle almış bulunmaktayım. Hiçççççççç cık cık ne ayıp demeyin, haklı valla, ayrıca verdiği ödülü geri almamasını güzel yüreğiyle bağdaştırıyorum ben.
Ödülü veren Mim Cadısı Bekriya'dan huzurlarınızda özür diliyorum bir de kocaman öpüyorum.