28 Temmuz 2010

İki / 2

two coffees please









Özlemişim biliyor musun...



Akşam serinliği çıplak omuzlarıma vurduğunda, bir elimde elin, diğerinde şarabım seninle sohbet etmeyi... Çocukların geceye inat top sahasındaki neşeli kahkahalarına eşlik eden, iç çekmelerimi... Ayağımı uzatıp yarı çıplak bacaklarımı masanın uzun örtüsü ile örtmeyi... Sen; elin rahat durmadığında rüzgara bulup bahaneyi üşüdün mü diye sorarken bana, elinin tenimde gezinmesini... Özlemişim biliyor musun gece yatağa girdiğimde sol yanımda olmanı. Göğsünde uyumayı... Sarıp sarmalamanı... Gece yarısı yangınlarını... Sabah uyandırmak için dudağıma kondurduğun o şefkatli öpüşleri... Özlemişim kokunu içime çekerek kulağına fısıldamalarımı... Salaş bir barın o en kalabalığında gözlerin gözlerime değdiğinde aynı bedende atan tek bir yürek olmayı... Yüreğim yüreğine attığında fark ettim ki; özlemişim senli benli bir hayatı... İyi ki geldin...


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

27 Temmuz 2010

Zorlama / k



mimoza



Bir mimoza ağladı bu sabah
Sarıydı gözyaşı
Bir bulut geçti üstümüzden
Tek kanatlı mavi bir umuttu taşıdığı
Bir sardunyanın dalından koptu bir yaprak
Acı yeşildi, havaya değdi kokusu

Kader dedi bir ses...
Kaderi fazla zorlamamak gerek.
Bir kuş düş-tü, yeni doğmuş
kanadı kırıktı
gözyaşı sarı
acı yeşildi kokusu

maviydi gözleri
ileri baktı
çok ileri
titretti yürekleri
umuttu adı





26 Temmuz 2010

KESKİN VİRAJ


Gecenin sessizliğinden aldığı keyif; cama vuran ağaç dallarının çıkarttığı korkunç sesin, rüzgarın uğultusuna karışıp, korku filmlerinin sisli ve etrafın pek seçilemediği yarı karanlık ortamında, her an bir şey olacak ürpertisini besleyen müziğe dönüşmesi ile, yerini, endişeye bırakmıştı. Rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girip, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oluyordu.

Veya kadın, bütün bunları kendi iç dünyasında yaratıyor ve az sonra tamamlamayı umduğu senaryo öyküsü için gerekli olan imgesel anlatımı kafasında canlandırıyordu. Ne gerek varsa...

Terasa çıktı. Rüzgarın saçlarına ve sigarasının dumanına sırnaşmasından hoşnut olmasa da, bir kaç dakika nefes almaya ihtiyacı vardı. Odaya geri döndüğünde, masaya yaklaştı. Okuduğu bir yazar değildi, neden aklına onun sözleri geldi bilemedi. Nerede okumuş olacağının üzerinde bile durmadı. Önündeki onca karalama kağıdından, en az buruşmuş olanı aldı ve bir köşesine, aklında kalanı kadarıyla, sonrasında kendi bile okumakta zorlanacağı bir kargacık burgacıklıkla yazıverdi.

"Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilemeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi... Sönen tısımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya..." (*)

Cam kenarında duran, geçmiş zaman anıları yüklü sallanan koltuğuna oturdu. Cama hızla yaklaşan dalın karartısında, eğiverdi başını koltuğa. Vuivvvvv... Yepyeni bir rüzgar, keskin bir virajı daha alıp, kayboldu salonun kapısından öte bir yerde, az sonra korkunç bir patlama sesi ve şangırtı duyuldu. Yerinden fırlayıp arka odaya yöneldiğinde, cam kırıklarını fark etti. Kapının şiddetle çarpmasından; tam ortasında, bir zerafetin temsili gibi duran cam, kırılmıştı. Cam kırıkları dedi... Can kırıkları çınladı yüreğinin duvarlarında. Sanki zamanıymış gibi aklının uçuşmasının, kanatlar takıp her bir düşe uçup uzaklara konmayı planlarken, kırılmış kanatlar taşımadı, düşüverdi bedeni cam kırıklarının üzerine. Kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun kafası halen, yazmakta olduğu senaryo hikayesindeydi. Neden kare kare, sanki bir senaryo yazıyormuş gibi sahneyi detaylandıracak tasvirlere ihtiyaç duyuyordu ki... Senaryonun derdini üç aşağı beş yukarı anlatacak, kahrolası düz bir metne ihtiyacı vardı. Öykünün kurgusu belliydi. Kahramanlar kafasındaydı. Sadece kahrolası düz bir metin yazacaktı. Ne gerek vardı, kana, cama, gereksiz detaylardı herbiri.

Kırık camları özenle topladı. Çalışma masasının lambasını koltuğun kenarından aldı, masanın üzerine koyup, kendine masada yeniden bir düzen oluşturdu. Yazdığı not kağıtlarını ortalığa saçıp, numaraları takip edecek bir düzen içinde bir kez daha yerleştirirken, gözü kırmızı renkle yazılmış bir başka detaya takıldı. 

Birşeyi korumuyorsan onu hak etmiyorsundur (**)

Koruyamadığı için mi hak etmemişti, yoksa hak etmediği için mi koruyamamıştı. Yüreğinin gitmelerine dur demesi gerekti. Oysa o, ne bileyim belki de, yazmak istemediğinden aslında, oyalanacak onca şeyin arasında, kendini en çok kaptırıp da zamanı tüketecek olana meylediyordu: Ona... Onun rüzgarına, o aşkın yarattığı girdaplara, can kırıklarına, en son giderken ardında bıraktığı kırık dökük kelimelere... Tamamlanamamış, ucu açık cümlelere... Yarım yamalak sevgiyle, şehvetin birbirine karıştığı dokunuşlara. Az önceki kırılmanın şiddeti ile kendine gelmesi gerekirken; rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına geldikleri,  stockholm sendromunun eteklerinde geziyordu adeta. Yoksa çoktan dibe varmıştı da, kendini tutsak ettiği aşkından sığrılamaz, onu yaşamla kendi arasında bir bağ, köprü olarak gördüğünü... Of ne saçmalıyordu, bir senaryo öyküsü yazmalıydı. Bunları düşünmenin, kendiyle hesaplaşmanın hiç de sırası değildi...

Kendi senaryosunu yazdığı için mi, öyküsünü yazamıyordu. Her bir detay, her bir viraj... Bir an durdu; pencereden dışarıyı seyreden kendini, dışarıdan bir üçüncü göz gibi seyretmeye başladı. Kendiyle hesaplaşan kendinin, kendini acıtmasını bir ritüel gibi kutsadığını fark etti. Aydınlanma... Ne saçmalıyordu. Kim kendini, kendi dışına çıkıp da seyredebilirdi ki... Kim kendini bu kadar net görüp de, kendiyle barışık olabilirdi ki... Kim kendinden bu kadar bağımsız kendini yaratıp da... Of... Sıkışıp kaldığı duvarları yıkmak, kendindeki suçlu benlerinin elini kolunu bağlamak, sonra bir bahane ile özgür bırakmak kendini... Evet, sanki yapmak istediği tam da buydu. Acımasız bir hesaplaşma.

Herkes, insan kusurudur sonunda; yapıcı, mantıklı ve eninde sonunda kendini mutlaka düze çıkaracak cümleyi kurar ve yüksek sesle kendine söylerdi ki; inandırıcı olabilsin ve özgür kalsın bütün benleri... Kendinin benlerinde kaybolmak ve çıkmak yeniden sonsuz maviye, bulutsu bir pürüssüzlüğün pamuk kıvamında kollarında uyanmak yeniden, bir sabah erkenden ve ışıldamak, sanki o benler hiç senin olmamış gibi... Ah! karanlık, ah! içimin derinlerinde, bir suçlu gibi mahkum sonsuz iyilik, suçun bile ispatlanamadı ki senin: gel beni kurtar kendimden, zaman varken.

Pencereden uzaklaşırken, rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girdi, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oldu. Bu öyküde, mum kendisiydi, rüzgar onu ilk gördüğünde hissettikleri, kırmızı araba o, keskin viraj aşk! Öyküyü kurgulamak için ihtiyaç duyduğu her ayrıntı, iç sesiyle kavgası... Yazabildiği her kelime, dışa vurumu iyiliğinin... Kurabildiği her cümle, tam bir saçmalık, kendine inanmayı isteyen zavallı bir kaybedenin, son çırpınışları.

Pencere pervazı öyle bir sarsıldı ki, deprem olduğunu fark edemeyen kadın, elinde kalemi, yıkılan duvarlarının, kırılan yüreğinin altında ezilip kalan bedenine yapılan her müdahalede, biraz daha nefessiz kaldı. Kendi ölümünü hazırlayan, kendinin ölümcül beni, aşk, kendini rehin almıştı. Kadın bir aşk uğruna ölümü göze alan bir adamın hayatta kalma hikayesini anlatabilmeyi istemişti. Kendi kendini yiyip bitirmeseydi, güzel bir senaryo için güzel bir başlangıç yapabilecekti. Yıkıntılar arasında bulunan bedenindeki kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun yüreği  yaşayamadığı aşk hikayesinde atıyordu halen... Son nefeste, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi duyuldu ve karardı sahne. Salondaki herkes ayaktaydı.



Fotoğraf
(*) Çetin Altan
(**) 'Firefiles In The Garden' filminden



24 Temmuz 2010

Küçüçük Mutluluklar




Bir sabah uyandığınızda biraz da kafanız karışıksa yaşama dair...
Dolanırsınız kendi çıkmaz sokaklarınızda.
 Tam vazgeçip herşeyden dönerken şimdinizde sizi bekleyen sıkışmış kendinize;
Bir mektup bulursunuz zamanında yazılan,
Sonra bir fotoğrafa denk gelirsiniz içinizi çoşturan.
Mektubu okurken ki çokluğunuz,
Fotoğrafı çekerkenki yalnızlığınızla meşk ededursun
Küçüçük bir fıçının içinden sonsuz mucizeler doğuran sihirbaza döner yüreğiniz aniden.
Mutlulukla gülümseyen kendinizdir artık şimdinizde sizi karşılayan.


Gününüz güsel olsun efendim...
Gözlerinizden öperim.


 

22 Temmuz 2010

Yitik Zamanlara Ait Bir Şarkısın Sen

Notes About Life



Yitik zamanların kahırlı türküsüydü dilimdeki, kelimelerin kanatırken yüreğimi, sus söyleme derdim, şarkılardaki gibi. Oysa bir sevdayı dillendirirken, seyretmeyi severdim kendimi gökyüzündeki yıldızlarda ki; bir tanesi hep kuzeyin soğuğunu yüklerdi sırtıma böyle zamanlarda. Sırtımın ürperdiği anlarda sar beni isterdim; sarıp sarmala yüreğinin kuytularında. Ah be sevgili nerden bilirdim, sevenler  ağlarmış şarkılarca. Şimdi gülümsüyorum kaderime, sensiz İstanbul'a düşman olmuşum, üstelik bile isteye. Aşk oyunu mu diyorlar buna, hani bir küsüp bir barışmalı olunca hayatla.

Sen hatalarımdan biriydin yalnızca ve ben hayat güzelmiş diye dolaştım yanyana yürüyemediğimiz sokaklarda. Ben böyleyim dedim, ben böyleyim üzgünüm acı geliyorsa sözlerim. O zamanlar afilli bir yalnızlıktı benimkisi, yanarım, yanarım tutuşur kavurur ateşim, seni de beni de belalım diye naralar atardım, surların altındaki ayyaşlarla.  

Hatırlar mısın bilmem son gecemizi; kır zincirlerini bu gece, bu gece son, bu gece son olsun dokunduğun tenimdeki titreme demiştim sana. Yeter ki sen sev beni istemiştim, gözünün içine baktığım günler artık çok geride, anlıyorsun değil mi? Seviyorum kahretsin ki, silemezler gönlümden ne aşkını ne seni, sana diyorum be sevgili duyuyor musun beni yazmıştım son mektubumun son satırında.

Deli gönül sevdasını ben bilirim, yardan ayrı kalmasını da yazmıştım bir başka seferinde, 24.05.2006 tarihli ajanda sayfasına. Keskin bir bıçak şimdi geçmişin anıları elimde, haberin yok ölüyorum ben. Bakma bana öyle derin.  Ya da ne olur bak bana biraz... da yazmıştım bir seferinde, tarihini hatırlayamadığım bir günde sararmış ajanda yapraklarından birine. Artık gül pembe olsa da yüzüm, gözlerimde geçmiş zamanlardan kalma bir hüzün. Vazgeçtim ellerinden, vazgeçtim gözlerinden dediğim her seferinde anladım ki ben kendimden vazgeçmişim.Her seferinde, belki alışman lazım diyordum kendime. Acı hatıralar dolaşırdı o zamanlar hep aklımın köşelerinde. Neler oluyor bize demeye bile fırsat tanımadıydı ya zaman aşkımıza. Olsun be sevgili, bu şarkılar da olmasa, hislerimi yazacak halim de yoktu aslında. Ama söylemek istediğim bir şey var şimdilerde sana: Hani kırılırsın, üzülürsün diye, incelikler yüzünden yani kısaca, hep sustum ya ben sevdamın ortasında, geç olsa da anlamıştım, kuru dallardan yapma köprüden geçiyordu aşkımız ve güllerimiz solmuştu kaldırımlarda. 

Artık yaşamak için kendime başka bir anlam bulmalıyım yarınlarda dediğim gece seni gördüm rüyamda. Nerdeysen,  ama nerdeysen, kimleysen, her nerdeysen, mühim değil, artık senden hareket vaktiydi biliyordum. Herşeyi yak, beni yak, kendini yak diyordu yüreğim. Bir defa sevmek bin defa ölmek demekmiş, giderken dilime pelesenk etmiştim. Ne senden öncesi, ne senden sonrasıydı düşündüğüm. Verme, akıl verme dedim kapıyı kaparken, duyuldu mu bilmem, vereceksen huzur ver şu saatten sonra dedim merdivenleri inerken.

Seneler alıp gidiyormuş ne var ne yoksa herşeyi. Hani tutamazda kendini her ayrılık sonrasında, bir ümitle ya olursa dersin ya hep, bile bile herşeyin bittiğini, ben demem şu saatten sonra bir daha. Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım senden sonra.

Sen yetinmeyi bilir misin, ben çoktan öğrendim. O nedenle; senden geri geri giden ayaklarımı geri almaya geldim. Nereye böyle dersen, yeni bir sevdaya yelken açan yüzümde görürsün gamze gamze gülüşümü. yani anlayacağın sevgili, ikinci bahar yaşıyor şimdi ömrüm.

Ha bir de unutmadan, yitik zamanlara ait bir şarkısın sen, uzun zamandır dinlemediğim. Hoşçakal sevgilim, artık gidebilirsin,  yüreğimi özgür bırakarak, arkanı dön ve çık. İstenmiyorsun artık!



21 Temmuz 2010

Bir Yer Var

Bir yer var biliyordum;
                           bitirmenin kolay olacağı, ve başlamanın hatta.

Bir yer var biliyordum;
                          karamsarlıkların yok olup gittiği,
                                                         kalan çukurlarda umut filizleri yetiştirebileceğim bir yer,
                                                         ki o filizler, yaralarıma merhem oldu sonrasında, görüyordum.

Bir yer var biliyordum;
                           içimdeydi,
                                     derindeydi,
                                              ışıksızdı belki
                                                           uzandın öptün,
                                                                         iyi ki...














20 Temmuz 2010

Dumanı Üstünde Ahkam



Kendi Halinde Bir Ahkam

Yemekleri soğutmamaya gösterdiğimiz özeni
İlişkileri soğutmamaya göstersek


***

Kendi Halinde Bir Durum Özeti

Amannnn, kimin karnı doğmuş sevdadan, bırak ahkam kesmeyi
Gömülelim gitsin önümüzdekine, bir sus da keyfimizi germe!


***

Kendi Halinde Bir Kabulleniş

Eyvallah!



Fotoğraf




19 Temmuz 2010

Aşka Dair - 7







Kelimeler yeni anlamlar buldukça, zaman çoğalıyordu. Sabahları beraber uyanır, beraber günü selamlar, günü çoğaltır, akşam üzerine kadar zor sabreder  ve geceyi yarısından sonrasında ancak sonlandırırdık. Bir gece hiç unutmam, bir şarkıyı defalarca arka arkaya dinlemiştik. O kendi yatağındaydı, ben onun yanında uzanmıştm. Ya da, ben L koltuğuma uzanmıştım, o sallanan koltukta oturmuştu ve sohbet ediyorduk. Öyle gerçektiki içimdeki hisler, biliyorum çok klasik olacak ama ancak kelebeklerin kanat çırpmaları ile anlatılırdı. Gece hiç bitmesin istiyordum ve sabah olunca gece hiç olmasın... Ya da şöyle diyeyim, daha doğru olacak, yaşadığım her dakikanın daha çok farkındaydım, midemdeki kasılmaların mesela. Yüzümdeki gülümsemenin...

Bulutlar iyice yükseldi, şaşkınlıklar da öyle. Üç kadın, tarifsiz bir büyü ile çevrelenmiş gibi, düş bir geceyi uzatıyorlardı,  ucu sabahın ilk ışıklarına değer de kendi gerçekliklerine tebessüm eden bir rüyadan uyanırlar diye umuyorlardı. Dev bir sinema perdesinden seyrediyorlardı sanki düş bir aşkın gerçek hikayesini, büyülenmişlerdi.

Anlatıcı, o zamanlara giden yüreği, ki hafızası var mıydı gerçekten yüreğinin, kaleme aldığı o uzun mektubun satır aralarında dolaştı. Bir kaç satırı onlarla paylaşmakta bir sakınca olmadığına karar verdiğinde, dökülüverdi kelimeler ister istemez kendi ağırlığınca...
Uyanmak istemediğim bir düşle,
hiç uykuya dalmak istemediğim bir gerçekliğin ortasında, tutkuyu yaşadım ben...
İlkti...
Onca yaşanmışlığın üzerine...
Güzeldi...
Kadınlar, masadaki tabakları aldılar, birer bira daha açtılar. Hava iyiden iyiye soğumuştu ve neredeyse saat oniki olmuştu. Evli olan kocasını, bekar olan oğlunu arayıp gelmek üzere olduklarını haber verdi. Gözü yaşlı olan, bana kalsa sabaha kadar oturur dinlerdim ama, deyip gözlerini devirdi diğerine doğru. Diğeri güldü, sence bu hikaye bitecek gibi mi?

Yola koyulan arkadaşlarını balkondan uğurladı. Uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yapıp, duvardaki rafın üzerinde bulunan ahşap kutudan bir sigara paketi çıkarttı. Balkona oturduğunda serinleyen havanın da etkisinden olsa gerek, omuzlarına ince bir şal aldı. Masayı, o geceki gibi, hani az sonra yağmur bastıracakmış gibi, iyice kapı tarafına yaklaştırdı. Sigarasını yaktı ve gökyüzüne baktı.

Yıldızların neden o gece o kadar ağladığını bir türlü anlayamadı. Ayın neden utancından bulutların arkasına saklandığını ve neden bir baykuşun, bir kargayla kavgaya tutuştuğunu ve neden hayat kadınlarının bu gece o köşede beklemediğini ve neden bulutların pembeleştiğini anlamadı. Sigarasından bir nefes aldı, derin, dumanlı... Gözlerini kapadı. Adamı düşünen kendini sevdi. Onu düşünürken, anlatırken ve yazarken ne kadar da güzelleşiyordu. Bir de yaşasam dedi. Bir de yaşasaydım... Ne kadar olmuştu ayrılalı, bir yıl, belki iki. Saymayı bırakmıştı. Saymayı unutmuştu hatta. Mumları üfledi ve söndürdü yüreğindeki yangını bir damla gözyaşıyla. Yatağına yol alırken, 'iyi geceler' dedi, adamın 'iyi geceler kocaman yüreklim' deyişine belki de yıllar sonra ilk defa sessizce karşılık vermişti.


Yazılıyor kendi hızında, biraz yavaş, biraz karmaşık duygularla...
Fotoğraf / deviantART



17 Temmuz 2010

Çalan Melodi / ...





Griye çalan gökyüzü
Metala çalan bir ağız tadı
Hüzne çalan bir yürek
Çıkan melodi,
İç burkan cinsten
Uzun soluklu dinlemelere imkan vermeyen

Tıka kulaklarını
Görme
Kapa gözlerni
İşitme

Sadece bak
Bak yüreğimden geçenlere
Görmesen de
Belki yüreğin anlar
Yüreğimi sebepsizce

Sevmek
Görmeden
İşitmeden
Dokunmadan

Sevmek
Çığlık çığlığa
Bugünlerde

__________________________________
Fotoğraf/deviantART
İlk Yayın Tarihi: Ocak 2010



16 Temmuz 2010

Karanlığa Mektuplar - 2



Yazacak çok birşey de yok aslında
Bilindik bir gece

Bilindik bir karanlık
Bilindik sorular gökyüzünde, yıldızlar kadar çoklar
Bir sönüp bir parlıyorlar
Bir gelip bir gidiyorlar

Karanlık
Cevapsız bir bilmece
Gece
Neye gebe?

***

Aydınlık
Cevapsız başka bir bilmece
Gündüz
Neyin habercisi olacak!

***

Yaşam, geceyle gündüz arasına sıkışıp kalıyor bazen.
Nefes alıp vermek arasında bir yerde seyrediyor ömür.
Arada kalmanın araf olduğu zaman dilimlerinde atıyor yürek.
Hayatın attığı sert bir tokattan sonra açıyor güneş.
Tersine akan bir nehirde son buluyor düş.

Atılan onca kulacın vardığı yer gene kendi yüreğin.

Yaşam, geceyle gündüz arasında sıkışıp kalıyor bazen.
Elinde yüreğinle uyanıyorsun bir sabah erken,
Ağlıyorsun güneş doğarken
öyle güzel, öyle turuncu, öyle mavi
öyle umut
öyle ılık

öyle olduğu için
öyle gördüğün için
öyle sandığın için
öyle olsun istediğin için
öyle olacağına inandığın için
öyle olmazsa öleceğini sandığın için
ağlarsın ya,
ağla!

Böyle zamanlarda
Geceyle gündüz arasında sıkışıp kalır birçok şey
Ne geceye sırdaş
Ne güne yâr
Ne kendine arkadaş olursun
Güneşe bakıp, bu sabah da doğduğu için
 içindeki çocuğa sarılır
büyümüş kendini avutursun






Fotoğraf  / DeviantART





14 Temmuz 2010

Gecesiyle Sabahıyla Günahıyla Sevabıyla

Daha beş yaşındaydı. Elinden tutmuş, yokuş yukarı olan evimizin yolunu güle eğlene çıkıyorduk. Akşam sofrasının klasik pazarlığı bu sefer yolda başlamıştı; köftesini yerse on dakika daha fazla seyredeceği televizyon savaşlarının galibi o olmuştu. Öyle yorgun bir hafta ortasıydı ki, hiç köfte yemese de koparırdı o izni benden.

Yokuşun başına yaklaştıkça mahallenin haylazları koşuşturmaya başladılar sağa sola. O karmaşada koca kamyonu gördüm, kirli üstleri başları ile eşya taşıyan adamları ve ilk maaşımla aldığım radyoyu. Elim terledi, soğudu, ılındı, buz kesti. Onun küçüçük elleri ise, televizyonu görünceye kadar ılıktı. Sonra eli terledi küçüçük, soğudu kocaman, ılındı azıcık, buz kesti büsbütün. Tanımadığı adamların neden evimizdeki  eşyaları götürdüğünü bir türlü anlayamadı. Aaaa, televizyonumuz diyebildi sadece,  cümlesini arkadaşları kesti. Oyun arkadaşlarının koşarak ona gelip, televizyonunuzu bile aldılar derken ki bakışlarında ezilen çocuk yüreği yere düştü. Bir anne çabukluğu ile aldım küçüçük yüreğini elime ve hızlı adımlarla, biraz da çekeleyerek onu... Eve gidince anlatırım diyebildim sadece. Tek istediğim o anda oradan toz olup uçup  gitmekti, onun da elini elimde sıkıca tutarak, toz olup uçmak. Merdivenleri çıktık, hiç konuşmadan. Bu gece köfte yemesem olur mu dedi, olur dedim, elini daha da sıkıca tutarak.

Eve girdiğimizde henüz gelmemişti. Gelmesin istiyordum, bu gece eve gelmesin. Elinde rakı şişesi ile eve girdiğinde, oğluma alamadığım sütün öfkesi boşaldı içimden. Kusmuşum. İçimdeki öfke, öyle dalgalarla falan kıyaslanamaz, öyle taşkın, öyle sel gibi, sustum. Aniden. Durdu zaman. Dondum. Hayır, hayır öldürmeye değil ama bitirmeye çok niyetliydim. Elime uzandı eli, baktım. Bilmem şimşeklerim mi aldı gözlerini benden, ama eğdi kafasını, o gece bir daha da hiç kaldırmadı. Oğlanı yatıralım dedi, yatıralım ve konuşalım dedim. O evde, sesimiz hiç yükselmedi. Öfkelerimiz, oğlumuza hiç değmedi, iyi ki...

Oğlumuzu öpüp koklayıp yatırdık, beraber, bir masa kurduk balkona, beraber... Tuhaf geliyor değil mi? Ama biliyordum ben, o gece... O gece, gözlerimden şimşekler çıkıyordu. Ona dedim ki, onca yıla sığdırılmış bir aşka, şimşekler çakarak bakmak istemiyorum artık ben. İçimde patlayan fırtınaların sebebi sen ol istemiyorum. Ben sana, güzellikleri yükledim, aşkı ve inancı... Artık bir güzellik yok geldiğimiz noktada, uzun zamandır yok da, insan kıyamıyor yıllarına. Aşk dersen, ufak tefek yangınları atlattı da, en büyük yangında külleri bile savruldu, sen de biliyorsun değil mi? Geriye inanç kaldı sanıyorsun belki ama, o da az önce bu kapıdan çıkıp giden eşyalarla birlikte ardına bakmadan yitip gitti ufuklarımda. Şimdi bir sen varsın çıplak, bir de ben. İlk günkü gibi. Hiç tanımadan önce üzerine kurduğumuz hayaller gibi, çıkarsız ve savunmasız. O nedenle bu gece eskisi gibi sohbet edeceğiz ve sen yarın sabah bu evden çıkacaksın ve bizim başımızı dimdik kılacak bir adam olarak geri dönünceye kadar bir kere bile bu evde uyumayacaksın. Ta ki, oğlumuz, babam daha büyük televizyon alabilmek için göndermiş eşyalarımızı diyebilinceye kadar, sen başka bir şehirde çalışmaya gitmiş olacaksın. Kafasını hiç kaldırmadı. Söylediğim herşeyi, sessizce onayladı. Eskisi gibi olmadı sohbet o gece, artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ya zaten. O gece, sarılıp uyuduk. Acizliğinin soğukluğunda, uyku ikimizi ne kadar tuttuysa o kadar tuttuk biz de birbizimizi.

Sabah, o her zamanki gibi bizden erken çıkacaktı evden ve her zamanki gibi oğlum ve ben, pencereden el sallayacaktık o uzaktan bize özlemle hala bakarken. O sabah garip bir şey oldu, oğlum babasına gitme dedi. Bugün işe gitme. Ben de okula gitmeyeyim. Beraber parka gidip oyunlar oynayalım. Öyle bir öptü ki oğlunu, öyle bir sarıldı ki babasına Ali... Oracıkta vazgeçmek üzereydim aldığım karardan.  Bir gece öncesinin buz kesen elleri, sabahına ılınmıştı işte yeniden. Elinden tuttum Ali'yi, çelimsiz bedenini bir adım geriye çektim. O anda, dün geceden beri ilk defa gözlerime baktı oğlumuzun saçları ile vedalaşırken; fark ettkim ki, gözleri yüreğime artık çok uzaktı. Pişmanlık taşıyordu beyazından ve kahvesi parça parçaydı. Benim son sözüm, baban geç kalıyor oğlum oldu. Ali'nin ki ise,  tamam ama söz ver dedi, söz ver yarın işe gitmeyeceksin. Ben de okula, oldu. Onun son sözü, bakışları oldu, yüreğimi delip geçen bakışları. Demek ki hala yüreğime dokunabiliyordu. Acıyan yüreğimde, saplı kalmış bıçağı çekip verdim eline. Bunu dedim, bunu attığın her adımda hatırla. Bu bıçak kesip attı herşeyi, ne varsa. Bilmem, bakışlarımın tercümanı oldu mu o anda yüreğinde bizden kalan son parça.

O sabah da, o her zamanki gibi bizden erken çıktı evden ve her zamanki gibi oğlum ve ben, pencereden el salladık babamıza, artık uzaklardan, yakaran bir özlemle bize bakarken.

Biliyordum, biliyorum ki gecesiyle sabahıyla günahıyla sevabıyla, onüç yılın ardından, ceketini alıp gitmek bir adam için zordu. İnancımı yitirmesem, sevgimiz bizi yarınlara taşırdı biliyorum, herşeye rağmen kalkardık biz o büyük taşların da altından. Eğer bir gece önce, kendine inancını yitirmiş bir adamın kabullenişine şahitlik etmeseydim, inancımı sorgulayabilirdim. Ve yüreğim ele geçirirdi benliğimi. Bu düşünceden hemen uzaklaştım, bu sefer izin veremezdim, bu geldiğimiz son noktaydı, bir adım sonrası, felaketimiz olacaktı. Ali de tek şahidimiz. Bütün bunları onun omuzlarına yükleyemezdim. O daha, beş yaşında bir çocuktu, gözleri umutlu, yüreği sevgi kokan. Ve büyüklerin almak zorunda kaldığı kararlar, çocuklara hep çok uzaktı. Düşündüğüm tek şey, ben güçlü ve ayakta olursam, Ali'nin çok daha mutlu olacağıydı. Böylece tek bir yanı eksik kalsa da çoğalması mümkün olacaktı. Ama diğer türlü, eksikleri giderek çoğalacak, yaraları giderek büyüyecek ve belki de  hiç tam olamayacaktı. Bunu görüyordum, müneccim değildim. Kocamı tanıyordum ve yaşattıklarının farkındaydım ve daha da kötüsü yaşatacaklarının... Sadece, uygulayabilceğim bir kararlılıkta bir sonuca varmam gerekiyordu. Yaptığım bütün hesapların sonu, iki kişilik kocaman bir dünyanın, 3 kişilik giderek küçülen bir dünyadan daha mutlu kılacağına varıyordu.

Bir sonraki gece, babası eve gelmeyince, para kazanmak için uzaklara gittiğini söylediğimde, Ali televizyon mu alacak bize dedi. Henüz beş yaşında bir çocuğa neden akşam uyumadan önce bir saat televizyon seyredemediğini anlatacak kelimeleri bulamayan kendimin, bardağın taşarken götürdüklerini fark etmesiyle sarsıldım. Oğlum, babasız büyüyecekti. O gece sarsıla sarsıla ağladım. Bir ailenin varlığının, çocuklarının boynunu bükmemek olduğunu kendime defalarca tekrarladım, ikna oldum mu bilmem ama sızmasam ertesi sabah kalkacak gücü kendimde bulamayacaktım. Sonraki altı yıl, çok zor geçti. Ama hergün ölmektense, bir gün ölecektik. İşyerime telefon ettim, Ali'yi okula göndermedim. Parka gittik, oyunlar oynadık ve konuştuk. O günden sonra iki kişilik dünyamızda, kocaman insanlardık. Çabuk olgunlaştırdı hayat oğlumu. Beni hiç üzmedi. Hiç yalan söylemedi.

O geceden aylar sonra, evimize küçük ekran bir televizyon alabildiğimizde, oğlumun parlayan gözlerle, televizyonumuz geldi babam da bu gece gelir değil mi deyişini hiç unutmadım. O, gece uykuya dalmadan önce televizyonu bir saatten fazla seyretti. Bense onun çocuk sevincini.

Hiç bilmiyorum, iyi mi ettim kötü mü... Ve bugün  on yıl sonra, bazı sabahlar o pencereden el sallarken bulurum oğlumu. Elini cama yaslar ve bekler, öylesine bir iş gününe uğurladığı babasının akşam vakti eve dönecek olma umudunu taşıyan yüreğini yüreğime saklar, ağlayamam.