Her öykünün bir başlangıcı var... Bu öyküyü baştan okumak istersen: İzüç
İzbir (Ayşe)
Kliniğe röportaj için gittiğimde heyecanlıydım. 45 yaşlarında, oldukça yakışıklı sayılabilecek bir adamla karşı karşıya kaldığımda, ellerim buz kesti. Fotoğraflarından çok daha etkileyici, bakışları teskin ediciydi. Arkada topladığı saçları kırlaşmıştı öyle sanıyorum ki omuzlarına kadar uzundu. Güçlü, kendinden emin bir görüntüsü vardı. Üzerinde dar kesim, açık renk bir kot, ayağında boyası yer yer silik devetüyü deri bir postal vardı. Mavi iri kareli gömleği ile aynı renkte olduğunu geç fark ettiğim gözlerine uzun süre bakamadım. Göz göze geldiğimizde, bakışlarında üşüdü bir yanım ve bir yanım ısıtması için ona adeta yalvardı. İnsanı kendine çeken garip bir gücü vardı gözlerinin; yaklaştıkça yaydığı enerjiden duyulan korkudan kaçmak için gene dönüp dolaşıp ona sığınma isteği uyandıran derinlikleri…
Daha önce kimse ile görüşmeyi kabul etmeyen adamın kilitli kapılarını açmak için niçin sesime ses verdiğini ve beni seçtiğini içten içe çok merak etsem de, ona bunu hiç sormadım. Hoş geldiniz derken uzattığı yedi kara kaplı defter, öylesine yıpranmıştı ki, orasından burasından sarkan kâğıt parçacıklarının sararmış ve yırtılmışlıkları, o güncelerin sonsuz kere okunduğunu anlatıyordu. Günceler; 1960 – 1971 yıllarını anlatan yürek izleriydi.
Odada yalnızdık. Kameraya izin vermemişti. Sadece bir teyp: Konuştuklarımızı, o izin verdiği sürece kaydedebilecektim. Onur anlattıkça, onun parça parça olmuş hafızasını teyelleyişinin üzerinden geçiyordum dikiş tutmayan yama parçalarımı. Kendimle sorgumun boğuşmasında asılı kalıyordu zaman. Yamalarım acıyordu. Oda giderek soğuyordu. Her kelime, yürek derecemde eksi bire karşılık geliyordu. Kelimelerimin tutukluğunu yüreğimin sıfırın altında bile atmaya çabalamasına bağlıyor, büyümüş gözlerimi ondan sakınarak bir sonraki soruya geçiyordum. Elim kalem tutmuyordu. Bildiğim bütün sözcükler sözleşmişlerdi. Kaçmak istercesine bir araya geliyor, buldukları güçle kanatlanıp kliniğin havalandırmalarında sıkışıp kalıyor, oracıkta ölüyorlardı. O anlatırken, yazamıyor, yaşıyordum. Bir tanıdığım kendine ait olmayan bir sözü sıklıkla yinelerdi: İnsan ya yaşar ya yazar dediğindeki tepkim; ben hem yaşıyorum hem de yazıyorum, desene şanslıyım olurdu. Ben, bunları diyen genç kadının kendine duyduğu güven duygusunda saklı olan o gücü geri istiyordum. Farkında olduğum bir şey vardı, çok netti, tartışmasız olarak diyebilirim ki, böyle bir duygusal karmaşayı ben ilk defa yaşıyordum, kalemim ilk defa yazamıyordu.
İntiharı düşündüğünü, ama bunu yaparsa çektiği ve çektirdiği acıları unutacağı için adil bulmadığını, son nefesine kadar hesaplaşması gerektiğini söylerken titremeyen sesinde baskın olan suçluluk duygusunu gizlice çekip çıkartmak istiyordum. Yarattığı ve beslediği korkunç canavarın, başka canavarların da beslenmesine sebep olduğunu bildiğim halde, donuk yüreğimi ısıtan bir acıma duygusuna engel olamıyordum. Onu ondan kurtarmak istiyordum. Annesi gibi o da, suçlunun peşindeydi. Kendi kuyruğunu yakalamaya çabalayan yavru köpeğin gözlerindeki bakışa büründüğünde mavilik, ellerimi uzatıp gözlerini parmak uçlarımın zarafetinde kapatmak istedim.
Biliyorum ki, akşamsefalarının kendi içlerine kapanışındaki ürkekliğim olmasa, uzanırdı parmaklarım. Düşüncelere dalan beynimin kıvrımlarında, hızına erişemediğim bir düşünce cevabını arıyordu: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masum olabilirler miydi?
Onur annesini en son görüşünü unutamıyordu. O sabah evden çıkarken, gene o koltukta oturuyordu. Asılsız olduğunu ısrarla savunduğu suçlamaların onu bu hale getireceğini bildiğinden belki de, Onur olanı biteni duymaması için çok çaba harcamıştı. Ama komşular… Ah o el kadar uzak, el kadar yakın komşular, yetiştirmişlerdi her bir şeyi de bire bin katmasalardı bari. Polis o sabah erkenden geldiğinde, Onur yatağının kenarında oturmuştu; lacivert takım elbisesi, sanki az sonra işine gidecek olan bir iş adamının şoförünü bekliyor hissi uyandırıyordu. Aldığı eğitime bakacaktı insanlar, çalıştığı kurumdaki konumuna, inanamayacaklardı. Arkadaşları ne çok şaşıracaktı. Hiç biri için tuhaf bir adam değildi ki Onur. Nerden bilsinlerdi ki, onun evden çıkmadan önce her sabah saatlerce sabunlandığını.
Annesi, o koltuktan hiç kalkmadı, Onur’a sarılmadı. Tek bir laf etmedi. Onur, başı önünde adım adım çıktı evden. O koltuğa bıraktı gözlerini, yüreğini, yaşamak sevincini. Sahi en son ne zaman sevinmişti. On iki yaşını hatırladı. Ahmet’e inanmak isteyişini… Garipliğine rağmen o dokunuşun şefkat olmasını dileyişini… Yüzündeki umudu.
Sonra kucakladığı çocukları düşündü. Yüreğinde bir yerde yaptığı yanlışı çok iyi bilmesine rağmen onu durduracak süper kahramanı kendi içinden çıkaramayışına duyduğu öfkeyi alıp yanına, koyuldu karanlık geçmişinin sorgu odalarına.
Onur’un ne mahkemesine ne de sonrasında ziyaretine gelememişti annesi. Annesinin güncelerini hapislik günlerinin ilk zamanlarında, onu yalnızca bir kez ziyarete gelen Ayşe vermiş: İçimizdeki öfkeyi, iyiye ve güzele yöneltmek onurlu bir seçimdir” yazan bir kartla. Eski yüzlü geri dönüşüm kâğıdına özensizce karalanmış gibi bir el yazısıyla yazılmış kartı bana da okuttu. Ama duvarında asılı kalmasını istediği için veremeyeceğini ama istersem bu sözü kullanabileceğimi belirtti. Her sabah uyandığında önce kendine günaydın deyip, sonra bu karttaki yazıyı okuduğunu söylerken, seçimlerinden duyduğu pişmanlığı okudum satır satır. Onur annesinin yazdığı kampanya metnini de ilk defa o güncenin arasında görüp okumuş. Ayşe, annesinin çürümüş geçmişine sünger çekmek istemesinden bir yıl sonra oğlu hakkındaki suçlamaların ardından geçirdiği kalp krizinde evde tek başına öldüğünü söylemiş. Komşuları gelen ağır kokulardan şüphelenip polis çağırmıştı da, Hatice Hanım’ın çürümüş bedeni kahverengi koltuktan kahverengi toprağa ancak öyle ulaşabilmişti.
Yaklaşık bir saat süren konuşmamızı; üç çocuğa cinsel taciz suçlamasından aldığı on yıllık cezanın sonunda, kendi isteği ile yaklaşık beş yıldır kalmaya devam ettiği klinikten çıkmak isteyip istemediği sorusuyla bitirmek istedim. Kanımı donduran da işte o cevap oldu. ‘Bu klinikte kalmalıyım. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.’
Çocukken düşlediği, annesini kurtaran süper güçleri olan kahramandan, çocukların yüreğine korkular salan bir canavara evirilen öyküsünü onun sesinden dinlemenin yarattığı daralmayı saymazsak, yüreğimin dayanıklılık gösterisi son derece başarılıydı. Ama daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı, oracığa yığılmasını istemediğim bedenimi ayakta tutar belki diye, yüreğime uzanan elimi anne-babamın ellerinin sıcaklığında ısıttım bir süre. Ayağa kalktığımda titreyen ayaklarıma yürü komutu verdim. Sert bir komutandım.
***
Oradan ayrıldığımda donan kanımı ısıtmak için aldığım kahvenin dumanında okudum güncenin altı çizili yerlerini, alelacele ve özensiz, düşünemeden ve durmadan sayfaları çeviren parmaklarım; boğulmak üzere olan yüzme bilmeyen bir yetişkinin çırpınışlarını andırıyordu. Bir soluk yetmezse, bir rüzgâr eser deyip camı araladım.
Onun suçu değildi, benim suçum değildi… Peki, kimdi suçlu. İlk suçu işleyen kimdi?
Geç de olsa öğrenmiştim, bir çocuğun anne sütünden sonra ihtiyaç duyduğu şey; karşılıksız sevgidir ve eğer güvenmesini öğretebilseydim, ona en değerli hayat hazinesini verebilmiş olacaktım. Ben kötü bir anneyim. Oğlumu kendi düştüğüm tuzağın üzerine ittim. Kapana sıkıştığını bile fark etmedim. Sevgisizdim, sevgisiz kıldım. Korkmadan bir kez bile dokunamadım.
Onura en büyük kötülüğü ben yaptım, şimdiyse yüzleşmek için cesaretim yok. Onurum diye sevemedim. Onursuzum oldu.
Bu lanet koltukta öleceğim. Buraya gömün beni. Buraya gömün içimden söküp atamadığım nefretimin gölgesinde çürüsün tenim.
Onurum… Onursuzum… Oğlum… Silemedim üzerimizdeki ellerin izini… Bari sen affet beni.
Öğrendiğin ilk sözcükle vurdun hem kendini, hem beni… Senden kalan izler, elinden olmasın isterdim. İçindeki canavarı nasıl da göremedim. Tohumun bozuktu be annem. Tohumun bozuktu senin.
Bugün ölmek için güzel bir gün – cezan kesinleşti. Oysa inanmıştım, yapmadım dediğin her seferinde, ben sana inanmıştım.
Sana hiç dokunamadım, beni affedebilecek misin?
Onurum, oğlum... Sana annelik edemedim. Beni affedebilecek misin?
Onur aldığı ilaç ve psikoterapi ile epeyce yol kat etmiş olsa da, kendine hâlâ güvenmediğinin göstergesi olan cümlesi, yazıyı kaleme alırken bile ilk çıkışındaki yoğunlukla kulaklarımdaydı. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.
Yazı İşleri Müdürü’nün de katkısı ile Onur’un üzerinde kalan ellerin izini takip etmeyi istedim. Onun bıraktığı el izlerini… Bir ikisine ulaştım ama röportaj tekliflerimi kabul etmediler. Yazıyı yayın için hazırladıktan sonra, son bir kez Onur’u ziyarete gittim. Annesinin ölümünden bir yıl evvel hazırladığı kampanya metnini röportajın sonunda kullanmak istediğimi söylediğimde bir an durdu. İzin vermeyecekmiş gibi gözlerini kısıp yüzüme baktı. Başını salladı. Yanıtının olumsuz olduğunu hissetmemi istemezcesine yavaş. Sol elimi, güçlü avuçlarının içine hapsetti. Nasıl bir güven duygusu; ılık… dolaştı tenimde. Sağ elinin avucunda sol elimin avucunu görecek şekilde tuttu, gözlerime bakarak, özenle bastıra bastıra, mürekkepli bir kalemle yazıyordu. Elimi, dudaklarına yaklaştırıp, üfledi, gözlerini gözlerimden hiç ayırmadı. Sonra elimi defterimin üzerine bastırdı. Terleyen elimin izinde, kara bir satır vardı:
Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.
***
5 gün süren yazı dizisinin yansımaları, basında çıkan tartışmalarla daha da büyüdü. Yazı dizisinin görselinde, Onur’un defterime bıraktığı elimin izini kullandım, iz sözle birleşmiş oldu. Tacize uğrayan bir anne olarak Hatice’nin güncesinden bölümlerle başladım, üçüncü gün Onur’un sonradan telefonla izin verdiği kampanya metnini tam sayfa girdim.
MAYIN
Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde. Bir çocuğun sessiz çığlığı yansıyor gözlerinde. Nasıl bir çığlık ki sağır ediyor - duymuyor artık hiç kimse, görmüyor, görmek istemiyor. Çocuklar ağlıyor içlerine... suç belki de bendedir diye. Ah! Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.
DOKUN/MAYIN
Oysa dokunun çocuklarınıza, sevin onları, sahip çıkın, derdim ben... Dokunmanın okşamak olacağını, sevmenin sevişmeye dönüşeceğini ve sahip çıkmanın sahip olmak olarak algılanacağını hiç düşünememiştim.
DOKUN/MAYIN
Gene de diyorum ki; dokunun çocuklara, okşayacak kadınlarınız var, sevin çocukları sevişecek kadınlarınız var, sahip çıkın onlara, sahip olacağınız kadınlarınız var. Çocuklardan uzak durun okşarken, sevişirken ve sahip olurken.
DOKUN/MAYIN çocukların tenine, becerebiliyorsanız yüreklerine DOKUNun sadece.
Onur’un kendi kaleminden günce notları; bir çocuğun gözünden tacize uğrayan çocuk yüreğin, kendini aklama ve yaşadıklarını normalleştirme çabasıyla tacizciye dönüşmesini bir tokat gibi vurmuş olmalı ki yüzlere, son bölümde yayınlanan röportaj yüzlerce yorum aldı.
Bir yıl sonra, yılın röportaj ödülünü almak üzere kürsüye çıktığımda, bu ödül bir el izinin yüreklere kazınmasıdır dedim ve alkışlar arasında o günden sonra ilk defa karşılaştığım Onur’u kürsüye davet ettim. Saçlarını kısacık kestirmişti, gözlerinden yayılan güven duygusu güçlenmişti. Onu gören birinin bir zamanlar içinde bir canavar beslediğini düşündüğünü hiç sanmıyorum. Onu görenlerin, özellikle de kadınların âşık olmaları için yeterli sebepleri vardı, görüyordum. Onur konuşmasını, Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir, sözüyle bitirdiğinde salondakilerin yüreği ikiye bölünmüştü. Bir yanları onu zindanlara atıp cezalandırıyor, bir yanları sevgiyle kucaklıyordu. Onur’la göz göze geldik, o geceden sonra da bir daha hiç görüşmeyecektik.
Onu kliniğe bırakmayı teklif ettiğimdeki gülümsemesi mi yoksa arabadan inişindeki bakışı mı bilmiyorum ama o gece Onur’dan bir şey daha kaldı yüreğimde saklı, düşündükçe içimi ısıtacak bir şey. Klinikteki doktorlardan birinin yürüttüğü çalışmada, gönüllü konuşmacı olarak yaşadıklarını anlatıyordu. Gerçek hayatta çocuklarla baş başa kaldığında, içindeki canavarın ortaya çıkmasına engel olamayacağından korkuyor ve bu nedenle de klinikte ölünceye kadar yaşayacağından bahsediyordu. Sesi, tüm katılıklarından, kavgalarından arınmıştı, uysaldı. Titremiyor, kesintiye uğramıyordu. Tane tane anlaşılır bir ses tonuyla konuşuyordu. O konuştukça, huzur her yanı kaplıyordu.
Kliniğe giden son dönemeçteki ağaçlı yolda arabanın hızını iyice düşürdüm. Sohbetin bitmesini istemiyordum. Hatta… İçimde kabaran etkinin geçmesi için camı açtım. Rüzgâr hafif hafif esip dinginleştirdi ikimiz arasında değişmekte olan havayı. Kliniğin önüne geldiğimizde, arabadan inmeden hemen önce elimi tuttu, gözlerim yandı, kafamı kaldırıp bakamadım. Öyle bir bakış… Hissediyordum. Kafamı usulca kaldırmak üzereydim ki, aniden beni öptü. Dudaklarımdan alevler yükseldi. İlk defa bir kadını öptüm, dedi. Kısa ama yangın yeri bir öpüşün ardından arabadan indi ve hızla uzaklaştı. Merdivenlerin orada, ışık sırtından vurduğunda, malikânesine girmek üzere olan bir prens kadar asil görünüyordu. Asil ve güçlü… Demir kapıyı saran şeffaf cama dayadı elini. Nefesinin buğusunda izini bıraktı ardında. Gözlerimi kapadım. Yüzümü onun ellerine yasladım. Saçlarının kokusu rüzgârın kanatlarında saçlarıma dolandı. Arabanın bütün camlarını açtım. Kokusunun üzerime sinen maviliği dağılana kadar arabayı hızla doğuya sürdüm. Dokunmak ve sevmek, dokunulmak ve sevilmek… Arsızlık, çocuk, sinsi, normalleşmek… Acımak, suçlamak, canavar… Kafamın içinde aylardır kovalamaca oynayan bu sözcükler… Uçup gittiler… Geride, aklımın kıvrımlarında cevabını asla bilemeyeceğim bir soru kaldı: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masumlaşabilirler mi?
- SON -