19 Mart 2012

4 Hikaye



1. Hikaye
Yıkadı balkonu kadın, bir kova su ile. Balkon, hikayeleri yazdığı yerdi. Serindi. Yuvarlak iki saksıda ortanca biri pembe ve mavi ve balkon kenarında salkım sardunyalar, pembe çiçekli. Oturdu kadın balkona, sadece hislerini yazsa yeterdi, sadece gelip geçeni yazsa... Aldı eline rakı kadehini, kaldırdı havaya. Şerefe dedi hayata...




2. Hikaye
Dört kişiydiler, en küçük için iki abi, bir abla vardı masada... Oturdular, tatlı telaşlı ellerin hazırladığı masanın etrafına. İki bina arasından görünen denizi ve batmakta olan güneşi katmerleyen, radyoda çalan, eski zaman aşklarını omuzlarında taşıyan şarkılardı. Gece, kendi hızında yavaş yavaş akarken, sohbet koyulaşıyordu. Hayattı konuşulan ve hayattaki beklentiler üzerine anılara yolculuklar yapıldı.

Kadının aklına düşmeseydi adam, daha da güzel olabilirdi o akşam. Uzun süre, 'ille de sen' diyen Doğulu şarkısını mırıldandı aklı. Kurşun adres sormuyodu ki, yakıp da gidiyordu en derinden, depremlerdeydi yürek, yangınlarda, öylesine çaresiz... Rakısından bir yudum aldı, senli benli oldukları günler içindi. Sonra abilerden birinin, hemen yanında oturan ablaya tutkuyla bakışını yakaladı. İçinde bir yer sızladı. Gözünde bir damla yaşa dönüştü. Kimse görmeden parmağının ucuyla sildi. Büyük ihtimalle, hayal etmek, ayrılığa, uzaklığa, yokluğa dair olduğu için, o gecenin sonunda, aşkına sarılarak uyuduğunu hayal etmekten o gece vazgeçti.


3. Hikaye
Evli iki çocuk babası bir adam ve iki evliliği de mutsuzlukla sonlandırmış ve anmak bile istemeyen, boyu kadar oğluyla babadan kalma evde tek başına nefes alan bir kadın. Oturdular bir balkonun, gökyüzü gören kenarına. Ellerinde bira şişeleri, koyu sohbetin konusu: Aşk...

İkisinin yüreği de aşka dönük ama ikisinin de bu konuda şansı yok. İçiyorlar, bir kadının aşık hallerini anlatışından duygukları heyecanı ortak edip kederlerine. Kadın bir ara, senin gözlerin çok güzel diyor. Oysa, kendi gözleri yeşil mavi, güzel dediği gözlerse, duru bir kahverengi. Birininkinde hüzün var, diğerinde ise aşkın parlaklığı. Yudumlarken biralarını, gecenin sessizliğine karışıyor, sessiz çığlıkları. Herkes bu gece tek başına uyuyacak, gece az sonra bitecek. Herkes kendi yalnızlığında, yaşanmışlıkların ağırlığında kendi kabuğuna çekilecek. Gece sabaha zorda kalmasa hiç varmayacak.




4. Hikaye
Gece saatler vurmadan daha onikiye, içindeki sıkıntı belki de uçup da gider diye, oturdu balkona tek başına bir kadın. Elinde, buzlu bir ahudululu votka, yıldızsız gecede yaktı bir sigara. Açtı msn'in küçük ve boş ve beyaz ve karşılıksız penceresini... Başladı yazmaya, içinden geldiği gibi, sansürsüz ve endişesiz...

içimi dökmüştüm, biraz taşmış galiba, batıp çıkmış buralar

uğramazsın ya... hani uğradığında şaşırma
yalnızlık kafa bulantısı yapıyor akşamlarımda
rakıyı buzsuz severim ben bilirsin
geceyi sensiz değil ama
yüzünü görmemişim kaç gecedir
bir yıldızı bilmişim sen diye
bu gece o da yok iyi mi...
öyle karanlık, sanırsın zifiri
bir de serin, yakıyor insanın nefesini
şimdi burada olsan ki yoksun
ve yakın zamanda olman da mümkün gözükmüyor
içmeyip de ne yapsın bu garip tek başına
yalnızlığını alıp karşısına

oysa dostumdun sen benim
şarkılar dinleyip
uykulara daldığım
ve sevgilimdin
sabahlara seninle uyandığım
şimdi ne yıldız var ne sesin
bir rakım var buzsuz
bir de hüznüm bulutsuz


***

Yukarıda okuduğunuz satırlar yazılıp da atılmışlar bir kenara, istemedim orada kalsınlar. 
Burada olsunlar istedim, kişisel yazın serüvenimin bir ucunda...

***


görseller / 1. balkon / 2. balkon / 3. balkon / 4. balkon

14 Mart 2012

Saat Beş Mektupları - IV





Canım Evren,

Bu aralar çok gergin, hayata karşı öfkeli ve kırgınsın... Ne oldu ki, bunu seçen sendin. İstedin, yaparım dedin, ben hallerim dedin, tamam dedin, peki dedin. Hayır, nereden çıktı şimdi. Yetti artık, da neyin nesi... Çok veriyorsun diye, çok alacaksın diye bir kural yok. Biliyorum, senin de çok bi'şey istediğin yok. Sadece birazcık senden yana olsun istiyorsun hayat... Kendini şımartmayı öğrenmiştin ya... Ne oldu, yetmiyor musun kendin kendine... Hem nedir derdin, sen istedin, senin oldu. Şimdi mi aklın başına geldi. Seni bazen anlamakta ben bile zorlanırken, bir başkasının seni anlamasını nasıl beklersin. 

Beklenti... Yine ele geçirdi değil mi seni... Biraz sakinleş, biraz uzaklaş, biraz dışarıdan bak kendine... Kibre giden bir yol seninkisi... Hazır yol çatallaşmışken otur bir taşın üzerine, uzaktan bir bak kendine. Seviyor musun bu halini... Onaylıyor musun... Bir başkası senin yerinde olsa, yaptıklarını yapsa... Bence de onaylamazdın, bence de aklını başına devşir derdin, bence de bir parça soğurdun ondan...

Belli ki günlerdir, erkenden yatmanın ama uyuyamamanın, gördüğün rüyalardan sonraki huzursuzluğunun ve sabahları yağan yağmura çemkirmenin sana anlatmak istediğine kapadın kulaklarını. Ama aç... Kendi kendine dürüst ol. Kendini dinle... Kendine artık bir çeki düzen ver. Senin herkesten beklentin varsa, ki var biliyorum, benim de senden beklentim bu. Kendine dürüst ol. Beklentilerinden arın. Yalın bir evren ol... Yalın ve önce kendine dürüst!


Senin,
xxx


Kısa Not: Seni seviyorum. Hep.


09 Mart 2012

Yarın Kalan Söylenişler



Sabah sabah içimde bir sızı... Karşıdan gelen sesin, sonunda! biliyor musun (...), demesinden hemen sonra oluştu. Nedensiz değil. Nedenini kendime söylemek istemediğim bir hal benimkisi... O bunu biliyor. Bunun beni, üzerinden ne geçmiş olursa olsun, ne kadar geçmiş olursa olsun acıtacağını da. Ben kendi yolumu çizmiş olsam da, Onun içimde bir yerde halen ortanca bahçelerine açılan bir kapısı var ve o kapı ben nefes aldığım sürece hiç kapanmayacak. O, bunu da biliyor.
O kapıdan esen bir rüzgarın beni üşütmesiyle döndüm geçmişe... Yarım kalan söylenişler, dedim... Yazıldıkları halde kalsınlar istedim. O nedenle buradan sonra okuyacağınız kelimeler yanlış yazılmış olabilir, cümleler anlamsızca orta yerinde kesilmiş olabilir. Söylemeye çalışmak kendi içinde tutarsız olsa bile, meramını anlatmak isteyen birinin ardı arkasına, nefessiz kalırcasına konuştuğunu düşünün... Dinlemek becerisine sahipseniz, söylenen onca kelime arasında sıkışıp kalanları da çıkartabilirsiniz... Çünkü sevmek zamansızdır... Çok güvensen de, için sızlar bazı gidişlere...

***

Dün akşam yazdığım yazıyı ona gönderdim, biliyorum hiç tarzı değil, okudu da ne düşündü bilemem ama tepkisi öyle pek de coşkulu olmadığına göre... Genel ruh halinin yansıması da olabilir tabi, sonra bana, sen ekstrasın dedi, 13+1. Gülümsedim. Bir şans olabilir miydim?

***

Uzun bir mektup yazdım, duygumu anlatmak için, o gene kendince önemli olanı çıkartmış ve onun üzerine yazmış sadece. bunu gördüğüm halde neden dönüp arkama gidemiyorum sessizce, gene neden sonu farklı olur belki diye inat ediyorum, biri bana söylese... içim acıyacak gene, biliyorum. biliyorum, mesele sık aranmak değil kimin o sıklıkla aradığıdır aslında. bazen haftada bir aranmak yeter bazense az gelir gün içinde 5 kere konuşmak. dedim ya kimin aradığında saklıdır sihir... 

***

Dün akşam uzun zaman sonra, Genco Erkaldan Kerem Gibi, Nazımla 35 yıl, seyrettim... Şanslı bir çocuk olduğumu fark ettim bir kez daha ve teşekkür ettim hayata, beni bu yoldan ilerlemek konusunda, doğru bir kapı önüne bıraktığı için. Belki herşey beni getiren leyleğin tercihleriyle şekillendi, orasından çok da emin değilim. Akşam oyunun çoşkusu ve heyecanı ile eve gelip de, onu arayıp bulamamak, içimi burkmadı, heveslerimi söndürmedi desem yalan olur. Üstelik bugün sabahın 10u itibarıyla da aranmadığım düşünüldüğünde, ya da herhangi bir mesajın olmayışı içimi kemirmiyor desem daha büyük bir yalan olur. Zamana bırakmak, zamanın getirdiklerini, keyfiyle kederiyle yaşamak, akışına bırakmak hayatı ve dilemek sadece içinden geçenleri, belki onlara kavuşmanın en zahmetsiz ama sabır gerektiren yoludur. Diliyorum ki, biraz daha sabırlı olmayı öğrenecek bu ruh, bu yürek, bu akıl zamanla... 

***

Konuşma sürelerimiz gitgide kısalıyor, ben paylaşmaya çalıştıkça senin koşar adım kendi dünyana dönüşüne, içerlemiyor değilim, ama bir yandan da kendimi bu ilişkinin yeni biçimine alıştırmaya çalşıyorum. Kimbilir belki "uzaktan" sevmenin doğasında, farklı bir ritmi yakalamak da mümkündür. 

***

Elimde değil, arıyorum seni, sesini duymak, iyi olduğunu bilmek, yanında olduğumu hissettirmek istiyorum. Sen, soğuksun, ne zaman içimi ısıtıp seni arasam, üşüyorum. Çok üşüyorum. 

***

Güne iyi başlamak çok zor değil aslında, çok zor değil gülen bir sesle merhaba demek, için kan ağlasa bile... Hani sadece o var diye, hayatında, ki bazen yetmez bilirim, gene de gülebilir insanın sesi, ümitle... 

***

İnan çok zor değil biliyor musun, en azından şöyle düşün, sen aşık olmuşsun, adam da sana. Uzaktasınız ve bir o kadar yakın aslında. Her sabah, bir günaydın konuşması, çok uzun değil, belki çok kısa, ama hayat akıyor saniyelerce ve uzanıyor güne, yayılıyor ister istemez dudağındaki gülümseme... Aylar sonra, sen bütün bunlar olmazken, giyinme dolabının hemen önünde, ne giyeceğim şimdi ben diye iç geçirirken, yakalıyorsun içindeki hüznün sebebini ve sarılıyorsun telefona, seni neyin üzdüğünü söylemek isterken, adam şöyle diyor sana, "sanıyor musun ki, o sabahlarda, koşarak ve heyecanla geliyordum ben telefona"... İnan bunu duymaktan daha zor değil, gülen bir sesle merhaba demek. Dene... Kimse seni sevmiyorsa, sen kendini sev. Başkasını sever gibi sev. Bak bakalım o sevme biçimi mutlu edecek mi seni. 

***

Sevildiğini hissetmek, sesinin duyulduğu anda mutlu olacağını bildiğin bir sesi aramak, aradığında o sesin mutlu olduğunu fark etmek... Aşk böyle olmalıydı... 

***

Biliyor musun sesinin tınısı seni seviyorum demiyor artık... daha çok bıkkınlık var sesinde, bir de tekrar başladı diye bir pişmanlık... büyüsünü kaybetmiş gibi aşk, belki de olmadığını anladın da söyleyip kırmak istemiyorsun... bilmiyorum... yüreğimin hissettiği tek şey, "uzak" oluşun...





08 Mart 2012

YARIN YOK!



Bazılarımız için yarının bugünden bir farkı yok... 
 Bazı kadınlar içinse ne dün vardı, ne bugün olacak... 
 Ve bazıları yarını hiç yaşayamayacak!



Vefa



Nerdesin diyor yüzünde kızgınlıktan çok mutluluk ifadesi ile doktor hanım... O anda dönüp kapıya bakıyorum, gözleri yaşla dolu bir genç kız. Henüz 29'unda. Kalbinin atışını oturduğum muayene masasından bile duyuyorum: Gözleri nasıl da ağlamaklı.Telefonumu bırakmıştım diyor genç kadın. Ulaşamadık diyor doktor. Heyecanla Doktor Bülent aranıyor, hasta geldi diyor Dr. Nimet; sesindeki umut, coşku sürekli dinlemek isteyeceğiniz mutluluk melodileri sanki. Gülümsüyorum adını bile bilmediğim kadına, o anda orada olmakla, bir insanı tekrar hayata döndüren bir haberin değerini keşfediyorum. Hayata daha bir sıkı tutunmak gerek, görüyorum. Şükrediyor ve gökyüzüne bakıyorum.

Hastaneden çıkınca, uzun zamandır tanış olduğum şimdilerde yüzünü pek de görmediğim abibin arkadaşına uğruyorum. Her zaman yemek yediği yerde denk geliyoruz önceden tahmin edildiği üzere. Üç beş kelimenin belini kırıp, bir çorbanın tadına varınca hadi gel diyorum konuşalım birazcık. Mesele büyük... Beni aşar ama ucundan kıyısından tutmak lazım bazı dostlukların. Bazen bir tutkal olmak hayatta. Kendini hayata tutturacak tutkalın kendine yetmese de bazen başkası için denemek gerek bir kere daha...

Yola çıkıyoruz, arabayı yerleşkenin dışındaki köy yoluna sürüyorum. İlk kasabadan çıkarken konu hala aynı; havadan sudan, oradan buradan. Bir amca el ediyor. Aniden durduruyorum arabayı. Amcaya soruyorum: nereye... İrfaniyeye gidecekmiş, Az ilerde bir köy. Vaktin var mı diyorum, var diyor. Amcayı alıyoruz arabaya. Sohbet dönüp dolaşıp, iyi yüreklere geliyor. Çocukların onu bırakıp gittiğinden dem vuruyor. Köyde toprak çok ama bakacak yok diyor. Anlamadığımız bir dilden konuşurcasına devam ediyor. Vefa kalmadı diyor. Toprağa vefa kalmadı ki, insana olsun. Az ilerde durun da köy kahvesinde bir çayımı için diyor. Sonra uğrayalım diye söz veriyoruz. İşe geç kaldık.

Dönüş yolu açılıveriyor konu: Vefa. Yüreği kırgın belli. Nasıl tekrarlayarak anlatıyor olanı biteni. Safraların atılmamış diyorum. Akşama içmeye karar veriyoruz. Bir kaç telefon görüşmesi ile artık on kişiyiz. Salaş balıkçıda buluşulacak. Keyifle yerime dönerken amcanın sözleri çınlıyor kulaklarımda: Toprağa vefa kalmazsa insana hiç kalmaz...

Merdivenleri birer birer çıkıyorum.Kafamdaki işleri yerine koyduğumda odamın kapısında bir not fark ediyorum. Vefasız. Kaçıncı gelişim. Bu son haberin olsun. Kaderin bana ulaştırdığı nota gülümsüyorum.


Ocak/2010




görsel / buradan

07 Mart 2012

Geceyi Bölen Ses




Oturduğum masadan geceyi seyrediyordum göz ucuyla, bir eli işte bir gözü alacalı karanlıkta olan gözlerim ve  yorgun parmaklarıma söz geçiremememin suçunu günün yorgunluğunda arıyordum. Gaipten gelen bir saksafon sesi, dinmek bilmeyen arayışımın sesi gibiydi: biraz hüzünlü biraz buğulu bir ağlayış...

Kafamı sesin geldiği yöne doğru uzattım. Yer yer erimiş kar, yarı çıplak toprak ananın üzerindeki tülden bir gecelik gibiydi... Ve toprağa değdi değecek bir sis, hevesli bir öpücüğü çağrıştırıyordu... Bu haliyle sese eşlik eden görüntü: biraz hüzünlü biraz ürkek bir bakış gibiydi...

Boş bir amfi kimin hatrına gelirdi; biraz hüzünlü, biraz buğulu ve biraz ürkek bir yürekten başka... Saksafonun sesi yankılanıyordu alaca karlı bir bahar erkenini müjdeleyen havada... Kızın gözleriydi buğulu olan, saksafonun sesiydi hüzün... Yüreğini bulamamış bir sis bulutuydu kızın gözleri... Aşkını arayan bir ağlayışın ürkekliğiydi gecemi bölen... İyi ki!










  görsel / buradan

02 Mart 2012

EL İZİ - İZBİR

Her öykünün bir başlangıcı var... Bu öyküyü baştan okumak istersen: İzüç


İzbir (Ayşe)

Kliniğe röportaj için gittiğimde heyecanlıydım. 45 yaşlarında, oldukça yakışıklı sayılabilecek bir adamla karşı karşıya kaldığımda, ellerim buz kesti. Fotoğraflarından çok daha etkileyici, bakışları teskin ediciydi. Arkada topladığı saçları kırlaşmıştı öyle sanıyorum ki omuzlarına kadar uzundu. Güçlü, kendinden emin bir görüntüsü vardı. Üzerinde dar kesim, açık renk bir kot, ayağında boyası yer yer silik devetüyü deri bir postal vardı. Mavi iri kareli gömleği ile aynı renkte olduğunu geç fark ettiğim gözlerine uzun süre bakamadım. Göz göze geldiğimizde, bakışlarında üşüdü bir yanım ve bir yanım ısıtması için ona adeta yalvardı. İnsanı kendine çeken garip bir gücü vardı gözlerinin; yaklaştıkça yaydığı enerjiden duyulan korkudan kaçmak için gene dönüp dolaşıp ona sığınma isteği uyandıran derinlikleri…

Daha önce kimse ile görüşmeyi kabul etmeyen adamın kilitli kapılarını açmak için niçin sesime ses verdiğini ve beni seçtiğini içten içe çok merak etsem de, ona bunu hiç sormadım. Hoş geldiniz derken uzattığı yedi kara kaplı defter, öylesine yıpranmıştı ki, orasından burasından sarkan kâğıt parçacıklarının sararmış ve yırtılmışlıkları, o güncelerin sonsuz kere okunduğunu anlatıyordu. Günceler; 1960 – 1971 yıllarını anlatan yürek izleriydi.

Odada yalnızdık. Kameraya izin vermemişti. Sadece bir teyp: Konuştuklarımızı, o izin verdiği sürece kaydedebilecektim. Onur anlattıkça, onun parça parça olmuş hafızasını teyelleyişinin üzerinden geçiyordum dikiş tutmayan yama parçalarımı. Kendimle sorgumun boğuşmasında asılı kalıyordu zaman.  Yamalarım acıyordu. Oda giderek soğuyordu. Her kelime, yürek derecemde eksi bire karşılık geliyordu. Kelimelerimin tutukluğunu yüreğimin sıfırın altında bile atmaya çabalamasına bağlıyor, büyümüş gözlerimi ondan sakınarak bir sonraki soruya geçiyordum. Elim kalem tutmuyordu. Bildiğim bütün sözcükler sözleşmişlerdi. Kaçmak istercesine bir araya geliyor, buldukları güçle kanatlanıp kliniğin havalandırmalarında sıkışıp kalıyor, oracıkta ölüyorlardı. O anlatırken, yazamıyor, yaşıyordum. Bir tanıdığım kendine ait olmayan bir sözü sıklıkla yinelerdi:  İnsan ya yaşar ya yazar dediğindeki tepkim; ben hem yaşıyorum hem de yazıyorum, desene şanslıyım olurdu. Ben, bunları diyen genç kadının kendine duyduğu güven duygusunda saklı olan o gücü geri istiyordum. Farkında olduğum bir şey vardı, çok netti, tartışmasız olarak diyebilirim ki, böyle bir duygusal karmaşayı ben ilk defa yaşıyordum, kalemim ilk defa yazamıyordu.

İntiharı düşündüğünü, ama bunu yaparsa çektiği ve çektirdiği acıları unutacağı için adil bulmadığını, son nefesine kadar hesaplaşması gerektiğini söylerken titremeyen sesinde baskın olan suçluluk duygusunu gizlice çekip çıkartmak istiyordum. Yarattığı ve beslediği korkunç canavarın, başka canavarların da beslenmesine sebep olduğunu bildiğim halde, donuk yüreğimi ısıtan bir acıma duygusuna engel olamıyordum. Onu ondan kurtarmak istiyordum. Annesi gibi o da, suçlunun peşindeydi. Kendi kuyruğunu yakalamaya çabalayan yavru köpeğin gözlerindeki bakışa büründüğünde mavilik, ellerimi uzatıp gözlerini parmak uçlarımın zarafetinde kapatmak istedim.

Biliyorum ki, akşamsefalarının kendi içlerine kapanışındaki ürkekliğim olmasa, uzanırdı parmaklarım. Düşüncelere dalan beynimin kıvrımlarında, hızına erişemediğim bir düşünce cevabını arıyordu: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masum olabilirler miydi?

Onur annesini en son görüşünü unutamıyordu.  O sabah evden çıkarken, gene o koltukta oturuyordu. Asılsız olduğunu ısrarla savunduğu suçlamaların onu bu hale getireceğini bildiğinden belki de, Onur olanı biteni duymaması için çok çaba harcamıştı. Ama komşular… Ah o el kadar uzak, el kadar yakın komşular, yetiştirmişlerdi her bir şeyi de bire bin katmasalardı bari. Polis o sabah erkenden geldiğinde, Onur yatağının kenarında oturmuştu; lacivert takım elbisesi, sanki az sonra işine gidecek olan bir iş adamının şoförünü bekliyor hissi uyandırıyordu. Aldığı eğitime bakacaktı insanlar, çalıştığı kurumdaki konumuna, inanamayacaklardı. Arkadaşları ne çok şaşıracaktı. Hiç biri için tuhaf bir adam değildi ki Onur. Nerden bilsinlerdi ki, onun evden çıkmadan önce her sabah saatlerce sabunlandığını.

Annesi, o koltuktan hiç kalkmadı, Onur’a sarılmadı. Tek bir laf etmedi. Onur, başı önünde adım adım çıktı evden. O koltuğa bıraktı gözlerini, yüreğini, yaşamak sevincini. Sahi en son ne zaman sevinmişti. On iki yaşını hatırladı. Ahmet’e inanmak isteyişini… Garipliğine rağmen o dokunuşun şefkat olmasını dileyişini… Yüzündeki umudu.

Sonra kucakladığı çocukları düşündü. Yüreğinde bir yerde yaptığı yanlışı çok iyi bilmesine rağmen onu durduracak süper kahramanı kendi içinden çıkaramayışına duyduğu öfkeyi alıp yanına, koyuldu karanlık geçmişinin sorgu odalarına.

Onur’un ne mahkemesine ne de sonrasında ziyaretine gelememişti annesi. Annesinin güncelerini hapislik günlerinin ilk zamanlarında, onu yalnızca bir kez ziyarete gelen Ayşe vermiş: İçimizdeki öfkeyi, iyiye ve güzele yöneltmek onurlu bir seçimdir” yazan bir kartla. Eski yüzlü geri dönüşüm kâğıdına özensizce karalanmış gibi bir el yazısıyla yazılmış kartı bana da okuttu. Ama duvarında asılı kalmasını istediği için veremeyeceğini ama istersem bu sözü kullanabileceğimi belirtti. Her sabah uyandığında önce kendine günaydın deyip, sonra bu karttaki yazıyı okuduğunu söylerken, seçimlerinden duyduğu pişmanlığı okudum satır satır. Onur annesinin yazdığı kampanya metnini de ilk defa o güncenin arasında görüp okumuş. Ayşe, annesinin çürümüş geçmişine sünger çekmek istemesinden bir yıl sonra oğlu hakkındaki suçlamaların ardından geçirdiği kalp krizinde evde tek başına öldüğünü söylemiş. Komşuları gelen ağır kokulardan şüphelenip polis çağırmıştı da, Hatice Hanım’ın çürümüş bedeni kahverengi koltuktan kahverengi toprağa ancak öyle ulaşabilmişti.

Yaklaşık bir saat süren konuşmamızı; üç çocuğa cinsel taciz suçlamasından aldığı on yıllık cezanın sonunda, kendi isteği ile yaklaşık beş yıldır kalmaya devam ettiği klinikten çıkmak isteyip istemediği sorusuyla bitirmek istedim. Kanımı donduran da işte o cevap oldu. ‘Bu klinikte kalmalıyım. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.’

Çocukken düşlediği, annesini kurtaran süper güçleri olan kahramandan, çocukların yüreğine korkular salan bir canavara evirilen öyküsünü onun sesinden dinlemenin yarattığı daralmayı saymazsak, yüreğimin dayanıklılık gösterisi son derece başarılıydı. Ama daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı, oracığa yığılmasını istemediğim bedenimi ayakta tutar belki diye, yüreğime uzanan elimi anne-babamın ellerinin sıcaklığında ısıttım bir süre.  Ayağa kalktığımda titreyen ayaklarıma yürü komutu verdim. Sert bir komutandım.

***

Oradan ayrıldığımda donan kanımı ısıtmak için aldığım kahvenin dumanında okudum güncenin altı çizili yerlerini, alelacele ve özensiz, düşünemeden ve durmadan sayfaları çeviren parmaklarım; boğulmak üzere olan yüzme bilmeyen bir yetişkinin çırpınışlarını andırıyordu. Bir soluk yetmezse, bir rüzgâr eser deyip camı araladım.

Onun suçu değildi, benim suçum değildi… Peki, kimdi suçlu. İlk suçu işleyen kimdi?

Geç de olsa öğrenmiştim, bir çocuğun anne sütünden sonra ihtiyaç duyduğu şey; karşılıksız sevgidir ve eğer güvenmesini öğretebilseydim, ona en değerli hayat hazinesini verebilmiş olacaktım. Ben kötü bir anneyim. Oğlumu kendi düştüğüm tuzağın üzerine ittim. Kapana sıkıştığını bile fark etmedim. Sevgisizdim, sevgisiz kıldım. Korkmadan bir kez bile dokunamadım.

Onura en büyük kötülüğü ben yaptım, şimdiyse yüzleşmek için cesaretim yok. Onurum diye sevemedim. Onursuzum oldu.

Bu lanet koltukta öleceğim. Buraya gömün beni. Buraya gömün içimden söküp atamadığım nefretimin gölgesinde çürüsün tenim.

Onurum… Onursuzum… Oğlum…  Silemedim üzerimizdeki ellerin izini… Bari sen affet beni.

Öğrendiğin ilk sözcükle vurdun hem kendini, hem beni… Senden kalan izler, elinden olmasın isterdim. İçindeki canavarı nasıl da göremedim. Tohumun bozuktu be annem. Tohumun bozuktu senin.

Bugün ölmek için güzel bir gün – cezan kesinleşti. Oysa inanmıştım, yapmadım dediğin her seferinde, ben sana inanmıştım.

Sana hiç dokunamadım, beni affedebilecek misin? 


Onurum, oğlum... Sana annelik edemedim. Beni affedebilecek misin? 

Onur aldığı ilaç ve psikoterapi ile epeyce yol kat etmiş olsa da, kendine hâlâ güvenmediğinin göstergesi olan cümlesi, yazıyı kaleme alırken bile ilk çıkışındaki yoğunlukla kulaklarımdaydı. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.

Yazı İşleri Müdürü’nün de katkısı ile Onur’un üzerinde kalan ellerin izini takip etmeyi istedim. Onun bıraktığı el izlerini… Bir ikisine ulaştım ama röportaj tekliflerimi kabul etmediler. Yazıyı yayın için hazırladıktan sonra, son bir kez Onur’u ziyarete gittim. Annesinin ölümünden bir yıl evvel hazırladığı kampanya metnini röportajın sonunda kullanmak istediğimi söylediğimde bir an durdu. İzin vermeyecekmiş gibi gözlerini kısıp yüzüme baktı. Başını salladı. Yanıtının olumsuz olduğunu hissetmemi istemezcesine yavaş. Sol elimi, güçlü avuçlarının içine hapsetti. Nasıl bir güven duygusu; ılık… dolaştı tenimde. Sağ elinin avucunda sol elimin avucunu görecek şekilde tuttu, gözlerime bakarak, özenle bastıra bastıra, mürekkepli bir kalemle yazıyordu. Elimi, dudaklarına yaklaştırıp, üfledi, gözlerini gözlerimden hiç ayırmadı. Sonra elimi defterimin üzerine bastırdı. Terleyen elimin izinde, kara bir satır vardı:

Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.


***

5 gün süren yazı dizisinin yansımaları, basında çıkan tartışmalarla daha da büyüdü. Yazı dizisinin görselinde, Onur’un defterime bıraktığı elimin izini kullandım, iz sözle birleşmiş oldu. Tacize uğrayan bir anne olarak Hatice’nin güncesinden bölümlerle başladım, üçüncü gün Onur’un sonradan telefonla izin verdiği kampanya metnini tam sayfa girdim.



MAYIN

Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.  Bir çocuğun sessiz çığlığı yansıyor gözlerinde.  Nasıl bir çığlık ki sağır ediyor - duymuyor artık hiç kimse, görmüyor, görmek istemiyor.  Çocuklar ağlıyor içlerine... suç belki de bendedir diye.  Ah! Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.


DOKUN/MAYIN
Oysa dokunun çocuklarınıza, sevin onları, sahip çıkın, derdim ben... Dokunmanın okşamak olacağını, sevmenin sevişmeye dönüşeceğini ve sahip çıkmanın sahip olmak olarak algılanacağını hiç düşünememiştim.

DOKUN/MAYIN
Gene de diyorum ki; dokunun çocuklara, okşayacak kadınlarınız var, sevin çocukları sevişecek kadınlarınız var, sahip çıkın onlara, sahip olacağınız kadınlarınız var. Çocuklardan uzak durun okşarken, sevişirken ve sahip olurken.

DOKUN/MAYIN çocukların tenine, becerebiliyorsanız yüreklerine DOKUNun sadece.

Onur’un kendi kaleminden günce notları; bir çocuğun gözünden tacize uğrayan çocuk yüreğin, kendini aklama ve yaşadıklarını normalleştirme çabasıyla tacizciye dönüşmesini bir tokat gibi vurmuş olmalı ki yüzlere, son bölümde yayınlanan röportaj yüzlerce yorum aldı.

Bir yıl sonra, yılın röportaj ödülünü almak üzere kürsüye çıktığımda, bu ödül bir el izinin yüreklere kazınmasıdır dedim ve alkışlar arasında o günden sonra ilk defa karşılaştığım Onur’u kürsüye davet ettim. Saçlarını kısacık kestirmişti, gözlerinden yayılan güven duygusu güçlenmişti. Onu gören birinin bir zamanlar içinde bir canavar beslediğini düşündüğünü hiç sanmıyorum. Onu görenlerin, özellikle de kadınların âşık olmaları için yeterli sebepleri vardı, görüyordum. Onur konuşmasını, Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir, sözüyle bitirdiğinde salondakilerin yüreği ikiye bölünmüştü. Bir yanları onu zindanlara atıp cezalandırıyor, bir yanları sevgiyle kucaklıyordu. Onur’la göz göze geldik, o geceden sonra da bir daha hiç görüşmeyecektik.

Onu kliniğe bırakmayı teklif ettiğimdeki gülümsemesi mi yoksa arabadan inişindeki bakışı mı bilmiyorum ama o gece Onur’dan bir şey daha kaldı yüreğimde saklı, düşündükçe içimi ısıtacak bir şey. Klinikteki doktorlardan birinin yürüttüğü çalışmada, gönüllü konuşmacı olarak yaşadıklarını anlatıyordu. Gerçek hayatta çocuklarla baş başa kaldığında, içindeki canavarın ortaya çıkmasına engel olamayacağından korkuyor ve bu nedenle de klinikte ölünceye kadar yaşayacağından bahsediyordu. Sesi, tüm katılıklarından, kavgalarından arınmıştı, uysaldı. Titremiyor, kesintiye uğramıyordu. Tane tane anlaşılır bir ses tonuyla konuşuyordu. O konuştukça, huzur her yanı kaplıyordu.

Kliniğe giden son dönemeçteki ağaçlı yolda arabanın hızını iyice düşürdüm. Sohbetin bitmesini istemiyordum. Hatta… İçimde kabaran etkinin geçmesi için camı açtım. Rüzgâr hafif hafif esip dinginleştirdi ikimiz arasında değişmekte olan havayı. Kliniğin önüne geldiğimizde, arabadan inmeden hemen önce elimi tuttu, gözlerim yandı, kafamı kaldırıp bakamadım. Öyle bir bakış… Hissediyordum. Kafamı usulca kaldırmak üzereydim ki, aniden beni öptü. Dudaklarımdan alevler yükseldi. İlk defa bir kadını öptüm, dedi. Kısa ama yangın yeri bir öpüşün ardından arabadan indi ve hızla uzaklaştı. Merdivenlerin orada, ışık sırtından vurduğunda, malikânesine girmek üzere olan bir prens kadar asil görünüyordu. Asil ve güçlü… Demir kapıyı saran şeffaf cama dayadı elini. Nefesinin buğusunda izini bıraktı ardında. Gözlerimi kapadım. Yüzümü onun ellerine yasladım. Saçlarının kokusu rüzgârın kanatlarında saçlarıma dolandı. Arabanın bütün camlarını açtım. Kokusunun üzerime sinen maviliği dağılana kadar arabayı hızla doğuya sürdüm. Dokunmak ve sevmek, dokunulmak ve sevilmek… Arsızlık, çocuk, sinsi, normalleşmek… Acımak, suçlamak, canavar… Kafamın içinde aylardır kovalamaca oynayan bu sözcükler… Uçup gittiler… Geride, aklımın kıvrımlarında cevabını asla bilemeyeceğim bir soru kaldı: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masumlaşabilirler mi?



- SON -


29 Şubat 2012

EL İZİ - İZİKİ


Bu öykünün bir başlangıçı var... Okumak istersen: İzüç




İziki (Onur)

Annemle bu konuyu hiç konuşmadık. Aklımın almadığı, yüreğimin sevmediği adamları severdi annem. Babamı hiç bilmedim ben. Kimdi? Süt içer miydi geceleri yatmadan önce benim gibi? Peki ya futbolu bilir miydi, öğretebilecek kadar?  Hiç bilmedim, hiç soramadım. Annem babamı konuşmazdı. Babamla konuşur muydu bilmem..? Bildiğim, annem benimle hiç konuşmadı. Annemi anlayamazdım. Ya aşırı duygusal olurdu ya aşırı öfkeli. Ya aşırı korumacı, ya aşırı baskıcı, ya aşırı vurdumduymaz…

Neyi, nasıl, ne zaman, neden yapacağımı hiç bilemezdim. Hayata yenik başladım derdi sık sık. Bana bakar tekrarlardı cümlesini, hayata yenik başladık be Onurum. Beni hep Onurum diye sevdi, bir kere bile dokunmadan, hatırladığım kadarıyla yani, hani kendimi bildiğimden beri.

Annemin sürekli arayış içinde oluşunu ve güvensizliğini fark edememiş,  kendine zarar veren sakarlık yaftasını kendimi hatırladığım en küçük yaşlarımda bile inandırıcı bulmamıştım. Annemin sıklıkla sergilediği aşırı korumacılığına geliştirdiğim tepki, baba arayışım içinde beni oradan oraya farklı farklı amcaların sahiplenişlerine kadar sürükledi.  Annemin gösterdiği, korumacı tepkilerin anormalliğine bir anlam yükleyememem normal gelebilir. Çocuktum… daha küçücük bir çocuk... Savunmasız ve korunmasızdım. İhmal edilen çocuk yüreğim, annemin sürüklenişindeki arayışlara ve güvensizliğine giderek paralellik gösteriyordu. Kendimden kaçan kendimin teklik hali…

***

Herkes kötüydü. Herhangi bir adam, herhangi bir kadına göre her zaman çok daha kötüydü. Her adam, eldi bizim için. Her uzanan el çok, çok, çok kötü… Öğrendiğim ilk kelime de el oldu. İlkokula gittiğim zaman fark etmiştim ki benim dışımda hiçbir çocuk elin diğer anlamını bilmiyordu. Bunun bir övünç kaynağı mı yoksa bir utanç kaynağı mı olması gerektiğini kestirmem mümkün değildi. Üzerinde pek durmadığımı hatırlıyorum. El el oldu o günden sonra benim için de, tıpkı diğer çocuklar gibi önemsemedim. Ta ki dokuz yaşıma kadar…

Annem, yirmi beşinde doğurmuş beni, hatırladığım ilk adam- baba demeyi ne çok istemiştim- evimizden gittiğinde, annem günlerce ağladı. Gözyaşları yeşildi annemin. Acı yeşil diye bir renk olduğunu öğrendiğimde ben dokuz yaşındaydım. Hangi çocuk bilir ki, yeşilin acı bir tonu vardır. Ben, bilirdim. Annem ağladıkça ben de ağladım, onun nesi gitmişti bilemem, muhtemelen farklı sebeplerle, aynı adamın bizi terk edişine ağlıyorduk. Anne oğlun tek ortak noktası bir eldi. Yaşamak için tutunulan bir el.

***

Annem benim onun ağlayışlarına ağladığımı sana dururken, ben; beni seven, koruyup kollayan, sırdaşımın gidişine ağlıyordum. Çocukluğumun en güzel yıllarını, annemin yaklaşık iki yıl boyunca her gece; camın kenarında duran kahverengi, dokusu yer yer atmış kadife koltuğun, soyulmuş ahşap kolçağına sol kolunu uzatmış, üzerine düşmüş başını kaldırmak konusunda yeni doğmuş bir bebek gibi davranırken, cılız bedeninin küçülerek olduğu yere gömülmesini seyrederek geçirdim. Bu durumun, bir çocuk için nasıl da içinden çıkılmaz bir karmaşa olduğunu hayal bile edemezsiniz. Sığınacağınız tek dal koltuğa gömülü ve görünen kısacık kısmında derin, karanlık, ürkütücü bir çatlak. Tıpkı içinizdeki kuyu gibi… Kuyuya hapsettikleriniz gibi. Tek istediğiniz bir kahraman olmak, onu oradan çıkarıp kurtaracak kadar süper güçleri olan bir çocuk kahraman. Bari kendinizi kendi karanlık kuyularınızdan çekip çıkaracak kadar kahraman olabilseniz… Tanrıya inanabileceksiniz. Ama olamazsınız, üstelik her kahraman da sizin çocuk hayalinizdeki kadar iyi yürekli olmaz.

***

Annemi tanısanız severdiniz. Herkes severdi. Annem dışarıdan bakıldığında normal biriydi. Kimsenin onun evde sergilediği davranışlarının tuhaflığından şüpheleneceğini sanmıyorum. İlk başlarda her sabah saatler süren sabunlanması bana da tuhaf gelmemişti. Annem yıkanmayı seviyordu. Yıllar sonra, annemin arınma duygusu ile saatler süren sabunlanma bulmacasının parçalarını tamamlayabildiğimde; her sabah duşa girmek konusundaki hassasiyetini temizlik ile bağdaştırmamın yaptığım en büyük hata olduğunu da kavramış oldum: 30 yaşındaydım ve her sabah saatlerce sabunlanıyordum. Temizliğin tinsel bir boyutu vardı, ruh bir kere kirlendi mi, bir daha kolay kolay temizlenmiyordu.

***

On iki yaşıma geldiğimde, üç el tanımıştım bile. Annemin başarısız ilişki denemeleri, babamlı olan düşlerimi örseliyor, örselenen düşlerim, büyülü hikâyelerimi mutsuz sonlara taşıyordu. Sonu mutsuz biten her baba hayalimde, kendi çocukluğumun intiharları süsleniyordu. O yıllardan sonra uzun bir süre baba hayalim olmadı. Ahmet’in, son intiharım olduğunu bilsem, kesinlikle çok daha trajik bir ayrılık sahnesinin perdelenmesi için içimdeki oyuncuyu devleştirirdim o kapı kapanmadan hemen önce.

***

O yaşlar benim dokunulma arsızı olduğum yaşlardı. Dokunulma eylemini sevilme isteğimin yerine koymuştum. O sabah annem eve geldiğinde Ahmet’in kucağındaydım. Ahmet beni öpüyor, yanağımı okşuyor, akıllı bir çocuk olmam konusunda beni uyarıyordu. Böylece, beni çok sevecek ve istediğim futbol topunu alacaktı. Öylesine fiyakalı bir topum olduğunda, mahallenin çocukları babam yok diye yaptıkları alay eden konuşmalarını bırakıp benimle arkadaş olmak isteyecekti. Kararı ben verecektim. Kimi arkadaş seçersem, onunla top oynayacaktım. Teklikten, bütünlüğe giden yoldu Ahmet’in eli. Elinin izinden gidersem, mutlu çocukluğumun kapıları aralanacaktı. Öyle sanıyordum. Öyle olsun istiyordum. Ahmet’in dokunuşlarının tuhaf olduğunu bilsem de -çünkü daha önce de böyle dokunulmuştu bana- ben O’na inanmak istiyordum, güvenmek ve O’nun tarafından terk edilmemek. Bütünün bir parçası olma arzumdan dolayı, teklikten kurtulma hayalimle savaşan korkularımı bastırıyor, sevilmenin verdiği güçle içimdeki kuyuya bir taş daha atıyordum. Annemden saklanması gereken bir sırrım daha vardı artık. Annemden ve herkesten…

***

Giderek içime kapanmalarıma, sessizleşmelerime, derslerimdeki başarısızlığıma annemin dikkat kesilmemesi, Ahmet’in her şeyimle yakından ilgilenmesi, ondan korktukça ona yaklaştırıyordu beni. Bağımlılık, kara bir büyü gibi sarıyordu benliğimi. Dedim ya, dokunulma arsızı. Ahmet’in dokunuşlarının giderek dozu artan sertliğinin sevmekle ilgili olmadığını anlamama rağmen adını koyamıyordum. Üstelik cinsellik konuşulmaması gereken tükakaydı. Bir çocuğun ağzına kötü sözler söylediğinde biber sürülürdü ve böyle bir saçmalık dikkat çekmek için uydurulan koca bir yalandı ve cezası, sokağa çıkmamaktı. Bütün bunları üst üste koyunca Ahmet’in sevgisinin biraz abartılı bir sevgi olduğunu konusunda kendimi ikna edip,  hem korku hem açlık hem de tuhaflık duygularımın harmanında devam ediyordum sırrımı korumaya. Bir kere kuyuya atılmıştı Midas’ın kulakları.

***

Kuyuya fısıldadığım sırrı yeryüzüne taşıyacak yağmur zamansızca yağdı. Ama ne yağmak… Annemin, hiç beklenmedik bir şekilde eve döndüğü gün;  kalın, kaba, kısa, tırnakları yenmiş parmaklarının üzerindeki siyah tüyleri bacak aramda sinsi yılanların artan tıslamaları ile dolanıyordu. Giderek soğuyan bedenimi ısıtan kapının aralanmasıyla annemin gök gürlemesine benzeyen sesi mahalledeki her bir kapı deliğinden ve hatta açık pencerelerden, tülleri sıvazlayıp, sürünerek girdi, duvarlara çarptı. Yankılanan ses, geri dönüp kuyumun duvarlarını yıktı. Öylesine güçlü, öylesine yekti.

Annemin, beni Ahmet’in kucağından alıp koltuğa doğru bir atışı vardı ki, canımın acısında ettim ilk duvarları döven küfrümü. Ahmet’e anlamını bilmediğim onlarca kelimeyi ardı ardına savurduktan sonra, bir de tokat attı annem suratının tam ortasına. Çıkan sesten korkan bedenimin titreyişine el uzatsın istedim Ahmet, çekip kurtarsın beni korkularımdan. Ama o, yaşadığı şokun etkisi ile annemi kollarının arasına alıp bir iki sarsacak gibi oldu, sonra onu olduğu yere bıraktı. Annem, bir çuval gibi yığıldı. Ahmet, kapıdan çıktı gitti. Annemin sürünerek kahverengi koltuğuna gidişi ve gömülerek kayboluşu, sonrasındaki gecelerde, kâbuslarımın her türlüsünün ortak final sahnesiydi. Annem, her kâbusun sonunda sürünerek kahverengi koltukta kayboldu. Ben ona tutunmak istediğim her seferinde el izi kalan her bir parçalanmış etimi koparıp attım kör kuyulara. Annem kör kuyumun kapağıydı. İpini tutuyordum o kapağın, kuyunun dibindeydim. Açılmasın istiyordum. Kendi sırlarımdan boğulursam, kokmazdı bedenim. Tenimden yükselen kokuları bastırmak için her sabah yıkanmaya başladım. Saatlerce sabunlanıyordum. En çok da ellerimi yıkıyordum. Sanıyordum ki, çok yıkarsam, izi kalmaz…

***

Bir seferinde annemi ağlarken koltukta bıraktım. Odama doğru yürüdüğüm karanlık, koyu renk duvarların yarattığı darlıkta ilerlerken, el dediğini duydum, tokat gibi patladı yüzümde. Elime baktım, duvarlarda bıraktığım asidik terden, yürüdüğüm her adımda dökülen parçalara. Etlerim… Kendini bilemeden yaralanmış bir çocuktan kendi yaşadığını meşrulaştırmak isteyen bir ergene giden yolda, elimin izi kalıyordu. Sana öğrettiğim ilk kelimeyi nasıl unutursun, ikinci bir tokattı diğer yanağımı uzattığımda yediğim. Ağlıyordu. Hiç bilmediğim tonda bir ses çıkartarak, ağlıyordu. Bir tek köpekler öyle ağlar sanırdım, fırtınalı gecelerin uğultusunda, bir tek dişi köpekler ağlar öylesine acıyla.

***

Ahmet giderken, annemin son zerresini de yanında götürmüştü. Annemin yerini yokluk aldı. Şimdi beni kim sevecekti? Ahmet de gitmişti. Ağlıyordum. Annem hiç var olmamış gibiydi. Annemin kendine dönük yakarışlarında beni görmesi mümkün değildi. Kendi acısına öyle bir gömülmüştü ki; acı kahve koltuğu mezarı gibi duruyordu. Bir çocuğun öğrendiği renkler doğada da var olmalı değil mi, ilk onlara açmalı gözünü bir çocuk. Sarıyı papatyalardan öğrenmeli mesela, yeşili ilkbaharın yapraklarından, maviyi denizlerden… Ben diğer çocuklardan farklıydım. Ben acıyı öğrenmiştim. En kahve, en yeşil acıyı… O gece yastığımın şahitliğinde, beni sevecek birini bulmaya ant içtim.

30 yaşına geldiğimde, kendime beni sevecek 4 çocuk bulmuştum. Dokunulma arsızlığım yerini daha derin, daha güçlü yıkılmaz duvarları olan kuyuma, dokunma arsızlığına bırakmıştı. İçimdeki sevilme isteğini, severek kapatmaya çabalıyordum. Çok seversem, çok sevilebilirdim. Sonunda, biri beni öyle çok sevmişti ki, olaylar olup bittiği zaman bile bir tek o konuşmadı, sırrımızı ölene kadar saklayacağı inancı ve beni hep seveceği coşkusuyla, o küçücük karanlık odada, - bir metreye bir metreydi - yüreğimin canavarını beslemeye devam ediyordum. Canavarın diş izinde buluyordum el izlerinin karşılığını. Dokunulmayı normalleştirecek tek çıkış yolum, dokunmaktı. Çocukken öğrenmiştim; vicdanın sızlamıyorsa, yaptığın normaldir. Onu ele geçirmiştim böylece, vicdanımın sızlamasına izin vermedim.











görsel / deviantart

27 Şubat 2012

EL İZİ - İZÜÇ



İzüç (Hatice)

Bazı sorular doğrudan sorulmazdı. Bazı sorular sorulmaya gerek bile duyulmazdı. Ve bazı sorular vardı ki, onları sormasan olmazdı. Bundan belki de 20 yıl kadar önce yaşadığım ilişkinin çıkmazlarında dolanırken farkına varmadığım bir soru da benle aynı adımları atıyormuş aslında. Ayrılık vakti gelip çattığında ve hüzün içimdeki su ile yer değiştirdiğinde, gözlerimden akan, çağıl çağıl acı yeşile kimse bir anlam yükleyememişti uzun bir süre. Ben, nedenleri, niçinleri ve niyelerinin, siyaha yakın kahverengi, orta boy, anahtarı kayıp ahşap bir sandık dolusunca cevapları ile boğuşa durayım, yaşamak hiç de istifini bozmadan akıp gitti yanımdan, arkasından bile bakamadan... İki yıl sonra kendimi gömdüğüm bataklıklardan kafamı kaldırdığımda gördüğüm ilk dalın ucuna astım umutlarımı. Fersiz yapraklarından anlamalıydım. Taşımadı. Şaşırmadım. Hemen ayağa kalkmak kolay olmadı. Bir yıl daha bekledim, ardından bir gövdeyi kıskandıracak güce erişen kendimi kendime dal edip, ayağa kalktım. Kolay değildi. Tahmin etmesi güç: Hiç düşmediyseniz, dizlerinizin ne kadar yara alabileceğini ve hatta kemiğe dayanmış bir yaranın sizi nasıl da durup durup kıvrandıracağını tahmin bile edemezsiniz.

Çok zaman sonra başlayan bir ilişkimin heyecanı ile patikaların beni çıkaracağı düzlüklerin ihtimallerini hiç de değerlendirmeden, kapılıp da bir rüzgâra kanat açtığımda, aklımda bir önceki dersten öğrenilmesi gerekenlerin hiç biri yoktu. Ta ki...

O sabah, öyle  bir düştüm ki, öylesine yüksekten ve öylesine hızlı ve öylesine savunmasız; kırıldım. Yeniden. Aynı yerden: Yüreğimden… Dersimi alıp almadığımı test eden evren, almadığımı bana göstermek istedi. İyi ki...

İyi ki, diyorum çünkü eğer biraz daha geç kalmış olsaydı, sonuçlarını burada sizinle paylaşamayacağımı biliyorum. Dersimi almıştım, en azından bu sefer. Çift dikiş gidiyordum hayatta. Sağlamdım yani. Yüreğimi eğitmiş, katılaştırmış ve kırılmaz kılmıştım.

Günler, günleri kovalarken, içselleştiremediğimiz öğretiler uçup giderler. Tortusu bile kalmaz geriye. Sanki hiç yaşanmadılar. Sanki hiç denenmediler bu hayatta. Evet, bir kaç zaman önce öğrendiklerim uçup gitmişti. Bunu bu kadar net söylüyorum, çünkü öyle olmuş olmalı ki, bir kez daha düştüm, bir kez daha kırıldım, bir kez daha ayağa kalktım. Öğrenemiyordum, bende yaşadıklarımdan ders alma ile ilgili kodlar eksikti. Ya da ben amneziktim. Böyle bir sözcüğü ben mi uydurmuştum yoksa. Ne zamandır kendime hastalık biçecek kadar acizleşmiştim. Unutkan olduğum doğruydu, yaşadığı acılar karşısında kim unutkan olmayı dilemez ki...

***

Acizlik, insanın yaşadıklarının, bunlar benim başıma gelmiş olamaz dışlamasıyla mı başlıyordu. Bunlar! Neydi onlar; aldatılmak, terk edilmek, hayal kırıklığı... Hepsinin çoğul ekleri vardı. Bir kez değillerdi ki, ilk kez karşıma çıksalar... bir tek benim karşıma çıksalar… baş edebilirdim. Hayır, hayır bunların hiçbiri 'bunlar' değildi. Kendi bedenimin, kendine ihanetiyle başladı her şey. Yoksa kendi aklımın bedenime ihaneti mi demeliyim. 'Bunları' anlatmakla başlamalıydı öğrenmek. 'Bunlar benim başıma geldi'yi yüksek ya da alçak sesle, kendime veya başkalarına söylemekle başladı. Evet, 'ihanet'; binamdaki temel taşımdı. Kilit taşımdı. Taşınmazımdı. Benimi oluşturan bendi. Benim benime ettiği ilk ihanet, beni suçlamaktı. Sırrı saklamıştım. İhanet neredeydi peki? Korkmakta. İhanet korkuya yenik düşmekti; sevilmeme korkusuna. Söz dinledim, yoksa beni sevmeyecekti. Böylece, ilk taşımı kuyuma atmış oldum. Bu bizim büyük sırrımızdı: Dokunmak. Sonrasında sırlar çoğaldı. Oyuncaklar da... Şekerler de... ve daha neler neler... Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.

Kuyumun dibindeki, o taşın üzerine inşa etmeye başladığım hayatım, kırılma noktalarında yıkılıyordu. İlk âşık olduğumda... İlk öpüşmemde. İlk isteyerek sevişmemde... İçinde dokunmak olan her ilkte, yıkılıyordum. Hatta ikincisinde, üçüncüsünde ve sonuncusunda bile... Benim, her seferinde, un ufak oluyordu. Çatlaklarla dolu hatıra duvarlarıma asmaya çalıştığım her anım, duvarlarımın toz gibi havada dağılması ile sonuçlanıyordu. Bir sabah uyandığımda her şeyi yerle bir edip, bütün duvarlarımı kırıp, temele kadar indim. O lanet taşı bulup, yaşamımdan söküp atacaktım. Kararlıydım. O sır ne kadar derinde olabilirdi ki... Böylece, kaç yaşında olursam olayım, kendi bildiğimce attığım temelin üzerinde artık yıkılmaz duvarları olan benimde mutlu yaşayacaktım. Elli dört yaşımın, elli yılında sakladığım sırrı, avaz avaz söküp atacaktım.  Yeniden doğacaktım. Dokunulmamış yeni bir 'ben'le.

Öyle olmadı, temel yapı taşımı yerinden söküp alamadım. Kazdım; sağını, solunu, hatta dibini, kökleri öyle bir karmaşık öyle sağlamdı ki... sökemedim. Denedim ve zorladım hatta, köklerim acıdı. Köklerini öyle çok salmıştı ki, birbirine karışmış, kalınlaşmıştı; neredeyse toprak bile kalmamıştı üzerlerinde. Kök kendini yiyerek beslenen bir canavara dönüşmüştü; kara siyah ve kokuşmuş. Ona bu kadar yaklaşmışken, daha da bir dikkatle inceledim. O ilk ihanetimin gözünün içine diktim gözlerimi. İlk inanışımı sarsan ve güvenimi yok edene uzun uzun baktım. O döneme gidip hatırlamaya çalıştım. Bir el. El... ne çok şeye uzanır. Dil gibi. İyi de çıkar içinden, kötü de. Bana uzanan ilk elin, el kadar uzak oluşunu fark edecek yaşlarda değildim. Dört yaş, bir çocuğun benini bulmak için yönelimlerini farklılaştırdığı bir yaştır. El benim için, bedenin bir parçasıydı. Onunla dokunurdum, yemek yerdim, oyun oynardım, uzanırdım ve tutunurdum, merakla resimlerine baktığım kitaplarımın sayfasını çevirirdim. Saçımı düzeltir, sivrisineğin ısırdığı yerlerimi kaşırdım. El, el olacak kadar uzak bir kavrama dönüşmemişti henüz. Ben her sözcüğün ilk anlamını bilirdim.

***

Uydurduğum bir hikâye gibi gelirdi bana ilk başlarda; çocuk aklımın çocuk oyunu gibi... Hikâyenin detaylarını kafamdan uydurup yazmış olabilir miyim diye çok sormuşumdur kendime. Kendimce kendimi haklı çıkartmak için, anların yapı taşlarıyla oynamış olabilir miyim diye de… Bu benim başıma gelmedi diye, kahramanlarını kendim yaratmış olabilirdim pek ala. Olamaz mıydım? Peki ya o kahramanın başına gelenleri düşündüğümde midemde oluşan burkulmalar ve kusma isteği. Ya o, omuzlarıma yerleşen eziklik... O anıdaki çocuk ben değilsem, duyumsadıklarımı nasıl açıklayabiliyorum.

Ayna tutmak kendine ne zordur böyle zamanlarda. Bunun yaşla, aldığın eğitimle, yaşanmışlığınla da ilgisi yok. Bunun senle, yüreğinle, suskunluğunla, içinde büyütmenle ilgisi var. Bir an gelir, içinde büyüyen gizil acının keskin kokusu sarar her yanını, içinde bir yer çürümüştür çoktan. O çürümüşlüğü görmek istemez hiç bir göz. Gözle görünmeyene, hayal gücünün de yardımı ile istediğin anlamı daha kolay yüklersin çünkü. Gerçeklik duygunu, uyduruyorumdur savunusuyla silmeye çalışırsın gün gece. Lekeyi ağartacak bir şeyin keşfidir senin tutunduğun. Kâşif değilsin ki silesin.

Ben artık öyle yapmak istemiyordum. Evet, kâşif değilim, en basitinden kendimden öte bir şeyleri keşfetmek arzusundan da yoksunum. Eğer ömrüm varsa, içimdeki çürümüşlüğün o kokusuna da katlandıysam bunca yıl, artık onu söküp atmanın vaktiydi. Huzurlu bir ölümü hak edecek kadar iyi bir yürek taşıyordum. Aynayı tuttum. O bendim. O olayın kahramanı bendim. Onurumdu. Daha çocuktum. Onurunu kurtaramamış küçücük bir çocuk...  Ebru seanslara devam edersem, bu illetten – bu benim taktığım bir ad tabi ki – kurtulabileceğimi, biraz çabayla bunu çok daha kısa sürede yapabileceğimi söylüyordu. Yeniden özgürleşip, yeniden tutunabilirmişim, öyle diyordu doktor; beyazlar içinde, kir değmemiş teninin pürüzsüzlüğünde, yüzünün pembe beyazında, gözeneklerinin nefes alışlarını duyuyordum. Nefes almak istiyordum. Onu dikkatle dinledim. O da beni. Kimsenin dinlemediği kadar… Bu tür hikâyeleri bir çocuğun uyduramayacağını söylediğinde, kendi bulduğum doğrunun altını çizdim. Ben o çocuktum.

***

Geçenlerde Ayşe aradı. Yazmaya doktorumun tavsiyesi ile başlamıştım. Ona okuturdum bazen, gülerdi. Okudukça, kız sıksan kitap yazarsın sen derdi. Deli Ayşe, herkes yaşadığından bir kitap çıkartabilir pekâlâ. Allah’tan az biraz aklım yerinde de, uymuyorum onun deliliklerine. Dün de uymazdım ya… Kampanya ile ilgili beni arayıp yazı hazırlar mısın dediğinde, duraksamaksızın evet deyiverdim. Bırakır mı yakamı artık. Telefonu kapadım, uzun uzun düşündüm. Ben o çocuktum deyip duruyordum. Dokunulmadan dokunulan yaralı çocuktan, güvensiz bir kadına  evirilmiştim, üstelik dokunmayı da öğrenememiştim.  Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı bu yazıyı. Yıllar öncesinin karalamaları arasından buldum aradığım cümleyi. Köşesi yırtık bir arabalı vapur biletinin üzerinden yer yer silikleşmiş kelimeleri kazıya kazıya çıkarttım gün yüzüne yeniden. 


25 Aralık.1987 / Bozcaada / Bir Kez Daha Dokundu Gmişim Bana

Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde. Küflenmiş bir kapana sıkışıp kalmış duygularım, bu yüzden biraz hırçın, biraz sesli haykırışlarım. Açım. Çok açım. Bir saf dokunuşa, bir uysal sese muhtacım. Elimi uzatıyorum, elin sıcaklığında yanarken tenim, parça parça oluyor etim. Amca dediğim aslında el bildiğim olmalıymış. El sanıp, bir ele sığınmışım, ah ben savunmasız yüreğimle ne çok aldanmış, ne çok aldatılmışım.


Kampanya metnini buradaki bir cümleden yola çıkıp hazırladım: 
Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde... 
O günlerde öyleydi. İşin ucu, Onuruma dokununcaya kadar... onurum, benim güzel oğlum.  





09 Şubat 2012

Asıl Olan



Aslında diye başlayacaktım sözlerime, aslında... Devamı "asıl olan ne"sorusu ile gelince durdum. Neydi asıl olan, suret olan neydi... Geçen gün denk geldiğim dizinin repliklerinden biri takıldı dilime: aynadaki adamı bazen hiç sevmiyorum, öylesine kibirli ki... Bu sabah aynaya uzun uzun baktım. Yer yer çatlamış dudaklarımda gün evvelden asılı kalmış gülümsemeye, feri gitmesin diye direnen gözlerime... uzun uzadıya baktım. Cümle kurabilmek için kelimelerin birbiri ardına yaptıkları yakın takipten kalan zamana sorular sığdırıyorum: Nasıl biriydi aynadaki, ben miydim, aslım mıydı, suretim mi yoksa... Nasıl görüyorsam öyle miydim, yoksa nasıl görünüyorsam öyle mi? 

Herkesin dediği kadar akıllı mıyım... kendi aptallıklarımı bildiğimden mi akıllı olmak nedir diye sorgulamam? Kendime uyandım bu sabah... aslıma mı, suretime mi, içimdeki saklı benlerden hangisine uyandım ben sahi...  kafamda onlarca soru dolanırken oradan oraya...  Yansıma ve Yanılsama'ya denk geldim. Çok şeyi demiş bugün, çok şeyi çok güzel demiş bugün Brajeshwari:... Ben çocuk olmayı seçtim... 

Çocuk kalabilir miyim bütün gün. Sırf beni kızdırdı diye mesela saçını çekebilir miyim oda arkadaşımın. Elinde telefonu bütün gün sevgilisi ile kavga eden bir diğerini şikayet edebilir miyim müdür öğretmene... Bahçeye çıkıp oyun oynasam, hazır kar da yağıyor... Kardan adam yapsak bütün çalışma arkadaşları bir arada olsak, boyumuzu aşsa adamın boyu... merdivenle tırmansa içimizden biri, bir şapka koysa başına, boynuna bir kaşkol dolasa... Havuçtan burun, kömürden gözler yapsak... Hatıra fotoğrafları çektirsek birer ikişer... Karlarda yuvarlansak... Islansak... Eve gidince azar işitsek annemizden babamızdan, üstümüz başımız ıslandı diye, ille de hastalanıp ateşleneceğiz diye azar işitsek bir gece boyu... Ihlamur içip içimizi ısıtsak bu gece, sırf ertesi sabah kalktığımızda burnumuz akmasın diye...  Soba başında kestaneyi kebap yapıp, soğuğa aldırmayan bozacıdan aldığımız bozaya biraz tarçın eksek ve leblebi konduruversek üzerine birer ikişer... Bugün çocuk olsak mesela... Çocuk kalan yüreğimizi salsak gökyüzüne... Bulut olsak... Bulut gitse, güneş kalsak... 

Ne çok keşke oldu değil mi... 
Son anda aklıma geldi... Ne demişti Brajeshwari:

Fakat bugün "keşke" dememe günüymüş aslında...Bak! mumlar sönmedi hala... Müziği değiştirmeye de gerek kalmadı...Burdasın ve dinliyorsun....Sessizliğin içinde...Tam kalbimin orta yerinde, varsın aslında....ve ben devam ediyorum sana anlatmaya....


Ben kime sesleniyordum kelimeler boyunca... 
Gülümsememe bakılırsa, yine sana...


31 Ocak 2012

Günün İlk Işıkları

Günün her saatini, haftanın her gününü, yılın her ayını severim. Ama yine de, sabahın erkeni, pazar gününün tatlı telaşı, Nisan ayının yağmurları bir başkadır benim için. Geçtiğimiz pazar da öyle oldu. Günün ilk ışıkları ile açtım gözümü. Yüzümü bile yıkamadan gittim fırından çıkmış ekmeğin kokusunu koklamaya. Arkamdan adım adım beni takip edenden önce ürksem de dostça tavrına verdiğim kaçamak bir gülüş ile ısınıverdik birbirimize. Bir kulağında küpesi, siyah beyaz kostümü ile sokak modasını yansıtan havası yetip de artmıştı bile onu sevmeme. Hele o bakışları... 

Yürüdük beraberce, ben laf attım, o ses verdi, O gelip dokundu ben gülümsedim. Sahipleniverdik yol ortasında birbirimizi. Ekmek fırınına yaklaştıkça aldı beni bir telaş, ya peşimden oraya da gelmeye kalkarsa... ya içeri girmek için inat yaparsa... gelmedi... haddini bildi, kapıda ben alışverişimi tamamlayıncaya kadar bir patisi diğer patisinin üzerinde, ara ara gözlerini kaldırıp bana bakarak alışverişimi tamamlamamı bekledi.Ona aldığım sosisli kaşarlı pideyi bir kağıt üzerinde, kaldırımın iç tarafındaki bitkinin yanına bıraktım, bir iki koklayıp peşimden koşarak geldi. Dönüş yolu boyunca kah önümden koşturdu, kah yanımda benle kaldırımları adımladı. Yol ayrımına geldiğimiz vakit, önümde durdu, gözlerini gözlerime dikti. Uzun uzun baktı. Teşekkür eder gibi bir hali vardı. Önümden koşar adım karşılaştığımız köşeye doğru hızla koştu. Beni bekledi. Bir fotoğrafını çekseydim bari dedim... hemen dört ayak üstünde poz verdi. Beni apartmanın kapısına kadar takip etti. Bahçe duvarının sol yanına işaretini bıraktı. Ben kapıdan girer girmez yoluna devam etti. Bu kısacık ama sımsıcak yolculuğu başlatansa bir cümleydi:

Merhaba; çok mu üşüdün sen...






Eve girdiğimde, sıcak yatağın büyüsüne kapılmamak için kendimi mutfağa attım. Aldıklarımdan - küçük ekmekler- birer sabah kahvaltısı sandviçi hazırlamaya koyuldum. Önce beyaz peynirleri dilimledim. Yıkadığım, otları kuruladım. Domatesleri de dilimleyip, aşkla hazırlığımı tamamladım. Yanımıza almak için birer kap meyve salatası için hazırlığa giriştim: ananas, muz, elma, armut, kiwiyi küp küp kestim. Portakal suyu ile hazırladığım sosu üzerine boca ettim. Bir güzel karıştırıp birer kişilik kilitli kaplara pay ettim. İki kişilik piknik çantasına, kişisel çay termoslarımızı da dikkatlice yerleştirdikten sonra, yanağıma konan teşekkür öpücüğü ile yola çıkmaya hazırım dedim. Gülümseyen bir çitf göz, söz oldu: "ben de..."... işte o anda dışarıdaki soğuk ısınıverdi. buzlar çözüldü... güneş içime kollarını uzattı. yüzüm yenilendi... enerjim coştu. Haklıydım, ben pazar günlerini bir başka seviyordum.

Sonrasını fotoğraflar anlatsın diye, uzun sözü burada kısa kestim...












26 Ocak 2012

Karar




Sabahın melodisi derinden ve uzaktan geliyordu. Uyandım. Uyanmak istemediğim bir sabah daha dedim. Sesim melodiyi bastıramayacak kadar cılız çıktı. Bir karar vermeliydim. Ya geceyi uzatacak; güne kasveti, sıkıntıyı, acabaları taşıyacaktım... ya da... 

Kararsızdım. Telefonun ertele tuşuna bastım. Kafamda bu sefer başka bir acaba daha belirdi. Acaba kalkıp duş alsam, akıp gider miydi içimdeki sorular. Cevapsız sabahlara uyanmayalı çok olmuştu, dedim. Zamanıdır belki, dedim. Ama yine bir acaba geldi kuruldu aklıma. Acabası bol sabahlardaki alışkanlığımı tekrarladım. Havaya aldırmadan pencereleri sonuna kadar açtım. Şansıma gri, puslu, ıslak bir hava vardı. Yüzüme çarpan soğukla irkildim. Bir karar vermeliydim. Ya geceyi güne yayacak; kasveti, sıkıntıyı, acabaları çoğaltacaktım... ya da...

Kararsızdım. Duşun kapanma sesi ile pencerenin kapanma sesi birbirine denk geldi. Ayarlasan olmaz dedim. Denkliğin ayrıntılarına güldüm. Acabalarım ağlamaklı bulutlara takıldılar. Penceremden uzaklaştılar. Banyonun kapısı açıldığında, yüzümde kocaman bir güneş, sesimde kuşların cıvıltısı ile "merhaba", dedim. Günün güzel geçsin...





görsel / buradan

18 Ocak 2012

Güneşli Zamanlara Dair

Sabah evden çıkar çıkmaz gördüğüm aya... uzaklardan görünen pürüzlü yüzüne... uzun uzun baktım. İçime dolan enerjiyi hissettim. Daha ilk basamakta buzun kırılgan sesi geldi kulağıma. Ayağımı denk aldım. Dikkatlice otoparka yöneldim. Kafamı nedensizce bir kez daha gökyüzüne çevirdim. Gri bulutların arasından selama duran güneşe içtenlikli bir karşılık verdim. İçim bir kez daha enerji ile doldu. Hayata, bana sunduklarına kocaman gülümsedim. Dışarısı soğuk olsa da, içime bakıp üşüyen ellerimi ısıtmayı bir kez daha bildim. 

Verdiğim sözün üzerinden geçen onca zamana aldırış etmeyip, fotoğrafları çocuklara gönderdim. Hangi çocuklar mı? Adını bilmediğim ama gözlerindeki ışığı hiç unutmadığım o çocuklara... Güneşli günlerin hatrına yazdım. Gülümseyeceklerinden eminim. 


17 Ocak 2012

Masal Gibi Zamanlar

İnsan isterse masal tadında yaşıyormuş zamanı... Düne bir masal üzerinden bakabiliyormuş. Yarını bir masal tadında ümit edebiliyormuş. Buna kimi zaman düş diyormuş. Yüreğinin çocuk yanı masal dinlemeyi seviyorsa, içinde cadılar, zehirli elmalar, yedi cüceler, kurbağa bir prensin olduğu bir hayatı kendine kurabiliyormuş. Saraylara uzaktan bakıp, güneşin batışında yeniden bir doğuş bulabiliyormuş.


Velhasıl İstanbul...
Yaptın gene yapacağını. 
Sana olan aşkımı, karşılıksız bırakmadın.
Aşkımı tazeledin. 
İçime su serptin. 
Gözüme fer ekledin.
Yüzümde bir gülümseme,
Beni gerçeğe döndürdün

.

16 Ocak 2012

Üzerine Yürek Pulu Konan Bir Mektup Daha


Merhaba Kız Çocuğu;

Biliyorum, mektup yazmak konusunda tembelim. Hatta bazen, sadece bir nasılsın demek bile yoruyor beni. Bilirsin, nasılsın diye sorarsam, söyleyemediğin her kelimeyi de duyabilmek isterim. Az önce geldin aklıma, takıldın kaldın uzunca bir süre. Nasılsın dedim, içimden, biliyorum sen de içinden dedin; yalnızım. Öyle misin? 

Yalnızlığın kendi içinde kocaman bir kalabalığı var sanki... Öyle ki, o kalabalıktan boğuluyor insan. Sana her defasında sen yüreğini ferah tut diyorum ya bugünlerde benim senden duymaya ihtiyacım var bu cümleyi. Yüreğimi ferah tutmak ve her batışta anlam aramaktan yorulmuş gibiyim. Güneş değilim ki ben derken kendime yakalanıyorum. Ama yakalandığım her seferinde güneş gibi parlayan yüreğimden de gözlerimi kaçıramıyorum. Yüreğime bakmayı, dünyayı oradan görmeyi, oradan işitip, oradan dinlemeyi keşfettiğimden beri, yeni bir dili sökmeye çalışan bir çocuk sevincindeyim. Sevinçten boğuluyorum. Ama artık biliyorum, boğulmamayı öğrenmek, yüzebilmek demek. Suyun senin ağırlığını kaldırdığını keşfedince üzerinde durabiliyorsun. Mucize gibi. Hayatı bazen sonsuz denizlerle bir tutmam boşuna değil görüyor musun? Hayat da senin yükünü kaldırır, ona güven. 

Nasıl da  kibirli bir bilgiçlikle yazdım gene kelimeleri. Ama sen bunu böyle okumayacaksın biliyorum. Üzerine yürek pulu konmuş tüm mektuplar gibi, kelimeler sadece bir aracı. Yüreğimden geçen yüreğin okuyacak hissettiklerimi biliyorum. Belki de, bu kadar uzakta olmamıza rağmen, seni kendime hep yakın hissedişime bir anlam yüklemeye çalışıyorum. Sebebi her ne olursa olsun kız çocuğu, bu satırları sana yazarken, elimizde birer kahve fincanı, odun seslerine eşlik eden kahkahalarımız ve cama vuran kara karışan gözyaşlarımızla, çocuk yanımıza sıkı sıkı sarıldığımızı hayal ediyorum. Belki böyle bir kış gününde tanışmıştık seninle. Kendine iyi davran. Aynadaki aksine gülümse. Yüreğini şımart. Hep kız çocuğu olarak kal. Öylesine sıcak...

Evren...

13 Ocak 2012

Aşk-ı İstanbul



"Şimdiler de ben sadece adını içime sayıklarken, sen nerede, nasıl, neden bilmediğim bir uzaklığı büyütüyorsun" dedim önce. Sonra düşündüm, gitmeyi ben seçmişken, nasıl oluyor da "uzak kalmayı" sana bir elbise gibi biçip giydirebiliyorum, allayıp da pullayıp bir suçu sana, kelimelerine, zekana, hayata baktığın yere, duruşuna, kahverengi gözlerine, gülüşüne... yüreğine... nasıl oluyor da yamayabiliyorum inan hiç bilmiyorum. 

Çılgınca bir fikre kapılıyorum bazen, düşünü kurduğumuz onca zamana yakışır bir karşılaşma olacak belki  bir gün o şehirde, evet! İstanbul'da o tren garında bir yolculuğa hazırlanacağız seninle. Ben bir kompartımanda, sen diğerinde, birbirimizden habersiz, ama düşünerek ve iç çekerek bir yolculuk yapacağız seninle. İçimiz hop edecek andıran birini görünce. Daha derinleşecek o vakit iç çekmeler. Bir şarkı gelip takılacak dilimize. Dönüp duracak nakaratı kırık bir pikap hüznünde... 

Bunları düşünerek çevirdim telefonunu... Ah bir bilsen sevgili... İçimin uçuşan yanı çığlık çığlık gene... İstanbul'a gidiyorum sevgili... İstanbul'a. Aşka. Bilirsin bazı şehirler ile olan aşkım hep bir başka. İçimin kuşları havalanıyor. Denizimin dalgaları çoşuyor. Gözümden akan bir çift yaş var ya, işte mutluluk orada çoğalıyor.

İstanbul'a gidiyorum sevgili, bir tren yolculuğu düşünü taktım yakama, sanırsın bembeyaz bir papatya.  Adını bağırıyorum her defasında içim acıyor böyle zamanlarda. Adın İstanbul oluyor, kokun deniz... Tenin sevgilim, tenin tütüyor burnuma... Biliyorum gene papatya falı bakacağım yol boyunca. Göreceğim, görmeyeceğim... Göreceğim, görmeyeceğim... Bilmek istemediğim bir masal sonu papatya falı... ne kadarı kaldıysa elimde, öylece takacağım gene yakama. Boynu bükük papatya... Beyazı kırık papatya... Canı gitmiş papatya... Ağlama.

İstanbul'a gidiyorum sevgili... Aşk olsun yol bana...Yakamda ne kadarını kurtarabildiysem işte o kadar bir papatya.