26 Temmuz 2009

BİR GÜN



Günlerden bir gün...

Uzaktaki dağların tepesindeki karlı sevdaları düşlüyorum. Balkonumdan görülen manzaranın ihtişamı, yüreğimdeki yalnızlığa kafa tutuyor. Kalabalık ailelerin o şaşalı pazar keyiflerine özeniyorum. Dayımla teyzemin yaşadığı çocukluğumun bayramları geliyor aklıma. Dalıyorum düşlere...
Sonra, günlerden bir gün:

Uzakta çok uzakta bir evin bahçesinin mangaldaki etlerinin kokuları dağ kekiklerinin kokusuyla dans ederek geliyor burnuma adeta. Telefonun sesine irkiliyoruz. Babam "ama dağdayız..." ... "eee gelin tabi, akşam mangal yaparız" diyor ve yolu tarif ediyor. Aile dostlarımız geliyor. Mutluyum... Bir kez daha beni duyuyor. Yakınım ya ondan herhalde diyorum. Kafamı kaldırıp buluta bakıyorum. Teşekkür ediyorum. 1-2 saat geçmiyor, şen şakrak bir coşku oluyor evin içinde, bahçede... Mangal hazırlıkları için herkes bir görev alıyor. Salatalar, etler, yakılacak ateş, bahçeden toplanacak biber domates görevleri birbir dağıtılıyor. En güzelini ben alıyorum. Karabaşla oynamak, boğuşmak ve sonra ona yemeğini verip yemek için masaya oturmak...

O sıra telefon çalıyor. Babam; "ama dağdayız..." ... "eee gelin tabi, mangal hazır" diyor ve yolu tarif ediyor. 1 saat sonra masaya sığacak mıyız diye bakınırken buluyorum bizimkileri: 11 kişi olduk diyor annem. Arka bahçedeki masayı kullanalım. Bir ses güne damgasını vuruyor. "2 idik 3 olduk, 3 idik 5 olduk, 5 idik 7 olduk, 7 idik 11 olduk..."

Hepimizde bir neşe... Mangalın kokusu dibimde. Ben eriğin dibinde. Erik adamın dibinde, bira adamın elinde... "Ah hayat sen ne keyifsin çoğu zaman..." Başımı kaldırıyorum akşam serinliğine, ahlata bakıyorum. Ahlata gülümsüyor ve teşekkür ediyorum. "Hayat bugünlerde seni seviyorum."

Bazen öyle şaşırtıyorsun ki; bizim karabaşın hatun doğum yaptı 2 gün önce, adamı eve almıyor. Karabaş napsın, nerede bir serinlik gidip kendini oraya atıyor. Nice sonra hatun kişisi gelip karabaşı kontrol ediyor. İki kokluyor, bir sırnaşıyor ve o sırada yavrularının durduğu yerdeki kapının ağırca rüzgardan kapanışına kulak kabartıp, dört nala yavrularına koşuyor, karabaş yarım kalan keyfi ile çamın altındaki gölgede düşlere uzanıyor. Masadan bir kahkaha kopuyor: Annelik ve babalık üzerine, şakalaşmalar alıp başını gidiyor.

Mangal hazır çanı çalıyor; bir telefon da beraberinde... Birden mangalcı elindeki maşayı bırakıp, telefonuyla uzaklaşıyor. Beklenen kötü haber geldi. Gece karanlığı çökerken, sessizlik her yeri kaplıyor. Ne karabaş, ne hatun, ne de mangaldaki kordan çıt çıkmıyor. Koca kara mangalcı sarsıla sarsıla ağlıyor. Çatal ellerden düşüyor, yüzler, neşe, keyif... Hepsi tek tek düşüyor. Koca kara mangalcı gözyaşlarını üzerine siliyor. Masada herkes birbirine bakıyor, sonra eğiyor kafaları hayata bakıyor.

Hayat diyorum bazen ne acımasızsın...
Ahlata bakıyorum, yoksun, bulut çoktan gitmiş zaten, ayı görüyorum hilal: Uzun uzun bakıyorum, uzun uzun susuyorum.
Teşekkürlerimi geri ver diyorum: Hiç yakışmadı böyle bir geceye ölüm, ama hiç...






25 Temmuz 2009

HABERİN OLA!




MÜRDÜM ERİKLERİNİN DALLARINA KURDUM YATAĞIMI


Buram buram kokun geldi sabahın telaşına
Serinliği geldi teninin...
Bilsen nasıl özledim seni
Bir tebeşir izinde gelirdin peşime
Bugünleri katık edip kelimelerine
Biliyorum
Yüreğinden taşar gelirdin

Buram buram kokun geldi sabahın telaşına
Sıcaklığı geldi ellerinin...
Derin bir iççekiş eşlik etti gözlerine
Koklayıp uzandın usulca yanıma
Ilıklığı geldi nefesinin...


***

Haberin ola, sevdim seni, hem de çok





İTHAF


Hüseyin Alemdar kime ithaf etti bilemem T'ye derken ama ben tebeşirle yazıyorum duvarlara adını...





1



Akşamları eskil şiirler mi yazılır

- bütün tensel sözcükleri kokladım gövdende -

akşamlar ki usulca kendine kapanan gri şiirler gibidir

ki yitirdiğim şiiri buldum teninde.



2

Sen ki bir zambağın terleyen sesisin şimdi


3

Ağzının yanan ateşini öpüyorum işte
yanan ipek ateşini ağzının -

Göğsümde gecenin uğultusu duyuluyor!


Ağzın: Akşamın göğü öptüğü yerde uçuklayan lale


Lale: Beyaz beyaz beyaz uçuklayan ağzın



4

Dilimde gizil beyazlığı teninin,


5

akşamıma dayadığın ağzını öpüyorum

akşamım ki kasığıma terlemiş

ten kokulu bir zambak

6

Ve gecedenizi etinde öldüm!




____________

1992

(*) Hüseyin Alemdar şiiri






24 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 3


"Zaman yoksa, artık çok geçse herşey geçmişte olup bitmiştir. Bu durumda yapılabilecek bir şey yoktur. Biraz çabalarsak belki olup biteni anlayabiliriz. Zamanı yitirmek, yalnızca bugünü yitirmek değil, hem bütün bir geçmişi, hem de boydan boya geleceği yitirmektir. "

Mehmet Serdar

MEDET



Kitaplığımı düzenliyorum. Annemden gelenler, çocukluğumdan kalanlar... Neler neler çıkmadıki karşıma: Küçük Kara Balık, Yarının Büyüklerine Şiirler, Günışığı Hoşçakal ve daha niceleri... Ama hiçbiri Adam Sanatın eski sayıları kadar düşündürmedi beni. Nelerden beslenip, nasıl şekilleniyoruz üzerine düşündüm. Algı kirlenmesi üzerine ne güzel bir örnekti okuduğum: Saflık

Sahi nerde kirleniyordu algı ve yürek ne zaman boğuluyordu kuşkunun içinde...

Yıl:1992 - 1993

Arasından iki sayısını rastgele çekip aldım yanıma. Servis aracı beklerken, oturdum kaldırım taşına. Medet umdum ve açtım bir sayfa: Blogumu takip edenler bilir, kendi kendime oynadığım bir oyundur ki bu sefer; ilki kadına, ikincisi adama ve sonuncusu duruma olmak üzere rastgele sayfa açtım ve okudum.

KADINA

Hüzün Denen Kadın (*)
Geçmiş acılardan bir tül üzerinde
Ne yapsa sıyırıp atamaz onu
Gülümsediği an dağılsa ya bulutları
Sisi hiç kalkmaz dağlarının

Görseniz hemen tanırsınız
Hüzün denen kadın o işte
Buğulu bir güzelliktir başlar
Kirpiklerinin ucunda

Sevmiştir eskiden, şimdi kilitli yüreği
Pişmanlıkların kırbacıyla kendini döver
Elini uzatamaz kimselere
İhanetlerle kırılmıştır filizleri
Yasak bahçe duvarın ötesi

Kendini tutmak istese de
Boşanır bütün gökyüzlerinden
Yağmurun ta kendisidir o
Her an ıslatabilir sizi
Bütün şehirlerin bütün sokaklarından
Ansızın geçebilir
Yolunu yitirmiş bir yolcu gibi

Encamı çorak çöllere dönmektir
Kırağılı kıranlardan geçmiş çünkü
Bir kucucuk yaprağında koklar havayı
Elinizi uzatsanız
Küstüm çiçeği

Görseniz hemen tanırsınız
Hüzün denen kadın işte o
Kimi zaman ışıltılar geçse de gözlerinden
Gülümsemesi solgun bir çiçek resmi

ADAMA

İmana Geldim (**)
Bir kız buldu beni akşam üstünde
Bâkire değil ama kızmış
Allahına kadar
O ne memeler o
O ne uyluklar o
Ooo
Hele o engebesiz aşağlara
İnen o göbeği o
O müselles o müselles o
Hiç ağda görmemiş ayda
Allahıma güzel
İşte o zaman imana geldim

DURUMA

Şemsiye (***)
Tozlu bir şemsiye durur
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla

Anımsar mısın bilmem
yağmurun bardaktan
boşanırcasına yağdığı o günü
hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza
dudaklarımla hesaplamıştım
yüz ölçümünü

Nicedir sokağa çıkarmıyorum şemsiyeyi
korkuyorum çünkü
kapısı açık kafesinden
uçan bir kanarya gibi
beni ikinci kez terk etmenden
Yanıt alamayacağımı bilsem de
yanına gidip
sorarım her gün şemsiyeye
altında elele nasıl görünürdük diye...
__________________________________
(*) Hüseyin Yurttaş şiiri
(**) Can Yücel şiiri
(***) Sunay Akın şiiri

İŞARET



Beklemek...
Senden gelecek tek bir işaret için...

Gecenin serinliğinde oturdu balkonuna. Peggy Lee Black Coffee albümünden en sevdiğ parça çalıyordu fonda: A Woman Alone With The Blues... Bir sigara yaktı. Gökyüzüne baktı. Yıldız yoktu. Gecelerdir hiç kaybolmayan yıldızı bile kaybolmuştu. İç çekti, derin, soğuk... Soluna doğru bir sıkıntı yerleşti. Yanıyordu teni. Sigarasından bir nefes daha çekti. Yeşil kaplı günlüğü sabah bulduğunda okumamak için çabalasa da; geceydi, yalnızlık çökmüştü ve o gene bildik tanıdık bir sese sığınmak konusunda zayıftı. Masanın üstünde duruyordu. Yeşil, küçük, ağır defter. Geçmişin kapanmış yaralarına açılacağını bile bile baktı deftere uzun uzun. Aklından geçenleri kovaladı bir süre. Ama olmuyordu. Gece üstüne geliyordu. Yetmiyordu rüzgar baskı yapıyordu ve anılar bir sağanak yağmurun habercisi bulut olup başında bekliyordu. Aniden doğruldu yerinden. Aldı eline yeşil, küçük, ağır defteri... Açtı kapağını, okudu ilk satırı: ÖZLEDİM... Büyük harflerle yazılmıştı. Düzgün özenli bir el yazısıydı. Kalakaldı o sayfada. Altına düştüğü tarih; 22.Temmuz.2006

Aklı, yüreği ve gözyaşları gidiverdi o tarihe:

Havaalanından almaya geleceğim seni yarın sabah, 4-5 günlüğüne geliyorsun sadece ama olsun. Ben senle bir sarılma süresince bile mutlu olurum. Sadece o kadar bir süre için gelsen bile. Öyle özledim ki...

Bir daha hiç gitmedi o havaalanına o tarihden sonra. O gece gelen bir telefon üzerine, anlamıştı. Beklediği işaret bu değildiyse de bir işaretti işte; yarınlar tükenmişti.

Ah yürek dedi kendi kendine. İkinci bir sigara yaktı. Herşey dedi ilk başlarken ne kadar farklıdır. Saatlerce sohbet edersin. Nasıl da zaman bulursun herşeye. Gelmelere, gitmelere. Uykusuz kalırsın. Umursamazsın. Sonraki zamanlar o sıklıkla devam eden sohbetlerin arasına, günlük rutin işlerin girer. Uzar aralar. Sonra bir gün içinde 2-3 mail, belki bir telefon konuşması, sonra kısa bir mesaj: "İyi geceler bebeğim. Benden hayır yok sana, çok yorgunum Yarın görüşürüz artık."

Oysa; o da, sen de bilirsin ki yarın yoktur. Yarınlara yüklediğin her anlam teker teker kayar gökyüzünden. Tutunduğun son yıldız da kaybolur gözünün ucundan. İçinde bir sızı... Çöker yüreğine yalnızlığın. Yakarsın bir sigara daha. Dumanı kaçar gözüne. Ağlarsın...

________________________________________________

Kitabının son bölümüne gelmişti ama kelimeler istediği gibi dökülmüyordu kaleminden. Mojito hazırlamıştı. Keyfi yerine gelsin diye. Yazdıklarını okudu. Beğenmeyip, taslak klasörüne attı. Yeni beyaz bir sayfa açtı. Bir nefes sigara aldı. Bir yudum Mojito. Gülümsedi. Geç olmasa, her zaman gittiği bara gider, oturur ve barın sahibi kadınla lak lak ederdi. Belki dedi adam da gelirdi. Ne güzle sohbet etmişlerdi o gece. Adamın yüreğinde taşıdığı kadını merak etmişti en çok. Bir kitap yazılırdı o gecenin üstüne diye düşüdü.

Son bölümün giriş cümlesini yazdı:

Beklemek... Senden gelecek tek bir işaret için... Tina Turner, I've Been Loving You Too Long dediğinde, bıraktı herşeyi olduğu gibi.

İçeri girdi. Joss Stone, The Chokin' Kind dinledi defalarca.








__________________________________________



Fotoğraf / Serenity© Patricia

23 Temmuz 2009

BAZEN DENK GELİR HAYAT



İlk blogum olduğunda yıl 2006'dıydı ve Ocağın 18'inde muhtemelen karlı bir havada, evde yalnızdım bir blog açmaya karar verdiğimde...
Kolyeler yapıyordum: Terapiydi, para kazanmaktı, en çok da vakit geçsindi...

Merhaba yazısını şöyle bir notla sonlandırmıştım:
Umarım birbirimizi severiz de konuşacak kelimeleri birlikte çoğaltırız...

Aşağıdaki yazıyı yayına verdiğim tarih ise: Haziran 2006, bir dostun bıraktığı yorumu taşımışım satırlarıma...

Uzun zamandır yazmamıştım. Nedeni basit kendimce: yaşadığım şehir, evim, komşularım, yemek yediğim yerler, dolaştığım sokaklar, alışveriş merkezleri ve niceleri... DEĞİŞİYOR.

Telaşlıyım yani. Şaşkınım hatta biraz. Belki şoktayım...

Sonra bir gün bir mail geliyor, bazen de bir telefon. Hayat tekrar anlamını buluyor. İfadelerdeki tedirginlik yerini anlık gülümsemelere bırakıyor. Yürek fark ediyor. Herşey değişse de dostluklar hep baki... Daha önce de yazmıştım değil mi,"nerede nasıl bırakığınız değil biraraya geldiğinizde nereden başlayabildiğinizdir dostluğunuzu belirleyen"

Bu akşam o dostlardan birinin yazdıklarını paylaşmak isterim sizlerle. Teşekkürlerimle birlikte...


"Sayfalarında ufak bir gezinti ile neşeyi sitende üzerini bir hüzünle örterek gizleyebildiğini fakat bir o kadar da, yazamayanı bile yazar hale getirebildiğini gördüm. Nereden mi biliyorum o benim işte yazamayan. Bunları yazarken yazar mı olduğumu düşünüyorum? Tabi ki hayır. Ben o kadar yazar değilim ki yazarken noktalama işaretlerini bile doğru yere koyamam. Hani derler ya “doğru yerde doğru insan” bunların ikisine bile bir arada rastlamışlığım olmamıştır şu 3 onluk hayatımda. Ya da “bu bana bir işaret olmalı” diye bulunduğu durumdan ders çıkarmışlığım. Hangi durumun neye işaret ettiğini hiç kezleyememişimdir. Sanırım benim işaretlerle ilgili bir sorunum var. Tüm bunları anlayabilen ve kendine yüksek bir dirayetle paye çıkarabilen insanlara imrenerek bakmışımdır. Hatta çoğu zaman bakarken de kendilerine yakalanmışımdır.

Aslında ben Evrenin şöyle bir “Takı”larına bakmaya gelmiştim fazla durmayıp çıkacaktım. Ne kendimin yazarken ne de kendisinin yazdıklarımı okurken ayıracağı vaktini almayacaktım. Ama burada her şeyin takılardan ibaret olmadığını başta da dediğim gibi hüznün arkasına gizlenmiş ince bir siluetle bize gülümseyerek bakan neşe ne ise, takıların arkasına gizlenmiş “takıntı”lar da aynı şekilde dikkatimi çekti. "

BEKLEMEK YARINI


Yarını beklemekle,

Pazar'ı beklemek aynı şey değil;

yarın Pazar olsa bile...

22 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 2


"Yalanlamak ve reddetmek için okuma!
İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma!
Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma!
Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!"


Francis Bacon

ZOR OLSA GEREK



herşeyi sığdırmak bir akla

süzmek yürekle

ayakta kalmak gene de

herşeyin en üstünde

sığınmak seni gören gözlere

becerebilmek kısaca

sindirebilmek hayatı

zor olsa gerek


Mart 2009
_____________________________

21 Temmuz 2009

NE GÜZEL OLURDU


Okudukça kelimelerini içim acıyor...
Okumayı sökmemiş olsam
Görmese gözlerim geçici bir süre
Atmasa ya da yüreğim
Ne güzel olurdu...

____________________________________

Buğulanmıştı gökyüzü anlamamışım
Salaklığıma ver
Nisan 2009

SARI PAPATYA TOPLADIM SANA


İlk defa gittiğim bir ormanda rastladım ben onlara... Doğallıklarına kapıldım... Ormanın ihtişamından mıdır bilmem derin susuşları vardı... İçtenlikli duruşları çekti dikkatimi... Papatyanın da duruşumu olurmuş deme... Olur...



Senin ona yüklediğin anlamdır esas olan...


Akıldı orman, sarı bir papatyaydı yürek...


Hiç adetim değildir ama günler önce bir çiçekçinin önünden geçerken aklına düşen sarı papatyaları topladım sana tek tek... Her birine sordum, her birinde cevaplar aradım... Cevapsız kaldılar... Bilmiştim evvel zaman önce bazı sorular cevapsız kalmalıydı da keşke papatyalar sahipsiz kalmasaydı dedim...


Sorarım size ey dostlar;


Keşkeler çoğalırsa bir ormanda, ışıksız kalıp solmaz mı sarı papatya...




__________________________________________





Fotoğraf / Summer Gold© Amy Hopp


YAZILANI YORDUM - 2

__________________


YAZILAN




Herşey Anı Yaşamaktan Geçer!!! An sizi yanıltmaz. O an bedeninizde duyumsadığınız herşey gerçektir... demiş blogun sahibi :)
Ben de hep derim ki şimdinin gözlüğü ile geçmişi yargılama, çekip kelimeleri içinden çıkarma; acıtırlar... An'dır gerçek olan ve aşk an'dır... Öncesi ve sonrası yoktur... Yaşanandır. Aşk düşmektir içine ansızın ama düş değildir... Düşse adı aşk değildir, aşka aşık olma halidir ki bu da yalan değildir.
__________________________________________________________________




"Aşksa olur demiştim bir keresinde... Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin... Sen farkında değilsindir ama aşk yola çıkmış geliyordur, evde yokum diyemezsin... Yaşarsın sadece... Aşk... mı? İtirazım yok, olursa olur... Olmazsa...? Şu kısacık ömre sığan anlardan bir senaryo yazarım kendime..."
yazmıştım an defterime...
aşk gelir ve bulur... an'dır ve o an'da senin haliyeti ruhunun bir önemi yoktur...


________________________________________________________________________

Yazılan



aşk, büyücü olmasa da büyünün aniden ve her seferinde ilkmişcesine ortaya çıkışında gizlidir... aslında aşk varlığı ile büyülüdür ve sen ne yaparsan yap sihirbazın şapkadan çıkarttığı tavşana kanarsın... kanmadığın gün aşktan yanarsın...


Fotoğraf / İnternet - Kaynağı Bilinmiyor

SORU / CEVAP














Aklında onca soruyla uyandığında,
Ulaşmak isteyip de ulaşamadığnda,
Seslenip duyuramadığında,
Uzanıp tutamadığında,

Kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında,
Akıl isyanlarda,
Yürek hüzünlerde,
Sen lal olup kaldığında,
İçine kaçıp; kapandığında,

Söylesene; özlem değil de nedir cevabın,
Eğer soru doğru sorulursa...

______________________________________________________

Fotoğraf / 1x.com

20 Temmuz 2009

DOĞUDAN BATIYA / İÇ SESİN YOLCULUĞU

Ne zamandır çıkmak istediği yolculuğun en keyifli yerinde düşüverdi aklına kadın...


Yol hep bildik, istedikdi....

Yolculuk hep akılda...

Yolcu hep hazır...




Yalnızdı... Yalnız çıkmayı istemediği bir yolculuğa tek başına çıkmak zorunda kalışını bile umursamamıştı. Ta ki, ne zamandır çıkmak istediği yolculuğun en keyifli yerinde kadın düşüverinceye kadar aklına...

Aklımıa uçuşanları yazıya döküversem dedi.

Aklına dur diyemedi... Sıralanmış, hazır cümleler dökülüverdi...


hep aklımdasın ama sensizim işte...
sesin yok... nefesin de... kelimeler eksik...
sadece; yüreğimdeki sıcaklık var seni bana hiç unutturmayan...
soğur mu dersin... şimdi soğumaz gibi geliyor insana... keşke hiç soğumasa...


garip bir grilik çöktü üzerime. nedeni yok gene... kahvedeki adamlar gitti ama korkular bıraktılar geride... gitmen değil inan hani tüm hayatına giren adamların dediği gibi ki o da var kuşkusuz ama benim ki daha çok gelmemek gibi... sana mı bana mı yükledim bu hali bilememek gibi... sanki bir yanın tutarken diğer yanın bırakıyor gibi... sanki bir yanın başka bir yana dönmüş gibi... ne garipsin sen insaoğlu... ne garip... bir yanın yağmur gibi bir yanın güneş... bir yanın sel gibi bir yanın kavruk...



Yolcunun haliyeti ruhunu yansıtması niyetine ne güzel bir yazı olurdu kafamdakileri kağıda dökebilsem diye düşündü...


Sonra...

Yola çıktıtm... Yol boyu
söylendim kendi kendime:

Akıl yolda giderken bulanıp duruluyor
Yürek ısınıp soğuyor
İçte bir yerde bir yara sızısı, nedeni biliniyor...
Ama ben, karışmıyayım istiyorum...
Duymıyayım iç sesimin sesini... Denk gelmiyeyim acıtan kelimelere...
Ama olmuyor; yolculuk yalnızken adamı en zayıf yerinden vuruyor.
Açıyorum radyonun sesini...
Sesimi bastırsın diye, bağır bağıyorum şarkıları, bilmediğim dillerde...

Bugün değil...
Sana gelirken değil...


Yazdı bir kağıda...

Postahanenin kapısında durup uzun uzun düşündü, kararsızdı...

Kara bir sızı, kemirdi yol boyu, düşünceler düşmedi yakasından...

Yürek ısındı kavruldu, soğudu buz tuttu.

Adama uzattı zarfı...

Çıktı kapıdan...


Dışarıda yağmur yağıyordu...

Adam artık batıdan doğuya gidiyordu...


______________________________________


ASMA YAPRAĞINDA SARDALYA RAKISIZ OLUR MU?


Oldu valla...
Çok da güzel oldu...

Rakı olsa daha da güzel olurdu elbet...
Kısmet...

Durum şu; babam, annemin dediğine göre uzun yıllardır sayıklarmış; asma yaprağında sardalya diye...

Sayıklamaları geçtiğimiz cumartesi gerçek oldu ve babam, ızagarada asma yaprağında sardalya yaptı. Harikaydı, en az annemin zeytinyağlıları kadar. Diyeceksiniz ki ne var bunda... Babamın yıllarca salata ve mangal dışında elinden yemek adına birşey gelmediği gerçeğinden yola çıkıldığında; çok var diye yanıtlarım ben sizi...

Annem aşçı kızı, rahmetli dedem, dayım ve teyzem harika yemekler yapardı. Eee annem tekne kazıntısı ama yetişmiş lokantalı günlere... Her ne kadar yağda yumurta pişirttirse de kendine, ustadan almış genler sayesinde hallice iyidir aşçıllık konusunda...

Annemin zeytin yağlıları deyince aklıma hep şu anı gelir:
Küçüğüz ve yaramasız, en azından ben öyleyim... Bir gün annemlerin meşhur öğretmenler toplanıyor ayda bir geleneklerinin bilmem kaçıncısı bizim evde ve tencere ki masa kadar, yaprak sarma yapılmış... Ben ve Burak atlıyoruz masadan somyaya - bilirsiniz değil mi, yaylıdır somya - somyadan masaya... Allahım eğlencenin kralındayız... İçeride börekler açılıyor, kısırlar yapılıyor - çocuklar kendi neşesinde hiç anneleri rahatsız etmiyorlar... Anneler tasasız haliyle; eee üstelik sarma gün evvelden sarılmış pişirilmeyi bekliyor masanın köşesinde, evin en güvenli yerinde... Tencerenin kapağı kapalı, toz olmasın diye... Ve ben somyadan yaylanıyorum, yaylanıyorum ve cüpppppppppp tencerenin üstüne... Alkış kıyamet kopuyor o anda Burak'tan... Tencere, içindekiler ve benle beraber yere yuvarlanıyor. Anneler koşup geliyor. Kimse benle ilgilenmiyor, sarmalar yaralanmış, ona üzünülüyor. Burak ben de yapacam diye ağlıyor. Allahım canım acıyor; o gün anlıyorum yaprak olmak lazım zeytinyağlı, sarılmak lazım pirince, değerli oluyorsun olabildiğince... Canı acıyor yaprak sarmanın, ahlar vahlar kopuyor, bir çocuk ağlıyor... Yaprak yaprak olalı böyle ilgi görmüyor. Ben çocuk olalı böyle şaşırmıyorum hayata... Annem nice sonra gözündeki yaşı siliyor. Öpüp kokluyor beni. Olsun diyor sana birşey olmamış ya... Sarılıyor sımsıkı... Beni bırakıp tenceresini alıyor ve yere dökülen sarmalarını. Ağlıyor. Bana mı sarmaya mı bilemiyorum. Burak hala ben de yapacam diyor. Şahaneydin diyor. Nasıl zıpladın o kadar diyor. Benim aklım annemde kalıyor. Annem ağlıyor. Saklanıyorum somyanın köşesine... Ağlıyorum sessizce. Burak saklambaç oynuyoruz sanıyor. O hala somyada zıplamaca oynamak istiyor, huysuzlanıyor. Çık ortaya diye bağrınıyor. Hiç sesimi çıkartmıyorum. Köşeme sinmiş ağlıyorum. Neden ben hep annemi ağlatıyorum...
Asma yaprağından çıktım yola... Geldiğim yerde şimdi ben saklanmak istiyorum somyanın altına... Düşünmek orada: Mutluyum dedim anneme, tedirginim dedi ya üzülürsen... Üzülürsenin içinde üzülürsem var artık biliyorum...

Oyun oynerken düştüğüm tencerenin içindeki sarmaya değil de harcanan emeğe ağlandığını anlayabildiğimde; büyümüştüm çok... Sarmaya harcanan emekle bana harcanan emeğe baktım da şöyle bir: Yürek dayanmaz dedim, tencere bir kez daha yuvarlanırsa...
_______________________________________________



Fotoğraf ve Tarif için: Evcini

YOK


Sabahların nesini seviyorum biliyor musun?
Sana uyanmasını...
Gecelerin nesini seviyorum biliyor musun?
Sabahlara az kalmasını...

Öyle keyifli başlıyorum ki senli günlere, bazen sesin kulağımdan hiç gitmeyen bir melodi gibi...

Gün boyu senli benli bir hal içinde oradan oraya sürüklerken hayat beni: Duruyorum... Dönüp sana bakıyorum... Miskin miskin hallerimiz hiç bitmesin diyorum... Gülümsüyorsun ve evet diyorsun...
İki kişilik bir miskinlikten daha güzeli var mı? YOK...

Öyseyse devam diyorum...

18 Temmuz 2009

MİSKİN MİS(k)İN ?



Uzanmışım tek kişilik koltuğuma iki kişilik duygumla...
Ben L'nin kısa koluyum... Sen uzun...
Birleşmişiz tek bir noktamızdan, yürek mi dersin...?

Ne güzel yatıyoruz miskin miskin...
Sarmaş dolaş...




Fikret Kızılok - Yeter ki...

_____________________________________________

17 Temmuz 2009

SENLİ BENLİ



Bana ait olması gereken bir hayatı seyrediyorum pencerenin diğer tarafında... Yok yok pencerenin diğer tarafında değilim. Kendime özel kurduğum sinema salonunun orta yerinden perdeye yansıyan hayatıma bakıyorum.

Senli benli bir hayatın ilk perdesi : İLK AŞK

Senli benli bir hayatın ikinsi perdesi : UMUTLAR VE GELECEK

Senli benli bir hayatın son perdesi : GERÇEKLİĞİNİ ARAYAN YÜREKLER

Film müziği Norah JONES - Don't Know

Nasıl yumuşak nasıl kederli bir yandan. Film alıp götürüyor beni. Keşke geri gelmesem diyorum. Keşke dönmesek gerçek dünyaya. Ama sen keşkelere inanmazsın değil mi? Hatırlıyor musun ilk bebek düşlerimizi, adını bile koymuştuk. Hangi okula gideceği konusunda yaptığımız kavgalar nasıl komik geliyor şimdi yeniden seyrederken. Gülüyoruz birbirimize belli etmemeye çalışarak. Nasıl bırakıp gidebilmişim ki ben seni, o apartmanın girişinde. Nasıl koşmamışsın peşim sıra. Keşkelere yer yok ama film bu flashbacklerle geriye dönüşler oluyor akıp giderken anlar. O anlardan birinde sen ağlıyorsun arkamdan. Ben köşeden dönecek oluyorum, neden dönmüyorum da durup bekliyorum. Fark ettin mi ikimiz de beklemişiz bir süre. Sen beni, ben seni.

Tam da sahnesinde sıkı sıkı sarıldık birbirimize. Filmi bıraktık kendi akışına, sevişmeye başladık öylece... Yeni bir senaryonun açılış sahnesiydi üzerimdekileri çıkarışın. Ve ilk dokunuşta dondu sahne. Jenerik akmaya başladı üzerimizde. Mutlu bir aşkın habercisiydi kullanılan renkler ve müzik neşeliydi alabildiğine. Filmi seyretmeye gelenler biliyordu artık mutlu bir aşk vardı ve bu seyredecekleri gerçek bir yaşamdan alınmıştı.





_____________________________________________

Bazen bir yazı yazıyorum sanıyorum ki geçmiş...
Sonra - zamanı geldiğinde - fark ediyorum ki şimdinin habercisiymiş sadece yazıldığı anda yanlış etiketlenmiş...

___________________________________________


İlk Yayın Tarihi : 19.03.2009
Fotoğraf / Lovers by Angela Vicedomini

16 Temmuz 2009

PARÇA


Parça parça olunca

Bütün olur mu bir daha...?








Ayo - Help is coming

___________________________________

GÜNCELLEME

Sevgili Y.'nin yorum olarak yazıdığını aktarmak istedim olur da yorumlardan kaçıran olursa diye.. Yukraıdaki satırlar bir durum üzerineydi ve bu durum bir yürekle ilgili değildi... Ama aşağıda okuduğum satırlardan kendime kalan şu oldu: Her parçalanmada bir bütünlük hali vardır, bu parçalanmışlık halinde önemli olan, her parçana kattığın anlamdır.

Bütün bunları düşünürken bir dosta yazdığım Testi hikayesi geldi aklıma... Bazen bir parça kalır elimizde, paramparçalanmışlığın ortasında öyle bir yere aittir ki siz o parçanızı sunduğunuz da bütünüzü bulursunuz o da bunca zaman ki eksiğini...

"Bana getirilmişti. Kırdım.- Nasıl oldu bilmiyorum: galiba sallantılı, dengesiz bir yere koymuşum, yeterince dikkat etmeden; sonra ters bir hareket etmişim - düştü, kırıldı... Yeterince düşünmemiştim üstünde, demek. Elimdeki, artık, birkaç iri parça ile birsürü ufacığıydı; bazısı, neredeyse, kırıntı, kıymık - öyle dağılmış duruyordu... Tek tek bir yere topladım hepsini: Yokolmamalıydı. Gittim, uygun bir zamk aldım. Geldim, hepsini bir kağıt üzerinde düzenleyerek, biraraya getirmeğe başladım: şu parça, buna uyuyor - mu; ya, bu, şuna... Zamanla, parçaların kopma noktalarındaki dokularının; ve zamkın, tutma ve yapıştırma niteliklerini, öğrendim. Bazı parçalarsa yapıştıralamayacak kadar ufaktı; onların bulunmaları gereken yerlerde boşluklar oluştu. Tek tek yapıştırdım, yapıştırabildiklerimi. Çok uğraştım. Sonunda ortaya aslının eğri-büğrü bir simgesi gibi birşey çıktı - ve, şu tümce:

Dikkatsizlik ederek düşürüp kırdığın - sevdiğin kişinin izlerini taşıyan; senin için değerli- bir nesneyi, parçalarını tek tek toplayıp, dikkatle -saatlerce uğraşarak- özel olarak aldığın bir zamkla yapıştırıp onardığında, ortaya, orası burası eksik-gedik, yamru-yumru birşey çıkar - ama eskisinden de daha değerlidir artık; çünkü, şimdi, senin izlerini de taşıyordur. Başka bir şey yapamazdım."

15 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 1



"Tanrı'nın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!"


Dale Carnegie

14 Temmuz 2009

UÇSUZ BUCAKSIZ

Sonsuz bir yeşilin ortasındayım demişti kadın...
Sonsuzluğun içindeyim demişti adam...

İlk kez birbirlerini gördüklerinde sarılmışlardı içtenlikle, tanıdık bildik hallerine şaşırmamışlardı bile...

Kadın günler sonra yazdığı bir öyküyü şu cümle ile tamamlamıştı:



İzleyici, filmin kapanış jeneriğinde, yaz ortasında yağan yağmuru, üstelik tam da adam şehri terk etmek üzereyken, abartılı bulmazsa ne olayım ama yağdı işte... Ama ne yağmak...



Günler sonra 'o sabaha' yağan yağmurun adamı getireceğinden habersizdi ama gelmişti adam... Uçsuz bucaksız bir evrensin sen, kayboldum içinde diyerek...

Kadın baktı adamın gözlerine...
Belki de anlar sonra ilk defa taştı içinden kadın...
Sığdıramadı kendini kendine...
Öyle çok bekledim ki seni diyebildi...
Uçsuz bucaksız bir yeşilin ortasında çiçekler açtırdın ruhuma...
İyi ki yağdın dünyama...

Hatırlar mısın?
Çok şey mi istiyorum demiştim de...
Yok güzel şeyler istiyorsun, yetkili ben olsam verirdim hepsini valla, hatta daha da fazlasını:)) demiştin...
Verdin ve veriyorsun...
Uçsuz bucaksız sevmek böyle olsa gerek...

BEN DE UÇSUZ BUCAKSIZ SEVİYORUM SENİ
________________________________________

Light and Landscape © Lars Klottrup

12 Temmuz 2009

SABAH SERİNLİĞİ

Bazı sabahlar uyanınca aklımda oluyorsun.... Dönüp bakıyorum telaşla, gittin mi ki aklıma düşüyorsun... Uzanıyorum tenine ve içime bir serinlik doluyor... Yanımdasın...

Bazı sabahlar uyanınca yüreğimde oluyorsun... Dönüp bakıyorum telaşla, gittin mi ki yüreğime düşüyorsun... Uzanıyorum tenine ve içime bir serinlik doluyor... Yanımdasın...

Bazı sabahlar uyanınca tenimde oluyorsun... Açıyorum gözlerimi bakıyorum bize... Öyle güzeliz ki hep mi vardık diye soruyorum...

Gözlerini açıyorsun... Gülümsüyorsun...

Tek tek vardık da hiç bir olmamıştık diyorsun...

İçime bir sabah serinliği doluyor...
Senli benli hallerin en güzelinde buluyorum kendimi...


Mutluluk şarkımı haykırıyorum sana... Öpüyorsun defalarca... İç çekiyorsun... Sarılıyorsun tekrar tekrar... Ne oldu diyorum... Ölürken kulağımda bu ses olsun diyorsun... Bu ses ve bu şarkı... Olmasın diyorum... Sen ölme... Ölmem diyorsun...
Ölmezsin di mi?
Ölmeyiz...
Daha çok genciz...
Daha çok genç...

Çığlık çığlığa bağırıyorum duyuyor musun...







______________________________

Yazmışım da düşünmüşüm üzerine...
Sonrasında şu satırlar dökülmüş:

ama yetmiyor be... yetmiyor işte...

Yetmeyen ne bilen var mı?

11 Temmuz 2009

KÖPÜK KÖPÜK










hafif meşrep göndermeler yapıyordu adam
hafif meşrep bir halde gülümsüyordu kadın

köpük köpük doldurdular düşten bir küveti
kadın davetkar uzandı küvete

adam bekledi bir süre
dayanamadı atladı adam küvete


küvet dediysek
kadın hala içinde...





_______________________________________

Bu şarkıyı çok severim de...

10 Temmuz 2009

GÜLÜM




yüce dağlar başında mı?
zemherinin kışında mı?
şu gönlümün bir umudu gülüm
gözlerimin yaşında mı?


KADIN uyandığında bu şarkıyı mırıldanıyordu... Adama doğru uzandı... Baktı... Adamın yüzündeki bu tebessüm, kadını bambaşka bir dünyaya taşıyordu... ADAM gözlerini açtı... Kendini seyreden kadını gördü ve gülümsemesi daha da güzelleşti...
Devam ettiler şarkıya yürekleriyle...


kırılsa da kanadımız
asiye çıksa adımız
duyan duysun bilen bilsin gülüm
böyledir bizim sevdamız


_______________________________________


Türkü / Zülfi Livaneli yorumu

Fotoğraf / Alcea Rosea L. © Cecilia Bergman

09 Temmuz 2009

ÇIĞLIK

Bir çığlık yükseldi kentin çıkışına yakın, yıkık dökük bir evden… Kadın korkularına sarınıp dışarı attı kendini adamı yatakta bırakıp. Yürüdü sokaklarda, koştu hatta… Bir çukur gördü kenarından geçti. Başka bir çukurda biraz durdu bekledi. Sokak lambasının altından geçti. Kağıttan yapılmış bir gemi gördü. Camdan bakan kadın(a) gülümsedi. Çığlığa doğru yürüyordu. Ya da çığlık peşinden geliyordu bilmiyordu. Önemsemiyordu o anda. Korkularına daha da bir sarıldı sıkı sıkı… Yürüdü sokaklarda, koştu hatta... Bir dükkan gördü ağır metal kapısını açmaya çalışan yaşlı adama yardım etti. Yaşlı adam(a) gülümsedi. Bir çocuk gördü sırtında okul çantası, ağır yükünü hafifletmek istercesine tuttu çantanın ucundan. Sırtında çanta taşıyan çocuk(a) gülümsedi.

İlerde çok ilerde bir ışık gördü. Hızlı adımlarla 2 katlı, köhne, eski bir binaya doğru yürüyordu. Çığlık giderek şiddetini artırıyordu. Kadın daha da bir sarıldı korkularına. Yürüdü sokaklarda, koştu hatta... Binanın önüne gelince durdu düşündü bir süre. Tereddüt etti. Sarıldı korkularına. Zili çaldı. Bir adam açtı kapıyı. Adam bir odaya aldı kadını. Koltuklar vardı kırık, dökük ve bir lamba kırılmış. Ne bir tablo, ne bir obje orayo sıcaklaştıran. Ne ruhsuzluk dedi içinden. Konuştu; uzun uzun anlattı. Başka bir kadın geldi odaya. Sorular sordu... Sonra da aldı kadını başka bir odaya götürdü. Soğuktu geldikleri oda. Garip bir sandalye, kırık bir dolap ve cılız bir ışık vardı içeride. Kadın dönüp gidecek gibi oldu. Duvardaki aynada yansıyan korku dolu gözlerine takılı kaldı bir süre. Sarındı korkularını. Uzandı garip koltuğa. Kadın kadına bir ötrü örttü... Adam geldi... Canınız dedi yanabilir; bir çığlık yükseldi kadının bedeninden tam da o anda… An durdu… Akmadı hiç bir daha…


Kadın o günden beri her Şubat ayında korkularına sarınıp, cılız ürkek bir çocuk çığlığıyla, yürür sokaklarda… Kadın her çıktığında evden, güçlü bir çığlık duyulur hayatın içinden. Kadın çığlığı takip eder her yıl dönümünde ve döner her seferinde gerçek hayata.

Kadın dönünce eve, adam korkularını sıyırdı kadının bedeninden, uzandılar yatağa. Adam içinde saklağı çığlıklarla sarıldı gün ışığına, tarifsiz kederlerle...

Kadın saklandı en güvendiği sığınağa..

"Biliyorsun değil mi" dedi adam,

"o çığlık hep olacak hayatında. Lütfen artık gitme yanımdan. Korkuyorum her gidişinde, önünde durup beklediğin çukurlardan birine düşüceksin diye..."




_________________________

İlk yayın Tarihi: 16.02.2009

08 Temmuz 2009

FARK ETMEK

bitti...
başlamak için yeterliydi...

bitmediğini anladığında
herşey için çok geçti....

06 Temmuz 2009

ADAM/IM

mum alevi aydınlattığında yüzünü
kadın farkında bile değildi güzelliğinin
adamın derin bakışları olmasa bilemeyecekti de...
adam bir bar taburesinin tenhalığında
kadın bir sahne ışığının loşluğunda



Imelda May / Big Bad Handsome Man



otururken yüzyüze:
sardı elleri bedenleri
sardı tutku yürekleri
sardı aşk dilin ucuna kadar geleni

bir ömrün kaç keresinde aşktır dedi adam,
bir ikincisi olacaksa sen ol dedi kadın...

adam bir gece sessizliğinde ayın son dördünde
dilin ucuna geleni haykırdı...

kadın an defterine bir not düştü :
05.07.2009
Gecenin Yarısı
Bir Sahil Kasabası

sonra bir gün bir kelime duyarsınız
çok duymuş
çok söylemişsinizdir
ama ilk gibi gelir
ilk kez
o tonda
o anlamda
o duyguyla size söylendiğini bilirsiniz
sarsılırsınız...


________________________

Fotoğraf / 1x.com

04 Temmuz 2009

YOL AYRIMINDA BİR ALKIŞ KOPTU: KIYAMET



kadın yola çıktı...
bir ayrımda:
olan ve olmasını istediği yöne oklar vardı...
içinde bir cız...
olana kırdı direksiyonunu...
az ilerde belki de beş dakika sonra bir ağlama sesi duyuldu...

yağmur evet gene...
biraz hüzün biraz gri...
sonra kendini zorla bulutların önüne atan bir güneş: gülümsüyordu, turuncunun en halinde...
yol boyu yüzüne değdi kadının, bedenine değdirdi kollarını...
taki batana kadar... ki öncesi bir gökkuşağı...
kadının yüzünde bir gülümseme adamlaydı...
sonra ay geldi kuruldu yanına kadının, adam mıydı...

kadın gözlerini kapadı...
bahçedeydi...
adamın hemen yanında...
herkes gelmiş, kadın geldi diye...
meraklı ama sevecen bakışlar
mangal kokusu her yerde...
senli benli hallerinin en keyiflisinde herkes...
bazıları izleyici, bazıları oyuncu...
özledim dedi kadın, özledim dedi adam...
bir özlemek; yanyanayken de yaşanır mıydı sahi...
bakışın hiç gitmedi bugün üzerimden dedi kadın.
barda otururken ve evet senle, harikaydın dedi adam.
evet dedi kadın
evet dedi adam
bir alkış koptu, kıyamet...
gelinini öptü adam...
bir alkış koptu, kıyamet...
ayrılmadılar kaldılar öyle...
bir alkış koptu, kıyamet...
geldiler kendilerine...
an aktı kaldığı yerden...
küçük bir çocuk geldi kadına, masal anlat bana dedi...
adam kadın çocuk kalktılar masadan izin isteyerek
ayla dolan yatağa uzandılar
onlar masalın cümleleriyle atışan iki aşıktılar
bir cümle birinde, tamamlayan diğerinde
kadın masalın bir yerinde çocuğa bir öğüt verdi: şarkı tadında...
yoksa adama mı söylemek istedi içindekileri...





nefessiz kalmak... masal tadındaydı...
an masaldı...
ay adamın yüzündeydi...
adam kadının...
kadın çocuğun...
bir alkış koptu, kıyamet...



__________________________________________

Fotoğraf

02 Temmuz 2009

AŞKIN İLK HALLERİ

Uyanmak istemediğim bir düşle,

hiç uykuya dalmak istemediğim bir gerçekliğin ortasında,

tutkuyu yaşadım ben...

İlkti...

Onca yaşanmışlığın üzerine...

Güzeldi...

01 Temmuz 2009

AMA NE YAĞMAK



Ocak 2007

Neye inanırsınız hayatta… İnandıklarınız için nelerden vazgeçersiniz. Bir gün inandıklarınız sizi yarı yolda bırakırsa…


Bunlar vardı kafamda İstanbul’a yol alırken. Akılsız başımın cezasını bütün bedenim, beynim ve huzurla bir yerlerde kalmasını dilediğim anılarım çekti maalesef. Ne komiktir insan aklı… Nerelerden nerelere gidiverir. Küçücük çağrışımlar, büyük yankılanmalar sonrasında da yakınmalar yaratır insanın beyninde. Nedendir bilinmez çok azı güldürür. (Yoksa ben de mi böyle oluyor.)



Bir blog arkadaşı yazmamalarıma istinaden demiş ki;
Bir cevap yazmış mıydım ?
Hatırlamıyorum.
Nerden aklına geldi derseniz.
Geldi işte...

“Hayattan dilim parçaları okumak güzeldi,.... Maalesef artik, ne haber var, ne bir not.... Saat durdu mu diye merak ettim...??? Yazarımın haberlerini bekliyorum.”
________________________________________________________


Hayatım, çok yakınlarımın bildiği üzere köklü bir değişikliğe uğradı geçtiğimiz yıllarda.
Önceleri kabullenmek zordu.
Çok inandığım bir insanın başka bir yüzünü gördüm.
Kendi deyimi ile stratejik bir hata yaparak önce ona olan güvenimi kaybetti.
Sonra da biz birbirimizi…
______________________________________________________



Tahmin edilenin ötesinde;
Sizi üzen aslında dönüp dolaşıp kendinizmişsiniz.
Bu kadar inandığınız için.
Hani her şeyden vazgeçtiğiniz…
“Aynısını "o" da benim için yapardı”ya olan sıkı sıkı bağlılığınız var ya…
Biraz romantik, biraz gerçek dışı, biraz filmlerde olan…

_____________________________________________________


Haziran 2009

Artık geçti…
Yeni bir hayat, yeni bir yolculuk bekliyor şimdi beni.
Daha emin kollarda, daha güvenli…
Hep bildiğim sıcaklıkta…
Hep beklediğim lezzette...
Aşksa olur demiştim bir keresinde...
Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin...
Sen farkında değilsindir ama aşk yola çıkmış geliyordur, evde yokum diyemezsin...
Yaşarsın sadece...
Aşk... mı?
İtirazım yok, olursa olur...
Olmazsa...?
Şu kısacık ömre sığan anlardan bir senaryo yazarım kendime...
Filmi çeken bir yönetmen bulunur elbet, senaryo sağlam çünkü... Oyuncular tapılası...
Böyle bir senaryonun, durağan ama devingen bir kamera ile anları kaydetmek üzerine kurgusu, anların izleyeciye geçmesi için yetecek ve artacak bile...
İzleyiciye geçen duyguyu tahmin edebiliyorum. Yer yer abartmışlar diyecekler...
Bu kadarı da olmaz... Ama oldu... Olur yani... Aşk gibi...
Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin...
Yaşarsın sadece...
İzleyici, filmin kapanış jeneriğinde, yaz ortasında yağan yağmuru, üstelik tam da adam şehri terk etmek üzereyken, abartılı bulmazsa ne olayım ama yağdı işte...

Ama ne yağmak...

____________________________________________________