DAMAĞIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DAMAĞIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Mart 2013

Derde Bak Diyebilirsiniz, Özgürsünüz!

Sanırım hayatın akışını yavaşlatmakla ilgili bir derdim var. 22.Kasım.2012'de Evrenin Dünyasına yazdığım yazının başlığı ile 20.Şubat.2013 tarihinde Kazara Yazara yazdığım yazının başlığı kelimesi kelimesine aynı ve ne ilginç ki ilk iki paragrafları da... Ve daha ilginci bu örtüşmeyi, bugün "değer" kelimesini blogumda arattığımda fark ettim. Hafızam, Evrenin Dünyasına yazdığım yazıyı silmiş ve anladığım kadarıyla yaklaşık 3 ay sonra hızımı kesemediğim için yürek gene kaleme gelmiş.

Mesela ben hızlı yemek yerim, belki de bu yüzden yediğim yemek bir tat bırakmaz bende, -yani bırakır tabi damak lezzeti gelişmiş bir insan olmasam bu halde olmazdım değil mi? ama yine de nerede ve kiminle bağlamı daha bir akılda kalıcılık sağlar bana- hal böyle olunca yemekten çok mekan seçiyor olabilirim. Yani anlayacağınız hafızama kazıdığım güzel anıların güzel mekanları oluyor ve ben yemek yemek için oraları seçiyorum. Ve her halükarda yediğim yemekten keyif almayı beceriyorum. 

Haftasonu üç güzel mekana yaydık sohbetin koyuluğunu, dostluğun derinliğini, gülmenin hafifliğini... Kahve için vazgeçilmezim İstanbul Modern bir taşla iki - üç kuş vurmanın en güzel yolu... Öğle yemeği kaçamağı bu sefer Taksimde; yaşı yaşıma uygun Şimşek Karadeniz Pide Salonunda; pastırmalı, kavurmalı, yumurtalı pide ile... Ve akşamına bir boğaz klasiği olan Yeniköy'de Alekon'un Yeri Deniz Park'ta aldık soluğu... Ama ne soluk! Yazar Ali Rıza KARDÜZ'ün kaleme aldığı gibi;

"Terasın altı deniz, önü deniz... Yanı deniz... Arkada ahşap, tarihi bir bina... Yeniköy iskelesine yanaşan dolmuş motorları, şehir hatları vapurları, boğaz trafiği, mis gibi yosun kokusu.. Gerçekten İstanbul'da örneği bulunmayan, son Rum Lokantası'dır Aleko'nun yeri..."

Anlayacağınız yine çok güzeldi İstanbul. Yine aşk kokuyordu patlayan bahar dallarında. Bir ara dalmışım derinlere, aşk olsan çekilmezsin be İstanbul derken buldum kendimi...  Ama sonra öyle bir an oldu ki; öyle bir aşksın ki, gözüm kör, kulağım sağır yaşananlara deyiverdim bir solukta... Oysa en çok o acıttı beni, en çok o heveslendirip kursağımda bıraktı ne varsa... Ah İstanbul! Üzerine şarkılar, şiirler, romanlar yazılmış kent... Sen nasıl da güzelsin her köşe başında, nasıl da özel senin kaldırımların, gün batımların ve rüzgarın... Denizinin kokusu bir başka mesela... Peki ya erguvanlarına ne demeli... Mimozalarına... Adalarına ve vapurlarına...

Bu sefer aklımda kalansa; Kariye Müzesinin iç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesiydi... Ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmişti... Yüzünde gene o bildik mahzun ifadeyle...

İnsan ve günah... Dua ve bağışlanma... Aşk ve ölüm...

Hikayesi 4. yüzyıla dayanan Khora'yı bir de masalsı bir anlatımla sunacak sanat tarihi meraklıları gençlere denk gelirseniz keyfini uzatacağınız bir gezinin unutulmaz mekanı olarak hafızanıza kazıyacağınız Kariye Müzesine mutlaka zaman ayırın derim. Hele de benim gibi zamanı yavaşlatmak gibi bir derdiniz varsa, ilaç gibi geleceğine eminim. 












30 Kasım 2012

Tavada Börek, Yemek İçin İki Kişi Gerek!


Efendim durumu şöyle hayal edin: Sinirleriniz sabahtan akşama girdiğiniz toplantılar nedeniyle tavan yapmış, zaten bir önceki günden alınan bir karar nedeniyle asabınız bozukken, sinirlerin bu derece gergin olması da tuzu olmuş. Siz eve gitsem de kendimi atsam divanlardan koltuklara olmadı yataklara diye hayal ederken, çalan telefondaki ses; "evde misin?" "evet" "iyi ben sana geliyorum, itiraz istemem çok özledim, yemek için de bir şeyler ayarlarsın artık" der ve siz cevap bile veremeden telefondan gelen o çevir sesi ile baş başa kalırsınız ya... İşte bu tarif böyle durumlarda yılan olacak. Malzeme basit; 

1 yufka
1 parça peynir
1 tutam maydanoz
1 kaşık yoğurt
1 yumurta
1 fincandan az zeytinyağı (tercihe göre bir parça tereyağı eklenerek kullanılabilir, lezzetine lezzet katar)




Tavada sızma biraz gezdirilir, yufka ortadan ikiye bölünür, yarım ay şeklindeki yufka kenarları tavadan sarkacak şekilde yerleştirilir. Çukur bir kapta hazırlanan hayli kıvamlı yoğurt ve yumurta karışımın yarısı kaşık yardımı ile ilk katın üzerine yayılır, elde kalan diğer yufka parçası 4 eşit olabilecek parçaya ayrılır, iki parça ikinci katı oluşturmak üzere gelişi güzel yayılır ve üzerine maydanoz ile harmanlanmış peynir atılır, üzerine kalan yufkalar örtülür ve kalan yumurtalı karışım bu kata bir güzel yedirilir. Tavanın dışında kalan kulakçıklar sağlı sollu kapak gibi kapatılır ve üzerine bir kaşık sızma gezdirilir. Bu aşamada tava böreği pişirilmeye hazırdır. Misafirinizin geliş saatine göre süreyi ayarlayıp ocağa koyabilirsiniz. Yaklaşık 15 dakikada pişiyor. Ben ocağın en küçük ateşinde, onu da iyice kısarak 20 dakika da pişiriyorum, böylece içi biraz daha az ıslak kalıyor. 

Servis ederken kesebilirsiniz de, benim gibi ikiye katlayıp biraz süsleyip masaya getirebilirsiniz de... Benim tercihim bu böreği pişirdiğimde bütün olarak masaya getirmek, yanında keskin bir bıçak ve servis çatalı ile isteyen istediği kadar kesip yiyebiliyor. Ben kırma yeşil zeytinle ve çeri domatesle servis edip, maydanozla süsledim. Kırma zeytinler kendi imalatım belirtmek isterim. (Aman da ne de marifetliymişim ben)

İlk paragrafta sözü edilen hal ve tavra ne oldu derseniz, böreği hazırlama aşamasında "hal" pişirme aşamasında ise "tavır" değişiveriyor efendim, deneyin göreceksiniz. Afiyetle kalın...

26 Kasım 2012

Rakı İçmenin de Bir Adabı Var Elbet! de Kime Ne?


Benimkisi pazartesi sendromu değil, bildiğin bir iş tatminsizliği... Geçer, geçiyor. İşler durgun, bünye problemli olunca böyle oluyor. Her şeyden bir dert edinme becerisi gelip bedeni sarıyor. Sonra arayışlar, arayışlar... 

Kaç gecedir bir sofra kurup rakı içesim var. Kaç zaman oldu, bir rakı masası kurup da dost sohbetlerinde yaşamın sırlarına vakıf olmayalı hatırlamıyorum... Ama bildiğim, rakıyı çok özlediğim. 

Eskiden -yani gençken- sanırdım ki içkiyi ne kadar çok içebiliyorsan o kadar marifet, şimdiki yaşlarıma denk gelir, içkinin marifetinin sofrada ne kadar uzun kalınabildiğinde saklı olduğunu öğrenmem. Geçmiş zamanlarda bir sofra kurardım, sanırsın 20 kişilik davet var evde. Hepi topu 5-6 yakın arkadaş bir araya gelip havanda su döveceğiz: Çalıştığımız yeri, Türkiye'yi ve hatta dünyayı kurtarmakla başlardık işe, baktık işin içinden çıkılmıyor, onun bunun ilişkisine bok atar, gece ilerledikçe kendimize döndürürdük meseleleri... Hiç biri çözülmezdi... ya da biz ertesi sabah bulduğumuz çözümleri hatırlayamayacak kadar milyon dünya kafalarla uyanırdık. Öyle çok yer, öyle çok içerdik ki, ertesi gün geceden haz ile bahseden bir tane adam çıkmazdı ne yazık ki... 

Bugün dolanırken okunmamış meraklarda, Mehmet Yasin'in yazısına denk geldim: Rakı, kebapla da balıkla da içilmez... Eyvallah da rakı bir zevk meselesi, kime ne diyesi geliyor insanın böyle yazıları okuyunca. Her işi kitabına uydurduk da rakı eksik kaldı sanırsın. 

Balık ağlar denirdi bize yanında bir buzlu rakı ile içilmezse... Öyle olmadığını zamanla anladım. Damak zevki gelişmiş bir insan olarak, rakı masasına meze hazırlamak konusunda ciddi ciddi araştırmışlığım ve denemişliğim vardır. Severim. Hem hazırlamayı hem sunmayı hem de rakıya eşlik eden sohbetin içinde olmayı. Rakıyı buzsuz severim, birebir gibi bir ölçü ile çok soğutulmuş rakı üzerine çok soğuk su eklerim. Yanına su alırım, bazen suya buz kattığım da olur... Öyle her yemeğin yanına rakı içmeyi sevmem. Rakıya hazırlanmayı severim. Rakıyı beklemeyi... Yudum yudum keyfini çıkartmayı severim... Kısacası; rakıyı meze etmem hüznüme, ben rakıyı ortak edenlerdenim sevinçlerime...  

Rakı üzerine bu kadar yazınca es geçmek istemedim tatlarımı; işte ilk aklıma gelenler...
  • Mutlaka Ezine
  • İlla ki zeytin, mümkünse kırık ve bol ekşili yeşil
  • Kereviz salata ki ben elmalı ve cevizli yaparım
  • Patlıcanlı bir meze olmazsa olmazım, közlenerek yapılanıdır makbülüm
  • Yoğurtlu bir tat isterim, ya cacık ya da biber borani azıcık acısı kendinden olmalı tabi
  • Ezme şart değil ama olacaksa sarımsaklı, cevizli olmalı, Hayruş usulü
  • Denizden bir tat isterim masanın orta yerine; lakerda favorim ama börülcesine de hayır demem doğrusu, 
  • Kalamar tava ya da hakkı verilmiş bir çızlama keyif katar masaya
  • Muska böreği ya da sigara böreği açlık derecesine göre yerini alır illa
  • Kavun olmadı mandalina, elma ya da mevsimine göre kaşık ayva 
  • İlginçtir ki favayla hiç işim olmaz, 
  • Pilaki, annem yaparsa fena olmaz hani
  • Mevsimine göre bolca salatayı rokasız düşünemem mesela
Hımm, sanki zamanı gelmiş bir rakı sofrasını kurmanın, çevresine dostları toplamanın...
Muhabbetinizin bol olduğu güzel zamanlarınız olsun anı kumbaranızda biriktirdiğiniz... 
Can cana, cam cama değsin efendim... 

19 Kasım 2012

Söylenmeyi Bıraktım (Şimdilik!)

Kendi kendime hayatı zehir ettikten sonra -ki izlerini yıldızlarda arama, bildiğin serzeniştim ben buralarda, hatta öyle böyle değil uzunca bir kaç yazı boyunca-  önce hafta sonunu iple çektim, sonra gelsin sazlar oynasın kızlar misali ver elini İstanbul dedim. İyi ki... 

Bir kaç gezme-tozma yanında bol kahkaha iyi geldi bünyeye bir anda... Gurme bir hafta sonu geçirdim diyebilirim. Yolda acıkan karnımın imdadına, sarıkanatlar yetişti. Barınak; ahşap dokusu ve hemen martılara selam vereceğiniz bir uzaklıkla denize nazır konumu ile küçük kasabanın şirin bir mekanı...

Cuma akşamının mekanı Sabırtaşı oldu. Uzun, upuzun bir yürüyüş ki, yedikule, samatya, trenle aktarmalı sirkeci, karaköy - tabi ki Güllüoğlu'nda nefsi köreltecek bir tatlı molası- tünel, taksim meydan, tarlabaşı tarafından ara sokaklardan tünele dönüş, nevizade, Sabırtaşı'nda yöresel lezzetler molası ve 180 derece beyoğlu görsel şovu - tünel, galata kulesi, karaköy, sirkeci...

Eve vardığımda ayaklarım benim değildi... Onları koyacak bir yer bulmak konusunda da epeyce zorlandım ama her adımına değdi.

Ertesi gün, karşının ve vapurun hatrı kalmasın diye bu sefer de Kadıköy ve Caddeye yayılan bir güzergahta kah o kaldırıma kah bu kaldırıma bıraka bıraka kahkahaları, molalarda elde kahve -ki toffee nut latte kesinlikle tavsiye olunur- günün sürprizi, günün keyfini taçlandıran-eski zaman mekanlarından Onur İskenderde- Patlıcan Kebap -ki, o köz soğan ve sarımsakla bezenmiş kebap fikrini bulan ustanın eline emeğine sağlık- sonrasında bir kahve molası ve bence fıstıklı profiterol denince akla mutlaka gelmesi gereken Manolya Pastanesi'nde bir kaşık şımarıklık ve elbette caddenin gece büyüsü değişilmez anılar kumbarasına dönüştürüverdi olanı biteni... 

Pazar sabahın erkeninde 5 ada bir salon evin manzarasında buldum huzuru... Sessizliğin sesinde bir martı çığlığı, geceden kalma bir kedinin mırıltısı ve balkondan sarkan bir sepet mutluluğun tablosunda, koltuktaki bendim... Ve bu tablonun adını iliklerime kadar hissettim: Huzur...


Günün telaşıyla başlayan çemberlitaş - sultanahmet yürüyüşü; karaköyde, uzun kuyruklu bekleyişlerin mekanı ve önce gözün doymasını sağlayan vitrini ile Namlı'da son buldu. Zamana yayılmış merakları önce bir giderelim elbet karnımızı da doyururuz hallerinin en güzel kısmı belki de çayın buğusuna karışan mutlu gözlerin buğusuydu. Heyecanlarına ortak olup, kahkahalarını paylaştığım dostların yanıbaşında gözlerimin içi en az onlar kadar gülümsüyordu...  

Akşam üstü Bursa'ya dönüş yolunda dertlerinden arınmış, yüklerini omuz başlarından alıp kaldırımlara bırakmış, endişelerini martılarla paylaşmış bir kadın olarak gözlerimin ışıltısını kırpıp yıldız yaptım geceme... Eve vardığımda beni buz gibi karşılayan mutfakta sıcak bir tarhanayı pişirdim biraz daha aheste, yedim afiyetle. İçim ısınırken, gidişime biraz bozulmuş olan salonumla arayı kapattım. Sanki o günlerdir üzerime gelen duvarlar yıkılıp gitmiş gibiydi.

Bazen nasıl da dar ediyorum hayatı kendime diye düşünürken, bir kaç ses beliriverdi kafamın içinde: 
Biri şöyle diyordu; kendi hayatının değerini bil... 
Bir diğeri şöyle; yaşadıklarının değerini bil... 
Ve bir diğeri ise şöyle; kendi değerini bil... 









14 Kasım 2012

Sebzeli Noodle, Çin Eriştesine Karşı



Biliyorsunuz bu aralar bünyemle problemlerim var, açık açık anlaşamasak da bir arada yaşayıp gidiyoruz. Hal böyle olunca bünyeyi mutlu etmenin çeşitli yol ve yöntemini arıyor ve ne yazık ki sıklıkla damak tadında öneriler geliştiriyorum. Geçen gece gene dertlerimden zincir yapıp takmışken, başladım düşünmeye, bir hal çare bulma hevesi ile gittim evin en güzel ve de özel köşesine. Oturdum yüksekçe bar taburesine, bir elim haliyle çenemde, diğer elimin baş parmaktan destek alan dört parmağı sanki biraz gergin masaya vurmakta: ne yapsam da ne etsem... Dedim ya böyle zamanlarda bünye garip bir açlık krizinde, sanırsın son on yıldır vermedim kendisine bir sebep, neşelensin diye. 

Akla düştü o sırada bir noodle, sebzeli olsa da hafifletse suçunu diye düşünürken, aklıma geldi soyanın filiz hali, brokoli ve tabi ki mantarlar içinde en sevdiğim porcini... Yapması kolay, yemesi leziz bir tarifle karşınızdayız bünyeyle bu sefer, önce gerekli malzemeler:

Gerektiği kadar porcini mantarı
Gerektiği kadar brokoli
Gerektiği kadar soğan
Gerektiği kadar sarımsak
Gerektiği kadar soya filizi
Gerektiği kadar yağ biberi
Gerektiği kadar soya sosu / teriyaki sos
Gerektiği kadar susam
Gerektiği kadar karabiber
Gerektiği kadar yağ
Gerektiği kadar zencefil rendesi
Gerektiği kadar wok tava (bi tane yetiyor normalde)

Wok tavaya bir parça yağ koyun benim tercihim fındık ve zeytin yağını karıştırmak, küpten biraz büyükçe ve uzunca kesilen soğanları attım tavaya, biraz kızıp diriliklerini kaybetsinler diye, bir kesme şekeri de soğanla erittim ki lezzet katsın lezzetine... Sonra diş diş sarımsakları ekledim üzerine ve kırmızı yağ biberini neredeyse ikiye iki kare kesip ekledim. Mantarların küçük olanlarını ayırdım ve ikiye kestim, böylece hem diri kalmalarını sağladım hem de görüntü olarak yandan bakınca mantar formunu kaybetmemelerini sağladım. Mantar suyunu salınca bir parça soya sosu koydum, aslında teriyaki sos çok daha fazla yakışıyor tavsiye olunur ama ben bir de onu hazırlayacak enerji ile donatılmamıştım. Yetinmeyi de bilmek lazım... 

Tencereye koyduğum suda 6 dakika haşlanacak olan çin eriştelerini paketinden  çıkarttım, eş zamanlı olarak  yumrularından minik minik çiçekler elde ettiğim brokolileri wok tenceremin sıcağına bıraktım. Soya filizini de süzüp ekledim. Brokolinin yeşili dönerken bir tutam susam ekledim karışıma, vakit kaybetmeden eklediğim zencefil rendesi ve karabiber öğütülmüşü mis gibi kokularını salınca ortalığa, kıvamını bulmuş çin eriştelerini aktarıverdim wok'a...

Şöyle bir alt üst edip servis ettim çukur kaplara. Benim tercihim, "chopstix" ile yemek ve yanında mutlaka şarap içmek olunca açtım ortaya Diren Collection, Kalecik Karası ki, kesinlikle bir harika... 

Afiyet olsun efendim bünyesinden şikayetçi olup da arayı bulmak için çaba harcayanlara gelsin bu tarif: batsınnnnn bu dünya

11 Eylül 2012

Gülümsemek

Bu sabah tembel tembel yatakta oyalandım. Başucu kitaplarını şöyle bir karıştırdım. Biraz müzik dinledim ve ardından gazetelere şöyle bir göz attım. Ne arıyordum..?

Mumları...

Salon penceresinden girip, uzunca koridor boyunca yansıyan güneşin kollarını uzatıp da yatak odasında keyfini katmerleyen bünyeme hatırlattığı bu oldu:

Mumlar...

Bir telefon uzağınızda ama hep yüreğinizde olanın sesi sesinize değer de, gülümserseniz, ne düşer aklınıza:

Mum...

Bu gece bir şarap içmeli; Diren olacak o kesin, kırmızı olacak o da kesin... Boğazkere de olur ama sanki bu akşamki şehriyeli yahniye en iyi Merlot gider, akla yazılan Narince ise zamanını bekler.


26 Haziran 2012

Mojito Aşkına



İş bu yazı genel istek üzerine yazılmıştır...

Mojito bir yaz akşamı içkisidir... Serinletici, canlandırıcı, hafif ama kışkırtıcıdır. Şeffaftır, buzludur, yeşildir. 
Bir yaz akşamüstüsü gün batımında keyfi uzatma halidir. 

Beyaz rum alınır, kapağı açılıp şöyle bir koklanır. Dalından koparılmış bir avuç taze nane yapraklarının yanına özenle konur. Lim, şişenin sağ yanında durur ve küp şekerler lim, nane ve bardağın etrafına serpiştirilir. Sade soda buzdolabından çıkartılır ve buz kalıpları kontrol edilir. Buzlar bir arzu nesnesidir, irice tuz edilir... Bu hazırlığın en önemli unsuru havan tokmağıdır; ağaçtan olanı makbuldür. 

Mojito bir ayinin orta yerinde bilmediğin bir duayı okumaya çalışmaktır: ilahi bir yükselme, inançlı bir teslimiyet ile mümkündür. 

Bardak tezgahtaki yerinden alınır, iki ölçü şeker ki genellikle tatlı kaşığı iledir -benim tercihim daha az şekerle hazırlamaktır- özenle suyu çıkarılmış lim eklenir -ki şekerlerin üstünü bir kuş tüyü yorgan hafifliğinde örtmesi beklenir- dallarından ayrılmamış yaprakları, nanenin tüm parfümünü verebilsin diye gelişi güzel bardağa konur, havan tokmağı ele alınır, bir savaşçının kılıç kuşanmasına eş değer bir cesaretle; lim, nane ve şeker birbirine harman edilir, burada beklenen kılıç kuşananın ezici bir üstünlük sağlayabilmesidir. 

Karışımın kokusu içe çekilir, canlandırıcı etki işte tam da buradadır, eklenecek olan soda hafifleticidir, buz serinletici, rum kışkırtıcı... Ölçü isteriz derseniz, rum sodanın yarısı kadardır, başka bir deyişle, soda iki ölçü eklenir, köpürtülür ve bir ölçü rum eklenerek sakinleştirilir. Buz parçalıkları bardağa eklenir, ille süslü olacak derseniz, kiraz mevsimidir, içine bir tane atılıp yeşilin hükmü kırmızının en can alıcısıyla sonlandırılır.

Geriye bir gün batımı kalır, palmiye ağaçlarının gölgesine saklanmış bir teras şart değildir. Keyif garantilidir. 








04 Kasım 2011

Hastasıyım Bu Kekin

Bünye hastalandı gene. Laranjit. Yatıp dinlenmeyi ve bol bol ıhlamur içmeyi gerektiriyor. Doktor istirahat dedi. Bünye de dedi ki, eyvallah ama nasıl? Beni bilen bilir, dinlenmek bünyeme ters. Yattığım yerden ve hatta uykumda sorun çözme canavarına dönüşürüm ben. Aklıma bin bir türlü iş gelir ve tabi onlara ait pratik çözümler. Dinlenemem. Kafam sürekli çalışır, bünye bu çalışmaya ayak uydurur. Sonuç, bir hafta sürünürüm. Gene öyle olmasın istedim. Yani bu sefer adam gibi iki gün yatayım ve dinleneyim. Malum bayram geliyor. 

Bünye gene beni dinlemedi. Kronik köle... Bünyeyi bu gibi durumlarda arka odalara kapatasım geliyor. Dün bahanesi hazır bir sebze çorbası pişirdim önce. Hemen ardından yoğurt da yiyebileyim diye bulgur pilavı. Tam yattım uzandım aklıma şöyle bol elmalı havuçlu cevizli bir kek çırpıvermek gelmesin mi? Hem de ıhlamurun yanına katık olur, enerji olur... Yorgun ve bitkin düşen bünyeyi ayaklandırır dedim. Cümlem bittiğinde tarife göz gezdiriyordum, tabi ki elimde mikserimle. 



Tarif basit:

3 yumurtayı bir kap (ben ölçü kapları kullanıyorum. Bir su bardağına denk geliyor) şeker ile kar beyazı oluncaya kadar çırpıyoruz. (İlk defa bu sefer şekeri bir fincan kadar  az kullandım (3/4 kap), sonuç daha başarılı oldu sanki. Kekten ne kadar tatlılık beklediğinizle de ilişkili bir durum bu tabi.) Öncesinde bir tatlı kaşığı tarçının da eklendiği, 3 adet orta boy rende havuç, 2 adet (ben golden kullandım) rende elma ve bir kap dövülmüş cevizi hazır etmekte fayda var. 

Kar beyazı karışımımıza önce bir küçük kahve fincanı fındık yağını ekliyor ve kaşıkla şöyle bir karıştırıyoruz. 1+ 1/4 kap unu (ben kepekli kullandım) eleyerek bu karışıma ekliyoruz. Bu aşamada bir paket vanilya ile kabarta tozunu eklemekte fayda var. Hoş koku katsın diye limon kabuğu rendesi de gene bu aşamada ekleyebilirsiniz. Kaşıkla gene aynı yöne olmak koşuluyla, ıslak karışımla kuru karışım birbiri ile sarmaş dolaş oluncaya dek karıştırıp, elma-havuç-ceviz karışımını eklemek gerekli. Özenle karıştırdıktan sonra kekimiz pişirme aşaması için hazır hale gelmiş oluyor. 

Ben önceden 220 derece ısıtılmış fırına koyup ısıyı 170'e indiriyorum. Böylece daha güzel kabarıyor. (Ya da bana öyle geliyor) 40-45 dakika kontrollü (kürdandan yardım alıyorum) olarak pişiriyorum. Karışımı kek kalıbına dökmeden önce kalıbı sadece fındık yağı ile yağladığımı belirtmemişim ama zaten siz bunu biliyorsunuz. Kekiniz yattığınız yerden gelen kokuları ile baş döndürürken çözdüğünüz havuz problemine ara verip ıhlamur kaynatmaya ne dersiniz? Sakın ola benim gibi yazıya başladığınız anda ıhlamuru da kaynamaya koymayın, hastalıktan dolayı tıkalı olan burnunuz koku almadığından buram buram kokan yanık kokusunu duyamayabilirsiniz. (Evet! Ihlamur yaktım. Pişman değilim. Yazı güzel oldu. Bünye yazarken dinlendi. Ihlamur dediğinde bir kere daha kaynar.)

Son söz;
Bayram üzeri hastalıklar hanenizden uzak dursun... Çalan her kapı, telefon ise huzur ve mutluluk versin. Yüzünüz gülsün. Yuvanız şen olsun, aşk dolsun. Ben kurban bayramını sevmiyorum, o yüzden diliyorum ki, şeker gibi bayramlarınız olsun, dilinizden yüreğinizden hep tatlı kelimeler çıksın. Aşkla kalın. Aşkta kalın. 



30 Nisan 2011

Novella Biscotti Pişirmiş Duydun mu?

efendim, bilirsiniz, hamaratımdır. elimin ne kadar lezzetli olduğu deneyenlerce söylense de, aslına bakarsanız, söyleyenlerin yalancı olmak gibi bir durumu yoksa da, bir sonraki sefere aç kalmak gibi bir durumları söz konusu olduğundan, aman da pek güzel demek dışında seçeneklerinin kalmamasını kadere bağlamak da mümkün haliyle. novella - benim mutlu yanım - bu sabah üşenmedi ve biscotti yaptı efendim. evet! kendi elleri ile yaptı ve az sonra, sert, şekersiz bir kahve ile, bol kakao ve çikolatalı biscottilerini balkon keyfi yaparak yiyecek. merak buyurursanız... bir türkün biscotti ile imtihanını kaçırmayınız efendim. deneyin sizin de olur, kıskanmayınız olur mu? rica edeceğim.


20 Ekim 2010

Dikkat Dağınıklığı, Kafa Karışıklığı, Yürek Reflüsü

Uzun zamandır alışageldiği üzere, keyifli pazarlar sunuyorum kendime. Bu pazar da güzeldi. Güzeldi çünkü sadece bana ait bir zamanın, mekânın ve coşkunun orta yerine bırakmıştım yüreğimi. (mıştım, çünkü sanmışım.) İstediği gibi attı, istediği gibi... ( ee, haliyle bunu da sanmışım.) Kendimi dinledim, kendimle konuştum, kendimi evet, yine, şımarttım. (valla gelinen son noktada sadece abartmışım gibi göründü ya bana, dur bakalım siz ne diyeceksiniz.)


Milföy hamuru çok tükettiğim bir malzeme değil, neden, niçin, ne zaman alındığı bilinmeyen hamurla göz göze gelince mide, beynin yarattığı baskıya yenik düştü ve pizza denemesi yapmaya karar verdi. Eller komuta karşı çıkmadan hamurları buzluktan çıkarttı, gözler, dört parça milföy hamurunu yan yana dizip, uzun bir süre seyretti. Üzerine hazırlanan ev yapımı domates suyuna eklenmiş az biraz fesleğen, öğütülmüş karabiber ve dağ kekiği ile pizza sosu yapıldı. Sos özenle pizza tabanı olacak hamura sürüldü. Hamur haddini bilsin diye, çatalla üç beş kere dürtüldü. Eser, bir süre daha seyredildi. O delik deşikliğin ortasında bir süre gezinildi. Ayna etkisi dedikleri bu olsa gerekti. Sonra eldeki malzemeler sebzeli olsun hafif olsun bahanesi ile tüketilmek üzere tezgâha yerleştirildi. Daha önce közlenmiş olan kırmızıbiberler yol yol bölünüp pizzanın üzerinde yerini aldı. Tavada şöyle bir döndürülen sarımsaklı ıspanak yaprakları da kırmızılar arasındaki uyumu bozmamaya özen göstererek nazikçe hamurun boşluklarına yerleştirildi. Küçük parçalara ayrılan kurutulmuş domates parçaları aralara serpiştirildi. En küçük gözenekli rendeden geçirilmiş keçi peyniri, malzemelerin üzerine öbek öbek boca edildi. Öğütülmüş karabiber eklenmesi ile son aşaması da tamamlanan pizza, 170 derecede pişmek üzere 15-20 dakikalığına fırına bırakıldı.

Sabahtan niyetine girilmiş domates çorbasının domatesleri iri iri doğrandı, küçük bir tencerede az tereyağında kavrulmuş az un sadece kokusu için düşünüldü ve hazırlandı. Üzerine boca edilen bol sulu domatesler çok çok kısık ateşe konuldu. Az fesleğen, bol öğütülmüş karabiber takviyesi ile çorba kıvamını buluncaya kadar yalnızlığına terk edildi. Blender denen ezici aletle akışkan bir sıvıya dönüşünceye kadar malzeme harmanlandı.

Pişen pizzalar soğutulmadan, bir kitap kurdundan alınan ve uzun zamandır okunması istenilen kitaba eşlik edilerek yenildi. Kitap merakla okunurken, pişen çorbanın kokusu damağı gelip dürttü. Dürtülen damak kitabı elinden bıraktığı gibi, çorbasını büyük kocaman çorba muglarından birine  koydurttu. Dumanı üstünde tüte dursun, kitaba geri dönüldü. Çorba içilecek sıcaklığa geldiğinde yudum yudum içildi. Lezzeti her yudumda damağa yaydırma ve bekletme marifetiyle çoğaltıldı.

Akşamüzerine kadar devam eden okuma, okuyamama, aklını verememe, verme ama bu seferde alamama halleri üzerinden benimle dalga geçen benim, o saatlerde kafayı milföyle bir kez daha bozdu. İngiliz Kraliyet Ailesi büyük  ruh göçünden kalma bir alışkanlıkla 5 çayı içmek üzere gerekli hazırlıklar yapılmaya başlandı. Earl Grey kırması çay, sallama usulüyle demlendi. Demlenirken yayılan kokuya eşlik etmesi üzere, 1 elmayı rendeleyip de içine bir çimdik kadar eklenen tarçın ve avuç içinin büyüklüğünde hacim kaplayan cevizle pişme noktasına gelmeden altı kapatılan iç, az önce çay da içsem, içim de ısınsa bahanesi ile mutfakta soluğu alan kendimin el çabukluğu ile çıkartılan bir parça milföy üzerine emaneten bırakılmıştı. İlk denedim uydurdum oldu modeli için, hafifçe çekiştirilip inceltilmiş hamurla, halı toplama pratiğinden kalan bilgi ile, çok sıkmadan amanda gevşek de bırakılmadan sarıldı, sarmalanan için dışarı pırtlaması uygunsuz kaçacağından bu kısımda az biraz özen gösterildi.  Parmak kalınlığında kesilen içli hamur, fırın kâğıdının üzerinde yatay olarak yerini aldı. Bülbülyuvası özentili elmalı yuvaların yanına, üçgenleştirilen bir milföy peynirli maydanozlu içiyle birlikte eklendi. 20 dakikaya yakın 170 derece fırında üzerlerini kızarıp da kokuları etrafa yayılıncaya kadar bekletildi. Denenmek üzere, üzerlerine bir peri kızının kanadında yola çıkıp da taaaa Antalyalardan gelen bergamot reçelinden sürüldü. Daha önce yenen ve dibi görülen reçel pek daha güzel yakışırdı diye hayıflanıldı. Sıcaklığında eriyerek hamura nüfus eden lezzet daha kokusundan hissedildi. Sabır taştı, sızlığa dönüştü. 

Oturulup kitabın başına gene ve yine afiyetle yenildi, içildi. Kitap neredeyse yüzüncü sayfasına gelmişti ki, kitabın okunmadığı, dikkat dağınıklığı, kafa karışıklığı ve yürek yanmasına kamuflaj niyetli elde tutulduğu üzülerek anlaşıldı. Hafif etkili şokun atlatılmasına müteakip kitap daha fazla hak ettiği saygıdan uzak kalmasın diye, kapatılarak ve yazarından özür dilenerek sehpa üzerine bırakıldı. Kafa boşaltma enstitüsü kâğıt ve kaleme başvuruldu. Kalem yazdı kâğıt ağladı.

Bugün oldu, an itibarıyla yarın olmak üzere, kafa karışıklığı devam etmekte, dikkat dağınıklığı başa iş açmak konusunda ısrarlı, yürek yanması desen adı konuldu. Tedaviye karar kılındı. Benim gibi lisans tezini yürek üzüntüsünde veren, doktorasını yürek ağlaması üzerine yapmış birinin yrd. doç. ve doç. olmak için hazırladığı yayınlardan burada bahsedemeyeceğim. Öyle çok ve öyle derinler ki, boğulma ihtimaline karşı blogumuzda yeterli can yeleği, simidi ve tahliye kapısı yok ne yazıık ki...   Elbet profesörlüğü de yürekle ilgili olmalıydı değil mi? Ah! Burada nasıl da şaşırdınız kimbilir? Gelelim yürek reflüsüne... Bir kası vakti zamanında bir sevda masalının ortasında yırtılan yürekler, içlerindeki acıları zaman zaman sızdırabilirler. Bu ince ince sızma, zamanla içten içe yayılan açıklanamaz, tarif edilemez bir yanmaya sebep olur. Yürek reflüsü denen bu durumun tedavisi için düşünülen 'yüreğini de alıp gitme' tavrı üzerinde, klinik çalışmalar halen bir denek üzerinde ısrarla devam etmektedir. Tedavi sırasında beklenmeyen bir yan etki olarak ortaya çıkan yeme bozukluğunda tek çare koşar adım yürekten uzaklaşmaktır.



03 Ekim 2010

Fırında Levrek Çok Mu Gerek?

Bugün absalom gibi yazasım var aslında. Şimdi güzide arkadaşlarım diye söze başlayıp, sayfalarca süren bir anlatımın sonunda, aslında levreği falan unutup gittiğiniz ve yahu ne diyordu bu evren diye sorduğunuz anda söze başladığım yere geri dönüp üç satırda aklınızı almak vardı da... Hadi dedim, hafta başlıyor. Yormayayım güzide arkadaşlarımı... Hepi topu bir fırında levrek anlatacağım dimi ama...

Gene de klasik anlatımlarımın dışına çıkıp şöyle bir ilginçlik olsun, blog dolsun edası ilen sözlerime başlıyorum. Ve Allah sizi inandırsın AŞK felan da yok yazımda, bak valla, mesela ayrılık yok, acı yok, hüzün, gam, keder desen boşuna arama.YOK. Ben klasik bir kadın blogger olarak bunları reddediyor, ev yemekleri bloglarının da conceptinden uzaklaşıp şöyle İLGİNÇ, farklı, ekzantirik filan felan feşmekan bir yazı yazıyorum. Ay burada da Sazan olup, hayata balıklama atlayıp, anla beni okur diyesim geldi. Ama beni anlamak için buradan bir zahmet kediye gitmeniz lazım ki hissedesiniz halet-i ruhiyemi.

Önceliklen, bir önceki yazı  okunmuş mu, sindirilmiş mi ve öğütülüp, tüketilmiş mi bir kontrol edelim.

  1. Ben bu sabah ailemle nereye gittim? (Pazara da hangi pazar?)

  2. Kahvaltıda ne yediydim? (de, geğirdim - ben nazik ve sağduyulu bir insanım, içime doğruydu eylemim)

  3. Eve gelir gelmez ne yaptım? (Çiş sayılmaz)

  4. İlk pişen yemeğin adı ne? (Tarihte değil ayol benim evde, bugün)

  5. Malzemelerden beşini say... (Marul yaprakları tek tek sayılırsa kabul olmaz)
Evetttt... Soruları doğru cevaplayan 2500  (ikibinbeşyüz, evet yanlış okumadınız) okuyucumuz, az sonra fotoğraflarına mazhar kalacağınız canım fırında levreğin tarifini alabilecek benden. Resimli anlatımla çözerim ben çok akıllıyım diyorsanız, ben sizden daha akıllıyım, bazı ip uçlarını fotoğrafa eklemeyerek, bir nevi malzemeden çalma cinliği ile, gizli tarifimin sırrını koruma altına almış bulunmaktayım. Burada gevrek bir gülüş var aslında. He he he yazayım, siz anlayın.
Şimdi reklamlar...

Balkon Bar Gururla Sunar
Evinli Yatakda, Karabiber Tanesinde Kereviz Yaprağı Kokulu Çarşaflarda, Fırında Levrek
Şef Evren'in, gizli mutfağına girmeyi başaran acar muhabirimiz, sırrı öğrenemeden geri döndü. Ve fakat, lakin, elimizdeki çok önemli fotoğraflar bu işin sırrının çözülmesinde önemli ip uçlarını barındırıyor. İncelemek istersen fotoğrafın üzerine gel, bir tık, büyüt fotoyu incele inceleyebildiğin kadar. Hatta download et, sakla. İster print out et, akşama da yanında yat, sen bilirsin.

Az Sonra... Gerçekler... Burada bir flash flash gerekiyor ama naparsın. Teknolojim buraya kadar.



Gerçek şu ki, bu levreğin tarifi falan yok, ama şahane bir hikayesi var. Bak valla diyorum ya. Sen oku, beğenmezsen yeme. Ama müsadenle kendi anlatım dilime dönmem lazım, çünkü az sonra tükenecek enerjim türlü çeşit takla atacağım diye. Unutma, ben yaşlı bir blog yazarıyım, eski alışkanlıkla bildiğim üç beş kelimeyle dilimin döndüğü kadar yazarım.

Ben oldum olası severim yemek programları seyretmeyi; dergilerini, kitaplarını kurcalamayı, ciddi bir arşivimde vardır üstelik. Seyrettiğim yemek progrmalarından birinde, italyan bir kadın fırında balık yapacaktı ve kereviz sapları ile bir yatak hazırladı. Hatırladığım kadarıyla, havuç, patates, kereviz sapları ve domates suyu çok çok kısık ateşte öldürülüyordu. Sonra balık tepsinine alınan bu evinin üzerine konan balık fırınlanıyordu.  Balık sever biri olarak; hafta yedi, öğün on balık yiyebilirim ben. Böyle olunca da farklı farklı tatları denemeyi de severim. Tariflere sadakat konusunda mimlenmiş olan ben, tabi ki benden beklenen bir tavırla aklıma estiği gibi denemeler yaparım ama söylenene göre elimin lezzeti varmış, ben yiyenlerin ve bu lafı edenlerin elçisiyim.

Bugün bildiğiniz üzere köylü pazarına gidince, levreği fileto yaptırmıştım. Yarım kilo kadar gelen balığımın yarısını buzluğa kaldırdım. Yarımı ile de fırında levrek yapmaya karar verdim. Önce teflon tencereye bir parça zeytinyağ koydum ama bir çorba kaşığı ancak vardı. Biraz toz şeker serptim ve üzerine dilimlediğim soğanları halka halka yerleştirdim. Patatesler de yuvarlak yuvarlak kesilip soğan halkalarının üzerinde yerini aldı. Kırmızı ve yeşil yağ biberlerini, sarımsağı, incecik dilimlenmiş havucu da üstlerine tablo gibi yerleştirdim. Üzerine, yarım su bardağı kadar, toz zencefil ile tatlandırılmış domates suyuna, bir o kadar balık suyu ekleyip malzemelerin üzerinde gezdirdim. Az muskat rendesi ve tane karabiber ile deniz tuzu ekleyip kapağını kapattım ve ocağın altını mum alevinden hallice bir kıvama getirip 10-15 dakika pişirmeye bıraktım.

Kokular yayılmaya başlayınca, tencerenin altını kapattım. 2-3 kereviz yaprağını evinin üzerine bıraktım, buharın da etkisi ile lezzetlerini salınca yaprakları aldım. Karamelize olmuş soğanlar üste gelecek şekilde, fırın kabına yerleştirdiğim evinin üzerine balığı boylu boyunca uzattım. İki parça kuru domatesi balığın altında kalacak şekilde yerleştirip, 220 derece fırında 15 dakika pişmeye bıraktım.

Bana kalan 15 dakikada, önceden temizlenmiş marul, roka, taze soğandan bir salata yapıp, kırmızı lahana ile renklendirdim. Nar ekşili, salata sosu ile tatlandırıp yuvarlak beyaz bir kaseye ellerimle harmanladığım salatamı koydum. Üzerine az biraz kapari ekleyip, deniz tuzu serptim. 

Balkona haızrladığım masamı özenle yerleştirip, bir amerikan servis koydum, hazırladığım menü ile gün batmadan, kendimi bir kez daha şımarttım. Üşümiyeyim diye, omuzlarıma polar bir şal almayı unutmadım.


İnsanı Sev

Bu sabah da erken kalktım her sabah olduğu gibi. İçimde tuhaf bir hazır olma isteği. Neye, ne için, neden bilmeden. Duş alıp günü çiçek kokuları içinde karşıladım. Uzun zamandır içmediğim kahvenin kokusu karışınca havaya, mutfağın yolunu tutup kendime bir kahve yaptım. Gün güzel... Ben de. Bir eşofman altı, üzerinde beyaz ince ama kollu bir tişört... Rahatım. Keyfimi katlayacak olan müziğe uzanıyor elim. Buikanın hüzünlü sesi içimde. Derinlerimdeki hüznü bulup kuruluyor yüreğime. Yüreğim kırgın. Bir umarıma takılı kalmış bekleyişin yarattığı kırgınlığı defalarca yaşadım. Neden hâlâ derseniz, yüreğimin hafızası yok derim. Bu kadar basit, bu kadar dolanbaçsız.

Çalan telefonla irkildi anılarım, kaçıştılar sağa sola. Zaten nicedir ürkekler hayata. Annem; hadi kahvaltıya gel, dedi. Hazırdım zaten, dedim. Yola koyuldum, Buikanın sesi adımlarımda. Yürümek yeni doğan güne ve yaşadığın güzelliklerin farkında olmak, teşekkür etmek her birine ne de sonsuz kılıyor içimdeki sevgiyi. Evet, hiç kuşkum yok yaşama dair, seviyorum.

Güzel bir kahvaltı sofrasının sıcaklığı sarmış evin dört bir yanını. Çocukluğumla selamlaşıp geçtim masanın baş köşesine kuruldum. Ben yine çocuktum. Annemle babamın ışıldayan gözlerinde, sevginin saf halini görüp, yaşama kaldığım yerden bir kez daha tutundum.

Kahvaltı sonrası çıkılacak olan köylü pazarını memnuniyetle kabul edip, onlarla yola koyuldum. Toprağının kokusu üzerinde; maruldan, rokadan ve taze soğandan aldım. Balıkçı tezgahında, asma yaprağında sardalya muhabbeti yapıp, levreği fileto ettirdim. Az ilerideki siyah çarşafından huzur akan, elleri yer yer çatlamış, toprağın lekesi çatlaklarında teyzeye selam verip, çuvallarında göz gezdirdim. Karnı kınalı aldım, 5 kilo hepsini vereyim, dedi. Bir kişiyim yarım kilo yeter, dedim. O kadancıkla olur muymuş, güzel de kızsın, al 5 kilo bulursun elbet pişircek birini, dedi. Güldüm, bir torba yeni kurutulmuş, nemi üzerinde ıhlamur ile yarım kilo karnı kınalımı alıp gülümseyerek uzaklaştım. Az ilerideki tezgahtan taze fasülye alan annemin kokusuna iliştim. İnsanın bahtı güzel olsun, dedim. İçimden, usulca söylediğimi duymuş olacak ki, annem uzanıp öptü beni. Eksiğim kalıp kalmadığını sordu. Var ama burda bulmak zor, dedim.

Araba ile beni evime bıraktıklarında arabadan inen annem; kendine iyi bak, dedi. Havalar soğudu, sakın telefonda hastayım deme, yüreğim üzülüyor uzağında olunca. Üzerine birşey al akşamları, havalar serinliyor, n'olur hasta olma. Arabanın diğer yanına geçtim. Babamı öpmek üzere eğildim. Babam sarıldı boynuma. Fırsat bulursan gel, dedi. Arkadaşlarınla iyi anlaş. Onları sev. İnsanları sev... İyi yolculuklar diledim, arkalarından el sallarken bir damla gözyaşımı onlara ekledim. Onlar yola koyuldular, köşeyi döndüler. Apartmanın kapısına geldiğimde, insanları neden bu kadar sevdiğimi bir kez daha fark ettim, çocukluğumdan beri duyduğum cümlelerin başında geliyordu 'insan sevgisi'. İnsanları hep çok sevdim.



Aldıklarımı yerleştiririrken mutfakta, levreği sudan geçiriyordum. Günler öncesinin, çok özel zamanlarından birinde, balkonda yenilen yemeğin kahkahaya boğan cümlesi çınladı kulaklarımda: İyi ki geldin de, senin yüzün gözün hürmetine bir yemek pişti şu evde.  Sadece yemek değildi onun yüzü gözü hürmetine pişen bu evde, bilmem fark edebildi mi? Usulca yanağından öptüm, hissetsin istemedim, istemedim özlendiğini fark etsin.  Yüzü gözü ve yüreği hürmetine, yüreğimi açtığım o günlerin şahaneliğine bıraktım bir damla gözyaşımı da. Soğana yükleyip damlanın suçunu, karnı kınalı  ve akşam yemeği olacak olan  levrek için gerekli malzemeleri tezgaha dizdim. Kınalı pişmek üzere ocağa konulunca, bugünümü yazayım istedim. Olur da neden insan sevgisi diye sorarsam, dönüp okuyabilecek kelimelerim kalıcı olsun dedim.

Gün güzel... Ben de... Dilerim, pazarınız güzel geçsin, yüreğinizde sevgi hiç eksilmesin.


25 Eylül 2010

Yumurta Sufle ya da Bir Şımarık Sabah Vakti

Bu sabah 4.15 gibi açtım gözlerimi. Nedensizdi, o anda. Artık sizin de bildiğiniz gibi bünyem rahatsız; alışığım ben onun uyumamalarına ya da zamansız uyanmalarına. Kalktım bir yudum su içtim. Yatağıma dönmek yerine, polar battaneyemi alıp salondaki L koltuğa uzandım. Sonra aslında son derece gereksiz gibi görünen bir şey yapıp eski ekmek teknesindeki dekorasyon dergilerinin üzerinde duran laptop'a baktım. Uzanıp aldım. Önce gelen bir maili ardından da bir blogu okumaya başladım. Bir tarih seçtim, o tarihdeki yazıyı kendime yol ettim. Sonra ilk yazıya dönüp yakın tarihe doğru okumaya başladım. Oku demişti O bana. Okudum. Uzun zamandır içimde yükselen bir ses gibiydi okuduklarım. O'nun suretlerinde karşıma çıkanlara kulaklarımı mı kapamıştım? Sonrası, sorulardı, sonrası cevap aramalar.  Bir saatten fazla okudum. Yok yok okumak değildi, içimde hissettiğim her bir kelime bir duvarıma çarpıp yıkıyor gibiydi. Bir deprem... Sonrası bir teslimiyet gibiydi. Saatin farkında değildim. Sabah ezanı okunmaya başladı. Banaydı. Sessizliğin içinde, bana, yalnız bana, sadece bana sesleniyordu. Sabah ezanı, Sabâ  makamında okunur, içi hüzün kokan bir kadının sabah ezanını sevmesi için yeter de artar bir sebep değil mi? Yaz sabahlarından farklı olarak, sabah ezanını sonbahara yakıştırırım ben. Hüzün ikiye katlanır. Pencerenin aralığından usul usul gelen sese ve yele verip duygularımı kapadım ekranın beyaz ışıklı ekranını. Üzerime iyice çekip siyah polarımı, daldım huzurlu bir uykuya, derin olacağını hissebiliyordum. Daha önce bir okyanusta hiç yüzmemiştim.

Gün çok erken başlamadı. 8 gibi gözlerimi açtım tekrar. Güneş yalayıp geçiyordu yüzümü, gözlerimde durup okşadı bebeklerimi. Sonra yanağıma usul bir öpücük bırakıp uyandırdı beni. Geldiği gibi sessizce yoluna devam etti. İçimin sıcaklığında, enerjisi yenilenmiş bir kız çocuğu da kalktı benimle birlikte. Gün güzel olacaktı. Belliydi.

Yüz şapur şupur bol suyla yıkandı. Aynada ışıldayan gözlerin sahibine bir gülücük bırakıldı, yanaktan bir makas alındı. Ah Tanrım! Bugün başka bir ülkede başka birinin ruhunda falan mı uyandım ben. Evren'in bütün enerjisi içimde de sanki.

Üzerime, hafif, ince bir elbise giydim. Çamaşırları yıkanmaları üzere makinaya doldurup, dönmelerini seyrettim. En son bunu yaptığım sabah, bir karar vermem gerekiyordu. Sıkıntılıydım. Oysa bu sabah, eğlencesine baktım dönüşlerine. Gülümsedim. Banyodan çıkıp mutfağa yönelirken, gelişi güzel yatağın üzerine atılmış battaniyeyi derleyip katladım. Yağaımın üzerini örttüm ve camı açtım. Annemden kalma bir alışkanlık aslında bu yatak toplama. Ben yataklarımızı hiç dağınık görmedim. En sıkışık zamanlarda bile önce yatakların üzeri örtülür, düzeltilirdi. Böyle bir annenin kızı olduğum için mutlu oldum. Annemin yüreğini öptüm. (İyi ki, senden olmuşum ben.)

Buzdolabının kapısı açık, önünde ne yesem diye düşünen ben... Hafta arasının sabahlarını genellikle yulaf, çeşitli flakesler ve sütle geçiştiren ben, hafta sonları kahvaltılarımı mutlaka bir şölene dönüştürürüm. En azından bir gününü. Bu sabah böyle bir şölen için biçilmiş bordo renkli ipekli, gümüş işlemeli kaftan gibi. Dolapta bir önceki hafta sonunun şımarıklığından kalan çemensiz pastırmalar, yumurta, yarım pembe domates, birazı bir önceki akşam salatada kullanılmış köz biber,  hâlâ umut vaadeden rokalar, dostluk kokan kurutulmuş domatesler, az biraz sert beyaz peynir ve boynu bükük dil peyniri dikkatimi çekti. Hepsi bir anda değil tabi. Teker teker... Hani bunun yanına ne olsa iyi olurdu derken derken çıkıverdiler karşıma...

Plan basitti. Bir sufle kabına pastırmalar kenarları taşacak şekilde yerleştirildi. Ortasına az biraz pembe domates, köz kırmızı biber konuldu. Üzerine yumurta kırılıp, tuz, karabiber ekilip, 170 derece fırına verildi. Ara ara kontrol edilerek yumurta pişmek üzereyken küçücük doğranmış dil peynirleri de üzerine atıldı. Böylece yaklaşık 10 dakikada şımarık bir kahvaltının baş rolündeki yumurta hazırlanmış olacaktı.

Ben sabah kahvaltılarında bilumum ot severim. Bu da babamdan geçen bir alışkanlık. (Canım benim.) Rokanın kurtarılabilenleri ince ince doğrandı, üzerine pembe domates küp küp kesildi. Kurutulmuş domates şişesinden çıkartılan iki adet domates minik minik doğrandı. En üstüne de beyaz peynir rendelendi. Ben yağ, tuz ve karabiber eklemedim. Ne de olsa, karabiber lezzeti rokadan, yağ kurutulmuş domatesten, tuz da peynirden gelmişti. Bu sabah Doğadan firmasının çıkarttığı naneli soğuk çay denenecekti. Bir kocaman konik bardağa tamamı dolduruldu. Servis ederken bir kaç dal taze nane unutulmadı. Piştiğini haber veren yumurtalı sufle fırından alınıp, tüm hazırlananlar kahvaltı tabağında yerini aldı. Ben yanında Besaş'ın tam buğday ekmeğinden bir dilim yedim. Harika doydum. Keyfimi katmerledim. Sonra uzanıp koltuğuma bu güzelliği sizinle paylaşayım istedim. Gününüz ve yarınınız yüreğinizce olsun dilerim.







NOT: Bu tarifin aslı Pastırmalı Yumurta adıyla Cafe Fernando da yayınlanmıştı. Benim tariflere sadık kalamayan bünyem, ana malzemeleri aldı ve onlardan yumurta sufle yapıverdi. Tarifini oradan olmak daha akıl kârı olabilir tabi...

18 Eylül 2010

Ev Yapımı Çıtır Kıtırlar, Her Dem Tazeler


Gece gece oturmuşum koltuğuma, nasıl da dertli, nasıl da düşünceliyim, şaşılası bir hal. İnanamazsın ( tam da burada blog demek istiyorum ama, camia da yarattığım ağır abla modeline ısınmış parmaklarım engel oluyor aklımdan her geçeni burada yazmaya... hatta tam da burada nerde kalmıştım blog bile diyebilirdim de... neyse...)

Bilirim inanamazsın, çünkü nadirdir benim geceleri gamlı baykuş olduğum. Lafı uzatmadan geceye döneyim ben. Saat 11 suları. Hırsını bilimum tatlı, tuzlu, atıştırmalıktan çıkartmak düşleri kuran bünyeye, en sert uyarı yaklaşık 2 saat kadar önce, yürüyüş bandında, kaçan kovalanır oyununu oynayan ve dolayısıyla takatı kalmayan bacaklardan geliyor. Koşmam diyor. Aman aman diyorum, siz koşun. Valla bak, ben yemesem de olur.

Ah, ah, mideye mi, beyne mi, bünyenin rahatsızlığına mı ulaşan sinyalleri durdurmanın imkanı yok. Zaman acımasızca ilerliyor. Yeni güne az kaldı. Hevesimi saklasam... Yatıp derin uykulara dalsam.

Saklayamıyorum, yatıp da derin uykulara dalamıyorum, onun yerine müziğimi açıp, mutfağın yolunu tutuyorum. Ne yapsam... Ne yapsam... Ne yapsam... Su içsem de kendimi mi kandırsam. Yok olmuyor, iki bardak sudan sonra ancak midem boğuluyor. Nefesim daralıyor. Çırpınışları devam eden beynim kıvrım kıvrım kıvranıyor. Duygusal açlığımı bastıracak bir şey... Ama ney?

Dolapları karıştırıyorum, susam iki paket ki, 80 gram kadar eder de, tek başına da yenmez ki... Neredeyse vazgeçmek üzereyim. Elimin uzandığı en uzak köşeleri kurcalıyorum. Bir de ne göreyim. Dolabın arkalarında, gözlerden ırak, karışık lüks ( tam da burada gene bloga seslenme ihtiyacı, çok gülüyorum ben bu lüks lafına be blog deme ihtiyacı, ama demiyorum, kapıyorum aklımın açtığı parantezi)

Evet, evet, bildiğin karışık lüks çerez... Yakşaşık 250 gram gibi duruyor. (Yahu bu blog beni bugün rahat bırakmıyor, tam da yeri: Gördüğün gibi blog, gözüm hassas bir terazidir benim de ve burada gene, kapa parantez)

Etti mi sana susamlarla birlikte 330 gram gibi bir ağırlık. E, kuru malzemeler olursa 300 gram civarı, akıl neyi pişirmeni ister, tab ki, Crunchy!

Crunchy de ne olaki diyenlere yaptım kendimce bir türkçe çeviri: Çıtır Kıtır...
Ben, pek bir severim.
Susam ve bildiğin sevdiğin çerezleri yaklaşık 300 gram ki 290 da olur 310 da... Bir yumurta ve bir fincan pudra şekerini çırptıktan sonra harmanlayıp- ki tatlı seviyorsan 1,5 fincan da olur- atıveriyorsun 170 derece fırına, aman dikkat fazla değil 13- 15 dakika sonra hazır oluyorlar. Misler gibi kokuyorlar.

Ertesi gün,  herkesi senin günahına ortak etmek üzere, çıtır kıtırları 4'lü gruplar halinde paketleyip, ofis arkadaşlarına hediye ediyorsun sabah çayının yanında...

Onlar, ay ne de güzelmiş, aman da ne yeteneklisin derken, hem egonu, hem de mutluluğunu katmerliyorsun. 
Evren'e dua edip,  iyi dileklerini gönderiyorsun.
Hadi afiyet olsun. Yaratıcılığını kullan kendi sevdiğin tatlarda çıtır kıtırları da sen yap, dostlarınla paylaş. 
Güzel şey, insanın dostlarının olması.
Çok güzel şey be blog ;)



PS: Bir tarif vereceksin, yarım saat seni okumak zorunda kalıyorum diyen okura da, buradan selam olsun. Onu da düşündüm be blog, koyu renk yaptım tarif için gerekeni. Beni takdir ettin değil mi?

30 Ağustos 2010

Sıradan Bir Omlet Tarifi

Öyle çok bir özelliği yoktu bu sabahın. Gün evvelden bünye yorgunluğunu saymaksak, enerjisi yerinde bir insan profili çizmek mümkündü hatta. Gene de, dış etkenlerden tabi ki, erken kalkan yol alamadı ne yazık ki, çünkü yürek dostu evinde değildi. Akşamüzeri görüşmek üzere sözleşildi. Kahvaltı planı elinden kayıp bir anda suya düşen Evren ne yapsın, kendi ile başbaşa kaldığından olaya el koydu. Üzülme kendim, unutma ki, sen tek başına da bir kahvaltı edebilecek güce sahipsin tesellisinden gazla, tişörtünün askılarını sıvadı ve girişti kahvaltı hazırlığına. Dolabın doluluğundan olsa gerek, gözünü aldı; soğuk beyaz duvarlar ve camdan raflar. Bir önceki günün patlıcan oturtmasından elde kalan kırmızı biber sapı kenarı, Çeşme'nin bahçelerinden toplanmış ama 15 günün sonunda sıcaklara dayanamayıp kaykılmaya başlamış yeşil biber, yeni alınmış 6lı yumurta ve bir şarap gecesinden kalma fesleğenli peynir ile omlet yapılması; idi, egosu ve süperegosu tarafından uygun görüldü.


Ocağın altı yakıldı ve azıcık sızma zeytinyağı tavaya uzaktan gösterildi. Önce etli olan, uzun uzun kıyılmış kırmızı biberler ve ardından sadece sapları koparılmış yeşil biberler tavaya atıldı. Biberleri öldürmeden hemen önce azıcık sütle, öğütülmüş karabiber ve bir tutam tuzla zenginleştirilen yumurta çırpılarak üzerlerine eklendi. 




Bir yüzü pişen omlet, benim kadar yetenekliyseniz, havaya atılıp, yok değilseniz bir spatula yardımı ile dağıtılmadan terz yüz edildi. Peynirlerin erime sesine kulak kabartılıp, ocağın altı kapatıldı. Ve artık omletinizi keyfinize göre servis edebilirsiniz. Ben, yanında dün hazırladığım soğuk çayı layık gördüm. Siz kendi layığınızı bulun efendim. Hadi afiyet olsun. HAYIRlı günler dilerim.



29 Ağustos 2010

Tarte Tatinim Geldi

Dün masa ayağı kırma ve ardından masa ayaklarını söküp, o ayaklara başka üst takma ile gerçekleştirilen 'kendim ettim kendim yaptım projesi' başarı ile sonuçlandı. Mamafih, iş o kadarla kalmadı. Hazır elimde vidalama, delme ve çakma aletleri varken bir dizi tamirat işleri de dururken, kaşınan bedene müstahak bir uğraşla çeşitli 'öncesi ve sonrası projeleri'ne daha el atılmak suretiyle, evin altı üstüne, üstü soluna, solu çatısına, bacası kapısına kadar getirildi. Yorgun düşen bedene bir şişe şarap aslında dünkü yazımdan da anlaşılacağı üzere iyi geldi.

Bu sabah, bir önceki gecenin etkisi ile aslında geç kalkıldı. 08:00de günü kaçırmış bir halde yataktan kalkan beden, ki ancak soğuk denilebilecek bir duşun iteklemesi ile kendine geldi. Gelmez olaydı demek istiyorum izninizle. Rahatsız bünye dün görmezden gelmek için türlü çeşit bahane bulduğu, kendince dağınıklığa bir çözüm üretmek üzere işe girişti. Öncesinde dünden hakkı saklı, mükellef bir kahvaltıyı da eksik etmedi. Arpası fazla gelen rahatsız kişilik, pazar mazar dinlemedi, mutfağı kırklayayım dedi. Ayda yılda bir pişen yemeğin yağlarının, bağlama çalma istediğine gem vurmak üzere, önce filtreden olaya girişildi, buzdolabı, mutfak dolaplarının dışı, derken içi, derken duvarlar... Ve sonuç: sıcak sulardan soğuk sulara değme noktasında prenses kesilen parmaklarımın derileri suda oynamış çocuklarınki gibi.

İş o kadarla da kalmadı, rahatsız bünye evde kullanılmayan ve fazlalık olan malzemeleri ayıklama işine girişti ki, o noktadan sonra kendisini gören olmadı. Atılacak torbalar birer dağ gibi dizilince kapı önüne dur deme vakti geldi. Atmayı kenara bırakıp, bakma, bakmadan sıkılıp, okuma, okumadan bunalıp, kendini temizliğe verme ile devam eden rahatsızlık, son kerte, yemek pişirme ve soğuk çay ile kendini anlamsızca tamamladı. Ateşi yükselen bünyeye iyi gelecek olan, balkonları yıkama ve toz alma, daha da  iyi olmasını sağlayacak, hastanın ayağına gelme durumu gibi akla düşen, Tarte Tatin ile daha da bir manasızlaştı. Akla düşen Fransızların sıcak elması,  ilk kez yenilen sömürge ülkenin o dönemde yüzü güldüren tek keyfi olmasından mütefellit bir süre, geçmişin girdaplarına dalındı ki, allahtan telefon çaldı.

Bir değirmeni kendine simge edinen restoranda, yenilen yöresel yemeklerin ardından mutlaka ılık Elmalı Tarte Tatin yenilirdi. Yanılmıyorsam ve aksanını kelimelere dökebilirsem, Tart Taten diye okunurdu.

İş güç, yapılan paspasla sonlandırıldı ve derin bir nefes alarak mutfağa dalındı. Hayattaki en basit malzemelerle yapılan bu Tarte Tatin'in bin bir çeşit tarifi olduğu internet denen sonsuz bilgi kaynağından öğrenildi ve yorgun bedenin aklına güvenilip, defterindeki tarifinden, göz kararı ile malzeme ölçüleri, bir kaç püf noktasını atlamadan pişirildi ve böylece enfes bir tatlı ile rahatsız bünye ödüllendirildi.

Un, şeker, yağ, soğuk su, elma, armut, bir de kel Mahmut gerekiyor bu tarif için. Kel Mahmut'un gerekliliğini ilerleyen satırlarda anlatacağım, önce arife tarif:

Ben Cezayir'de öğrendiğim ve aklımda kalan tarifi uyguladım. Ölçü biraz göz kararı ama gene de vermeye çalışayım. 1cup (140 gr. gibi) unun içine, bir kibrit kutusu kadar soğuk tereyağını küp küp kesip atıyorsunuz. 1/4 cup şeker ve çok soğuk 50 cc suyu da ekleyip bir hamur elde ediyorsunuz. Çok emin olmamakla birlikte, bir çimcik tuz atılıyordu gibi hatırlıyorum ama ben atmadım. Hamur klasik anne kıvamı: kulak memesi yumuşaklığında olacak. Mümkünse daha fazla ama 30 dakikadan az olmamak üzere hamuru dolapta dinlenmeye bırakıyorsunuz.

Karamel tarifi de istemediğiniz kadar ama dedim ya ben pratik olan ve aklımdaki tarifle çıktım yola, sonuç güzel olunca da paylaşayım istedim. Karamel sos için çok fazla bir şeye ihtiyacınız yok aslında. Tereyağ ve şeker. Gene bir kibrit kutusu yağı küp küp yapıp bir tavada ve çok kısık ateşte erimeye bırakıyorsunuz. 1/2 cup şekeri yağ erir erimez tavaya yayıyorsunuz. Aklımda kalan püf nokta, hiç karıştırmayacak oluşumuz. Unutmayın ateş, mum alevi kıvamında, şeker erimeden yağ yansın istemeyiz. Sabırla bekleyip, birbiri ile uygun bir evlilik yapan şeker ve yağın kızıl kahve tonlarına ulaşmasını bekliyoruz ki, mutlu mesut birliktelikleri karamel olarak taçlandırılsın. Ateşin altını kapatıp, karışımımızı orta boy bir borcama alıyoruz. Ben 20cmlik oval bir pişirme kabı kullanıyorum. Üzerine istediğiniz şekilde elmaları ve/veya armutları doğrayarak yerleştiriyorsunuz. Ben bugün bir elma bir armut ile yaptım. Elmaları incecik, armutları ise bir parmak kalınlığında bıraktım. Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, elmalar eridi, armutlar biraz daha diri kaldı. Keyif sizin. Çokça dinlenmiş hamurumuzu bir merdane ve un yardımı ile, kabımızdan biraz, çok değil, 0,5 cm kadar büyükçe açıyoruz. Gene merdane yardımı ile mermerden alıp, kabımızın üzerine nazikçe örtüyoruz. Buradaki püf nokta ise, hiç boşluk kalmaması ve özellikle yanlarının çok çok iyi kapandığından emin olmamız. Fırın ısımız 180 - 190'deyken, 50 dakika onları başbaşa bırakıyoruz.


Duysunuz zilin sesini! Hemen fırına koşup, yaklaşık bir saattir başınızı döndüren o kokulara gününü göstermek için artık hazırsınız. İşte burada bir püf nokta daha, en az 20 dakika kabında dinlenen Tarte Tatin,  kendinden büyükçe ve mümkünse düz bir kaba ters çevriliyor ve karamelize olmuş elmalar size, siz onlara melül melül gülümserken, geçtim vanilyalısını, her hangi bir dondurma olmadığı için buzdolabınıza sırt dönüyorsunuz. Ne kadar yiyecem ben bu meretten sorusuna, makul ve mantıklı cevaplar verirken, başınızı emme basma tulumba gibi sallamıyorsunuz. Burada, Erkan Yolaç'a saygılar... Elinizde bir dilim ılık Tarte Tatin'le aşk yaşamak üzere balkonun yolunu tutuyorsunuz. Yanında ister filtre kahve, isterseniz bergamutlu çay ile tadına vara vara mideye bayram ettiriyorsunuz.
PS: Ne mi oldu kel Mahmut'a... Durun canım unutmadım. Keyfini çıkarttıktan sonra tatlınızın, koşu bandına yönelmek için, ya da sıkı bir yürüyüşe, tatlı sert bir müdür çıkmazsa içinizden işiniz zor olur benden söylemesi.
PSS: Mümkünse bu tarifi tek başına denemeyin. Hatta iki baş bile yetersiz. Şöyle üçü garantileyin ondan sonra girişin. Sonra uyarmadı demeyin.




28 Ağustos 2010

Yatağımın Sol Yanında Kekremsi Bir Tat

Yatağımın sol yanına uzanmış, esen akşam yelinin, uçları beyaz nakış işlemeli beyaz tülümle oynaşmasından arta kalan bir dokunuşun ürpertisiyle, okumayı bırakıp yazmaya başlıyorum. İstiyorum ki, düşüneceğim ne varsa, parmak uçlarımdan akıp gitsin. Ama öyle olmuyor, yazmaya başlar başlamaz bir ket vuruyor aklımın nöbetçisi parmaklarıma. Aklım düşünmüyor, yüreğim sus pus oturmada. Kendime saklı gecelerin bilmem kaçıncısında, bir dostun "şarap alırken aklıma düştün" deyişine saklanmış içten çağrısını duymak kadar içimi ısıtan bir şey oldu mu dersem, olmadı der içim. Oysa bu gecenin erkeninde, şarabı katık edip geceme, selam durmuştum aklımdan, yüreğimden gelip geçene. Kimler kimler geçmedi ki... Beynelmilel filminin bir karesinde der ya  pavyon görmüş Aydeniz, aşkın içinde kıvranan Gülendam'a analık ederken; "o sana bakmıyorsa, sen onun baktığı yerde dur" Nerden düştü ki aklıma şimdi... Sanki baktığı yerde durmak gibi bir şansım varmış gibi...

Ben en iyisi, şaraba yükleyip kederi ve yalnızlığı, döneyim yüzümü dost çağrısının beni alıp götürdüğü diyarlara: Avustralya, benim için sarı kuyruklu kangurunun kesesinde saklı shirazdır aslında ve daha ötesi de değildir. Hiç gitmedim, gider miyim? Kısmet. Ben, Shiraz üzümü ile tanışmama vesile oluşuna yükledim bütün güzel duygularımı, bir de sanırım vakti zamanında okuduğum Aborjinlere... Oysa üzümün kökeni, İran, adından da anlaşılacağı üzere. Ama yeni dünya ülkeleri de bu üzümün başarılı örneklerinin yetiştiricisi olmuş artık. Shiraz'ın; güçlü ve gövdeli oluşunu sevmiştim ilk içtiğimde. İçimi ilk yudumda sert gelsede, damakta bıraktığı zengin ve karmaşık tat, sizi bir anda bağlayı verir kendine. Özellikle yaban eti ızgaralar, ve baharatlı yemeklerle önerilse de, ben isli peynir ya da tulumla da çok severim. Dediğim gibi, içimi ilk başta sert gelsede, kadifemsi bir his bırakır dilde. Daha ilk yudumda damağa tütün ve baharat aromalarının karışımı yayılır ki, buruk ve kekremsi bir tattan hoşlanıyorsanız bu şarap kesinlikle sizin şarabınız diyebilirim. En iyi kupajı "Cabernet Sauvignon" ile yapar. Yok ben o kadar güçlü tanenli bir şarap tercih etmem diyenlerdenseniz, Diren'in 'Collection Syrah'ı bu anlamda meyvemsi tatları sevenler için pek ala da muhteşem bir seçimdir: Kadifemsi lezzetin kekremsiliğine eklenen meyvemsi tatlar güçlü ama kolay içimli bir haz sunar size. Bu gece bana bu güzelliği sunan kendim: bak şimdi, ben seni nasıl da sevdim.

Rüzgarla tülümün aşkı bitti anlaşılan. Ya bir kuytuya çekildiler çoktan, ya da araları açıldı, tülüm bana bir iki el etti diye. Bilemem... Üstelik de ilişkilerine karışmam. Ben kendimi bilirim. Bir de yüreğimden geçenleri. Ha bir de damağımda kalan tadın bana hatırlattığı geceyi. Ama anlatamam, belki başka bir sefere. Belki biraz daha içince. Belki bu gece ilerleyip de şişenin dibini görünce. Balkonumda, ince bileğinde kendi ağırlığınca tatları kucaklayan el yapımı koca kadehim beni bekler tek başına. Yüreğimdeki aşka yol verip, yanık bir şarkıyı Yasmin Levy'nin sesinden dinlemek  üzere, izninizle...



Görsel / Goole İmages


10 Temmuz 2010

Aşka Dair - 5

Gecenin serinliği, sigara dumanlarının gölgesindeki omuzlara dokundukça ürperiyordu kadınlar. Anlatıcı, izin isteyip gittiğinde iki kadının konuşmaları geliyordu uzaktan, konuştuklarını duyurmak istemedikleri fısıltılarından anlaşılsa da, rüzgara yenik düşüyordu kelimeleri ve mutfak dolaplarından birinde asılı kaldı: Ne kadar şanslı, deyişleri...

Ev sahibi olarak, mutfakta hazırladığı yemeğe odaklansa da, evet dedi, iç sesi. Adamı öptü, dudakları dudaklarındaydı. Anlatıcı gecenin yoğunluğunu hafifleteceğini umduğu makarnanın suyunun kaynaması ile düşünden uyandı. Mutfağın tezgahına yaslanmış bedenini, iş yapabileceği kadar uzaklaştırdı. Büyükçe bir tencereyi ocağa, ısıtıcıda kaynayan suyu  tencereye, 'aldente' pişirecceği 'ıspanaklı tortellini'leri kaynamış olan suya koydu. Onbir dakikası vardı üzerine hazırlayacağı sos için. Dolaptan, mis kokulu tereyağını, kremayı ve dolmalık fıstıkları,  bir diş sarımsağı ve yeşil yapraklı fesleğenden kopardığı bir dalı çıkarttı ve mutfak tezgahının üzerine koydu. Ocağa koyduğu büyükçe bir tavaya, yağı koyması ile erimesi bir oldu. Yağ bir tatlı kaşığı bile yokken, üzerine eklediği dolmalık fıstıklar neredeyse bir avuçtu.

Düşük ısıda, yağı yakmadan fıstıkların renkleri dönünceye kadar bekledi, sarımsağı, bıçağın geniş yüzüyle bastırarak ezdi ve tavaya bıraktı. Baskın bir sarımsak tadı olsun istemiyordu, amacı sadece bir tutam lezzet katmaktı. Baskın olan tadın, tortellini olması şarttı. Sarımsağın kokusu karışınca kavrulmuş fıstıkların kokusuna, kremayı ekledi, ateşin altını mum alevine getirdi ve kremayı kaynatmadan ısıttı. Yumurta şeklindeki mutfak saatinin uyarısı ile tencerenin altını kapattı, biraz çukurca bir makarna kaşığı ile sularını süzdürmeden, tortellinileri alıp soslu tavanın içine koydu, teker teker ve nazikçe sosla buluşan tortelliniler, fıstıkları çapkın bakışlarıyla kendine yaklaştırıyor, oluşan bu tablo yemelik değil de giderek seyirlik bir hal alıyordu. Tenceredeki son tortellini de kendi fıstığı ile kaynaşınca, şöyle bir çevirdi tavanın içindekileri. Çukurca tabaklar aldı, uçuk yeşil tonunda, büyükçe bir tepsiye, yeşil büyük boy peçeteleri, çatal kaşığı, karabiber öğütücüsünü ve tuzu koydu. Çukurca tabaklara, on-oniki tane tortelliniyi özenle yerleştirdi. Üzerlerine biraz daha sos gezdirdi. Peynir rendesi ile, bir kaç ay önce gittikleri Floransa'dan aldığı  'permazan'dan rendeledi. Üzerine incecik kıydığı fesleğenlerden bir tutam gezdirdi. Bir kaç yaprak fesleğen ve yarım kesilmiş bir 'çeri' domatesle tabağın kenarını süsledi. Kokularını içine çeke çeke, tepsi ile balkonun yolunu tuttu. Tepsiyi masaya bıraktı ve müziği değiştirmek için tekrar içeri girdi. Buika'nın buğulu sesi, balkonun camlarına dokundu, ve perdelere, usulca çıkıp balkon kapısından; gözü yaşlı kadına ve dalıp giden diğerine ve gözleri ışıl ışıl olan kadının yüreğine değdi.  Kadın balkona çıkmadan bir kaç mum daha yaktı. Gece uzun olacaktı...


Devamı yazılıyor...
Fotoğraf: Google İmage

30 Haziran 2010

Ben Size Demedim mi?



Kanım bitlenince bugün, ezelden bir rahatsızlık durumu da olunca bünyenin, haliyle bugün de düşündü, ne yapsam ne yapsam da keyfimi katmerlesem diye, uzun uzun... Hal böyle olunca, güneşte gözüme gözüme vurunca, dedim bir limonata yapayım en buzlusundan, içeyim serin serin. Hazır iyileşmişim, kutlanması gerek bu durumun. Başladım limonata tariflerine bakmaya. Malzeme basit: En sarısından mis kokulu limonlar, ılık su, soğuk su, şeker ve tabi ki yeşil mi yeşil, taze mi taze mümkünse dalından henüz koparılmış bir avuç nane.

Limonatanın da tarifi mi olurmuş demeyin. Siz beni dinleyin, suya şeker katıp üzerine sıktığınız limonlu karışıma limonata demeyin. Bir kaç tarifi okuduktan sonra, döndüm gene kendi yoluma, bildiğimce yapacağım limonatamı: Önce kabuklarını rendeledim ince ince, ardından sıktım limonları ayrı bir kaba. Limon kabuklarına ekledim şekeri, benmari yöntemi ile ısıtıp; limon kabuğunun rengini, yağını, aromasını salmasını bekledim  bir süre. Beklemek bununla kalsa iyi, soğudu bu karışım önce, ben naneli  sevdiğim için ekledim ince ince doğranmış canım yeşili üzerine, ezdim, ezdim, ezdim bir iyice. Salınca nane de hem kokusunu hem de rengini, ekleyiverdim üzerine sıcaktan ılığa doğru yol almış suyumu. Karıştırdım şekerler eriyinceye dek, önce tülbent inceliğinde süzgeçimden geçirdim ki yapraklı yapraklı olmasın limanota cam bir kaba girince. Doldurdum camdan bir şişeye karışımı, ekledim üzerine soğutulmuş suyu, içine attım bir dal nane, koydum dolaba lezzetleri kaynaşsın diye birbirleriyle, içeyim dedim iki saat sonra, daha ilk yudumda budur dedim işte limonata!



29 Haziran 2010

Limon Gibi Bir Güne, Frambuazlı Muffin Pek Yakıştı Doğrusu


Şimdi ben evdeyim ya, hani dinleneyim diye. Ama gel gör bünye rahatsız, oturamıyor öyle boş boş ki dinlensin, yenilensin, enerji taşmaları yaşasın. Haliyle ne oluyor, kadın kısmısı, yani ben oluyorum, dolanıyorum, ne yapsam ne yapsam, ne yapsam da yattığım yerden kilo alsam. Sonra aklıma düşüyor, buzluktaki ahududular, ki namı diğer frambuazlar. Gün, bildiğiniz limon. Bazıları için yemek mümkün olsa da ki güzel geldiğindendir herhalde ben genellikle ekşi bir tat bulurum kendisinde, keklere, salatalara ve bazı soslara yakışsa da, güne yakışmıyor işte. İşte ben böyle dertli dertli otururken, ne olacak buzluktaki frambuazımın hazin bekleyişi diye düşünürken, aklıma geldi, Cafe Fernando'ya uğramak; maksat bakarak doymak. Allahım nasıl tariflerdir onlar ve nasıl fotoğraflar. Kısaca adam yetenekli, ben ise tembel. Yoksa bende de var yetenek, valla bak. İnanmazsın ama okumaya devam et. Neyse, dolanırken aklımda 'ne olacak bu frambuazlarımın hazin bekleyişi" cümlesi, karşıma çıkıyor bir tarif; hem güne uyuyor hem de aklımdaki frambuaza.  Alıyorum soluğu az kullanılmış, uzman elinden mutfağımda. Yanlış anlaşılmasın satılık değildir kendisi.


Bir elimde; Frambuazlı ve Limonlu Muffin... tarifi. Diğerinde ölçü ve karıştırma kaplarım. Bende bir seviyorum, evlenecem havası... Giriştim hemen işe, önce yumurtalar çıktı dolaptan ve diğer malzemeler masa üstüne dizildiler teker teker. Nasıl bir yeni gelin edasıyla kıvrılıyor o spatula elimde; ıslak malzemeler, kuru malzemelerle flört ederken, ah bir video çekenim olsa da şu yeteneğim görülse diyorum bir elim havada dans ederken. Dilimde bir şarkı, var mı benden iyisi... Aniden durup, hemen ciddiyete davet ediyorum kendimi. Bu iş ciddi; fotoğrafını gördüğünüz muffin, hasta bünyemin ilacı. Bir ilacım daha var ama kendisi şimdi uzakta. Hem o gelinceye kadar iyileşmek lazım değil mi?

Neyse efendim, şu yanda uzayıp giden fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, pişti de tadına bile bakıldı kendisinin. Annemin, özene bezene dağlardan topladığımız ahududularla yaptığı reçel de oldu yanına sos. Tavsiye olunur hem muffin, hem de reçel. Malzemesi az, yapımı kolay, otuz dakikada masada.