13 Ocak 2022

Enne Tabiat Parkından Topuk Yaylası Tabiat Parkına

9 Ocak mühim tarih, her hafta sonu gibi. Eee bir de işin içinde evlilik yıldönümü var. Gün evvel, alternatifler üzerinde düşünüyoruz. Tercihimiz doğada olmak ama nerede? Sonuçta takvim günüyle 2 gün, saate vurdun mu 39 saatle 50 saat arasında bir süre. Haliyle yolda geçen zamanın az, gezmenin çok olacağı bir paket için el sıkışıyoruz. İlk yıllarda ve özellikle yurt dışıysa rota sorumlusu ben olurdum.  Rota durakları ve kalma süreleri konsensüs gerektiren bir alan, hele ki konaklama noktaları. Bu sefer whatsapp üzerinden bir rota düşüyor ekrana, çalışmış canımın içi. Harika bir rota, dağ yollarından, köy yollarından, hiç gidilmemiş şehirlerden ve kendimizi şımartacağımız termal havzasından geçiyoruz. 


Bu plana göre hareket edersek, toplam 353 km'lik yolu 5 saat, 54 dakikada alacağız. Cumartesi çıkmayı uygun buluyoruz. Bir gece öncesi ve sabahın erkeni; gerekli, yeterli hazırlıklar tamamlanıyor. Çay demlendi, yumurtalar haşlandı, kahvaltılıklar tamam. Kutlama yemeği "Cafedeparis Soslu Tavuk". Yanına sebze garni. Garni geceden fırınlandı, sos için gerekli malzemeler, 100 gr tereyağ, 100 gr blue cheese , 1 tatlı kaşığı köri, 1 tatlı kaşığı zerdeçal, 1 tatlı kaşığı kimyon, 1 yemek atlı kaşığı hardal, 2 diş ezilmiş sarımsak bir kavanozda porsiyonlandı, 1 paket krema yancı olarak yerini aldı. 

İlk hedef market, tavuk ve ekmek eksik. Ne olur olmaz diye bir Bergama tulum atıldı, yemeğin eşlikçisi "kırmızı" olacak da eee bir de "blush" var, belki o peynirsiz olmam diyecek, kırar mıyız? Kırmıyoruz. Soluğu Kırmızı Fırın'da alıyoruz, simit kahvaltının baş tacı olacak. İçeri girmemle "Pırasalı Arnavut Böreği" kokusunu almam bir oluyor. Tezgahta Mustafa var, 

"Abla hoş geldin, şimdi çıktı."

"1 simit alıp gidecektim."

Dertli insan sessizliği. Düşük bakışlar, bakışları tezgah üzerindeki... Berliner mi o?... envayi çeşit mide çelenden kaçırmaya çalışırken, hemen sağdaki tepside asılı kalan gözler ve:
"Tamam bir pırasalı börek, bir simit, yok yok iki pırasalı börek bir simit, dur sen en iyisi iki pırasalı bir simit, bir de tahanlı ver, çok oldu di mi?"

"Abla börekler kesilsin mi?, çiftli paket yapayım"

"Sen bir de Karaköy poğaça mı koysaydın, kıymalı?"

Açken ben ben değilim. 

Arabaya binerken,

"Canım, bir simit almayacağını biliyordum da, dükkanı almasaydın"

Ha ha ha! Çok komik. 

İç ses; "hepsini ben yiyeyim de gör"

"Pırasalı mı o? İki tane alsaydın" Nasıl da biliyorum ağzının lezzetini. 

"Şüphen mi vardı?"

Yoldayız, arabanın içindeki çıtırlık hissediliyor, burnumuzda pırasalı kokusu patlaması yaşanıyor, Orhaneli yolu üzerinde manzaralı bir yer seçip, demli çayımız ile kahvaltımızı ediyoruz. Kahvaltı yetersiz bir tanımlama, resmen şölen"

Neyse ki, börekler hariç geri kalanı yolculuğun ilerleyen saatlerinde kazınacak mideye sus payı olarak ayırmayı beceriyoruz.


Yol dönemeçli, ormanlık. 10 yıl öncesinin dar yollarından eser yok. Harika bir manzarada kahve molası veriyoruz. Stanley termoslarımız pek fiyakalı, 1,3 ltlik olanda kaynar su, 0,70 ltlik olanda kahve,  2 tane 0.35 ltlik olan adı üstünde termos bardaklarımız, onlarla sadece su içiyoruz. Ayrıca buzlu su için 0,8ltlik Laken ve çay demlediğimiz Aladdin, ah nasıl unutuyordum bir de biri Nescafe biri Starbucks olan çay ve kahve termos bardaklarımız var ki... Böyle yazınca, tam bir görmemişin termosu olmuş durumu ama inanın, tatlar, lezzetler ve keyifler birbirine karışmayınca her şey pek güzel oluyor. Ah bir "instagram influencer" olsam ne ürün incelemeleri yapacağım ama 5 yıl süren Pazarlama ve Reklam Halkla İlişkiler eğitimim heba oldu yıllar içinde. 

Nereden girdim ben bu konulara, en iyisi, kahve molasına geri sarıp, hikayeye devam edeyim. Orhaneli üzerinden Harmancık kavşağına gelince iyice anlıyorum ki, yollar çok değişmiş. Öyle kısa zamanda varıyoruz ki Tavşanlı'ya, yolu hiç anlamıyoruz. Leblebi mi alsak, şekerli olanı severim ama 10 tane kadar ancak yerim. Duruyoruz bir dükkanın önünde. Yan yana iki dükkan. Biri marangoz atölyesi. Bir adam koşarak çıkıyor. Hemen yandaki çerez dükkanına gidiyor. Üst kat evleri. İçeride karısı var belli, kadın güleç adam ondan daha güleç. Biraz tuzlu, sade ve az bir şeyde şekerli olandan alıyoruz. Canımın içi "şive kapıcı" olduğundan iki kelimede yakalıyor şivelerini, gülüşmeler, nereden geldin, nereye gidiyorsun soruları, derken hiç rotamızda olmayan Göbel önerisi ile bakışıyoruz. Göbel üzerine çeşitlemeler ve leblebi diye girdiğimiz dükkandan, Göbel diye çıkıyoruz. 7 km kadar geri dönüyoruz. Göbel tabelasından soldan yukarı ayrılıyoruz. 

Göbel Termal Tesisleri, belediye işletmesi, her yerinden zevksizlik akıyor. Oysa sırtında ormanı olan harika bir merkez. Ama ah bütçesizlik, ah mevzuat. İçindeyim, biliyorum. Zordur azla güzeli oldurmak hele de buna hevesli olacak kadar işini severek yapanı bulmak. Tesisi geziyoruz. Genel olarak güzel ama bir derme çatmalık var, insana batıyor. Havuzları, aile odalarını geziyoruz. Suyu 33 derece şifalı, fiyatlar ucuzun da ötesinde. Gece mavişle konaklama yapma istediğimiz mevzuatta karavan parkına ilişkin bir madde olmadığından veto yiyor. Eyvallah deyip oradan ayrılıyoruz. 

Az gidip uz gidince Yoncalı'ya varıyoruz. Jandarma noktasında aracı durduruyorlar. 

"Kimlik no, lütfen" "Teşekkürler, devam edebilirsiniz."

"Pardon! Gece konaklama yapabileceğimiz bir yer var mı Yoncalı'da"

"Komutanım bakar mısın? 

Genç, güleç yüzlü komutan ile merhabalaşıyoruz. Sohbet derinleşiyor, neredeyse akraba çıkacağız, Balıkesir, Manyas, Gönen derken Enne Tabiat Pakının uygun olduğu konusunda anlaşıp, yönümüzü oraya çeviriyoruz. Enne Tabiat Parkı bariyerinde bir çocuk. Muhammed, 13 yaşında kır inmiş saçlarına. Konuşuyoruz, gece kalmak için onayı alıp, paramızı ödeyip, parkı şöyle bir kolaçan edecekken, giriş kapsındaki kulübe camından bizi kesen gözlere takılıyorum. Ses ediyorum;

"Nasılsınız?"

"İyiyiz kızım" o endişeli bakışlar bir anda yerini gülen bir yüze teslim ediyor.  

"Çay koyayım" diyor. Bir kolaçan edelim, çıkarken alırız diyoruz. 


Yavaş yavaş, bakına bakına ilerliyoruz. Park büyük, düzenli. Tuvaletler çalışıyor, temiz. Geçer notu veriyoruz. Az ilerde, barajın suyuna yakın, Enne Köyü manzaralı, lokasyon olarak  uygun yeri elimizle koymuş gibi buluyoruz. Harika! Şimdi sıra, komutanın siz gibi "elit" insanların gittiği otel iyidir, dün Bakan geldi o da orada kaldı demesini rehber edinip, otele "evlilik yıl dönümü" şımarıklığı yapmakta. "Elit" kelimesi zihnimde dolanıp duruyor, nereden nereye gidiyor kafam. Sosyal olanaklar, ekonomi, orta direk derken yol boyu vızır vızır işleyen iç sesimi susturuyorum. 

Dönüp dolaşıp bariyerin oraya geliyoruz. elinde şemsiyesi ile bekleyen, sonrada adının Havva olduğunu öğrendiğimiz abladan çayımızı alıyor, onu yol üstündeki köye kadar götürmeyi teklif ediyoruz. Kabul ediyor, aksi takdirde 7 km. yolu yürüyecek. Arabadaki sohbet koyulaşıyor, hüzün kaplıyor her bir kelimeden sonra dört bir yanımızı, Kütahya 15 km., 

"Yolunuz uzar be kızım boşverin köyün minibüsü ile giderim" diyor"

Canımın içi, 

"Biz seni götürürüz" diyor. 

Rota aniden değişiyor. Köylerden şehre doğru gidiyoruz. Gitmişken, Hisar'ı ve şehri panaromik gezmeye karar veriyoruz. Vaktimiz var, ayrıca paşa gönlümüz rotayı belirlemek konusunda yetkin. 

Havva abla hastane kavşağında iniyor. Yağmur yok, şemsiye bize emanet. Dönüş diyoruz? Ben hallederim diyor. Yağmur diyoruz. Erimem ya diyor. Eeee araç bulamazsan. Yürürüm ben diyor. Zor olur diyoruz. O kadarına katlanmazsak Allah bize bir şeycik vermez diyor. Sen gene de bizi ara, gelir alırız, yürüme yağmurda, çamurda diyoruz. Seviyoruz Havva ablayı. Hayır duaları ile kapatıyor kapıyı. O yoluna biz yolumuza devam ediyoruz. Havva ablanın anlattıkları yolculuğun kalan kısmında sohbetin özünü oluşturuyor. Onun hikayesinden başka "acı" hikayelere savrulup duruyoruz. 

Hisar'dayız. 









10 Ocak 2022

Mimoza, Strudel ve Geçmiş Zaman Kelimeleri

Bugün yeni bir gün. Her sabah gibi uyandım, sanki bu sabah biraz daha mızmız mıydım?  Hafta sonu yaptığımız "Evlilik Yıl Dönümü Kütahya Turu" ayrı bir yazı konusu olacak; çünkü, çok özel ve sürprizli bir yolculuk oldu. Bugün "Her Güne Üç Güzel Şey" notu düşen Emekçikız ile aklıma düşen mimoza ve strudel ile çıktığım anılar yolculuğunun beni çıkarttığı kapı önündeyim. Mimoza, eğer bir gün kaleme alabilirsem, ada demek benim için. Ada ve aşk. Belki de gözümün gördüğü ilk "aşk" hali etkilemişti beni, bir gün kaleme alabilirsem, anlatacağım. 

Şimdilik elimizde strudelli yazım var, sindire sindire okuyorum. 2014 yılından bugüne değişmeyen duygumun "sevgi" oluşuna şaşıyorum.  Nasıl da derinden etkilemiş beni, nasıl da bugüne taşımış. Mutlu oluyorum. Günü, yüzümdeki bu ifade ile geçirebilirim. Mızmızlığımdan eser yok şimdi. İçim kıpır kıpır. 



Strudel Gibi Bi'şey


Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın.


Yazının devamı için... Strudel Gibi Bi'şey 






08 Ocak 2022

Yolda İki Yolcu Olmak

2000'li yılların başında hayallere kapılıp, mantıktan öte kararları aldıran "aşkımla" düşmüştüm İstanbul yollarına. Büyük aşk, fırtınalara yenik düştü, ülkeler, kıtalar değişti, sonuç kağıdı ilk günden görülenden bir adım öteye düşmedi. Aşk patikasının zorlu yollarına yenik düşen, buruk acılarla bezenen anlar bir valize konuldu. O zamanlar "her duygu geçici, izin ver geçsin" düsturu bir anlam ifade etmediğinden, senelerce elde tuz, yara arandı ki, bulunması en kolay olandı. 

Trikotajla yakın bağı olduğuna inandığım kaderim beni İstanbul'dan alıp Bursa'ya getirdi ki vakti zamanında "ölürüm de Bursa'da yaşamam" demişliğim de vardır. (Bkz. büyük lokma ye büyük söz söyleme)

Gün bu durur mu yine kovaladı. Ama ne kovalamak. 2015 yılında, duruşu afili, bakışı kaytan, gülüşü gamzeli bir adam, bana talip oldu. Aslında tav oldu da, O 83 yılında alzheimer olan, sonrasında 3 yıl benim de Onlu hikayelerde hatrı sayılır payımın olduğu bizli zamanların neredeyse her gününde hikayeyi annesine hep şöyle anlattı,

"Yolda yürüyordum, karşı kaldırımda bir kız. Endamlı yürüyüşüyle bastıkça kaldırımlar zangırdıyor. Pişt pişt diye seslendim, hafif dönünce, ben de hafif sağa dönüp, yan bir bakış attım, gamzemi de ihmal etmedim. Başladı mı paça suyu gibi titremeye. Baktım yığılıp kalacak kaldırıma, koştum belinden sarıldım. Baktım gözlerine. Vuruldu tabi bana. Dedim çay içelim." 

"Eeeee içtiniz mi?"

"İçmez miyiz"

"Sonra ne oldu?"

"Evlendik işte"

"İyi iyi, parayı kim ödedi"

Gülüşmeler... 

Dakikalar sonra, 

"Nereden buldun bu kızı sen" arada, özellikle ben gidip onun o tombik yanaklarını sıka sıka sevdiğim zamanlarda, "tahtası eksiği" de derdi rahmetli. 

"Dur anlatayım"

Hiç sıkılmazdı bu hikayeden, garip ama hastalığının sonucu onca yakın zaman hikayesini unutur, bunu unutmaz, özellikle anlattırırdı, sevgilim de hiç bıkmazdı anlatmaktan. En sondaki gülüşmeler için olduğunu fark ettim nice zaman sonra. 

Görücü usulünden hallice, tanışması destansı, namazı arkadaşımızın nurlar içinde yatsın şakacı annesi tarafından kılınan, iki ortak dostun nişan hazırlıkları ortamındaki tanışlığımız, benim dualarımın kabulü gibi bir şeye dönüştü zamanla. İlk görüşte aşk değildi, zamanla pişen, olgunlaşan, taşların tek tek yerine sabırla konduğu, her bir ipliğinde, düğümünde, çözümünde sevgi, sabır ve anlayış olan bu tanış hali, merhametli, koca yürekli, sabırlı ve kıymet bilen bir adamla nihayet o hayalini kurduğum ve daha sonra dönüp baktığımda henüz ötesini yaşayacağımı algılamadığım zamanlara geldiğinde, "sevgi"nin kıymetini anlamamı sağladı. Derinime işleyen o sevginin yüreğimin derinlerindeki sonsuzluğun kapısını aralayacağını henüz bilmiyordum tabi ki. 

Onun tarafından kabulümde ki en kıymetli cümle, bir akraba gecesinden, gelin yeğenden gelecekti,

"Evren abla, sen amcamın çektiği acıların, hayatın acımasızlığına karşı gösterdiği sabrın ödülüsün."

2015 senesinde bir kış günü, defterler ancak yetiştiğinden, takvimler 9 Ocak tarihini gösterirken, Bursa uzun zamandır, kar, boran, fırtına yaşamamışken ve bir gece öncesinde, kutlama yemeği sırasında, her şey tamam mı, sıralı sorularında "fotoğraf"a gelinmişken, "aaaaa nasıl ya unuttuk biz fotoğraf çektirmeyi" diyerek evden fırlayıp, kar fırtınası nedeniyle, unutulmuş fotoğraf çekimine mecburen yürüyerek, nikah memuru yarın gelebilir inşallah dualarıyla, en zorlu hava koşullarında, el ele omuz omuza giderken, bunu atlatırsak, her şeye göğüs gereriz diyerek çıktığımız yolculuk 7. yılını geri bırakıyor. 

4. yılın sonunda Zürih seyahati dönüşünde, şöyle not düşmüştüm. 

"Işıl ışıl 4 yıl bitti, pek çok güldük, pek çok gezdik, pek çok gördük, pek çok yedik, pek çok yürüdük, pek çok okuduk, pek çok izledik, pek çok konuştuk. Ama en çok sevdik. Seni seviyorum. "

Darmstadt gezisi sonrasına denk gelen 5. yılın sonundaki sevgililer gününde ise şöyle bir not;

"Günlerce sevgiyi kutsayabiliriz. Kıymet bilmek tam da böyle bir şey değil mi? Sen olmasan da yolda olurdum ama bu kadar güzel mi olurdu yollar bilemem. Yolculuğumuz uzun sürsün, durağımız bol olsun, anımız çok olsun, kahkahası bol, sohbeti hep keyifli olsun. Hayallerimiz gerçeğimiz olsun. #yolda2yolcu olmak demek #evrencemutluluk demek."

Geçen yıl peş peşe Covid olunca, düştüğüm not bundan nasibini aldı elbet;

"Değişime ve gelişime açık olduğumuz bir yılı daha geride bıraktık. Yollarda olmak kadar evde oturmak da maceralıydı. Peş peşe covid olduk. Böylece hastalıkta, sağlıkta, varlıkta, yoklukta birbirimize yoldaş olduk. Bence bu yıl da çoğaldık üstelik sadeleştik ve galiba böyle pek daha güzelleştik. Nice yıllarımız, yollarımız olsun."

Şimdi takvimler "resmi akti" göstermeye yaklaşıyor. Önceki yılki notların altına imzamı atıp, her birinin kelimesi kelimesine tıpkısını ve daha fazlasını ifade etmek isterken; 




notlara yenisi ekleniyor,

"Bütün hikaye buymuş biliyor musun? Yolda iki yolcu olmayı becermek. Yolları birlikte keşfetmek, birlikte öğrenmek, birlikte aşmak. Bir film repliğinden bir hayat öğretisi çıkartmak, bir yolculuktan bazı dersleri tekrar etmek gerektiğini anlamak. 7 bitiyor. Sağlığa, neşeye, keyfe, yollara, yolculuklara, mutluluğa, huzura ve en çok ama en çok derin, içten, samimi, sarmalayan ve kucaklayan sevgimize, şerefe."


Fotoğraf / Evimizin duvarından, geçmiş yıllar anılarından. 

#yolda2yolcu siz bu satırları Cumartesi veya Pazar okuyorsanız, Domaniç üzerinden Kütahya yolculuğunda olacak. 

05 Ocak 2022

Aydınlanma


Sabah aniden uyandım. Zihnim tiyatroyu kurmuş, rüyamda ele geçirmiş egom sahneyi. Oynatıyor sevmediğim bir filmi, tüm karakterleri öyle bir yerleştirmiş ki sahneye, içimin korkuları, beni kıran, parçalayan ne varsa, görüntü, tavır, söz... hepsi "Erving Goffman'ın Dramaturji Yaklaşımını" benimsemiş egomun son şahaserinden kesitler sunuyor. Dramaturg egom ve işbirlikçisi zihnim, Oscarlık oyun sergileyen başrol, karakter ve yardımcı oyuncularla en acımasız sahneyi çekerken, uyandım. Aniden. 

@berrakyurdakul uyumayın der, acıyı biriktiren zihninizi uyandırın. Egoma, dur bakalım diyorum. Onu oraya sen koydun, cümleyi sen kurdun. Ama beni acıtmana, kırmana, bir girdaba sürüklemene izin vermiyorum. Bir tercihim var. Daha önce yırttığım fotoğraflar gibi bunu da yırtıyorum.

Telefonumdaki notlardan @asumansur'un rüyalar ile ilgili gönderisini buluyorum. 4. gece; bırakmalısın.

Bırakıyorum. Sabah ezanı başlıyor. Dinliyorum. Zihnimi dinlendiriyorum. Huşu içinde, sabahın o kör karanlığında, aydınlanıyorum.

Bu aydınlanma halimi, instaya dünkü çuhaların fotosunu da ekleyip, duygu seli olup akıtıyorum. Kalemime sağlık. Yazdıklarımı pek beğenen egomu, bi sus allasen deyip, ikinci kez def ediyorum. Sabah sabah bela oldu resmen. 

Ofise gelirken kafam bulanık, sabah henüz aydınlanmamış, bense, günün planını yapıyorum. Önce şu, sonra bu. Öncem bloga yazı yazmak, başlayacağım yer belli. İnstadan bir "coppy paste" marifeti ile sabahki duygu durumu dökümümü beyaz sayfa ekliyorum. 

Yol boyu kafamda toparlamaya çalıştığım Berrak Yurdakul'un Ev Yapımı Paraşür kitabından yaptığı gönderiyi bulup bir kez daha okuyorum. Ofis sakin, kedilere mamaları verildi, sabah çayı bardağa kondu, maillere bakıldı cevaplandı, şimdi arkama yaslanıp, zihnin eğitimini tamamlamada. 

Gereksiz Acıları Çekmeyi Reddedin ⛔️

Aynı kötü filmi para verip yüz defa izlemezsiniz, ama aynı kötü hatırayı zihninizde yüz defa yeniden canlandırırsınız.

Zihniniz kötü hatıralarınızı tekrar tekrar ortaya çıkarır ve size her defasında aynı sıkıntıyı, aynı üzüntüyü yeniden yaşatır. Rahatsızlık verici bir anı belirdiği anda hemen dikkatinizi ona verir ve üzerinde düşünmeye, yorumlar yapmaya başlarsınız. Mesela bir arkadaşınızla veya sevgilinizle ettiğiniz kavga aniden zihninizde canlanır ve siz ettiğiniz kavganın anısına hemen dört elle sarılıp her şeyi bir kez daha en baştan yaşamaya başlarsınız. Üstelik bu defa orijinal kavganıza yepyeni pişmanlıklar da eklemişsinizdir: ‘Keşke o bana şöyle dediğinde ben de böyle deseydim…’ ‘Ben öyle deseydim o da böyle derdi. O zaman ben de derdim ki…’
Böylece hayal gücünüzle süsleyerek güzelce baharatladığınız aynı yemeği bir defa daha yersiniz. Fakat yemek bayat ve zehirlidir. İlk defasında olduğu gibi yine midenize oturacak ve sizi hasta edecektir.

Zihninizi eğitirseniz anılar sizi üzemez hale gelirler. Bu bir çeşit hafıza kaybı değildir. Anılarınız kaybolmaz, yine orada, zihninizin içinde dururlar. Kaybolan şey onların her defasında yanlarında getirdikleri duygusal yüktür. Hiçbir anı -eğer ona ilginizi yitirirseniz- kalmakta direnemez; bağımlılığı sürdüren şey anıyla aranızdaki duygusal bağlantıdır. Düşünmeyi kesmek zorunda değilsiniz, sadece ilgilenmeyi kesin. Anılarla ilgilenmeyi bıraktığınızda onların duygusal şarjı boşalır ve duygusal enerjisini kaybeden anı zamanla yitip gider. İlgisizliğiniz sizi özgürlüğe kavuşturacaktır.

Bunu asla unutmayın: gereksiz olan bir acıyı çekmeyi reddetmek, sizin en doğal hakkınızdır.

 

Büyürken sıklıkla yaptığım bir şeydi, geriye dönüp, sahneleri canlandırmak, her seferinde, Selçuk Erdem'in zannımca "kült" olan karikatürü gelirdi aklıma. Gülerdim. Sis perdesi dağılırdı. Gülmenin, zihnin sis çöktürmeye müsait havasını dağıtması mucizevi gibi gelir bana. 

Gülmek üzerine bazı egzersizleri seyredip, zihni negatiften pozitife götürmesini gözlemlediğim o görüntüler geliyor aklıma. Bir ağız gülebildiğimiz anların çoğalması, kahkahadan sandalyeden düştüğümüz zamanların gelmesi farklı krizleri yaşamış bir insan olarak çok uzakta gibi görünüyor bana. 

Elbet hiç bir şey kalıcı değil, elbet zaman değişime, değişim de zamana ayak uyduracak. Kanun böyle. Su akar, toprağa karışır, topraktan buhar olup, buluta, buluttan, tekrar yer yüzüne... Döngü bu. Fırtına olur, boran olur, güneş açar, kuraklık olur, kar yağar, sis çöker. Devinim halindeki doğa gibiyiz. 

Döngülerimiz oluyor, yaşamak hali... Dün sevdiğimize bugün yan bakıyoruz, olmaz dediğimiz olur olunca şaşırmıyoruz, gün geceye, gece sabaha kavuşuyor, her gün ısrarlı ve kararlı, her farklı ve bir o kadar aynı... 

İnsanın doğa ile uyumlanması döngüleri kabul etmesi, onlara hoş geldin diyebilmesi, ne kadar kalacağını ise, tercihlerimiz belirliyor. 

Zihni eğitmenin ve gereksiz olan bir acıyı çekmeyi reddetmenin en doğal hakkımız olduğunu kabullenmek zaman alıyor. 

O zamanı kendimize ayırmak ve sevmediğimiz anıların fotoğraflarını yırtıp atmak, mümkün. 

Anı bir yere gitmiyor, ara ara da uğruyor, ama eskisi kadar acıtmıyor, kalıcı da olmuyor. 

Çok fotoğraf yırttım, oradan biliyorum. 



Fotoğraf / 2010 - Newyork Seyahatinden 

04 Ocak 2022

Var Bir Hayalimiz

İçim kıpır kıpır, uzaklardaki bir evrene, evrence bir sürpriz yapacağım bugün. Ama o sürprizi yapacak bir işbirlikçisine ihtiyacım var. Pek ala internet üzerinden de konu halledilebilir ama benim ruha ihtiyacım var. İşte o ruh, kendisinde ziyadesiyle var olanım, benim kıymetli listemin ilk 5inde yer alan dostuma, bir mail ile ulaşıyorum, durumu anlatıyorum. Kestane kebap acele cevap geliveriyor; halledecek. Oy sarılmam mı, öpmem mi? Pamuklara sarıp sevmem mi?

Orkide mesela sıradan olurdu ya da kaktüs. Ben çuhayı seçtim. Mesajı güzel benim için; renkliyim, kırılganım ama dayanıklıyım der çuha. Bir fotoğraf ile renk ve model beğenime sunuluyor. Eyvallah diyorum. Bugün için elinde olur merakın olmasın diyor. Allah biliyor ya, içimdeki coşkun koşup boynuna bir kere daha sarılıyor. Dostum diye demiyorum, güzel adamdır, yüreği kocamandır. Severim kendisini, ama ne sevmek. 

İçim kıpır kıpır ama sadece düne bugüne değil, var olan hayallerimin, gerçeğe dönüşmesine, dönüşürken yanımda olana, 31 Aralık gecesine ve elbet 1 Ocak sabahına, hep aynı coşkuyla karşılık veriyorum. Bunu yazarken fark ediyorum ki uzun zamandır, içim coşkun. Güne, ana, insana ait ve dair değil bu coşku, yaşamaya dair. Şu fani dünyada 50. yılını geçirecek olan bedenim, ruhum ve benliğimin minnetle dolup taşan halini pek seviyorum. Yolculuğum kolay olmadı ama kabul etmeliyim ki bir o kadar da şanslıydım. Güzel insanlarla kesişen taşlı yollarımı, seller de bastı, korsanlar da, çiçekler de açtı yollarımda, ağaçlar devrilip patikalarımı bile kapattı. Ama dedim ya şanslıydım bir biçimde, güneş her gün yeniden aynı ve benzersiz şekliyle doğdu. 

3-4 yıl öncesiydi, "maviş" hayatımıza girdi. Canım maviş, ilaç olsa bu kadar iyi gelebilirdi. Bir anda, dünyamız dönüşmeye başladı. Daha çok doğa, daha çok ağaç, daha çok deniz, daha çok özel ve güzel insan, daha çok huzur, daha çok mutluluk ve şu anda aklıma gelmeyen daha pek çok "daha" kattı hayatımıza.

Pandemi döneminin zorlu 2020 ve 21'ini maviş sayesinde nefes alarak geçirdik. 2021'de geziler yaptık uzak diyarlara, Şubat ayı Datça, Mart ayının ilk günleri Cacha üstü, aniden bulutlardan paçayı kurtaran güneş sonrası denizle buluşma ve en erken sezon açılışı, Nisan ayında defalarca gidilen Eskikaraağaç Gölü ve elbet değişmez rota Ören Altınkamp, Haziran'da 100 yıllık ceviz ağaçları ile çevrili Cevizli Bahçe Kampı, Temmuz ayında hedef Berlin gezisi, Eylül ayında bir kez daha Datça, Marmaris, Dalyan, Bodrum, Bafa, İzmir diye uzayıp giden anılar kumbarasına 10 güzel an daha yolculuğu, Eylül'e veda için çıktığımız yolda, küçücük kırmızı bir tabela ile keşfimiz ve ilk yaban deneyimi için biçilmiş kaftan Karagöl, Kasım'da Kocayayla bir başkadır İnegöl'e varması harikadır yolculuğu, Aralık ayında nostaljik İstanbul turu, Delmece Yaylası kış kampı denemesi ve elbet yeni yılı karşılamak için seçilmiş, Bozcaarmut ve Küçükelmalı Göleti kampı.

Tüm bunları hatırlıyorum bir bir, aldığım küçük notları okuyor, gülümsüyorum. Arada hatırlayamadığım zaman, instaya başvuruyorum, orası fena, daldın mı çıkması vakit alıyor, insta anılar denizinde yüzerken bir fotoğraf gözüme takılıyor; 2020 senesinde altına bir not düşerek paylaşmışım, altındaki notu bugün de olsa yazabilirim halime, bir kez daha ve belki de daha da içtenlikli olarak şükür ediyorum. 

2 yıl önce bu günler. Zürih sokaklarında yüzümüzde daimi bir tebessüm. Yoldayız çünkü. Yolda olmayı seviyoruz. Biz "yolda2yolcu" olalı beri @yolda2yolcu_h ile söylediğimiz bir şey var, "her şey daha güzel olacak" Bir niyetin tebessümle taçlandırıldığı gerçeklik hali. Elbet koca bir teşekkürü hak ediyor hayat arkadaşım, yüzümü hep güldürdü çünkü. Birlikte nice yollarımız, yolculuklarımız olsun inşallah.
.
Hayatta en çok istediğim, varlığından gurur duyduğum, kardeşim olsun diye her şeyden vazgeçmeye niyetlendiğim @uzaytopuz hadi diyor, ben geliyorum siz de gelin. Zürih planı bile yokken, böylece ekleniveriyor listeye. Gidiyoruz. Ne güzel bir kardeşsin bir bilsen, ne yakışıklı, ne iyi kalpli. İyisin yani, güzel bir adamsın. Varlığın yetiyor, tüm güzellikler senin olsun emi.
.
Uzakları yakın eden teknoloji ile annem babam da bizimle. Her yeri görebilirsinler istiyor insan. Bazen denk gelmiyor işte. Derim ya, kalpler bir olsun önce. Sevgi ile büyütülmüş, o şanslı çocuk benim. Yüreğim bu kadar büyükse ve sığıyorsa tüm dünya içine, onlar sayesinde. Hep var olun, dağ gibi gücünüz, denizler kadar sevginizle,
.
Minnettarım hayatıma, beni pişirme haline. Hırpaladığı da oldu, pamuklara sardığı da... İyisi de kötüsü de bize ya hayatın... Yaşıyoruz işte.
.
Söz uçar yazı kalır ya... Kalsın burada.

 



Velhasıl, içimin coşkunluğu ile karşıladım 2022'yi;
Bol gezmeli, görmeli, kahkahalı, bedenen ve ruhen sağlıklı, huzurlu, dengeli, sabırlı, heyecanlı, az dertli, dostlarla kurulan sofraların bereketli, sohbeti keyifli, aile ile geçirilen günlerin kıymetli, tüm bunları yaparken yeter miktar paralı bir 2022 olsun. 

30 Aralık 2021

Güzel Dilekler, İyi Niyetler

Bir kaç zamandır, olumlu düşünmenin üzerimdeki etkilerini gözlemliyorum. İyi niyetlerle döşenen yollardaki mayınları temizlemek kolay olmuyor. 49 yılın alışkanlıkları öyle bir günde falan silinmiyor. Anı yaşamak da denildiği kadar kolay değil.

Blog yazdığım o yoğun yazma, içini akıtma, içini dışarı çıkarma, içi dışı bir günlerden sonraya denk gelir, "instagram" ile tanışıklığım. Fotoğraf tutkuma eklenen kısa cümlelerle, zaman zaman yazdığım "evrence karalamalar" ile bloga olan özlemim kısmen törpülenmiş olsa gerek ki, uzun zaman bakmadım "Evrenin Dünyası'na". Zaten belli bir tuş sayısı ile nispeten "ciddi" mecra kuşum "twitter" da gündem takip ettiğim bir sanal alan olarak kaldı hayatımda. 

Günlük tutmayı becerebilen insanlardan değilim. Öyle düzenli okuma, yazma, izleme ritüelim falan da yok. Denk gelir, okurum günlerce, aylarca, kitaplarca, denk gelir yazarım bloglarca, sayfalarca, denk gelir izlerim, saatlerce, bölümlerce. Bu aralar yazasım var. Akıyor gürül gürül klavyem. Hiç bir şey seyredemiyorum mesela. Okumak da sancılı bir "kıracaksın şeytanın bacağını", " işte bu kitap o kitap" nidalarıyla, günde 30 sayfa boyu ilerlemiyor. Ne zaman seyretmeye ya da okumaya niyetlensem, bir iç sıkıntısı, bir kafada planlar, akla hayale gelmeyecek iş listeleri, uzun zamandır aranmayan kişilere, "alo" deme isteği. 

Bak bu aralar kendime bile fazla geldiğim bir durum var ki; "konuşmak", yeminle benim diyen dinleyicinin içi daralır. Benim kendimden içimin daraldığı oluyor. Bak ya acaba bu yüzden mi yazıyorum ben gene. 

İnsta enteresan bir yer, öyleymiş hayatlar, böyleymiş güzelliklerle bezenmiş bir "sanal" dünyada kendini o dünyaya kaptırıp neden okunmuyorum, neden okunuyorum diye kafayı sıyırma noktasına gelenler mi ararsın, ara ara o "sanallık"tan bunalıp gerçek hayatına dönüş yapıp, orada barınamayıp yeniden "mış" hayatına dönenler, bunu hayatının itirafı olarak, salya sümük anlatanlar mı ya da ne bileyim, her anını ama her anını "story" yapıp, birileri hayatı ile ilgili bir şey söyleyince, kim oluyorsunuz da siz benim hayatıma laf söylüyorsunuz, benim özelim bana, siz karışamazsınız diye çemkiren ama özeli dediğini bile an be an "sanal"da yaşayanlar mı?

Galiba becerebilene, dozunu tutturabilene her "sanal" ortam güzellikler sunuyor. Biraz da ilgi alanının ne olduğu önem arz etmiyor değil. Herkes de "Meydan Larousse" meraklısı olmak zorunda değil. "Hey" dergisi hastası, "Müge Anlı" heyecanlısı, "Siyaset Meydanı" müptelası da olacak ki çeşitlilik artsın. Valla ben inanıyorum nerde çokluk, orada bereket.

Şu güzel ömrümün, şu fani dünyada geçirdiği 49 yılı geride bırakırken, üstelik 50'ye dayadığım merdivenle bu yılı karşılıyorken, kendime verdiğim sözüm falan yok. Tutmuyorum çünkü, çok denedim, çok yanıldım. Gene deneyip gene yanılsam da olur aslında. Galiba bu hayatta becerdiğim şeylerden biri haline geldi "kabullenmek". Mesela reçel pişirmeyi beceremiyorum, aldım koydum bu yanımı bir kenara. Çok denedim, çok şerbet, çok kaya, çok balçık yaptım ama reçeli yapamadım. Baktım olmuyor, yemeği de bıraktım. Anacığım yaparsa ne ala. Bak o zaman ağız dolusu yer, son lokmasına kadar keyfini çıkarırım. Bir diğer şey "asla" dememeyi öğrendim galiba. 

Asla yapmaz, asla seyretmem, asla gitmem, asla dokunmam... Hayat bu! Öyle bir "yedirir ki" o "asla"yı diyene, o masadan kalkamaz bir süre. 

Pandeminin yarattığı hezeyanları bir yana bırakıp, üstelik 2021 yılı başında Corona atlatmış insanlar olarak, 2022den de kendimizden de büyük beklentilerimiz yok. Mavişi tam zamanında ve severek aldık ki hayatımıza, galiba en çok minnet bu anlamda kendimize. Kesinlikle, hayata baktığımız yeri daha çok sevmemizi sağladı. 

Her daim sağlıklı olmayı öncelikleyerek, daha çok doğada olabilmeyi, daha çok çiçek görmeyi, kuş sesi dinlemeyi, ağaçlara daha çok sarılabilmeyi, yeni yerlere, göklere, denizlere, göllere uyanabilmeyi, haliyle gezmeyi, kediye, köpeğe, insana, yaşlıya, gence daha umutlu günler, yarınlar sunacak bir ülkeye hızla ve daha fazla vakit kaybetmeden dönüşebilmeyi umuyorum. 

Umarım ve diliyorum ki, iyisiyle, güzeliyle, acısıyla, tatlısıyla, 2022'de de iki kelam edecek nefesimiz, insanımız, neşemiz, sağlığımız, bunları yapacak paramız olur. 



Sevgiyle, inançla, aşkla... Hoşgel 2022.





28 Aralık 2021

Siyah Kutu


Eski bir Rum köyünün sokaklarında, cumbalı evlerin arasında, denizin kokusuyla yürüdüler bir süre. Sessiz ve istemsiz. Sabahın erken saatlerinde, ada vapurunda kulağına çarpan kelimelerin kırıkları, ellerine batmış gibiydi, hiç değmedi yürüyüş boyunca elleri ellerine. Sessizliği bozan Dimitri oldu. 

"Biliyor musun İsa'dan Önce 5.yy'da kurulduğu varsayılıyor bu köyün" Güzelce'nin tarihe merakını bildiğinden, bir ses olsun aralarında diye konuyu açmak istese de, karşılıksız kalan bir monolog gibiydi sözleri. Dimitri anlatmaya devam ediyordu ama duyulmuyordu sözleri. Yıkık evlerin ahşap karkaslarında asılı kalan kelimelerine, köşeyi dönerken hafifçe başını eğip baktı Dimitri. Üzgündü ve bir o kadar öfkeli, zamanı geri alması mümkün değildi. Zaten alabilse, o sabaha değil 6 ay öncesine dönerdi. O aptal geceye. O saçma tercihe. O... Kelimeleri giderek çirkinleşiyordu. Sustu. Güzelce, kırgındı, incinmişti. Dimitri'nin söylediği her kelimeyi sindirmeye çalışıyor ama bir türlü hazmedemiyordu. Gene de o vapurdan inip, diğerine binmişti. İstemsizce.

Güzelce ilk kez geliyordu Trilye'ye gelirken de kafası karışmıştı doğrusu.  İstanbul'dan günübirlik geldikleri eski Rum köyünün birden fazla ismi vardı:  Tirilye, Trilye, Zeytinbağı. ne gerek vardı böyle kafa karışıklıklarına. Sevmezdi Güzelce belirsizlikleri, net olmayı severdi. Doğru bir taneydi. Renklerse siyah ya da beyaz. 

Trilye’nin adıyla ilgili üç rivayet anlatmıştı, sahilde iğne oyası tezgahı olan Fadime Teyze. 70 yaşına dayadığı merdivenleri, elinde bastonu ile çıkmak zorunda kalmış olmanın verdiği his, yüzünün tüm çizgilerinden okunuyordu. Geçkin yaşına rağmen gözlük kullanmıyordu. Güzelce'nin dikkatini en çok bu çekmişti. 3 paket sigara içtiğini sohbetleri sırasında öğrenecekti. Her gün bir elma yediğini ve bir baş soğansız gün geçirmediğini de. Güzelce severdi insanla sohbeti. Dimitri, hep  daha çekinik olandı. Güzelce zamanla Dimitri'nin insan sevmediğini bile düşünür olmuştu. Fadime Teyze soluksuz anlatıyordu bildiklerini, buraların 3 efsanesini de aynı şekilde anlatıverdi, bir bir. Dimitri sevmemişti Fadime Teyzeyi. Rol çalmıştı bir kere. Bugün Dimitri'nin günü olacaktı. Salaklık etmeseydi tabi. 

"Vakti zamanında üç papaz varmış; Yani,  Yorgi ve Sorti. Kovulmuşlar ayrık otu gibi davranınca,  te buraya manastıra yerleşmişler. Tri üç demek biliyon değil mi? E ilya 'da papaz demekmiş, olmuş mu sana buranın adı Trilya. Her birinin yıkık dökük kiliseleri var. Gezersiniz."

Tezgaha yanaşan meraklı ama almaya niyetli olmayan esmer güzeli, süslüce kadının sorduğu sorulara sessiz kalıp, kadını sinirlendirince, uzaklaşan kadının ardı sıra "hem almıycan, hem sohbeti bölüyon" deyip söylenmese iyiydi de, Fadime Teyze bu, sevmediğine, içinin ısınmadığına değil iğne oyası satmak, selamını vermezdi. Meşhurdu gezginler arasında. Ondan iğne oyası almak parayla değildi.  

Güzelce'nin yüzüne baktı Fadime Teyze, ismin ne senin dedi. "Güzelce" dedi. Gülümsedi, oya gibi yüzün, pek yakışmış ismin. Şefkatle gülümsedi Güzelce. İnsanın içini ısıtan  o tarifsiz kahve ışıltılı gözlerini kıstı. Yüzündeki melek kanatlanıp, Fadime Teyzenin omzuna, oradan  bir sokak köpeğinin kulağına, huysuz tırsak bir kedinin kuyruğuna, balıkçı teknesinin bayrağına... Derken uzaklaştı limandan tarafa. 

"Anlatsana efsanaleri" oysa hepsini biliyordu. Hep yaptığı gibi bir yere gitmeden önce tarihini araştırır, gezilecek yerleri önceden belirlerdi.

"Küs müsün sen bu delikanlıya" 
Omzunu hafifçe kaldırdı Güzelce. Gözlerini düşürdü. Yüzü asılıverdi, yüreği buruş buruş oldu. Nefesi daraldı. Ama toparladı. Salıvermek yoktu kendini. Söz vermişti. Sözünü tutacaktı. Gözyaşlarını, kırgınlığını, adaya saklayacaktı. Bildiği limanda boğulacaktı. 

Anladı Fadime Teyze, Güzelce'nin çaresizliğini. Üstünde pek durmamış gibi yaptı, yaptı yapmasına ama sevmemişti Güzelce'nin toprağa bakan gözlerini.  

"Vakti zamanında korsan saldırıları çok olurmuş, civar köylerden üçü buraya sığınmış, oradan türemiş diyorlar. Bana kalsa en güzeli şu anlatacağım hikaye; ecnebi dillerden birinde kırmızı balık demekmiş Trilye, Barbun balığı vardır bilir misin? Ben çok severim, tavada kızartması olacak ama, yanına bir salata." 

"Eeee Zeytinbağı nereden geliyor peki, bazı tabelalarda gördüm"

"Osmanlı'da Mahmut Şevket Paşa Kasabası denilmiş, 60'lı yıllarda, zeytincilikle geçiniriz biz, o zamanın devlet büyükleri düşünmüş, bu ismi uygun görmüş, tutmadı tabi,  biz benimsemedik, dilimiz alışmış Trilye'ye, hem hikayeleri anlatılır nesilden nesile, pişmiş aşa su katmaya çalıştılar olmadı senin anlayacağın."

Daha neler neler anlatacaktı Fadime Teyze ama bir otobüs dolusu turist gelince, tat kalmadı sohbette. Ayrıldılar tezgahın başından, mahallenin içlerine doğru yöneldiler. Sıralı balık restoranlarının yanından sokağa girdiler. 

Dimitri ilgisini çeker diye, başlamıştı gene anlatmaya, "1560 yılında Aya Todori Kilisesiymiş"  Güzelce yürüdü öylece, Dimitri susmak zorunda kaldı. Sessizce ve kafalarını bile çevirmeden geçtiler Fatih Camisi'nin yanından. Dar sokaklarda hiç tanışmamış gibi ilerlediler yanyana. Fadime Teyzenin anlattıkları unutmamak için kafasında yineliyordu Güzelce, bir de Dimitri'nin ara ara duyulan sesini bastırmak için. Sessizdi, narindi, karıncayı ürkütmeyen adımlarla, incecik bedenini havalandıracakmış gibi esen rüzgarın etkisiyle süzülür gibi ilerliyordu dar sokaklarda. Dimirti her adımda aşık oluyordu ona, her adımda çok daha pişman. Dimitri'nin düşünceli hali yerini  endişeye bırakmak üzereydi. Boğuşuyordu Dimitri, dövüyordu sokağın taşlarını adımlarıyla. Gerginliği vücudunun bükülmesi zor bir demir levha gibi olmasına sebep olmuştu. 
 
Tabut Evin yanından devam edip, Taş Mektebi geçtiler, yokuş yukarı Tarihi Çamlı Kahveye doğru yöneldiler. Yokuş Dimitri'yi zorladı. Nefessiz kaldı bir an. Güzelce dönüp bakmadı bile. Güzelce, kanatlı bir melek gibi, süzülmeye devam ediyordu yürüdükçe. Sahilden beri ağızlarını bıçak açmamıştı. Dimitri'nin bir kaç girişimi de karşılık bulamayınca, üstelememişti Dimitri. 

Kahve içmek için oturdular. Sade istedi biri, az şekerli diğeri. Sessizlik sinir bozucu bir hal almış olasa da Güzelce'nin yüzü öyle güzeldi ki, seyretmeye doyamıyordu Dimitri. Ama o sinir bozukluğu ile yanlış bir kelime daha çıkıverecek, Güzelce bir kez daha kırılacak diye ağzını bile açamıyordu. Oysa o anlatmak istemişti, Trilye'nin efsanelerini, o anlatacaktı üç papazı, ilk resimli kiliseyi... Dündar Evi'ne inerlerken, "Tüccar mıymış" dedi Güzelce. "Kim" dedi Dimitri. "Dündar" "Bilmiyorum ki..." Sevinmişti Dimitri, sonunda sessizlik bozulmuştu. 

Başladı anlatmaya heyecanla. "Hagios Ioannes Kilisesi...." Güzelce kendinden beklenmeyen sertlikte bir ses tonu ile kesti Dimirti'yi. "Biliyorum anlatmana gerek yok, ben Dündar'ı merak etmiştim" dedi. Kimse bilmiyordu Dündar kimdi. 

Dimirti bir kez daha sessizlikle yüzyüzeydi. Bugün bu duvarı aşmaya bir kez daha cesaret edemeyeceğini hissediyordu. 

Sokaklarda esler çizmeye başlamışlardı. Kelimeler, düşünceler ve ayaklar başına buyruk sessizlikte savrulmaya başladılar. 

Kemerli Kilise'nin kemerinin altından geçerken el ele olacaklar diye hayal kuran Dimitri,  dualarla tek başına geçerken Güzelce'nin ardı sıra yürüyordu. Kilisenin yanından geçip deniz tarafından sahile doğru yürümeye başladıklarında, Güzelce omuz başlarına verdiği ağırlıkla, taşımakta iyice zorlandığı sırt çantasını taşa koyup denizi seyretti bir süre. Bugün yükü ağırdı, ölmeyi isteyeceği kadar ağır olan yüküyle iyi bile dayanmıştı. Az ilerde ağacın altındaki banka tek başına oturdu, çantasını sağa koydu ki Dimitri de oturursa arada bir engel olsun. Soldan deniz kıyısına inen patikaya doğru baktı. Böylece sırtını da dönmüş oldu Dimitri'ye. Yedi kilise, üç manastır ve üç de ayazmadan geriye kalan yıkıntıları, sırf farklı düşünüyorlar diye, aforoz edilen azizleri, rahibeleri, bu evlerde, topraklarda yaşam sürmüş Rumları düşündü. Düşündüğü hiç bir şey acısını hafifletmiyordu. İçinde bir yer çok ama çok acıyordu, Dimitri'nin sözlerini kulaklarından silmeye çalıştıkça, beynine çivilerle yazılıyordu. Ada'dan ayrılırken, geminin yarattığı dalga seslerine karışsın istemişti bütün duydukları. Onları oracık da savurdğunu sanıyordu denize. Ama her durduğunda, kendi ile baş başa kaldığında o kelimelerle boğuşuyordu. Onları Dimitri'den duyacağına ölse daha iyiydi. 

Dimirti, Güzelce'yi rahatsız etmeyecek bir mesafeden onu seyrediyordu, özür dileceği yüzlerce cümleyi kurup bozdu. Hiç biri olmuyordu. Oysa bu günü nasıl da özenle planlamıştı. Günlerce gelecekleri bu eski Rum Köyünün tarihine çalışmış, Güzelce'ye anlatacağı hikayeleri derlemişti. Üstelik gelecek ile ilgili hayallerini cebinde saklı tuttuğu siyah kutuya aylar öncesinden koymuştu. Kuyu yanına alıp almadığını onlarca kez kontrol etmişti. Gece tuvalete kalktığında bile ilk baktığı kutu olmuştu. Nasıl yapmıştı bu kadar aptalca bir şeyi, hadi yaptı, nasıl anlatmaya kalkmıştı Güzelce'ye. Kırılgan, narin, hayatın defalarca kırdığı gen de yapışmayı başaran Güzelce'ye bunu nasıl yapmıştı. 

Güzelce oturduğu banktan kalkmaya niyetlenince, Dimitri'nin ona doğru uzanıp çantasını taşımak istediğini belirten eli, tıpkı kelimeleri gibi karşılıksız ve havada asılı kalmıştı. 

Ah Dimitri, ahmak Dimitri...  Sırası mıydı aptal sırrını açıklamanın. Adadan ayrıldıkları anda, gemiye biner binmez, sanki müjdeli bir haber verecekmiş gibi coşkulu çıkan sesini bastırsa, içi içini yemese, içini kemiren kurdu oracıkta boğuverse, unutulmaz bir gün yaşayacaklardı. Dimitri içiyle dövüşenlerdendi. Her seferinde de kendine yenilen. 

Sahile indiklerinde Fadime teyze çoktan tezgahı toplamıştı. İyi ki o pembe bahar çiçeği oyalı peçeteyi aldım diye geçirdi Güzelce içinden. Döndüğünde tezgahın kapanmış olacağı ihtimalinden değil de, Fadime Teyzenin, söylediği bir sözden dolayı almıştı o parçayı Güzelce. "Yaralar Güzelce, sen istediğin müddetçe kanar. İstersen bir yarayı tuzla da şu kenarı oyalı peçeteyle de bastırabilirsin. Sen neyi seçersen, o yara ona dönüşür." Güzelce yarasının oyaya dönüşmesini diledi o anda. O nedenle aldı peçeteyi. Hoş onu peçete olarak falan kullanması imkansızdı da, almıştı işte, yaraya ilaç olur maksadıyla. Bir de Fadime teyzenin Güzelce'nin bileğine doladığı nişan yüzüğü oyalı bileklik vardı. O onun Güzelce'ye hediyesiydi. Güzelce, dönüş yolculuğunda bıçak açmayan ağzına, söz dinlemeyen yüreğine, artık durması imkansız göz yaşına laf geçiremeyince, olanlar oldu. 

Dimirti ne yapacağını şaşırdı. Oturdukları yerden vapurun iskele baş omuzluğundaki köşeye doğru yürüdüler. Rüzgara verip yüzlerini, sarıldılar birbirlerine. Boğulurcasına ağlayan ve "nasıl nasıl" diye göğsünü yumruklayan Güzelce'ye sarıldı Dimitri. 

Güzelce'nin kulağına neredeyse fısıltı gibi çıkan sesiyle, 

"Seni gördüğüm ilk günü hatırlıyor musun Güzelce, Değirmen Tepesi'ne geldiğinizde, sana açılmak istiyordum ama bir türlü nereden başlayacağımı bilmiyordum. İçinde biyolüminesans geçen  bilimsel bir cümle ile konuya girip, ışık saçan gülüşün nedeniyle, okyanuslarda yaşayan o eşsiz ışıldayan denizanası gibi muhteşem olduğunu söylemiştim sana. Zavallı Dimitri. İltifat becerisinden yoksun Dimitri. Bari deniz kızı falan de, değil mi, denizi anası da nereden gelmişti aklıma. Sense gözlerini hiç ayırmadan gözlerimden, nasıl da kahkahalarla gülmüştün Güzelcem. Nasıl daha fazla hayran bırakabilirdin ki kendini bana. Sen arkadaşlarınla mezarlığa doğru giderken, iğne yapraklı çam ağaçlarına sırtımı verip, hayaller kurmuştum. Senden beni affetmeni bekleyemem Güzelce. Ben en olmadık zamanlarda, saçma cümleleri bir araya getirip, seni hep güldürmeyi diliyordum. Bugün bu eski Rum Köyüne gelirken, istedim ki, seni eşim olarak görmeyi arzu ettiğim geleceğimize, çamur gibi yapışmasın geçmişim. Hata bir kez yapılır Güzelce. Söz veriyorum, ömrün yettiğince seni güldüreceğim. Beni yüreğinden aforoz etme. Beni ışığından mahrum bırakma." 

Güzelce bileğinden özenle çıkarttığı bilekliği, Dimitri'nin avucuna bıraktı. Gözlerinin içine baktı. Çok şey söyledi, hiç sesi duyulmadı. İncecik bedenini havalandıracakmış gibi, esen rüzgara doğru açtı kollarını, Dimitri bir adım geri çekildi, nefes alsın istedi Güzelcesi. Hiç ön göremedi, tıpkı bu sabahki gibi, hiç anlamadı Güzelcesini. Güzelce çevirdi kafasını sola doğru, baktı Dimitri'ye, süzülür gibi bıraktı kendini vapurun baş kısmından, dalgalara karıştı narin bedeni. Dimitri Güzelce diye bağırıyorken, vapurun sireni çaldı iki kez, 2 kez çaldı tam da o anda, denizin içinden gökyüzüne doğru kaynağı belli olmayan bir ışık patladı. 

Dimitri sendeleyerek kalktı yataktan, alarmı kapattı. Rüyası habercisi olmuştu, son zamanlarda kısa metraj film gibiydi rüyaları, hem de renkli. Güzelce'ye bugün değil hiç bir zaman olanları anlatmayacaktı. Sırrını, aptallığını derinlere gömecekti. Hiç çıkartmayacaktı oradan. En güzel kıyafetlerini giyip, kontrol etti cebindeki kutuyu. Hızla indi limana, Güzelce oradaydı. Gözlerinin ışığı öyle parlaktı ki, Dimitri gülümsedi. Neydi rüyasındaki kelime, hatırlayamadı. Hatırlasa, tüm rüyayı bir çırpıda Güzelcesine anlatacaktı. En çok da deniz anası kısmına gülmüştü sabah aklına gelince. Biraz değiştirecekti elbet hikayeyi. Biliyordu günün sonunda Güzelcesi denize değil, onun kollarına atlayacaktı. Telefonun mesaj kutusuna gelenle yüzünde çiçekler açtı; mesaj kardeşinden geliyordu: 

"Her şey hazır, gün batımında, Taşmahal'de olacağız. Çok heyecanlıyız. Kutuyu unutma, vapuru kaçırma!"



KELİME OYUNU 56 / Kelimeler: Denizkızı/Lüminesans/Rahibe/Şefkat/Tüccar


Fotoğraf / Çanakkale seyahatinden






27 Aralık 2021

DELMECE YAYLASI Bir Maceradır #y2ymavis


Perşembe gününden başladım; nereye?

Günler önce zarfı da yollamışım; kar kış kıyamete diye. 

Cuma akşamı; erken mi çıkarız?

Cumartesi sabahın onu; amannnnn keyif de mi yapmayalım. Hem paketler var. 

Cumartesi öğlen saatleri, bir civarı; hadi hadi güneş harika. 

Cumartesi yolda, ikiye gelirken ; Selimiye üzerinden Delmece yaylası yapsak?

Cumartesi yolda, üç gibi; manzara harika, bir mola versek?

Cumartesi yayla yolunda; şahane değil mi? 

Cumartesi yayla yolunda; eeee yol açık mı? Değil mi? Buz mu? Dönmek lazım o vakit. Sahilden gider miyiz  Armutlu'ya? 

Cumartesi yaylada; geldik valla. Aferin bize. Şoför usta olunca. Hak ettik kahveyi, önce bir sucuk ekmek ve şarap molası iyi olmaz mı? Akıllı kadınım tabi :) Hem de becerikli. 

Cumartesi dönüş yolunda arabada, ne ara beş oldu; Şanslıyız değil mi? Gün de batıyor. Dur bizimkileri arayalım. 

Cumartesi Delmece Yaylası'ndan Mecidiye köy üzerinden Armutlu Sahil yolunda; Kalır mıyız?

Cumartesi akşamüstü, altı civarları; Kalalım, pazar hava 18 derece lodos. 

Cumartesi akşamüstü, yedi olmuş bile; Bir şişe daha şarap mı alsak? İçer misin? 

Cumartesi akşam, denizin dibi, çam ağaçlarının altı, sekize beş var; Hayat bize güzel.


Cumartesi gece yarısı, on ikiye yirmi var; dönmek zorundayız. 

Cumartesi gece yarısını beş geçe; yatağın olduğu yer ıslaktı, su almış olabilir mi araba? 

Cumartesi gece yarısını on geçe; sineklik yüzünden oldu her halde. 

Pazarın sıfır sıfır otuzikisi; yolun en ıssızı, fonda Zeki Müren, İmkansız... Bu kadar olur, sevmiyorum gece araba kullanmayı, ama kader, adam on yılın başı, keyfime dokunma demiş, ben bu gece içeyim demiş, ne yaparsın, bildiğin durum şu: şoför Evren, tırsak tırsak araba kullanacak. 

Bahtıma yol zifiri; bir de üstüne, giderken giderken bitti iyi mi?  Buyur buradan yak. Bu tepe de neyin nesi? Hem neden bu kadar karanlık. 

Pazarın bire on kalası, kendi kendime öfkeli; sevmiyorum gece gece araba kullanmayı.

Ne demek bir şey olmaz, geri mi döneyim? Tek gözün kapalı halde nasıl biliyorsun tüm bunları, sen numara mı yapıyorsun? Bak gene uyudu? 

Bunları uyurken nasıl da biliyor, ben nereye bakıyorum acaba yolda giderken? 

Zaman dediğin su gibi akıyor, yol virajlı dönüyor da dönüyor. Fonda Çiğdem Gürdal | Olanlar Oldu Geçti Artık, iyi de ben bu şarkıyı bilmiyorum ki. Söylemem lazım bağır çağır. Yoksa uykum gelir. Camı açayım. Soğukmuş, kapatayım. 

Frekans değiştir, fonda Bir Kızıl Goncaya Benzer, kim söylüyor ki, kim söylüyorsa söylüyor... Ben eşlik edeyim. Ver coşkuyu... 
Bir kızıl goncaya benzer dudağın
Açılan tek gülüsün sen bu bağın

Olmayacak bu iş böyle, frekans değiştir; castık castık... Yok bu kafamı şişirir. 

Frekans değiştir; reklamlar... Olmadı, neyin reklamı bu, bu saatte.

Frekans değiştir; "Rüyamda Buluttum" Can Bonomo... Oh tam bir yol arkadaşı. Hem Demet de var. kankam sayılır. 

Nerede başladı bu hikaye de
Ben böyle delirdim
Nasıl oldu da sevdim çok canımdan
Ben böyle değildim

Gene mi reklamlar... Ne güzel de söylüyordum. 

Frekans değiştir; Zeki Müren,  Yıldızların Altında... Valla da öyle, gidiyorum yıldızların altında. İstanbul yoluna çıkayım, sonrası kolay. 

Pazarın biri çeyrek geçesi; Kurtul mu yazdı o tabelada, ne çok araba var yollarda,  Ovaakça'ya gelmişiz. Yaşasın. Nereye gidiyor insanlar gecenin bu saati.  Çevre Yolu, rahat bir nefes derken, ralli mi yapıyor bunlar, çıkışa 500 m tabelası mı o? Hopppp evin sapağına geldik bile. 

Müzeyyen Senar, Benzemez Kimse Sana hem de Tarkan'la düet, ver coşkuyu... 

Mahalleye geldik.

Pazarın bir saati... Gecenin bir körü... Maceranın dibi... 

Nihayet; otopark

Ev,

Çiş, 

Diş, 

Yatak. 




 

 

26 Aralık 2021

Özlemek Taç Yapmaktır Aslında



Keşkelerden bir mümkün yaptım kendime, acabalardan bir dünya.

Seni bir nehir kenarına bıraktım, kendimi dağın başına.

Mümkünlerden kaybettim şu hayatta, galibalar acıttı canımı en çok.

Seni özlediğim sabahlara uyandım, öğlen rakısını bahane edip içli köfte yapıp sessizce ağladım.

Kozalaklar topladım, içinde anılar sakladım, 

senden sonra tek tek çıkarıp onları kavanozlarda sakladım. 

Komşular geldi, can fıstığı sanıp helvamı kavurdular, 

en sonunda karalar bağladı tencere bahtlı yüreğim, onu bile anlamadılar. 

Sana ait ne varsa gürül gürül çağlayan sulara bıraktım, tencereleri, kavanozları, tülleri.

Yelkenli oldular, rüzgar doldular. 

Gözyaşımı, uzak diyarlarda sevda türküsü belleyip ucuz pavyonlarda uvertür olarak çaldılar.  

Ben seninle olmazları başıma taç yaptım, yüreğime çan.

Şimdi vakitler ne zaman seni gösterse, uzak şehrin kilisesinden bir ses duyulur. 

Çandan öte, cana yakın kederli bir ses, sevenlerin burnunu sızlatır.  



Fotoğraf / Ocak 2020 / Darmstadt Gezisi




22 Aralık 2021

En Uzun Gece





21 Aralık üzerine... 

Nedir en uzun gece? Ne zamandır? Bu sorulara uyandım bu sabah. Kendi kişisel tarihimin... "evet canlı bir tarih sayılırım, dile kolay 50'ye kaldı 3-5 ay. Yarım asırlık insanım yahu. Valla tuhaf bir duygu. Sorsan ne ara yaşadım, şöyle bir dönüp baksan neler neler yaşadım."

Bak ya gene cümlenin başı kalmış bir yerlerde, iç ses ele geçirmiş tarihe ışık tutacak yazımın akışını.

Nerede kalmıştık?

Pardon ya hiç başlayamamışım ki ben.

En uzun gece... Düşününce;

Hatırladığım en uzun üç gecemin ikisi; endişeli ve sabaha çıkacak mıyım? sorusu ile geçmişti. Diğeri babamın geçen yıl rahatsızlandığında yaşadığım, endişeli, her şeyi doğru mu yapıyorum ve elbette lütfen bu gece böylece gelip geçsin ve bitsin duygusu ile sarsıldığım anlara götürüyor beni.

İnsan tuhaf, zeytinliği düşünüyordum oysa bu sabah, ağaçları düşünürken, uzayıp giden bir konu düşüverdi orta yere. Zeytinden oraya nasıl geldim dedim. Aslında belki de hep oradaydı, zeytin kaçmaya çalıştığım ara sokak. Gel gör ki mahalle labirent. Dolaşıp dolaşıp aynı yere çıkıyorum. Gibi. 

Nerede kalmıştık?

Pardon başladığımı bitiremeyecek kadar karmaşık zihnimi döktüm masaya. Ben takip edemiyorum, okuyan da takip edemeyecek haliyle. Ünlü bir özdeyişle devam edeyim öyleyse "little little in to the middle", eh bu da böyle bir yazı olacak belli. 

Bak Şaşkın olsa hemen bir açıklama girer, güldürür, düşündürür, ille bağlardı konuyu isabetli bir yere.

Bense geziniyorum, Levent gibi, hikayenin aslını astarını anlayan olmadı. Tarık hikayenin iyi karakteri mi? Belki de kötü?

Şimdi de soru şu?

Mutlak iyilik ve kötülük yoksa, neden bir hikayenin iyi ve kötü karakterleri var, neden iyi polis kötü polis var, neden? Kime göre iyi, neye göre kötü?

Fark ettim ki, -sen ulu kişilik, ilk sen fark ettin zaten- karşıtlık olmadan kavramları bir yere koyamıyor akıl. Güzeli çirkinle tanımlıyor, iyiyi kötüyle.

Uzunu kısayla.

Olacak hissediyorum, uzun gece ile başlayan düşünce yolculuğum kıyıya yanaşıyor.

Kıyı dedim de,

İstanbul güzeldi be! Valla bak. İstanbul bir kere.

Nerede kalmıştık?

Sen nerede kaldın acaba?

Okurken yani, nereye takıldın kaldın?

Ben şu uzun gecelerden birinde kaldım, öyküleştirsem ne güzel olurdu. Belki bir yerde öyküsünü yazmışımdır.

Öykü Tadında yazılar yazmayı özledim.

Geçen denedim, fena da olmadı hani.

Küçük İskender, Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm'de

"Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir." der.

Bence de dünyanın en uzun gecesi değildir, 21 Aralık. Hatta bir tarihi de yoktur. Hissi vardır.

En uzun ilişkinin, en uzun günün, en uzun gecenin... Hepsinin sende bıraktığı o "hiç bitmeyecekmiş" hali var ya, o en uzunu yaratan hal...işte bir tek o kalır elde gibi geliyor bana. Çünkü bana gelmesi demek insanlığa gelmesi demek. Genelleme için lütfen bana, güncelleme için daha yukarılara müracaat ediniz. Bu arada sırayı da bozmalayım lütfen.

Ahkama gel. Dur orada. 

En uzun ilişki yıllarla ölçülmez (mesela...)

Sağdan devam et;

En uzun gün saatlerle

Köşede bekle;

En uzun gece dakikalarla, ölçülmez.

Hafif başını sola çevir, şimdi oku bakalım: 

Sende kalanı alır koyarsın tartıya...Kefesi almaz o ayrı. Koyarsın ama. Ağırdır. Duygusu yani. 

Nasıl kestim ahkamı, tam kıvamında. Eee laf ağızdan bir kere çıkar, dedik bir kere, bugün ortaya serpme, azıcık da karışık. 

O duygunun öyle bir yerinde "oh" vardır ki, çıkarken sarsılır bedenin. Oh be "Kurtuldum"dur çünkü. "Bitti'dir" ve belki de en çok "Şükür'dür"

Nefesin değerini öğretir sana. Kıymet bilirsin. Sarılırsın, kendine, sevdiğine, seni o geceden alıp çıkarana. Mucizelere inanırsın. Mucizeler seni ayakta tutmuştur çünkü, bugün buradaysan, sensen, olmuşluğundan memnunsan biraz da böbürleniyorsan, ne güzelim be diye... payı vardır mucizelerin. 

Şimdi yazarken fark ettim ki, bir gecem daha var öyle uzun, ama öyle uzun ki, sabahı yok. Ertesi yok. Öyle uzun ki... 21 Aralık dile gelse, o geceyi anlatır. Ben de uzun muyum be der? Sen bir de Evren'in yaşadığı o geceyi duy, dinle.

Sonra dediğine utanır Aralığın yirmibiri,  çünkü Ahmet'in de, Ayşe'nin de Ali'nin de, Meltem'in de uzun olmuştur geceleri.

Basit bir hesap yapmaya çalışsak. 
Google için basit benim için büyük bilgilere ulaşmak için; soruyu yaz, entere bas: 
Dünya ne zamandır var; 4,5 milyar yıldır.
Bir yılda 365,256 güneş gün var. Hani artık martık oluyor, 4 yılda bir, işte o mevzu.
İlk insan ne ara yaşadı varsayılıyordu sorusunun da cevabını bulalım ve yapıştıralım.
"Dünya'da ilk olarak yaklaşık 50.000 yıl önce gezindiler. Populasyon Referans Bürosu (PRB) tarafından yapılan tahminlere göre, o zamandan beri türümüzün 108 milyardan fazla üyesi doğdu."

Hesaplayabilen varsa beri gelsin. E ortalama 5 en uzun gecesi olsa bir insan evladının... Yok yok bu hesaptan da çıkamam ben.

Şairin de dediği gibi, dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değildir, 
devam eder şair "Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir." diye. 

Fonda; Mercedes Sosa - Gracias A La Vida

Nasıl da yakışıyor geceye. Çalıyor içli içli. 

Çünkü uzun gecelerde, üzülür insan dünyalar kadar, yorulur kemikleri ağrıyana kadar, yıpratır kendini etleri lime lime oluncaya kadar. Çünkü insan en çok böyle zamanlar hisseder saniyeler de zamana dahildir, kovalamaz yelkovan akrebi, ondan durur saatler gecenin bir vakti. Uzar gece olmaz sabah. 

Eeee nerede kalmıştık?

Aaa hatıralarım sahi: 

Teşekkürler hayat...





Fotoğraf / Berlin, 2021, Holokost Anıtı 

21 Aralık 2021

Hızlandırılmış Nostaljik Tur

Aslında plan basit, #y2ymaviş ile İstanbul Anadolu yakasında, muhtemelen Riva dolaylarında bir kamp. Havasını soluyacağız ama karmaşasını yaşamak istemiyoruz. Serde toksik bir aşk ilişkisi, özelde tutkunun en saplantılı hali.

İki İstanbul sevdalısı düştük yollara. Dile kolay birimiz 20 diğerimiz 10 yıl yaşamışız. Güzel de geçmiş yıllar, yormuş ama o kadar da koymamış belli ki, her daim İstanbul dendi mi ikimiz de hevesli. Cumartesi sabahı bir ehli keyiflik, bir sakinlik, bir şunu da yapar mıyız listesi ki, değil iki gün hafta versen sığmaz...

08:15 Yoldayız. Mahalleden çıkmadan sanayi içindeki Mesut'a uğrayıp tam tekmil içelim ki, yola sağlam çıkalım fikri. Hemen karşılık buluyor. Yol üstü de değil ama olsun, İstanbul dediğin karşı kıyı.

Saat 8.30, kelle paça için biçilmiş bir saat. Kara kuru zeytin masada, başka zaman olsa, burun kıvrılır, ama sabah çorba öncesi, ilaç niyetine, bir yudum köy ekmeği ile altlık yapılması elzem. Çorba tarifsiz, bol sirke, bol sarımsak, zaten bol etli. Bitiyoruz, benim 3de1 gene adamın. Her seferinde fazla geliyor.

09:00 Yoldayız. İzmit üzerinden geze geze gitmeye karar veriyoruz. Yolda sürekli listeye yeni yerler, gençlik hallerimizin, salaş mekanları ekleniyor. İstanbul nostalji turu aylar sürecek gibi. Yol aldıkça, listedekiler bir bir eleniyor. Samatya Küçük Evde balık rakı ve Kireçburnu'nda kahvaltı listeden çıktı bile. Elimizde Anadolu Feneri, Kavağı var ki kesin. Beşiktaş, Kadıköy ise niyetine girilmiş iki nokta. Kavaktan çingene vapuru ile boğaz turu var ki, pazar günü hava yağışlı, ama kim korkar bulutlardan.

İlk durak anıları yıllar öncesinin, Kahve fincanında rakı! Gülmeyin. Kaptanın yeri caminin dibi, alkol izni yok haliyle ama kaptan da yılların kaptanı, bu meret içilsin de istiyor, bulmuş çözümü kahve fincanında. Kaptan ortaya karışık o günkü balıklardan getiriyor. Seneler sonra bir kez daha gümüş balığı, bol ekşili sosu da yanında. O günü, o güne dair tüm anıları deşiyoruz. Kah gülüyor, kah düşüncelere dalıyoruz. Bir kaç 2021 fotoğrafı sonrasında yeniden yollara düşüyoruz. 




15.00 Yoldayız. Kavağa gitmekten vazgeçip daha önce uğramadığımız Poyrazköy'e iniyoruz. Akşama konaklama yerini de böylece buluyoruz. Riva listeden silindi. Deniz kenarında bir büfe var, yanındaki otopark denize nazır, manzarada 3. boğaz köprüsü. Gecesi süper olacakmış. Hadi bakalım. Büfeyi işleten abla ile sohbet ediyoruz, "pahalandı buralar, kimse bilmezdi yolumuzu, şimdi karda kışta geliyorlar, lüks olduk, marul bile 7.30 olmuş, nasıl salata yapacağız balığın yanına bilmem" Saatler su gibi akıyor. Sohbet sıcak ve içten. Bırakıp gitmek olmayacak. Hemen planda ufak bir değişiklik yapıyoruz. Çengelköy'e kadar gidip, oradan minibüs ile Sarıyer, motor ile Beşiktaş, son kararımız gibi. Uygulamaya geçiyoruz. Beykoz, Çubuklu, Kanlıca, Hisar, Küçüksu, Kandilli, Vaniköy, Kuleli, Çengelköy derken, sahilden boğazı usul usul geçiyoruz.

Çengelköy İspark'a arabayı bırakıyoruz Üsküdar minibüsüne binip trafik sıkışıklığından yarı yolda iniyoruz. Yürümek iyi geliyor. Motora binmek için sıraya gireceğiz diye düşünürken, kalkmak üzere olana nakit para verip koşarak yetişiyoruz. Halatlar çekiliyor, hava bahar, haliyle dışarıda iskeledeyiz. hoş buz da olsa, biz gene Kız kulesini solumuza alırdık. İçimize İstanbul çekiyoruz. Nasıl da özlemişiz. Sarmaş dolaş oluyoruz. Öyle güzel ki, öyle güzeliz ki... İyi ki diyoruz.

Beşiktaş iskeleye inerken, endişeliyiz. Mahşer bu olsa gerek diyoruz, vaz mı geçsek diyoruz, kısa bir tur atıp geri döneriz diyoruz. Bunları derken "follow the flow" durumu yaşıyoruz. Beşiktaş - Taksim dolmuşunun kalktığı duraktaki kuyruğun sonu yok. İyi de bir Taksim havası da almayalım mı? sorununun cevabı gelemeden, Akaretler yokuşuna varmışız. Başka bir dünyadayız. İnstagramcılar iş başında. Fotoğraf çekmeyene tuhaf bakışlar fırlatıyorlar, dudaklar yarım aralık, beden dili zamanın ötesinde. Herkes güzel, herkes yakışıklı. Mekanlarda en azı 30lu kuyruklar. Parası olana cennet vaadi gibi bir durum. 

Hızla Maçka parkı yanından, İTÜ Taşkışla, Nişantaşı Kedili Park ve nihayet Taksim'deyiz. Taksim ışıl ışıl. AKM'ye selam çakıyoruz. Çok açız. Önce altlık niyetine, Fransız Konsolosluğu yanından anıların duraklarından biri daha olan, pidecide soluğu alıyoruz. Kavurmalı, yumurtalı, kapalı.

Kızılkayalar ikinci durak ama ulaşmak mümkün değil. Fotoğraf çekip ıslak hamburgeri listeden çıkarıyoruz. Beyoğlu'nda iğne atsan yere düşmez. Böyle bir kalabalık yok. Ezilemeden ve ezmeden çiçek pasajına varıyoruz. Tek tekçi duruyor, ama Şampiyonun yerinde yeller esiyor. Birer bira ve fıstık ile başlıyoruz anılar denizinde yüzmeye. Bir bira daha götürüyor sohbet. Mercan'dan da olsa bari birer çeyrek yiyoruz, ayıp olmasın diye de bir çöp soslu. Eh eski tatlar olmasa da... Sabırtaşı arayı kapatacak gibi.

Cumhuriyet Meyhanesi ve Nevizade'de bir anıya bakıp çıkacağız. Soldaki kırmızılık gözümüzü alıyor, Şampiyon! Tüh be... Olsun zaten çeyrek yemiştik, bir çeyrek birer ısırık, onca anının hatrı var.

Sabırtaşına doğru ilerliyoruz, 10 adım sonra oradayız. Biz oradayız da, Sabırtaşı'nın el arabası ortada yok. 5 kat zorlayacak, çıkmıyoruz. Ama ah bir el arabası köşesinde olsa. Tüneldeki pasajda kahve keyfine doğru yol alıyoruz. Sevdiğim duraklardan biri daha selam ediyor bana, ayin var, giremiyoruz. Mumları evde yakarım artık. Pasaja geliyoruz ama kotolar bira ile dolu olunca vazgeçiyoruz. 3 binişlik kartımızı alıyoruz, nostalji diye buna derim, tarihi füniküler hattındayız. 1863 yılında Londra'da hizmete giren yer altı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen en eski sistemmiş. 1875, 150. yıl yani. vay be oluyoruz. 

Karaköy'de kısa bir tereddüt anı. Kadıköy ağır basıyor, hem vapura da binmiş olacağız. Görücüye yeni çıkmış Galataport henüz anılarda yok, e bu gezi adı üzerinde nostaljik tur, hakkını teslim edip, bir sonraki bahara öteliyoruz. Kadıköy için bir kez daha 3 sıkımlık bilet alıyoruz. Vapurdayız, bahardan kalma hava bize yardımcı oluyor. Yorgunluk hissedilir seviyelere gelse de dönüş yolundayız, elbet kavuşacağız mavişe.

Kadıköy... Ah Kadıköy, ah Piraye... Ama vakit ancak Cafer Erol'a yetecek. Belki bir bira daha. Sonra doğru sarı dolmuşlara ve ver elini Üsküdar, uzat elini Çengelköy.

Bu insanlar çıldırmış olmalı... Nasıl bir kalabalık, anlatılmaz, yaşanmaz ve bizati arkanı dön ve çık hali. Anlaşılıyor ki bizi ancak bir bira daha paklar. Bir kaç fotoğraf çekip, tek-tekçide alıyoruz soluğu. Bira ve bir çeyrek kokoreç daha. Gece kıyıntısı gibi bir durum yaşıyoruz. Neyse ki, sarı dolmuşlar uzak değil. Sokak müzisyeni vermiş sırtını İş Bankası kuytusuna vuruyor gitarın tellerine ara ara. Takılıyor dinleyenlere. Ah bir vakit olsa, peçete de var cepte. İstek parça belli zaten. Mırıldana mırıldana biniyoruz sarı dolmuşa. Pıt pıt doluveriyor. 

24:00 Yoldayız. Üsküdar'da inip mavi minibüs durağına gidiyoruz, kaosun başladığı yerdeyiz. Halbuki ne vardı, karşıya geçecek derken, iyi ki yaptık be, helal olsun enerjimize derken buluyoruz kendimizi. Duygular yorgunlukla karışık. Kabul ediyoruz, bazen dozunda ve zamanında kaos ve yorgunluk da gerekli insana. Yaslıyorum en güvendiğim güçlü omza başımı, yorgunluk iyice çöküyor. Ellerimi ısıtan ellerine dokunuyorum usulca, bu benim teşekkürüm. Anlıyor. Bakışları üzerimde, doydun mu İstanbul'a diyor. Gülüyorum.

Maviş bizi bekliyor. Çengelköy hala canlı, hareketli. 23bin adım sonra bi miktar yorgunuz. Gene de kısa bir turu hak ediyor mahalle. O yorgunluğa rağmen gece ıssızlığına bürünen, cılız sokak lambası ile yarı aydınlık sokaklarda zamana meydan okurcasına yürüyoruz.  

01:00 Yoldayız. Nispeten rahatlamış trafikte, sakinlik ihtiyacımız yol göstericimiz oluyor, istikamet Poyrazköy. Obamızı kuruyoruz denize nazır noktaya, kimsecikler yok. El ayak çekilmiş, balıkçı tekneleri uykuya çoktan yatmış. Neyimiz eksik biz de sarılıp hemen uykuya dalıyoruz. Yağmur, düşmeye başlıyor, pıt pıt. Kafamızda kırmızı bir gerdanlık gibi ışıltılı köprü. Sabahı iple çekiyoruz.