23 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 4


ÖNCESİ...

Ella
Boston, 15 Haziran 2008
Bir önceki mesajında demişsin ki, "Romanını ili kez okuduktan ve Şems ile aranda bunca benzerlik gördükten sonra hayat hikayeni merak etmeye başladım. Bana nasıl Sufi olduğunu anlatır mısın?" Geçmişi konuşmaktan pek hoşlanmıyorum Ella, yine de sana anlatacağım...

Kitabı almasıyla, kapılıp gitmesi bir olmuştu. Kelimeler birbirini kovalıyordu ve o kitabı elinden bırakmak istemiyordu. 1 saatten fazladır o çay bahçesinde oturuyordu ve etrafdaki giderek artan kalabalık onun dikkatini dağıtamıyordu. Ta ki, bir kadının "Aşkım neden ısrarla o çay bahçesinde oturmak istiyorsun ki... Bak bu tarafdaki çay bahçesinin masa örtüleri daha güzel, hem koltukları da daha rahat" demesi üzerine adamın verdiği cevabı duyana kadar, "rahatlık değil ki beni çeken, baktığımda göreceklerimdir beni rahata erdiren" Kadın bu kelimeleri biliyordu, tanıdıkdı ses ve bildikdi cümle...

Kırmızı püsküllü ayracını dikkatle yerleştirdi, kapattı kitabın kapağını... Daldı derinlere. Baktı gözün görebildiği en uzak noktaya:

Genç adamı gördü. Arnavutköy'deki çay bahçesinde oturuyorlardı. Yan tarafdaki çaybahçesinin minderli koltukları daha rahat gibi dedi kadın, bu çaybahçesinin manzarası daha güzel dedi adam ve ekledi, insanı rahat ettiren nedir biliyor musun, gördükleridir. Balıkçıları seyrettiler beraber ve sohbet ettiler uzun uzun, ilk kez bir araya geliyorlardı ve adam kadını yakından tanımak istiyordu. Geçmişi anlat bana demişti ve kadın sevmem ama anlatacağım diye cevaplamıştı. Anılar anıları kovalarken, adam ilk kez o anda düşmekten korkma sakın, ben hep yanında olacağım demişti. Dönüp öpmüştü bir de yanağıyla dudağı arasında bir noktadan. Adama kanan kendini, en ihtiyaç duyduğu cümle bir çırpıda kulaklarına çarptığında parıldayan gözlerini gördü kadın. O günden sonra bir daha hiç göz göze gelmediler. Telefon ve maillerle sürdürdüler ilişkilerini. Nasıl tanımamıştı adam kadını. Bozulmuştu aslında ama belli etmemişti. Bir de tuhaf gelmişti, 2 gece önce konuştukları halde adamın onu tanımaması...

Genç kadın adamın arkasından bir iki daha seslendi. Adam kararlı adımlarla geldi çay bahçesine, biraz ileride bir masada denize yüzünü dönerek oturdu. Arkasından gelmedi kadın. Adam tek başına kaldı çay bahçesinde. Garip bir rahatlık vardı üzerinde. Umursamadı sanki kadının gelmeyişini. Hatta biraz zorlasan mutlu bile olduğunu çıkarabilirdin gözlerindeki gülümsemeden.

Neden sonra adam çay istemek için arkasını döndüğünde, kadını fark etti. Gülümsedi. Kadın da karşılık verdi. Adam ani bir hareketle yerinden kalktı. Kadın doğru geliyordu. Kadın nefesini tuttu. Tanımış olabilir miydi... Yok yok pek de tanımış gibi değildi yüzündeki ifade. Kadının masasına kadar geldi.

- Dün de karşılaşmıştık sizinle... Söylemeden geçemeyeceğim. Yüzünüzdeki ifade o kadar tanıdık ki...
- Dilerim sevdiğiniz birine benzettiniz...
- Daha çok aşık olduğum diyelim... Haftasonu için mi geldiniz.
- Kalacağım bir kaç gün daha.
- Elif Şafak okuyorsunuz. Sizin yaşınızda biri kendi romanını yazar herhalde. Yanlış anlamayın ve bozulmayın söylediğime, sadece yüzünüzdeki ifade, yarı yaşınızdaki bir kadından daha fazla bir hazineye sahip olduğunuzu söylüyor insana. Bir de tabi bakışlarınız. Haddimi aştım galiba. Ama elimde değil, vapurda gördüğüm ilk seferde de aynı duyguya kapılmıştım. Öyle iyi tanıyorum ki sizi. Keyfinizi bölmedim inşallah. Bakmayın benim densizliğime. Güzel günler dilerim, adada kaldığınız sürece...

Sonra dönüp oturdu aynı masaya adam. Bir sigara yaktı. Bir kitap açtı okumaya başladı. İnanamadı kadın kitabı fark edince. İki gece önce konuştuklarında önerdiği kitabı okuyordu adam. İçi sıkıldı iyiden iyiye. Nasıl olur dedi. Nasıl olur da tanımaz beni.

Telefon çaldı o sıra. Oysa nasıl da kaptırmıştı kendini kitaba. Kızdı telefonu sessize almayışına. Kırmızı püsküllü ayracını aldı, özenle kitabı kapattı. Telefonuna baktı. Güleç yüzlü adamdı. İyi ki sessize almamıştı telefonun...

- Söylemeyi unuttum, sevmezsin sen süprizleri kızarsın sonra, annemlerde gelecekler yemeğe.
- Neden?
- Neden mi? Hep beraber olalım diye.
- Tamam, iyi oldu haber verdiğin.

Telefonu kapattığında sinirinden ne yapacağını bilemedi. Şarabı bir dikişte içti. Kadehini bir kez daha doldurdu. Bir kez daha bir dikişte içti. Hep böyle yapardı. Garip halleri ne yorucu olurdu. Ne alakası vardı, anne babası ile yemek yemelerine ne gerek vardı. Şarap şişesini eline aldı. Dibinde kalanı kafasına dikti. Sakinleşemiyordu. Geçmişe gitti. Sinirlendi. Şömineye küfretti. Neden sıcaktı ki hem bu oda bu kadar. Balkon kapısını açtı. Soğuk yüzüne çarptı. Mutfağa geçti. Bir sigara yaktı. Neden açtım telefonunu sanki dedi. Neden kabul ettim yemek yemeği. Neden diye bağırdı. Zaten tatlı şarap doğru bir seçim de değildi. Okuduğu kitapdaki adama sinirlendi. Öküz dedi. Ne demişti bir arkadaşı. Her kadın hayatında en az bir kez bir öküze tapar. Bu da tapmıştı işte. Hem bu yazar ne garipti. Ne diye aralarında 10 yaş olan adamla kadını bir aşk hikayesinde anlatıyordu. Ne demekti ayrıca bir kez yüz yüze gelmek 10 yıl boyunca hep telefonla, emaille görüşmek. Hiç gerçekçi değildi. Zaten neden okuyordu ki kitabı. Güleç yüzlü adam da öküzdü. Kitaptaki adam da öküzdü. Bütün adamlar öküzdü.

Devam Edecek... __________________________ Devam Etti...

22 Mart 2009

TAZELENMEK

Kalakaldım ekranımın karşısında... Aslında Örselenmek serisine devam edecektim. Bu gece planladığım üzere şarabımı açmış, keyifle yudumluyordum. Aklıma üşüştü kelimeler, hikayenin devamını yazmak an'ıydı an. Ama öyle olmdı. Laptop'u açtım. Sevdiğim bir blogger yeni bir post girmiş, ona göz attım. Cassandra Wilson - Fragile söylüyor bir Sting bestesi aslında. Nasıl yumuşacık bir ses. Keyfime diyecek yok. Uzaktaki bir adamı düşünüyorum. O da bu gece şarabını yudumluyor mudur ki diye... Neyi dinliyordur acaba...

O anda dikkatimi bir blog çekiyor. Onun da bir dünyası olduğundan, merak ediyorum. Bayılıyorum böyle tek tıkla varılan dünyalara. Ne süprizler bekliyor insanı, ne güzel duygularla karşılıyorlar insanı bloggerlar. Bazılarıyla üzülüyor, bazılarıyla kahkaha atıyorsunuz, bazılarıyla düşünüyor, sevdalanıyor hatta zaman geliyor dost oluyorsunuz.

Bu blog ise beni kaçtığım, arkama dönüp bir daha bakmak istemediğim zaman dilimine taşıdı. Ama okudukça kaçtığım şeyden aldığım keyfi fark ettim. Aslında bütün sıkıntı ve üzüntülerine rağmen, sevdiğim anlar olduğunu, hatta bazılarını içten içe özlediğimi. Tanıdık sokaklar gördüm ve tanıdık yüzler. Sevdiğim mekanlarda dolaştım bir süre, böcek yedim doyasıya ve gülümsedim. Evet, gülümsedim. Bir gün o zaman dilimine gidip de, hatırlayınca gülümseyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama evet gülümsedim.

Francis Bacon'ın şu satırları hatrıma geldi. Döküldü diliimden.

Güzel anıları saklamanın en iyi yolu, onları yenileri ile tazelemektir.

Galiba geçen onca zamanda olan buydu. Yepyeni bir yaşamda, yeni bir aşkla tazelenmek gülümsetiyormuş insanı...

21 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 3


ÖNCESİ... Pazartesinin yorgunluğu ile döndü eve. Üzerini değişti. İçi rahat etmedi. Duşa girdi. Ilık bir duş yorgunluğunu alırdı. Ne yiyeceğim diye düşündü. Buzdolabına baktı. Buzluğu açtı. Gene mi şarap gecesi yapsam dedi. Şarap dolabını açtı. Şirince’den aldığı şaraplardan birini mi denesem dedi. Kararsız kaldı. Buzdolabına yöneldi. Saç havlusu yere düştü. Islak saçları omuzlarına değdi. Ürperdi. Havluyu yerden aldı. Buzluğu tekrar açtı. Patatesleri gördü, fırınlasam dedi. Aklına yattı. Mikrodalganın fanlı kısmını ayarladı. Isınınca patatesleri fırına verdi. Şarap içmeye karar verdi. Şarap dolabına yöneldi. Eli her zaman ki gibi shiraza gitti. Şirince şaraplarındaydı aklı. Biraz soğutsa, şömine karşısında dömi sek bir şarap içse bu gece daha güzel gelecekti. Ama kararını ahududulu şaraptan yana kullandı. 1-2 derece daha soğuması için dolaba koydu. Fırındaki patatesler olmak üzereydi. Mozarella peyniri koydu üstlerine. 2-3 dakika yetecekti erimelerine. Şarabı da soğurdu bu arada. Kadehlerin olduğu dolabı açtı. Kadehlerine baktı. Neden müzik yok ki dedi. R & B albümlerinden karışık olan bir tane seçti. Müziğin ritminde salınarak mutfağa geri gitti. Fırının uyarı sesi ile patateslerine baktı, tam sevdiği gibi olmuştu. Şarabına baktı, evet o da tam istediği soğukluğa ulaşmıştı. Kadeh dolabını açtı. Önce beyaz şarap kadehini aldı, şampanya kadehleri daha hoş gözüktü bu gece için gözüne. Uzandı bir üst raftan pembe uzun ayaklı şampanya kadehini seçti. Ahududulu bir şarap için uygun dedi. Hazırdı geceye. Şömine karşısındaki sallanan koltuğuna oturdu. Kadehini ve kitabını aldı eline. Müziği değiştirmeye karar verdi. The Best Smooth Jazz albümünü buldu. Daha uygun gecenin devamı için dedi.

Koltukta salınırken, telefonu çaldı. Açmak istemedi önce... Ayıp olur dedi. Güleç yüzlü adam arıyordu. Şaşırdı görünce.

- Dün akşam aklımdan geçtin. Hayırdır.
- Yarın oralardaysan sana uğrayacağım. Akşam da bir yemek yeriz. Ne dersin.
- Programım yoğun demek isterdim ama tanırsın ki sen beni. Uygunum tabi. Harika olur.
- O zaman 8 gibi alırım seni.
- Nereye gideriz...
- İlla bilmek istersin.
- Uygun giyinmek isterim...
- Sen ne giysen uygun olur.
- Tamam. Görüşürüz yarın akşam.

Kapattı telefonu. Yüzündeki anlamsız gülümsemeyi sevmemişti ama uzun süre silemedi ifadeyi. Peggy Lee - As time goes by çalıyordu. Duruma ne kadar uygun dedi. Mırıldandı şarkıyı. Sallandı bir yandan ve bir yudum aldı şarabından. Şarap gibi gelmezdi meyveli beyaz şaraplar ona. Belki de şampanya kadehini tercih etmek bu sebeptendi diye düşündü. Ucu kırmızı püsküllü kitap ayracının olduğu yeri açtı. Kaldığı son bölümdeki bir kaç satırı bir kez daha okudu.

Kendini nasıl da kapıp koy vermişti bu adama. Nasıl aldanmıştı onca deneyimine rağmen. iyi ki dedi, iyi ki izin vermişim kendime. Kapattı ışığı. Uyuyamadı bir süre...

Sabah uyandığında güneş aralık perdenin arasından yüzüne gülümsüyordu. Ne şanslıyım dedi. Kahvaltı için hazırlandı. Üzerine ince bir mont aldı. Kahvaltıda, portakal suyu ve sarısı pişmemiş bir yumurta ile kızarmış ekmek istedi. Yumurta tam istediği gibi geldi. Beyaz masa örtüleri, küçük kavuniçi vazolardeki sarı krizentemler ile dekore edilmişti. Yumurta beyaz kare bir tabakta gelmişti ve portakal suyu uzun ince bir bardakta, kenarında bir dilim portakal ve nane ile servis edilmişti. Güne güzel başlamak böyle bir şey dedi içinden. Garson tekrar masaya yöneldi. Gazete isteyip istemediğini sordu. Gazetesi kahvaltısı bitmeden gelmişti. Garson gazeteyi uzatırken, bir isteği daha olup olmadığını sordu. Gülümseyerek uzaklaştı. Otel küçük butik bir oteldi ve kalabalık değildi. Sabah deniz otobüsü yaklaşmak üzereydi. Dalgaların köpüklerinde kaybolmak istedi. Gazetesini okumaya devam etti.

Odasına çıkarken, resepsiyondaki bakımlı genç kız, gecesinin nasıl geçtiği sordu. Adıyla hitap etmiş olması çok hoşuna gitti. O da kıza adıyla hitap ederek, çok rahat uyuduğunu belitti. Yüzü gülümsüyordu. Kusursuz bir mutlulukla çevrelenmiş gibiysi. Adaya gelmeyeli ne çok olmuş, unutmuşum bu kadar keyfi verdiğini dedi. Çantasını ve kitabını alarak limandaki çay bahçelerine gitmeye karar verdi. Bir fayton istedi. Faytonu beklerken, dünkü karşılaşmaları aklına geldi. Ya bir kez daha karşılaşıksak diye aklından geçirdi. Fayton hareket etmek üzereydi ki, kara bir kedi koşarak önlerinden geçti.

Limana geldiğinde, kararsız kaldı. Sola yöneldi. Böylece dedi, deniz otobüslerinin köpüklerini görebilirim. Bir çay söyledi çok açık olsun dedi. Kırmızı püsküllü ayracı ile kitabında kaldığı sayfayı okumaya başladı.

Kadın şaşırdı bu benzerliğe. Ayracının püskülüne baktı. Şarabından bir yudum daha aldı. Müziğe kulak kabarttı. Şömineden gelen odun çıtırtısı ve kıvılcımlara takıldı. Adamı düşündü. Yüzündeki anlamsız ifadeyi bir kez daha yakaladı. Yarın olsa dedi. Sabırsızlandı. Saatine baktı. Saçlarına dokundu. Hala nemliydi. Sağa sola savurdu. Patatesler tam istediği gibi olmuştu. Bir iki dilim patates attı ağzına. Bir yudum daha aldı şarabından. Dün akşam okuduğu satırlar geldi aklına. Bu yazar da kara kedi ile bozmuş dedi. Neyse bu seferki sanki biraz daha iyimser bir kara kediydi. Dün geceki satırlardaki kedi neden kötümserdi diye düşündü. Sadece o satırı okumuştu. Kendi yüklediği anlamdan ötürü, kara kedinin bir soruna işaret ettiğini düşündüğünü fark etti. Gülümsedi yazara... Anlam yükleme üzerine güzel hikayeler bekliyordu kendisini. Hoşuna gitmişti bu durum. Döndü tekrar öyküde kaldığı yere. Başladı dikkatlice okumaya.


Devam Edecek... ____________________________ Devam Etti...


ÖRSELENMEK - İLK - 2


Notre Dame de Paris - Belle


ÖNCESİ... Bir yudum aldı şarabından, içini ısttı karlı gecede. Öğrenmişti kendi kendine yetmeyi uzun bir zaman önce. Elindeki kitapla bir oyun oynamaya karar verdi: Fal bakmak kendine. Kırksekiz saattir çıkmamıştı evden 48. sayfa olsun dedi. Yaklaşık üçüncü kadehini içiyordu. 3. satır olsun dedi.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Bu da ne demekti şimdi... Her fal baktığında, anlam yüklerdi okuduğu satırlara. Tamam soğumuştu yüreği bir süredir. Ama bu kendi tercihiydi. Kendi ile yetinmeyi öğrenme sürecinin ilk adımı, soğutmaktı yüreği. Kara kedi de nereden çıktı dedi. Kasaba iyi değil miydi yoksa, uyarıydı mutlaka kadına. Kitabın yazarı okuyucuya kadınla ilgili ya da umutlarıyla ilgili bir şansızlık olacağının ilk sinyalini veriyordu da, bu falda ki bu cümle kendisine nasıl bir sinyal veriyordu, onu bulması gerekliydi. Eğer kendi ile olma durumunu yeni bir kasaba olarak yorumlarsa bu durumda hala birilerinin hayatına girmesi ile ilgili bir umut taşıyordu ki bu kendi ile olma durumuna ters düşüyordu. Düşünmeye başladığındaki ilk cümlenin ucunu kaçırdı. Dönüp kitapdaki 3. satırı bir kere daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Tamamdı işte. Her ilişki denemesinde, yürümeyen her noktada ona dönüyordu kadın, Ali'ye ağlarken Veli'ye ağlar buluyordu kendini. En son yaşadığı ilişkisinde de sevgilisi, sen onu unut sonra beni bul deyip gitmemiş miydi? O gecenin sabahında karar vermemiş miydi, kendine yetmeyi becermek zorunda olduğunu. Bu durumda kendine yetme kasabayla örtüşmüyordu. Geldiği kasaba... Geldiğim kasaba... Kasaba... Kaba saba... Yok yok... Aklına söz geçirdi, saçma sapan kelime oyunları oynamayacaktı. Anlamın peşine düşmüştü. Tesadüflere inanmazdı. Bu satır karşısına çıktığsa mutlaka bir anlamı vardı. Başa döndü. Satırı bir kez daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Aşk yolu aramak dedi. Ben vazgeçtim sanıyorum da vazgeçmiyor muyum aslında. Kasaba dediği kendi ile baş başa kalma durumuysa ve gene de ve yine de bir aşk yolu arıyorsa ve önünden geçen kara kedilerin şanssızlıklara gebe olduğunu fark etmiyorsa.... Bir dakika ya... Kara kedi ne demekti ki bir kere... Kara kedi... Kara... Kedi... Nankör... Adam... Kara nankör adam... Karşıma çıkan kara nankör adam olacak. Ama ben o kadar kendime dönük olacağım ki, aşk yolunu buldum sanıp atacağım ilk adımı. Evet evet, satır bunu söylüyordu.

Karşına çıkana dikkat et. Nankör bir adam olacak. Yeni bir yol zannettiğin şey aslında hep bildiğin hikayelere çıkacak. Bir yudum daha aldı şarabından. Kar iyice hızlanmıştı, tipiye çevirecekti. Şömineye bir odun daha attı. Çıtırtılarını dinlemeyi severdi. Cd çaların tuşuna bastı. Bir fal da orada bakmak lazımdı. Eğer dedi kitap yanılıyorsa karşıma çıkacak adam konusunda, bu parça benim en sevdiklerimden biri olur...

Ve başladı müzik: Notre Dame De Paris...Belle
Ve kitap yanıldı o gece...

Devam edecek... _______________________________ Devam etti...

20 Mart 2009

NEFES ALMAK YAŞAMAK MI?



Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.
Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu yoktu dimi?

______________________________________________
- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
Hiç kimseye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin bir düşün...
_______________________________________________

ÖRSELENMEK - İLK


Sıcak şarap yapmıştı o gece kendine; kakule, portakal kabuğu ve tarçınla harmanlamıştı kırmızı şarabı. Yurt dışından aldığı ilginç kadehlere koydu şarabını. Oturdu camın kenarına. Kendine hediye ettiği öykü kitabının ilk sayfasını açtı. Ön sözdeki tek bir cümle aldırmıştı bu kitabı ona. Yazarını tanımıyordu okumamıştı daha önce. Merak etmişti sadece, cümlenin tanıdıklığı ilginç gelmişti kendisine.

Her Düştüğümü Sandığımda Sen Vardın Yanımda...
Düştüğümde Anladım...
Sen Yoktun Aslında...
Aldanışıma Aşk Dedim O Günden Sonra...

İlk öykü: İLK...

Yalnızlığımın orta yerinde karşılaştık seninle... Uzattın elini tuttun elimden. Üşümüştüm, öyle sıcak geldi ki elin elime, gülümsedim gözlerime. Küçük bir çocuk ürkekliğinde yaklaştım aslında sana. Korkma derken gerçek geldi sözlerin. Benim gibisin sandım. Benim gibi yalnızlığın tam ortasındasın. Her gün konuşmaya başladık bir süre sonra... Sen aramasan ben arıyordum seni. Seslerimiz nasıl da keyifli gelirdi birbirimize. Saatlerce konuşurduk, saatleri unuturduk birlikte. Uyku akardı da gözlerden uykuya dalamazdık yine de. Sabahları beraber karşılardık, geceleri beraber beklerdik çalmasın hırsızlar gece aşıklarının anlarını diye. Öyle sevdim ki seni uzaktan bir iyice. Sen de sevgi sözcükleri söyleyip dururdun kendince. Gerçek sanırdım konuştuklarını. Yürekten sanırdım dile gelenler. Hiç yapmadığım kadınlığımla örtüşmeyen bir hal içindeydim ilk günlerde. Her kelimen bana sanıyordum. Her söylediğin benim kulağıma bir fısıltı sanırdım. Değilmiş, günler sonra yazdığın iki satırla anlayacaktım, paralel hayatların yansımalarıyla yaşadıklarımın aslında hiçbiri bana ait olmayan anlarmış.

Nasıl bir sona bağlanacaktı ki gene bu hikaye. Dilerim dedi akşam akşam beni üzecek bir hikaye değildir içine girdiğim. Mutlu şeyler okumak istiyordu artık. Mutluluk hissetmek istiyordu sadece. Öyle yorgun ki hayattan… Öyle bıkmıştı ki sahte arkadaşlıklardan, içi boş canımlardan... Kendinden bıkmıştı belki de... Karşısına çıkan her insanı kendi gibi sanmasından yaralanmıştı en çok...


Günler sonra aramaz oldun, işin düşünce arardın arasıra. Ben aradığım zamanlarda da hep işini bahane eder oldun. Sonra ararım demelerin çoğaldı, önceleri bir iki saat sonra arıyordun mutlaka. Git gide ertesine güne sarkmaya başladı sonra aramaların. İnanıyordum sana. İnanmak istiyordum inatla. Yüreğinin iyiliğine kanmıştım bir defa. Kendi yüreğim iyiydi ve yalansızdı ya, sanıyordum sen de öylesine iyi ve öylesine yalansızsın aslında. Gecenin bir yarısı aradığında günlerdir görüşmüyorduk. Özledim seninle konuşmayı dedin. Hiç sormadın nasılsın, iyi misin diye. İlk o zaman fark ettim. Sen bende olmak istiyordun da benim sende olmama katlanamıyordun. Kabul ettim yaptığımız bu sessiz anlaşmayı tek taraflı. Aramadım seni o geceden sonra bir daha. Sen aradığında konuşurduk sadece, susardın bazen dakikalarca. Susardım anlaşmamız gereği.

Bir gün karşılaştık adalar vapurunda. Tanıdım seni sesinden. Öyle dinlemişim senini yıllarca. Yaşlanmıştın ve saçlarına kırlar düşmüştü yer yer. Baktın bana. Tanıdık geldim bir yerden belli ama çıkartamadın beni bir türlü. Ayıp olmasın diye selamlayışın üzmedi desem yalan olur. Ama nasıl sevindim seni gördüğüme. Elimde olmadan izledim seni uzun süre. Elinde telefonun sürekli konuşuyordun birileriyle. İlk adaya yaklaştığımızda inmedin. Nedense sevindim içten içe Büyükada'ya gelişine. Hiç konuşma geçmemişti adayla ilgili aramızda senle.


Adaya yaklaşmak üzereyken kalktın ayağa. Bana doğru geliyordun da görmüyordun beni ben olarak gene. Az önce karşılaştığın bayandım ben senin için. Daha tanıdık bir edayla gülümsedin bu sefer bana. Karşılık verdim aynı nezaketle, bu sefer yüreğimde bir sızı hissettim ince. Peşin sıra kalktım ayağa. Yanaşınca gemi indik önde sen, senin izinde ben. Çıkış kapısında yarı yaşında bir kadın el sallıyordu sana. Kayıtsız adımlarla yaklaştın kadına, öptün yanaklarından. Elimde değildi, izliyordum uzaktan. Öylece baktım peşin sıra. Gözden kaybolunca sen, ben de bindim bir faytona, kalacağım otele kadar bir sigara içtim içime çeke çeke. Odam denizi tepeden görüyordu. Harika bir İstanbul manzarasına uyuyacaktım o gece. Yemeğimi yedim, denizin kıyısındaki lokantada ve müzik dinledim barında. Odama çıktığımda duş aldım ılık ve uzandım yatağa bornozumla. Seni düşündüm, 10 yıl olmuştu neredeyse sadece sen istediğinde, genellikle ayda bir arardın da hiç görüşmemiştik bu süre içinde.


Çok mu yaşlandım, çok mu değiştim diye düşünürken kalktım tekrar ayağa baktım aynada kendime. Evet, yaşlanmıştım da tanınmayacak halde de değildim aslında. Bakışın geldi gözümün önüne. Dalgınlık olabilir miydi tanımayışının sebebi. Hani bakmak ve görmek meselesi… Ama ya ikinci kez selamlayışın… Düşünmek istemedi. Dinlenmeye ve farklı bir 2 gün geçirmeye gelmişti, çok sevdiği adaya. Kiliseye çıkacak, dua edecek ve keyfini çıkaracaktı yalnızlığının. Nereden çıktın ki sen dedi. Yalnızlığımın tam da orta yerinde… 10 yıl önceki anılara gitti aklı. İlk karşılaşmalarına. İlk el ele tutuşmalarına. Kendini nasıl da kapıp koy vermişti bu adama. Nasıl aldanmıştı onca deneyimine rağmen. iyi ki dedi, iyi ki izin vermişim kendime. Kapattı ışığı. Uyuyamadı bir süre...



Kapattı kitabın ilk öyküsünü bitirmeden. Daldı derinlere. Baktı gözün görebildiği en uzak noktaya:



Güleç yüzlü adamı gördü. Modadaki çay bahçesine oturuyorlardı. Adam ilk kez o anda düşmekten korkma sakın, ben hep yanında olacağım dedi. Dönüp öpmüştü bir de yanağıyla dudağı arasında bir noktadan. Adama kanan kendini, en ihtiyaç duyduğu cümle bir çırpıda kulaklarına çarptığında parıldayan gözlerini gördü.



Devam edecek...

_______________________________Devam etti...

Fotoğraf / Watching by seanmantey


19 Mart 2009

TAVSİYE ÜZERİNE

Uzandım tek kişilik L koltuğuma... Yazının içeriği önceden tavsiye edildiğinden; füme hindi but, rokfor peynir, simit ve üzümden oluşan bir tabak hazırladım, 11 mum yaktım, bir de müzik ekledim fona: Nat King Cole - Fly Me to The Moon, hemen arkasından çalsın diye Lena Horne - In Love In Vain ve bu seçkiyi tamamlamak üzere ki dinlerken yazının sonuna gelmeyi umduğum Alison Movet - What A Wonderful Word'ü ekledim. Elimde kadehim başladım yazıyı okumaya...

Yazı bittiğinde hiç planlanmadığım bir şekilde Bill Withers - Ain't No Sunshine çalıyordu ki, kişisel aşk tarihimin önemli parçalarından biridir, kanepede iki kişi olup kendi kitabımızı yazmayı istedim.


Bu yazıya yorum yazmak kaçınılmazdı. Az önce okuğunuz ruh halimi aktardım yorum bölümünde. Ve yorum bittiğinde çalan; Evrenin Ritminde 196. parçaydı ki, artık kesinlikle kanepede iki kişi olmak gerekirdi.


Tavsiye üzerine bir yazı okudum, keyfim yerine geldi bu gece... Tavsiye ederim size de... Ekvator Hikayeleri



____________________________

Not: Bu sabah bir kalktm ki, 196. parça olmuş, 187. parça... Ben de bu durumda parçayı açık açık yazayım dedim: Etta James - I Just Want To make Love To You

18 Mart 2009

NEFES

İçimde bir acı var bugünlerde. Durulmayan bir yalnızlıkla boğuşuyorum. Nefesim daralıyor. Çığlıklar atıyorum kendi içime. Durup bakıyorum sonra. Nefesimin sıklaşmasına telaşlanıyorum belli belirsiz. Karanlıklar içinde, bir şarkıyı söylüyorum kendime. Kalbim sıkışıyor şarkının her sözünde. Bıçağı saplamışım da döndürüyorum kendi çevresinde. Kemiğe gelip dayanınca, aşağıya kaydırıyorum sadece bir damla boyu kadar. Başlıyorum orada döndürmeye. Elbet biter etim, durur kanım, elbet çıkmaz nefesim benim, elbet ölürüm bir gece bu bıçak darbelerinin izinde.

Ama ölmüyorum işte. Güçlüyüm ben, kendimin bile inanmadığı kadar ve ayakta duruyorum herşeye inat, yaşamın benden alıp götürdüklerine aldırmıyorum üstelik. Gülüyorum anıların dehlizinde. Anlara karışıyorum kahkahalarımla. Bakıyorlar bana çevremdeki insanlar kıskanan gözlerle. Benim kadar güçlü, kendinden emin, kendini seven bir kadın olmaya öykünüyorlar anlamsızca. Kendime döndükçe boğuluyorum ben. Boğuyorum içimdekini de çaktırmadan az biraz. Zamanla nefes almasın, atmasın kalbim diye uğraş veriyorum boş zamanlarımda.

Ritmime uygun olduğundan 114 no'lu parçayı seçiyorum kendime. Yakıyorum bir sigara. Çekiyorum içime. Nefesin geliyor aklıma her çekişte. Her gece nefesime karışan nefesin. Hızlanıyor seni düşündükçe. Kalbimin hızına telaşlanıyorum duracak galiba diye. Çığlıklar atıyorum hayata, ah tanrım lütfen hiç durmasın kalbim hep atsın böyle, hayır öyle olmuyor nedense, o anda kulağım yankılanıyor son sözlerinle;

"3 birimlik hayallerine 5 birimlik anlamlar yükleme..."

Duruyor o anda kalbim, donuyor kanım. Geliyorum kendime. Bir sanrının içinde uyanıyorum terden ıslanmış yapış yapış bir bedenle. Dokunuyorum kendime. Buz kesmiş tenim tenine. Dokundukça etim acıyor içten içe. Bedeninde dokunduğum her noktan için damla damla kanıyor avuçlarım... Az önce olduğun yerde, en derinimde bir sızı var şimdi geride.

Limon sıksan yarama ya da tükürsen suratıma böyle hissederdim, aynen böyle. İçimde bir sızı var bugünlerde. Durulmayan bir yalnızlıkla boğuşuyorum her gece. Nefesim daralıyor. Çığlıklar atıyorum kendi içime. Bıçağı çıkartmaya çabalıyorum sapladığım yerden. Kemiğe saplanmış ben farkına varmadan. Döndürerek çıkartmak da mümkün değil, daha derine gidiyor her seferinde. Çok değil bir kaç saate varmaz ölürüm bıçak darbelerinin izinde. Ölmesem de sabah uyandığımda bu beden benim değil, bu yüz, bu eller, ben değilim bu hayata yürüyen işte. Bir sahtelik var gülüşlerimde. Sızımı bırakıyorum her adımımdan sonra hayata. Elbet biter diyorum, elbet biter bu sızı, durur acım, elbet çıkar sesim soluğum. Nefes alırım gene kendi kendime, bir gün doğumunda arkama dönüp baktığımda sızının izi kalmaz benden geriye. Yaşarım elbet, ben de bu hayata karışım yüreğimle bir kez daha. Aşkla gülümserim karşılaştıklarıma, içtenlikle selamlarım onları bu hayatta. Elbet nefes alırım sabah uyandığımda.



_________________________



17 Mart 2009

LEŞ KARGASINDA SAKLI OLABİLİR Mİ ANLAMIN SENİN


Arıyorsun kendine göre uygun bir saatte,
Anlamadığım bir dilde bir şeyler geveliyorsun kendince…
Dikkatim sende, aramışsın ya koyuyorum seni insan yerine.

Kabahat ben de!
İnsanlıktan nasibini almadığını ispatlasan da daha önce
Ben de aptallıktan alacağım ya nasibimi,
dinliyorum seni anlamaya çabalayarak hem de.

O da yetmiyor anladığım kadarıyla cevaplıyorum seni gece gece
Geç oldu diyorum kapatalım bence
Tamam diyorsun gelince konuşuruz göz göze
Hayda... diyorum içimden sessizce
Bir de yuh çekiyorum duyamayacağın bir incelikte

Anlamıyorsun savaşıyorum ben kendi içimde
Yarın kaçta yanında olayım diyorsun sinsice
Sanki bilmiyorum ben gelişinin sebebini
Sen uzaklardayken
Akıllandım ben senin gelmek isteyişlerine
Sen fark edemezsende...

Benim bir fikrim var senin düşüncesizliğine
Sen benden git gidebildiğince
Sonsuz uzaklık sınırına yaklaş mesela bir iyice
Arama, sorma, gelme, aklına düşürme sen beni gerekirse

Bak ciddi söylüyorum
Sen bu gece ölmüş ol bende
Ben mezar yeri bile aramayayım sana
Bırakayım leş gibi ortada
Bir karnını doyuran olur elbet seninle
Yaşarken faydan olmadı şu hayata
Dilerim;
Ölün bir değer bulur leş kargalarının midesinde
Sana karşı hala bir umut besliyorum ya işe yararsın diye
Galiba gerçekten bir aptallık var bende



_______________________


16 Mart 2009

KEYİFLE, GÜLÜMSEMEYLE, KENDİMLE


La Dolce Vita’ya gittim ziyarete. Ateşteki Gölgeyi okudum bir nefeste. Sustum sonuna gelince. Bir iz düştü peşime, izledim izi dikkatlice. Hayat İzlerimmiş bulduğum, mutlulukla özlemin anlamına kavuştum. Aydan Atlayan Kediye gitti aklım mutluluk deyince, onun en mutlu anlatım diline. Gel git aklını yazarmış duvarlara, ilahi dedim gülümsedim kediye. Tuba ne çiziktirmiş kendi duvarına diye bakayım dedim, bir de ne göreyim; boyamış duvarlarını pembeye maviye. Tubanın Karaladıkları pek güzel olmuş, yakışmış kendisine. Canım kahve istedi gece gece, Coffeede bulurum dedim elbet kendime göre bir fındık aromalı Cafe Latte. Unuttum kahveyi periyi görünce. Kimdi, ne ki derken takip ettim çakıl taşlarını, yolum çıktı Kırmızı Günlüğe. Zamanı olmayan bir mektup yazmış birine. Okudum içime kapandım gene. Babamı gördüm yüreğimde. Bırak Dağınık Kalsın dedim her şey şu andan sonra. Bir uçurumun kenarında asılı kaldım bir süre. Sessiz ve tek başına… Yalnızlık kapladı içimi gene nedensiz. Kafamı kaldırdım duvarda bir Yalnızlık Okulu yazan tabela. Bir şey yapmalı mı yapmamalı mı diye sordu okulun müdürü bana. Yapmalı dedim korka korka. Düşündüm sonra Ruh-u Müdafaa mı etmeli yoksa. Sessiz kaldım bir süre. Sessiz elleri dinledim, sessizce. Sufi Saja karanlıkların örtüsünü kaldırmalı dedi sessizliğin içinde. Ne demek istediğini anladım Kuran’ın Fatır suresinden ayetleri görünce. Okudum ne demek istediğini bir iyice. Umutlarımı dirilttim sonuna gelince. Hayatın Ortasında kaldım umutlarım elimde. Bir şiir tadında olsa hayat veya inandığım bir masal anlatsa ya birileri bana diye düşünürken, İnandığım Masallar çok mu gerilerde kaldı diye geçti aklımdan. Bir anlatıcı cevap verdi sesime. Bir türlü anlamıyorsun değil mi hayatı dedi en yumuşak sesiyle. Akrepkızı Efsa, söyle buldun mu dedi cevabı. Bulamadım ama tazelik kokusu alıyorum dedim garipsedim verdiğim cevabı kendimde. Laparagasa git o bilir dedi efsa bana. Kim o dedim büyücümü yoksa, nasıl bir ismi var baksana. Çaldım kapısını laparagasın, masalcıya sor dedi bana. Kim ola ki bu masalcı dedim. Kokuyu takip et dedi sadece, kapadı kapısını suratıma. Masalcıyı buldum ilk seferde. Bugünü yaşama arzusu doldu içime. Cılız bir adam gördüm köşede. Cimbakuka derler adıma, bakmayın cılız olduğuma dedi gülümsedi bana. Gülümsemesi tek dostumu hatırlattı bana. Şaşkınım neden yazmıyor ki bu ara dedim, oyalanmadan onun seyir defterini ziyarete gittim. Bir de ne göreyim; kaçamak yapmış İstanbul’a. Eh be Şaşkın Kovam dedim, canımı fena halde İstanbul istettin. Lal etti İstanbul beni, aklıma düşünce. Sessiz sedasız kendime yağdım bütün gece. Lal de bölündü gözyaşlarım bitince. Sonunda Evrenin Dünyasında kaldım tek başıma. Keyifle, gülümsemeyle, kendimle...

E(y)VA(h) MİM



6 yaşlarına kadar cadıymışım. Yerimde duramaz, düz duvara tırmanır, koltuk tepelerinden inmezmişim. Yaramaz derlermiş ama aslında hiperaktifmişim. Yıllar sonra çocukluk zamanlarımın şahitlerinden yaşlı bir tanıdığımızı genç kızlığımın en kendini beğenmiş gününde topluluk içinden sessizce yüyürken görmüşlüğüm ve salına salına saygılarımı sunmak üzere ona doğru gitmişliğim, bu o cadı mı diyen bir sesle irkilmişliğim ve tüm üstüme alınmamalarıma rağmen herkes tarafından aaaa cadıymış diye mimlenmişliğim vardır.


Bir ara nedenini bilmediğim bir havuç kafa durumum vardı mesela. Kapı komşumuzun çocukları bana havuç kafa derlerdi. Hikayesi yoktur bende, akılda havuç kafa olarak kalmaktan başka...


Lise de lakabımız vardı; mız diyorum çünkü, azılı C'ler olarak, grup lakabıdır aslında. 5 kişilik çeteydik biz ve inanılmaz bir ortaokul ve lise dönemi geçirdik. Harikaydık her birimiz. Ama evet biz tam bir azılı C'lerdik.


Üniversite yıllarından itibaren yani yirmili yaşlar, Eva Herzigova'ya olan benzerliğimden midir bilmem (kadının bacak boyuyla benim boyum aynıdır herhalde) bir eva aldı yürüdü heryerde. Aslında Eva Peron ile de bağdaştırılmış olabilirim ama Herzigova daha fazla işime geldi o yıllarda... Gencim, güzelim, seksiyim ve bir duruşum var hayata karşı. Bu durumda iyi bir karışım bile sayılabilirim Herzigova ve Peron arasında... Her neyse, önemli olan hala eva diyenler ya da eva diye not düştüklerim vardır hayatta.


Sonra okul bitip de iş hayatı başladı doğal olarak, içimdeki kokoş çıktı su yüzüne. Ama ne çıkmak... İstanbul bu anlamda iyice altını çizdi kokoşluğumun, Caddeye ineriz mesela herkeslerden çok ben kokoş. Öyle makyajsız, fönsüz, kılık kıyafet uygunsuzluğu asla ve katta olamaz. Diyelim tersi bir durum var ortada, mahallenin pastanesi ne güne duruyor değil mi ama, gider orada yeriz bir şeyler.


Her daim bir huysuzluğum vardır bir de... Annemin huysuz kızım diye sevmişliği çoktur mesela. Ne huysuzluğum görülmüşse şu hayatta... Şeker gibiyimdir, mesela yağmurda sokağa çıkmam ya erirsem diye, o kadar şekerimdir ama gel gör işte bazı yakın tanıyanlar tarafından huysuz bellenmiş seçiciliğim...
_________________________

Bekriya mimlemiş beni. Teşekkür ederim mim canavarına. Ama sanki bu lakabını unutmuşsun ısrarla. Lakapların neler diye sormuş bana. Hatırladıklarımdı yukarıda andıklarım. Ben de merak ettim Şaşkın Kova'nın da var mıydı lakapları acaba? Benim bildiklerimin dışında...

15 Mart 2009

KAPILARIN KAPAN / DILAR


Kapıların vardı ardına kadar açık
Kapıların vardı aralık
Girdim çoğundan içeri
Ne kapalı olmaları ürküttü beni
Ne de içeriden sızan kara ışık

Giyindim en cüretkâr cesaretimi
Vardım yanına
Paspasın olmak değildi niyetim
Ama senin âdetin
Paspas etmek yaşadıklarını
Gelecek aşklarına

Kapıların vardı aralık
Kapıların vardı her çalana alışık

O kapıların ki;
Kapalı kapıları açmak isteyen meraklı kadınlara
Kapandılar aslında
Açık açık
____________

14 Mart 2009

EPANYOL BRETON ve ÇULLUK


düşündü kadın
ne hissettiğini anlamaya çalıştı bir süre
sessiz ve derindi düşüncesi

 
bekledi gidenin ardından
hayat durmasa da
o duruyordu inatla
gitmiyordu ne ondan
ne de o andan


herkes seslendi dönüp geriye
sen de bizimle gelmelisin diye
kadın durdu
baktı kendine
ve ses verdi seslenene


sen kendini kurtar
ben Epanyol Breton tarafından bulunmuş
yaralı bir çulluğum şimdilerde
av ziyafetine hazırlanmalıyım bu gece
şarap eşliğinde kutsayacaklar etimin lezzetini
ve ben anlam bulacağım bir avcının iştahında kendime


...
...
...


düşündü kadın
ne hissettiğini biliyordu da
dillendirmek zordu
üzerine alınmak istemiyordu
o yokluk hissini
o çiğnenmişliği
o yutulmuşluğu
o üzerine bir bardak soğuk su içme halini


...
...
...


düşündü kadın
ne hissettiğini anlamaya çalıştı bir süre
sessiz ve derin bir çığlık attı geleceğine
soğuk bir su içti
alındı üzerine

_______________________________

Fotoğraf
Epanyol Breton

13 Mart 2009

KREDİ





Neye inanırsınız hayatta… İnandıklarınız için nelerden vazgeçersiniz. Bir gün inandıklarınız sizi yarı yolda bırakırsa… Bunlar vardı kafamda İstanbul’a yol alırken. Akılsız başımın cezasını bütün bedenim, beynim ve huzurla bir yerlerde kalmasını dilediğim anılarım çekti maalesef. Ne komiktir insan aklı… Nerelerden nerelere gidiverir. Küçücük çağrışımlar, büyük yankılanmalar sonrasında da yakınmalar yaratır insanın beyninde. Nedendir bilinmez çok azı güldürür. (Yoksa ben de mi böyle oluyor.)

Bir blog arkadaşı yazmamalarıma istinaden demiş ki; “Hayattan dilim parçaları okumak güzeldi,.... Maalesef artık, ne haber var, ne tasarım var....Saat durdu mu diye merak ettim...??? Yazarımın haberlerini bekliyorum.”


Bir cevap yazmış mıydım ? Hatırlamıyorum. Nerden aklına geldi derseniz. Komik ama yazmaya başlar başlamaz kulaklarımda onun sesini duydum.


_________________________________________


Hayatım, çok yakınlarımın bildiği üzere köklü bir değişikliğe uğradı geçtiğimiz aylarda. Önceleri kabullenmek zordu. Çok inandığım bir insanın başka bir yüzünü gördüm. Kendi deyimi ile stratejik bir hata yaparak önce ona olan güvenimi kaybetti. Sonra da biz birbirimizi…


Tahmin edilenin ötesinde;
Sizi üzen aslında dönüp dolaşıp kendinizmişsiniz.
Bu kadar inandığınız için.
Hani her şeyden vazgeçtiğiniz…
“aynısını O da benim için yapardı”ya olan sıkı sıkı bağlılığınız var ya…
Biraz romantik, biraz gerçek dışı, biraz filmlerde olan…


_________________________________________


Artık geçti…
Yeni bir hayat, yeni bir düzen bekliyor şimdi beni.
Daha emin kollarda, daha güvenli…
Hep bildiğim sıcaklıkta…



________________________________________


Evet üzerinden çok geçti... 2,5 yıl önce not almışım bu satırları...

Güvenmemek gerektiğini defalarca kanıtlamış bir insana daha ne kadar şans tanırsınız bu hayatta...

Merak ettim ne kadar krediniz var bu hayatta, sizi defalarca kırmayı başarmış insanlara...

_________________________________________

Fotoğraf / Without you by Daria Endresen

OLUR


Eğer niyetin sevmekse
Sen bana gelmesen de olur

Sesime ses verdiğinde
Baktığında gözlerime
Anlarım seni dediğinde
Yüreğimi gördüğünde
Düşlerini serdiğinde önüme

Ben anlarım
Niyetin beni sevmekse
Sen söylemesen de olur

__________________________

12 Mart 2009

BAKIŞ




senin güzelliğin benim bakışımda

varlığın zihnimde

yangının yüreğimde

sesin alabildiğine uzak da olsa

sen bendesin

ben de sende
_______

TUTUNAMAYAN - LAR




Tutunamayanlar, 1992 yılında okunmuş.
Üzerine mi yazılmış bilemedim bu şiir ya da bu şiirimsinin yola çıkış noktası mıdır Oğuz Atay’ın Tutunamayanları pek emin olamadım. Yakın geçmişimden izler çıkıyor karşıma bu aralar. Bana bir şey mi anlatmaya çabalıyorlar acaba… Belki… Şaşkın Kovam Şuşum ütü yapmak istemeyince geçmişe kısa bir yolculuk yapmış. Açmış zamanda yolculuk kutusunu, bu şiiri bir de entel dantel dediği yazıyı bulmuş. Şiiri üşünmemiş yazıp maille göndermiş. Yazı uzun olduğundan görüştüğümüzde verdi bana. KİMDE KİM? adıyla yayınlamıştım daha önce. Şiirin parçalarını kullandığım bir de öykümsü vardır: BEKLEMEK...



Şiirimsinin tamamı buradaki gibidir aslında;



I.
dudaklarımdan alnınıza bir öpücük...


ve işte herşey böyle başladı


vücudunuza bir sıcaklık yayıldı ilkin
sizi yakan, cehennemi yaşatan
(cehennemi hissetmektir
yaşamı yaşam yapan.)
durdurmanız imkansız
her noktanıza her duyunuza ulaşacak
siz ulaşamadıklarınızı anımsayıp öyküneceksiniz
meraklanmayın
sabırlı olun
sınırlarınızı çizin:


ki onlar sizin cehennemlerinizdir.


çevrenize bakıyorsunuz
dudaklarınızda bir terleme, bir telaş
kendinizi zor tutuyorsunuz


tutmayın, bunu yapmayın


(tutunamayanların öyküsünde değil,
sınırlarını bilenlerin şiirindesiniz bu sefer.)

II.
öpün
öptükçe bir sevgiyi büyüttüğünüzü bilin
gözlerinizle dudakları, dudaklarınızla alınları
ELLERİNİZLE YÜREKLERİ ÖPÜN.
(s e v g i l e r.. b ü y ü t ü l m e k.. v e.. p a y l a ş ı l m a k.. i ç i n.. v a r d ı r.
k e k r e m s i.. t a t l a r ı n.. s i z d e.. b ı r a k t ı ğ ı..
a c ı m a s ı z.. s e v i l e r i.. d o y a s ı y a.. y a ş a y ı n.)

III.
ben başlattım
size sadece büyütmek kaldı sevginizi.

IV.
paylaşın
paylaşın ki sevgi büyüsün
büyüsün ki paylaşım artsın
önemi kalmaz büyütmüş olmanızın
sevginizi paylaşımsız ortamlarda
unutmayın PAY-LA-ŞIM.
bu önemli, bu çok önemli



ben artık gidiyorum.
şimdilik hoşçakalın...


8 aralık 92, eskişehir
_________________

11 Mart 2009

DEDİĞİM GİBİ...


Toprak üzerinde ıslak, kahverengi, kızıl, buruşuk yapraklar öbek öbek... Üzerinden milyonlarca kez geçilmiş patika kimbilir kimlerin ayak izini taşıyor. Hava soğuk. Güneş ormanı aydınlatıyor ama ısıtmıyor. Sık dallı ağaçların arasından sızan keskin ışık demetleri, yumuşak hareketlerle toprağa doğru inen yapraklara düşüyor...Hiçbir şey olmamış gibi yapabilmek ne zor.Ama yaşamanın da başka yolu yok sanki.Şu buruşuk yaprağın çirkin olduğunu kim söyleyebilir? Hatta dalında yeşil, taze binlerce yaprak arasında herhangi biriyken şimdi farklı, güzel ve zamansız duruyor... Küçük güzel kuşların pırrrr diye gelip yaprak öbeğinin yanına konmalarına ve toprak üstünde zıplayarak yol almalarına ne buyurulur? Ormanın sessizliğine çok uzaktan bir karışıp bir kaybolan otoban uğultusu ise kahvaltı masasındaki sarı kayısı reçeli üzerinde uçup duran sineğin vızıltısına benziyor... Hiçbir şey olmamış gibi yapabilmek ne zor...Ama evet, yaşamanın da başka yolu yok gibi yok sanki...[1]

Tahmin ediyorum ki; hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağız biz. Öfkemize yenildik. Acılarımız ağır geldi umutlarımıza. Biliyorum hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağız biz. Dün bir bugün iki derken kapadık bütün kapılarımızı ardı ardına bakakaldık ardımıza.

Bir arkadaşımla konuştum bu sabah. Heyecanlı, bir o kadar umutlu hayatından. Onca yıldan sonra yeni birini tanımaya duyduğu hevese şaşkın: Bekleyemiyorum aramasını, konuşuyoruz kapatıyorum ve tekrar tekrar aramak istiyorum. Heyecanıma yenik düşüp arıyorum allahtan dedi; hep o bekledik gülümsemeyi hissediyorum.

Ne güzeldir çağlarken duygularınız karşılığını bulmanız. Bir dere yatağında ahenkle akarken çağlayana dönüşüp coşmanız. Ama bir de tersi vardır bu durumun: Size sunulan yatakda akarken karşınızdakinin durup duvarları örmesi.

Tersiniz döner.

O duvarını sağlamlaştırmaya çalışırken telaşla, siz cama çarpan kuş misali, kanadınız kırılır yere düşersiniz. Dönüp bakmaz bile önüne, ne kuş önemlidir o an, ne de kırık kanadı. Duvarcının derdi kendine ördüğü duvarı. Coşkunuzu öfkeye dönüştüren güce şaşarsınız. "Madem duvar örecektin ey duvarcı ne diye dere yatağı olup akmamı sağladın sana. Hadi çektim bütün restlerimi cevap versene bana..." Der ama duvarı hiç düşünmezsiniz. Siz çarptıkça çatlayan duvarı hiç düşünmezsiniz. Ne de olsa kuş olup uçmak sizin derdiniz.

Hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağız biz hissediyorum. Kuş kafasının dikine gidip çarpmasaydı duvara, çatlarmıydı duvar acaba... Ya da tam tersi duvar çıkmasaydı kuşun karşısına kuş kanadından olur muydu umarsızca.

Siz ne dersiniz?

Sizi bilmem ama biz hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağız farkına varmadıkça...


_________________________________________

Dediğim gibi oldu...
Aylar sonra karşılaştık...
Yazımı ve günü hatırladım, bir şiir yazdım üzerine..



HİÇ BİRŞEY OLMAMIŞ GİBİ


sen baktın bana uzaktan,
gördün elbet...
ben baktım uzaktan,
gördüm evet...

söyleyenecekler
takılıp kaldı gözlerde
vazgeçtik içimizden yükselenden

GEÇTİM SENDEN

GEÇTİN BENDEN

KALDIM ELBET

KALDIN EVET

_____________________

Laparagas bu konuda güzel bir yazı yazmış aslında daha önce... CAMDAN BİR KUŞ GİRDİ

10 Mart 2009

MÜHÜR





Yağmur yağıyordu dışarıda alabildiğine sağanak...

Umrumuzda değildi.

Sen şarkıları söylerken birine yanıyordun, ben başka birine.

Bir konser çıkışı sarılmıştık birbirimize.


Yağmur yağıyordu dışarıda alabildiğine sağanak...

Baktın bana, çevirdin kendine...

Gözlerin dedin...

Gözlerin bakar mı hep bana böyle...

Bakarlar dedim.

Mühür ettin dudaklarını sözüme.



Yürüdük o gece son hücremiz de nasibini alana kadar...

Bu gece dedin, bu gece bende kal.

Kalırım ama dedim...

Merak etme dedin.

Yatağım var ayrı...

Hatta istersen ayrı bir odam...

Bu gece dedin...

Bu gece, bende kal.

Ya gitmek istemezsem bir daha dedim.

Mühür ettin gözlerini gözlerime...



O gece,

Sen ve ben

Sıcak bir banyonun ardından üzerimizde havlular...

Sohbet ettik güneşin ilk ışıklarına kadar.

Vokta içtik en shutından...

Güldük en kahkahasından...



Gün ağırınca fark ettik,

Ne biri vardı artık ne başka biri...

Sen vardın.

Ben vardım.

Biz olmak istiyoruz diyen iç seslerimiz karıştı birbirine...

Gel yanıma dedin, uzan şöylece...

Uzandım,

Hiç dokunmadık birbirimize.

Sarılmadık bile...

Uyuduk sadece.

Gene de...

O gece, tenini mühür ettin tenime.


_______________________________


Fotoğraf / Autumn blues by -Thomas C.



KARARSIZ HASTA ADAMA


Hava kararsızdı bu sabah...

Güne uyananlar baktılar gökyüzüne...

Karar veremediler ne giyeceklerine...


Bir adam kalktı yataktan...
Baktı pencereden gökyüzüne, cumulonimbus bulutları gibi dizilmişler dedi içinden; sağnak yağmurlar mı geliyordu yoksa... Biraz ileriye baktı daha uzaklara... Cirrostratus bulutlarını gördü açık berrak parlak... İyiye işaret dedi.

Üzerine kotunu giydi. Beyaz bir gömlekle tamamladı. Onlarca ayakkabısı içinden hiç giyilmeyen bir tanesini seçti. Aynaya baktı. Çok yakışıklıyım dedi. Kızlar gene bayılacak bu halime. Cirrostratus bulutları dedi kendi kendine aşk gibisiniz. Aşk kadar ışıltılı, aşk kadar uçucu.


Tam apartmanın kapısından çıkıyordu ki; dikine cumulus bulutu çisil çisil bir edayla selam verdi adama.

Ah cumulus bulutları yağın bakalım... Saltanatınızın son günleri bunlar... Bahar temizliğine yardıma iniyor bütün damlalar. Kıyıda köşede tek bir keder, hüzün ve kasvet kalmasın. Yağ yağmur... Gürle gökyüzü... Çak şimşek...


Gördüm ben bir kere güneşin yüzünü... Karartamaz artık beni tek bir mammatus bulutu... Bahara gel dedim geldi. Aşka gel diyorum ne zamandır. Güneş ışınları haberini verdi. O da gelecekmiş yoldaymış.



Cirrostratus bulutları aşk gibidir. Çarpar insanı.
Aldanırsınız parlaklığına, ışığına açarsınız kendinizi. Yatağa düşersiniz sonra.


Aşk yüreği çarpar, cirrostratus bulutları direnci... Halsiz kalırsınız...

_________________________________________

Fotoğraf / A Fresh New Rain by Joseph Dannels

BAZI SESLER



Telefonum çaldı. Mutlulukla açtım. Karşımdaki ses, beklediğim ses değil. Daha kırılgan daha naif bir ses başladı konuşmaya;

- Nasılsın?
- İyiyimmmmmm. Sen nasılsın?
- Ben seni çok özledim. Gelecek misin yakınlarda.
- Belki bu cumartesi. Bir işim var gelebilirim. Belki...
- Gelsene... Lütfennnnnn... Çok özledim seni ben...
- Gelsem bile eve gelişim çok geç olur. Sen uyumuş olursun.
- Ben uyumam beklerim seni, kaç olursa olsun beklerim.
- Pazar görüşsek olmaz mı?
- Olmaz... Cumartesi gecesi mutlaka görüşmemiz lazım. ÇOK ÖZLEDİM.
- Söz vermiyorum. Gelemeyebilirim. Ama gelirsem, cumartesi gecesi sen uyumadan orada olacağım. Belki kitap bile okurum sana.
- Yuppiiiiiii.
- Ama dedim ya...
- Tamam tamam sözvermiyorsun.

_______


Bazı sesler vardır, bazı bekleyişler, bazı özlemler...
Sese ses vermeden duramazsınız, bekleyişi karşılıksız bırakamazsınız.
Bazı özlemler vardır, öyle büyür içeride farkına bile varamazsınız.
Öyle özlemişim ben de çocuk yanımı.
Birlikte yaptığımız muzurlukları.
Geceleri uyumadan önce anlatılan masalları.

Şaşkınım yedi tepelime gidiyor uzunca bir süre, ben de mi gitsem?


Stepne Abuşu, salak çocuğu, çetenin en küçüğünü, çetenin ablasını, çetenin en yaş almışını ama hiç büyümemişini, karşı kıyıdan karşı kıyıya bir sigara içimlik geçmeyi, sevdalarıma bakmayı boğazdan, içime denizin kokusunu çekmeyi özledim. Saçma sapan gülmeyi, durup durup kahkaha atmayı. Dalıp gitmeyi, sarsılıp kendine gelmeyi, yemeği, içmeyi, sokaklarda serseri mayın gibi gezmeyi. Ama en çok gülmeyi... Anlamsızca, hatta bazen çok anlamlı deliler gibi gülmeyi çok özledim. Ben galiba İstanbul'daki ailemi özledim.


Gitsem mi?

Hem taksimi, hem caddeyi, hem beşiktaşı, hem kanlıcayı, hem dostları hem aşkları, hem eskileri hem yenileri görebilirim böylece...
Hele bir hafta geçsin, sonu gelsin, düşünürüz... Bilemedim...



Tek bildiğim

Bazı sesler vardır...

Asla kayıtsız kalamazsınız.

Bazı bekleyişler...

Bazı özlemler...

_______________________________________________