04 Kasım 2010

Sonu Yağmur Olsa Da...


Oturdum sahilde bir taşın üstüne...
Uzaklara, gözümün alabildiği yüreğimin varabildiği son noktaya bakıyorum...
Ardımda bıraktığım çakıl taşlarından bir kule yaptım kendime...
Sırtımı sağlama dayadım...
Yanı kendime...

Es rüzgar!
Yağ yağmur!
Çak şimşek!

Yıkılmam demiyorum...
Ama artık daha çok dayanırım biliyorum...




__________________________________________________

Fotoğraf /  Soon@Neslihan Öncel
İlk Yayın Tarihi : Ekim 2009 

KURULMUŞ CÜMLELER / 17





Kalp neyle doluysa dudaklardan o dökülür.



Goethe

Yara Bandı




Bir yürek kırar bir yüreği bir gece vakti,
Bir yürek sarar bir yüreği bir gece vaktini bir geçe.
İkisi de yürekse, değişen ne?

Sözdür ağızdan çıkan
Nasıl söylendiğidir,
Ne zaman ve neden söylendiği kadar önemlidir.

Yazmak bir dışa vurumdur,
Yazmamak içindekini dışa vuramamak.

İçinde tutarsan
Patlarsın
Parça tesirli kelimelerini yüreğimden uzak tut.









Görsel

03 Kasım 2010

Koşmak Hece Hece

Akşam iş çıkışı eve geldiğimde yorgundum ama gene de bindim o koşu bandının tepesine. Nasıl da rutin ve sıkıcı bir haldir üstünde olmak bazen. Televizyonu açtım, ilgimi çekecek bir program bulup seçtim ama çok geçmeden de anladım, yaklaşık kırk dakika sürecek olan 3,5 kmlik yolum bu gece uzun gelecekti bana. Zaman geçecek gibi değildi. Kendi kendime bir şarkı tutturdum. Ellerim havada yağmurlar yağdırdım üzerime. Öyle keyifli öyle sıradan olmayan bir andı ki, içimdeki çocuk koşmaya başladı rayların üzerinde: hayalleri bir sahil şeridi boyunca uzun, bir gün batımı kadar turuncuydu yüreğinde.



Akşam yemeği uydurdum oldu lokantası gururla sunar mutfağından ustanın özenle pişirdiği ve ısrarla önerdiğiydi, mecbur kaldım mideye indirmeye, istemeye istemeye. Kanmadı midem sebzeye, tutturdu tatlı isterim diye, kırk yıllık midemi kıracak değilim ya, uyduruverdim cevizden, baldan, muzdan bir bomba, atıverdim bir lokmada ağzıma.

Evin sesizliği bırakınca kendini mumların fısıldaşmasına, bir yazı çıkacak gibi geldi bana... İçimdeki ses, hayat böyledir, dedi. Nasıldır, dedim. Başladı yazmaya elim, bir türlü sözümü dinletemedim. O istedi ben yazdım, kelimelerimi bu gece okyanusa bıraktım.

Bazen hiç yüzünü görmediğiniz arkadaşlarınızla oyunlar oynar, o tatlı rekabetin sizi gülümsetmesine izin verirsiniz.

Bazen üzüntüsünün nedenlerini dinlemeye gerek duymadan o cam kenarında oturmuş ağlıyor diye yani sadece yüreği acıdı diye, ağlarsınız onunla aynı şarkıyı ağlaya ağlaya.

Bazen yüreğini bildiğiniz bir dostun özlemi ile düşünürsünüz geçmişi ve onun da zaman zaman yüreğine düştüğünüzü bilerek, yürekten yüreğe bir selam edersiniz kilometrelerce uzaktan. O selamı alıp, yüreğine koyacağını bilirsiniz de ondan.

Bazen eski bir sevgiliye tuttuğunuz bir şarkıda, susar kuşlar, siz sessizliğinde gecenin, hüzün denizlerinde yüzersiniz çıtınız bile çıkmadan, sızan gözyaşlarınıza aldırmadan.

Bazen yalnız bir gecede, o kadar da yalnız olmadığınızı bilirsiniz içten içe, hissedersiniz, uzakta bir yerde sizin için atan yüreğin aklına düşüverdiğinizi sıradan bir akşamın rakı sofrasında, asılı kalan bir gülüşte. Asarsınız gülüşünüzü siz de yüreğinize.

Bazen bir mesajdır, sadece sesini bildiğinizden, kelimeleriyle yıkar sizi, yıkar da geçer içinizdekileri, pürü pak olursunuz uyumadan hemen önce, yumarsınız gözlerinizi türlü çeşit hayale. Bir imza görürünüz hayal meyal, Evren'e yazıyordur üzerinde.

Bazen hayat böyledir işte. Siz kendinizlesinizdir ve farkına vardıkça yapayalnız olmadığınızı, ışıkları silik sokağa bakar, gülümsersiniz. Camda kalan buğudadır gizliniz saklınız. Kimsecikler görmesin diye, polar montunuzun kol ağzı ile silersiniz canınızı. Canınız acımaz sanırsınız böylece.

hayat bazen
tutup da bilmediğin
koşup da gitmediğin
görüp de sevmediğin

hayat bazen
içinde hissetmediğin
dışında kalıp da ürktüğün

hayat bazen
portakal
bazen mavi
bazen de rengini hiç bilmediğin

hayat bazen
küsüp de diyemediğin
sevip de doyamadığın
alıp da koklayamadığın

hayat bazen
hayat mı bu dediğin
bazen onu bile demeye yetemediğin

hayat bazen
dönüp de baktığında gördüğün
yürüyüp gittiğinde varamadığın
durup düşündüğünde içinden çıkamadığın

hayat bazen
ne sen
ne senin

hayat bazen
camdaki buğu
elinin tersi ile ittiğin



Konsantrasyon



Bu oyunu dün akşam tesadüfen bir blogta buldum.
Dün akşam bir iki kere oynayıp 17.381 skor ile uyudum ve oyunu unuttum. 
Az önce bir yorum geldi. 20 saniyeyi gördüğünü söylüyordu.
Oyun aklıma düşünce, e yapacak da iş kalmayınca dur bir deneyeyim dedim.
Kendi rekorumu kırıp 21 saniyenin üzerini gördüm.
Benim heyecanlarıma kapılan arkadaşlara da bulaştırdım. Şu saat itibarıyla rekor bende :)




21.02 itibarıyla skorumu yeniledim de haberdar edeyim istedim :)


02 Kasım 2010

Kendim(l)e Gülmek


En çok ne zaman gülersin kendine?
Yalnızken kendimle konuşmalarımı biri duysa diye düşündüğüm anda.
En çok ne zaman ağlarsın peki?
Kendime gülüp geçmem gerektiği zamanlarda.
Kendinle nedir ki derdin?
Kendimi sevmeyi öğrenmek zamanımı aldı. Bir de hayallerime sahip çıkmak. Bak söylemeyi unutuyordum, bir de acıyı da hak ettiği kadar yaşamayı  öğrendim ben. Acıyla yoğrulmuş bir kalbe ne iyi gelir bilir misin? Sevilmek. Tek ilacıdır. Büyürken sanıyordum ki sevgi karşıdan gelendir. Büyüdükçe çocuk kalan yanımla anladım ki, aslında içindedir. Karşıdan gelen nedir dersen, içinden yansıyandır derim.
Yansıma bir yanılsamaysa eğer?
Sevilmek içten dışa bir eylemdir. Sevmek dıştan içe. Bunu fark ettiğin gün, narsist bir yaklaşımla yansımana aşık olursun. Aşk kendine hissettiğindir. Hayal kırıklığı kendinedir. Acısı yüreğinde yer edendir.
Aşka iki kişi gerekmez öyle mi?
Aşkla ayna tutanı ne yapacağız peki? Aşk iki kişiliktir. Yankılanmıyorsa bir duygun, yani bir duvara çarpıp dönemiyorsa nasıl anlayacaksın ki, büyüklüğünü yüreğinin, yüreğindekinin... Bu sadece aşk için de geçerli değil üstelik. Yaşamak en az iki kişi ister kendine. Ayna tutanın olacak ki, yüreğindeki AŞKı görebilesin kendi kendine.
Aynada gördüğün?
Ellerim, gözlerim, gülümsemem bir de yüreğimdeki AŞK...

01 Kasım 2010

Sana, Ona, Kendime



Bazen mektuplar yazıyorum sana, ona, kendime.

Bazen o mektupları okuyorum yüksek sesle, sana, ona, en çok da kendime. Gönderilmemiş mektuplarım var ve gönderilememiş ve gönderilemeyecek olanlar... Bir yerlerde birikiyor duygularım, yüreğimin içinde mesela ve hatta gözbebeklerimde. Çıktılar sanıyorum yazınca, ya da ağlayınca akıp gittiler sanıyorum. Kurduğum barajların kapakları kapalı, farkına bile varmıyorum. Birikiyorlar bir yerlerde kelimelerim üste üste. Birikip birikip taşıyorlar olur olmadık zamanlarda, olur olmadık insanlar içinde kabarıyor duygularım, biriken gözyaşlarıma izin veriyorum. Utanır oldum kaç zamandır sebepsizmiş gibi gözüken ağlamalarıma. Nedensiz kelime yığılmalarıma...

Geçen sabah kutuya attım elimi, gözlerim kapalı, aklımdan bir şey geçmesine izin vermediğim bir hızla çekiverdim bir tanesini, göz açıp kapanamadı bile... Bahtıma ne çıkarsa, dedim.  Bahtıma sana yazılmış bir mektup çıktı. Ona bazı yerlerini yüksek sesle okudum. Kendime çoğu kelimesinde sessizce ağladım. Zamanlaması yanlış duygusu hassas mektuplarımı ellerimle okşadım. Kelimeye dökmeyi başardığım her duygumun içimdeki yeri sızladı. Ağladım. Ne çok, ne kolay akar oldu bu gözyaşları, sana, ona en çok da kendime bir anlamı var mı kavrayamadım. 

Bazen mektuplar yazıyorum sana, ona, kendime.
Bazen o mektupları yırtıp atıyorum. İstemiyorum bulunsunlar, okunsunlar bir yerde. Yitip gidiyor kelimelerim, sana dair duygularım yitip gidiyor, ona dair kırgınlıklarım azalıyor gitgide, kendime kızgın değilim eskisi gibi. Bunu sana söylüyorum, ona söylemeyi istediklerimiyse kendime saklıyorum. Kendimle barışalı beri, saklımda olanları bir bir güneşe bırakıyorum. Kuruyorlar zamanla. Küçülüp, büzüşüyorlar. Yok olmuyorlar ama varlıkları da eski tadında değil gibi. Bazı duyguların kurusu bile yeter adama diyor iç sesim. Onu öpüyorum. İç sesimi kendimle barıştığımdan beri daha bir seviyorum. Anlaşamasak da konuşacak birinin varlığında mutlu olmayı öğrendim. Yok henüz delirmedim. Delilikle karıştırılsa da, o da bir çeşit kendini var etme biçimi değil mi?

Farkındayım uzun zamandır üç kişilik bir yükü tek başıma sırtımda taşıyorum.  Sana, ona en çok da kendime haksızlıklarım. Bunu sana anlatmaya çabalasam da, ona dediğim gibi, kendimi sana tam olarak teslim edebilmeyi başaramıyorum. İçimin yitip gittiği bir yerde, içinin sesiyle karşılaştığımdan beridir, sana, ona ama en çok da kendime alışıyorum. İnsanın kendine alışması ne çok zaman alıyor bir bilsen. Kendinle kavgan bitiyor bu sefer de iç sesinle dövüşe başlıyorsun. Velhasıl zor zanaat insanın kendini sevmesi. Kendini bütünüyle teslim edebilmesi. Bak bunu bir kere de buradan sana, ona en çok da kendime yazıyorum. Anlaşılamasa da sözlerim, duygularımın yarattığı karmaşadan yükselen toz bulutları gözle görülebilsin istiyorum. Bu gördüğün, bildiğin toprak patikadan koşar adım uzaklaşırken senden, ondan, en çok da kendimden, arkamda bıraktığım toz bulutlarım. Ben köşeyi döndüğümde gözden kaybolmuş olacaklar. Başımın üstündeki karalıklarına bakıp da aldanma, yağmur bulutları çoktan terk etti yüreğimin sevdasını. Boşuna da ardımdan hayıflanma, çünkü ben ağlamıştım, sana, ona, en çok da kendime vakti zamanında.



31 Ekim 2010

Güneşli Sabahlar ve Pazar/lık

Soğuk kış günlerinde güneşli sabahlara uyanmayı seviyorum. İçimi kaplayan heyecanın tarifi var mıdır? Ben henüz bu duygumu tarif edemiyorum. İçimde bir yerde bir kelebeğin sessiz çırpınışını duyuyorum. Bir çiçeğin açmaya çabalarken ki yorgunluğuna rağmen aldığı keyfi duyumsuyorum. Bir bulut geçiyor gözlerimden, uçuk mavi, beyaza yakın, ipeksi... Dokunuyorum. Ben güneşli sabahları çok seviyorum. İçime dolan yaşama sevincini, harika bir sabah kahvaltısı ile sergiliyor bu arada da kendimi şımartıyorum. Bol vakitli, az uğraşlı pazar günlerini kendime ayırıp kendimle olmanın keyfini sürüyorum. İçime düşen küçük kurtları, sesleri çok çıkmaya başlayınca, balkondaki saksı çiçeklerinin dibine bırakıyorum. Onlarla bir pazarlık yapıyorum. Onlar bir süre toprakta mutlu mesut debeleniyor ben o sırada bütün iç seslerimden uzak bir zaman diliminde huzuru ve mutluluğu çoğaltıyorum. Sonra onlarla birlikte kaldığım yerden devam ediyorum yaşamaya. Onlarsız olamayacağımı biliyorum. Ayrıca da onların beni ne kadar büyüttüğünü bile bile onlarsız kalmayı da göze alamıyorum.

Bu sabah güneşi görünce heyecanlanan kalbime, akıldan tepki gecikmedi tabi ki... Salıverdi kurtçuklarını sağa sola, topladım hepsini özenle, kasımpatının toprağına bıraktım onları. Yeşil yaprakları üşümelerine engel olur, biliyorum. Ben az sonra kendime bir kutsama hazırlığına girişeceğim. Bugün pazar ve turuncu bulutlarıyla parıl parıl parlayan bir gök yüzüm var. Yüreğimde güneşler açmış. Kolları uzansın sevdiklerime, yüreği üşüyenlere ve kendini yalnız hissedenlere.

Henüz sabahın çok erkeni, yani henüz sabah kahvaltısı için bir güzellik düşünülmedi ama geçen haftalarda yaptığım ve sizinle paylaşmayı düşündüğüm tost fikri yazılmak için bekliyordu sırasını. E gün güzel, ben de öyle... O halde işte size harika bir pazar için pratik bir öneri...

Malzemeler basit, ekmek, kaşar, pastırma (ben çemensiz ve hindi tercih ediyorum), köz yağ bireri, yumurta... Siz malzemeyi kendi keyfinize, bütçenize ve malzemenize göre değiştirebilirsiniz tabi.






O sabahı hatırlıyorum, o sabah içim gene kıpır kıpırdı. Rahatsız bünyemin "açımmmmmm" sinyalleri çalışına istinaden, buzdolabının kapağı açıldı. Malzeme kısıtlı ama yaratıcılığı teşvik edici türdendi. Klasik bir pazar sabahı kahvaltısının ötesinde bir güzelliği hak etmiştim. Nedeni bende gizliydi. Mutlulukla gülümsediğimi hatırlıyorum. Hatta şu anda o mutluluğu bu sabahkine ekleyip gülümsememi büyütüyorum. Gördüyseniz sizin de yüzünüzde kaçınılmaz bir gülümseme oluşmuştur. Yok ben göremedim diyorsanız, aynaya bakın...

Malzemeleri tek tek çıkarttım tezgâh üzerine. Kaçınılmaz olarak sahanda yumurta tarifi çıkıyordu önüme. Oysa ben farklı bir şey istiyordum. Uzun zamandır tost yememiştim. Fikri bile yetti keyfimi katmerlemeye. Önce 2-3 dilim pastırma tavaya gösterildi. Pıt pıt, iki yüz de ısıyı alıp yumuşadı. Tost ekmeği olarak seçilen susamlı ekmek, özenle ortasından kesildi ve içine, ince ince dilimlenmiş iki parça kaşar boylu boyunca yerleştirildi. Kaşarların arasına pastırmalar konuldu. Tost makinesi üç dereceye getirildi ve içli ekmek, iç çeke çeke yapışmaz tavaya yerleştirildi ve üzeri üşümesin diye kapatıldı. Bu esnada yumurta tek kişilik tavaya, bir nohut büyüklüğünde tereyağ ile beyazı tamamen sarısı da hallice pişirilmek üzere konuldu. Kırmızı yağ biberleri üçgen üçgen kesildi. Yumurta da buradan nasibini aldı ve onlar da üçgen oluşturacak şekilde sekiz parçaya ayrıldı. Tost, oldum ben artık diyen erimiş kaşar sesleri eşliğinde tabağa konuldu ve aynı şekilde üçgenler oluşturarak servis tabağına alındı. Her bir lokmalık parçanın üzerine bir kırmızı yağ biberi kondu ve en üste yumurta eklendi. Servis tabağının kenarına bir dal taze nane ile yemeğe hazır hale getirildi. Yanına o günler yazdan kalma olduğundan soğuk çay ile servis edildi, afiyetle mideye indirildi.

Az sonra benzer bir girişimde bulunmak üzere mutfağa gideceğim. Kendimi şımartmak için bana verilen bu fırsatı değerlendireceğim. Dilerim sizler için de güzel olsun bu pazar. Dilerim, fırsatınız varken şımartın kendinizi ve sevdiklerinizi.



30 Ekim 2010

Ama Ama Neden?



Ama ama neden bir adam hem yetenekli, hem zevkli,
hem eli kalem tutan hem de aynı zamanda elinin lezzeti olan bir adam olur ki...

Ona
ya da
ulaşabilirsiniz...




Üşüme/k

 
İnsan çok yorgun olunca, ağlayamıyormuş.
Okudukları karşısında dolu dolu gözyaşları
Öylece donup kalıyormuş.
İnsan bu yüzden yüreği yorgun düşünce çok üşüyormuş.

29 Ekim 2010

Seninle Büyümek


Seninle büyüdüm ben
Seninle büyüsün isterim çocuklar
Cumhuriyeti bilsinler
Kitaplarda okutulduğu için değil
Yaşatıldığı için öğrensinler







28 Ekim 2010

Sansür




Kırpılmış düşüncelerimden
Gönderilememiş cevaplar yazıyordum 
Kırıldı kelimelerimin ucu
Söz bulandı acıya
Gözlerim yağıyor şimdi istemeden
İçimde bir yer ağlıyor inceden
Kan lekesi dediğin ne zaman çıkar yürekten



Kesişmek



Hayat sizi kesiştirecek,
yarım kalan bütün hikayeler bir gün bir yerde tamlanır çünkü...

27 Ekim 2010

Kayıp

Doğduğu günü hatırlıyor musun, dedi. Bu bir soru değildi. Doğduğu günü hatırlıyordum. Doğduğu gün bir abi olarak onun gözlerindeki ışığı gördüğüm için, bugün o gözlerin neden kör olduğunu biliyordum. Camiden çıkarken baş sağlığı sözlerinin havada asılı kalışına şaşırmamak gerekti. Yağmurun yaz ortasında deli gibi yağışına ne demeliydi peki. Ya acısından kudurmuş gibi sağa sola devrilen selvilere... 

***

_ Korkuyorum be abi, bu deli çocuk henüz yirmisinde, dün akşam sille tokat dövecektim, ellerimden ellerim aldı onu. Yatırdım yatağa, uyuttum. Küçük bir çocukken anlattığım masalı anlattım. O bile sakinleştirmedi onu. Korkusunu görsen. Tir tir titreyişini… Gözlerime bakışını. Saçlarını okşadım. Geçecek, dedim. İnanmadım ama dedim.
_ Çok içmedik mi?
_ Çok içtik değil mi?
_ Çok içtik…
_ Bakkal kapandı mı?
_ Kapandı…
_ Kapandı değil mi? Korkuyorum be abi, bu deli çocuk henüz yirmisinde. Neye dertli bu kadar bir bilsem. Dövdüm, sövdüm, kovdum, sardım, sarmaladım, anlattım, dinledim. Neyi yapmadım be abi. Bir abi olarak, nerde hata yaptım.
_Nerede şimdi?
_Sabah gene bıraktım kliniğe. Kaçmamışsa, oradadır. Ulan bir de zeki puşt. Buluyor illa bir delik, ama doktor bu sefer son dedi. Bu sefer de kaçarsan ağlasan yalvarsan almam. Peki, dedi. Kalacakmış. Görürüz. İki gün veriyorum ben bu sefer, o bile uzun ya.

Korkularına yenik düşen insanlar tanıdım ben. Korkularıyla yüzleşmek zorunda kalan… Hiç biri onun gibi bir gecede kaybetmedi gözlerini. Tarifsiz bir siyahlığı nasıl tarif edersiniz… İşte öyle tarif ederdi kardeşinin ölümünü.

Kadın yığıldı pazar yerine. Salıpazarı dediğin uçsuz bucaksız kalabalıklar diyarı. Bir su getirdi çocuğun biri koşar adım. Bir iç çamaşırı tezgâhında alışveriş yapan kadın okuyup üflemeye başladı. Bir hasır tabure üzerinde elinde bir plastik şişede su, ses çıkmadığında nasıl anlatılırsa bir ölüm, öyle anlattı kadın kendine bakan meraklı gözlere yirmisinde bir çocuğun zamansız ölümünü.

***

Yumruk attım suratına. Öfkemi kontrol edemedim. Nasıl sarhoş geldi eve bir bilsen. Nasıl leş gibi kokuyordu. Ölecek gidecek bir yerde. Ölecek ve ben o zaman soracağım ona… Ölüp gidecek bu oğlan. Bak sana diyorum. Klinikten kaçmış gene. Kapıyı bir açtım, karşımda. Aldım elime adi bir votka şişesini, diktim kafasına, ağzından, yüzünden aktı. Üstü başı… Şeytan dedi ki, çak kibriti. Tut elinden yanın beraber.


Çocuk gözlerinde, sarı bir çizgi… Ölümmüş meğer. Kimse bilmezdi, yakıştırmazdı doğduğunda öleceği günü. Çocuk ellerinde bir şişe. Camdan, büyük gelirdi eline, düşerdi tıngır mıngır diye gecenin kulak delen sessizliğine. Ürperirdi yer gök, ölüm kol gezerdi gözlerinde. Baygın kalırdı salonun orta yerinde bir koltuk tepesinde. Çocuk yüreğinde bir keder, kahırlı bir yetmişliğin geçmişini sırtlamış omuzları vardı biraz çökük. Gülümsemesi ten soğukluğunda bir buz kesiği…


_Klinikten geldim. Kalmak istemedi gene. Doktor da almak istemedi ya. Yalvar yakar. Son dedi doktor. Son. Zincire vurun dedim. Vurun zincire, kollarını. Ayaklarını vurun zincire. Doktor ölümün kıyısından dönmüş, dedi. Daha kaç kıyısı var ölümün? Daha kaç kıyısı var, lanet olası denizlerin. Bildiğim bütün kıyıları karıştıracağım denizlere. Yeri göğü birbirine karıştıracağım. Kardeşimi bu illetten kurtaracağım. Ölüm kol geziyor üzerinde. Bir görsen, bir kemik yığını bedene örtü diye örtmüşler tenini. Ölü sarısı bir ten. Gözleri bildiğin mat gri. Ölüm yirmisinde, ne ağır gelir bir bedene. Ölüyor kardeşim göz göre göre. Yok oluyor bedeninde. Efkârlıyım, diyor. Çok canım acıyor, diyor. Neden diyorsun, neyin var diyorsun. Sus pus. Çocuk zamanların tıp oyunundayız sanki.  Yirmi yaşında bir çocuğun neden efkârı yüzyıllık bir elbise… Neden kuşandı üzerine. Ne zaman kuşandı bu kadar ağır bir yükü cılız yüreğine.

***

_Klinikten çıkmışsınız dün annen söyledi? Uğrasam da görsem bir kendi gözümle?
_Biz O’nu kaybettik hala.
_Kaçmış mı gene? Polise haber verdin mi?
_Kaybettik, diyorum hala.
_Ben de polis… Nasıl kaybettik? Nerde kaybettik? Nasıl kaybettik? Cem…
_Hala, tamam sakin ol hala. Hala! Hala! Bekliyorduk zaten… Bir de sana… Alo… Alo… Hala!

Su getirin ablaya… Abla otur sen… Kadın bayılıyor… Nasıl da yığıldı… Ne olmuş… Nesiymiş… Doktor mu çağırsak…

Zaman kopması nedir bilir misin? Zaman koptuğunda havada asılı kalır kelimeler. Sahipsizdirler. Uçuşurlar, vızıltı gibi sesleri vardır. Baş ağrıtırlar. Hatırlanmazlar, unutulmazlar. Zaman kopması yaşayan insan anlattığını sanır bütün detayları. Ağladığıdır anlattıkları. Dövündüğü dizleridir. Kapandığı tezgâhtır, sarıldığı tanımadığıdır. Anlatır. Sarsıla sarsıla ölümü. Ölümün detayı varmış gibi. Bütün detaylarıyla sarsılır. Parça parça kopar teni, yapışır kaldırıma. Zaman kopmuştur, zamansızca. Gömer dökülmüş etlerini toprağa.

_Uyudu mu?
_Oğlum bi daha içmeyelim lan biz bunla… Moloz sızıp kaldı baksana.
_Şişttt… Oğlum kalksana lan. Ulan puşt sırf kapı parası vermemek için sızdım numarası yapıyor. Gidiyoz dimi lan yeni açılan bara.
_İçmicen kardeşim, içmesini bilmiyosan. Hadi gidelim. Sabah uyanınca arar, biz de ayarımızı çekeriz. Ne bırakıp gittiniz diye söylenir durur ama alacak cevabını süzme.

***

_Akşam klinikten kaçmış. Bir gece önce yumruk atmamış olsam bana gelirdi. Korkusundan arkadaşlarına gitmiş anlaşılan. İçmişler. Çocuklar bu sızınca bırakıp âleme akmışlar. Fark edememişler. O sırada alkol komasına girmişmiş zaten, çocuklar çıktıktan bir iki saat sonra da...



Donuk kelimeler gördüm ben. Ardı ardına sıralandığında yıllar süren cümleler yola koyulurdu, ardında çöllere benzer görüntüler kalırdı. Bir kum fırtınası her şeyi dağıtırdı. Bir ölüm nasıl anlatılırsa öyle anlatıyordu kardeşininkini işte. O sabah haberi ilk aldığında, yumruğuna yüklemişti ölümü. Parmakları kırılıncaya kadar vurmuştu duvarlara. Duvarlar kan ağlayınca kadar acımamıştı canı. Canı… Canı, hiç bu kadar acımamıştı. Kahrettiği bir yumruktu solu. Sol tarafına inmeler inse, tutulsa sol kolu... Kalkmasa bir daha... 

Bir daha o kolunu hiç kullanmadı. Sadece o gün, sol elinde alçısı, taşıdı kardeşini sonsuza. Dönüp bana: Doğduğu günü hatırlıyor musun, dedi. Bu bir soru değildi. Doğduğu günü hatırlıyordum. Doğduğu gün bir abi olarak onun gözlerindeki ışığı gördüğüm için, bugün o gözlerin neden kör olduğunu biliyordum. Zaman kopmuştu gene, hiç olmadık bir anda, sözleri kor edercesine durmuştu hatta.














Sıyırmak


Sıyırmaya beş kaldı diyorum, halbuki üç kaldığını biliyorum. Kendime o iki skorluk torpili çok görmüyorum. Dikiş bilmeyen ellerimle oturup kıyılmış yürek parçalarımdan kendime bir gömlek dikiyorum. Saçımın tellerindeki beyazları yapıştırıyorum tek tek üzerine. Beyaz, gözümü alıyor. Ağlıyorum.

Kollarını bir karışın kadar uzun tutuyorum. Yürek parçalarım kıymık kıymık dağılmış sağa sola, topluyorum. O parçaları birbirine ekleyip ince uzun bir kemer yapıyorum. İlk gelin misali, parmak uçlarımın kesiğinden damlayan gözümün kanlarıyla özenle kemerimi boyuyorum. Kırmızı, canımı yakıyor. Ağlıyorum.

Gömleğimi giyip bağını ince belime doluyorum, kollarımı arkadan bağlaman için sırtım dönük kapına varıyorum. Kırmızı kuşağımı görünce, gelin mi oldun, diyorsun. Kollarımı gösterip, hayır delin, diyorum. Gülüyorsun. Gülüyorsun çünkü kendime yaptığım torpili anlamıyorsun. O kadar dürüst değilim, bilmiyorsun.

Ellerimi arkadan bağlıyorlar üç zaman sonra tanımadığım adamların sesleri, sen daha iki vardı diyorsun. Senin sesini tanıyorum. Arkamdan el sallıyorsun. Duyuyorum. Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde tüm ışıkları kapatıp ağlıyorsun. Hissediyorum. Gidişime bir anlam veremiyorsun. Sana diyecek iki lafı olan sesimi bırakıyorum kafesli camdan dışarı. Süzüle süzüle gelip konuyor yüreğine, bir kar tanesi zarifliğinde:

Arkamdan salladığın sol eline iyi bak sevgilim. Sıyırıp bütün kederlerimi, soyunup acılarımı, gözlerim kahvenin en güzeli, tenim pembe beyaz olduğunda, ben sana çırılçıplak geleceğim.  Sen, sol elinle seveceksin beni sol yanımdan başlayarak. Sevgin, yüreğimi dağlayacak. Ağlayacağız. Biliyorum. Seni benle ağlayabileceğin için bu kadar deli seviyorum.


26 Ekim 2010

D/okunduğunda Sızlar Kelimelerim



Gelişine...

Dokundun yüreğime yıllar öncesinin özlemiyle
Parmak uçlarımda uçuşan kelebeklerse aşk
Ve saç diplerimde gezinen bir acabaysa eğer
Aşktı sana hissettiğim

Romanlar okurdum dilini bile bilmediğim
Trenler geçerdi içinden
Çitlerin ardında kömür kokusu
Beyaz sıvalı kerpiç evin penceresinden bakar
Her yıldız gördüğümde ölesiye mutlu ağlardım
Yüzümde turuncu bir gülümseme
Gözümde mor bir inci tanesi
Dokundukça parmak uçların
Kapıları çarpardı yüreğimin
Bir yüreğim olduğunu
Öptüğünde anladım


Gidişine...

Sebepsiz ve sözsüz kalınca elimde bitmemiş bir hikâye gibi hayallerim
Çok dokundu yüreğime gidişin
Yıllar öncesinden parmak uçlarımda kalan sızıydı ardından hissettiğim
Ve o gideşe yüklenen bir nedendi, saç diplerimdeki tanımsız ağrı

Ağrıma dokunma demiştim
Ağrıma dokunma!
Ağrıma gitti sözümü dinlemeyişin
Bir istasyonda içtiğim çorbanın acısıyla yansa da yüreğin
Bir daha o trene binmeyeceğim






.

25 Ekim 2010

Garip Ama...


Bildiğin garip bir durum. Sürekli bir yazma isteği, önüm sıra koşup ebe diyen bir erteleme kararı. İçime sığmayan kelimelerin, çıkmak istemeyen tavırlarını da anlamak mümkün değil. Bir gel-git var, dilimle yüreğim arasında, aklımla kelimeler arasında gidip geliyorum. Ben. Kimim? Neden konuşamıyorum? Sussam yüreğim kırgın, konuşsam aşk. Söyle bana. Söyle ki bileyim, kadersiz miyim?

Oysa ne garip, garip çünkü ben hep çok şanslı olduğuma inandım. İnandım mı gerçekten, yoksa öyle olmasını mı istiyordum ölesiye. Ah, gözün yalanlarına kanıp da ağlayan yürek, söylesene şimdi neresi senin sığınağın.

Bir gel-git var, yüreğimle dilim arasında, kelimelerle aklım. Neden yazamıyorum? Ben. Neden? Suskun yüreğim harflerini kaybetti bir gece vakti. Şimdi yarım kalan kelimeleri teğellesem birbirine, dikiş tutmaz cümleler kursam mesela, giyinsem kuşansam anlatmak istediklerimi üzerime, okuyabilir misin beni ellerinle. Sana bir sır vereyim, yüreğimin vuruşları gizli bir şifre elbet alfabesini bilene.

Oysa ne garip, garip çünkü ben hep senin o alfabeyi bildiğine inandım. İnandım mı gerçekten, yoksa öyle olmasını mı istiyordum ölesiye. Ah, yüreğin sanmalarına saplanıp da ağlayan göz, söylesene hangi okyanusa karıştı akıttığın yaşların.



Fotoğraf

24 Ekim 2010

Yine Güzel Bir Pazar

Bu sabah gazeteleri şöyle bir okudum. Ardından dışarıda yapılacak pazar kahvaltısı için hazırlığımı tamamlamıştım ki, telefonum çaldı. 10 dakikaya kadar sendeyim. Ben zaten hazırdım: son bir aynada kendine bakış ve işte günü karşılayan bir çift gülümseyen göz.

Özlemişiz. Laf lafı açtı. Yeni keşfedilen şarkılar ve şarkıcılar paylaşıldı. Günlük olaylar ve yalnızlıktan dem vurmalarla gidilecek yere varıldı. Güneş gören masa beğenildi. Baş köşesine kurunuldu. Tabaklar alındı. Açık büfenin önünde duruldu. Yiyeceğimiz kadar kahvaltılık tabağa yerleştirildi ve masada sohbet kaldığı yerden devam etmeye başladı.

Daha birinci lokmalar çiğneniyordu ki, burnumuza çarpan kokusu ile yanımızdan geçen sarışın kadına dikkat kesinildi. Nasıl da keyifsizdi. Kucağındaki ufak kız çocuğu ile eline yapışmış olan erkek çocuğun ağırlığından iki büklüm olmuş sırtındaki yük hissedilir derecedeydi. Adam elinde araba anahtarı ile dünyanın bütün yüklerinden kurtulmuş hafifliğinde uçarak yanımızdan geçti. Kadın çocukları ile bir oturma düzeni kurmaya çalışa dursun adam açık büfeden tabağına muhtemelen bir haftalık yiyecek stoğunu almak konusunda ciddi bir projeye girişti. İkram defalarca kalkıp istediğin kadar almaya müsaitken, adamın tabağını neredeyse devrilecek noktaya kadar doldurmasına şaşkınlıkla bakınıldı. Oluşan katlı kule takdire şayan bir mimarlık projesi olarak hafızalarda yerini aldı. Yüne de kıtlıktan çıkmış bir halleri olmadığından da davranışa bir anlam verilemedi. İnsanın göz doymasının, mide doymasından daha önemli olduğunun bir kez daha altı çizildi. Nefsin körelmesi direk gözle ilişkilendirilmeliydi belki de ki; bu konu da masaya yatırılıp tartışıldı. Konu benim ayakkabılara gelince, meselenin nefisle değil ihtiyaçla ilgili olduğu kararında ısrar edildi. Üstelik siyah bir ayakabım bile yoktu. İnsanın kankası ile tartışması da pek bir güzeldi. Hemen haklılık payı kartı ile ihtiyaç pekiştirilebilirdi.

Yan masamıza gelen çift daha sabahın ilk saatlerinde kırgın ve sinirliydiler birbirlerine. Bakışlarında, hareketlerinde ve suskunluklarında bile hissetmek mümkündü soğuk rüzgarları. Az ötemizdeki oyun parkında sürekli kaydıraktan kayıp, kendini yere yapıştıran çocuğun anne ve babasının dikkatini çekmek üzere yaptığı onca can acıtan davranışa, kafasını tabağından kaldırmadan tepki veren anne babanın bıkkınlığdı en çok ilgimizi çeken. O çocuğa koşup sarılma ihtiyacı hissecek kadar içimde yandı bir yer. Ama bunu engelleyen iç sesim, içinde olmadığın hayatlara müdahale etme dedi. Duydum ve dinledim. Yangımı soğuk bir bardak suyu kafama dikmek suretiyle dindirdim.

Aklıma paradigma felci yaşadığı ânı anlatan Amerikalı eğitmenin gözleri ve sözleri geldi:
metroya binmiş, günün yorgunluğunu atmak üzere elime aldığım kitabı okuyordum. Kitaba öylesine dalmıştım ki biri erkek biri kız, 9-10 yaşalrındaki iki çocuğun bağıra çağıra söylediği gospel ile irkildim. Uzun süre babalarının onları susturmaları için dik dik baktım. Adam dalgındı, bense giderek öfkeleniyordum. Nasıl olur da bir baba çocuklarıyla ilgilenmezdi anlamıyordum. Sonunda dayanamayıp, biraz çocuklarınızla ilgilenir misiniz? Burada kitap okumaya çabalıyorum, dedim. Adam kafasını olabildiğince sakin ve yavaş kaldırdı. Başka bir alemden bakar gibiydi. Sesi neredeyse çıkmayacaktı, gözleri kan çanağıydı. Biz cenazeden geliyoruz. Çocuklar anneleriyle vedalaştıkları andan beri, bu şarkıyı söyleyip duruyorlar. Sanırım zamanla onlar da atlacak, dediğinde içimin titrediğini hissettim. Önyargım beni tokatlamıştı. Özür diledim. Çocuklarla birlikte bağıra çağıra o şarkıyı söyledim.

Eve geldiğimde, bir önceki yazıma gelmiş olan yorumları yayına verdim ve onlara yorum yazdım. Olan biten hep aynıydı. Ait olmadığımız yaşamlara ilişkin fikirler gelişriyor ve bunları gördüğümüz pencereden algıladığımız şekliyle yansıtıyorduk. Anlatmak istediğimiz, karşımızdakinin anlayabildiği kadardı. Bazen bizim de pek doğru kelimelerle ifade etmediğimiz anlar olabilirdi. Ama önemli olan konuşmaktı, paylaşmak ve gördüklerimizi ynasıtabilmekti. Haklısı, haksızı yoktu. Durduğumuz yerden gördüğümüz tablolar vardı. O tabloyu yapan olmadığımız sürece, tablonun neyi ne kadar anlatmak istediğini de, ancak neyi ne kadar anlayacak alt yapımız, birikimimiz ve bakış açımız varsa işte o kadar anlayabiliyorduk.

Gün güzeldi. Dinlenmek ve güneşin ısıtan ışınlarından faydalanmak gerekti. O nedenle az sonra L koltuğuma uzanıp, Ledisi dinlemeye koyulacağım. Geriye, bana uzak diyarların hayallerine sarınıp düşlerin beni çıkarttığı yolculuğun keyfini sürmek kalacak. Belki akşam saatleri o keyfi, eğer olur da kelimelere dökmeyi becerirsem sizinle de paylaşacağım. Şimdilik günden ve kendimden beklentim budur. Hepinize keyifli bir pazar dilerim. Fotoğraftaki tostun öyküsünü ise başka bir pazara erteledim. Şimdilik göz süzmekle idare ediverin.





Kimse Kusura Bakmasın



Dünden beri yazıp yazmama konusunda düşünceliyim aslında. Sebebi de şu ki; ben kişisel olarak giyim kuşama karışılmasının, tek tipleştirilmenin  -her anlamda- yaratıcılığı öldüreceğine, zenginliğin -maddi değil elbet- çeşitlilikten geleceğini savunmuşumdur. Bu şartlar altında bakıldığında başörtüsü bayrağının geldiği son noktada, Başbakan'ın ‘Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası’ konulu forumda başı açıklara çıkışması konusunda, yani hak savunma konusunda iki çift laf söylemezsem -başı açık olarak, cevap hakkı doğuyor değil mi- kendime daha sonra çok kızacağım. 

Savunulması istenen söz konusu hak, bir bayrağa dönüştürülmek isteniyorsa, söz konusu hak, baskıya varan bir yapıyla mahallede huzursuzluk yaratıyorsa, durup düşünmek gerekmez mi? Neyin hakkı, kimin hakkı diye...

Başbakan Tayyip Erdoğan, kadınları, genç kızları, kılık kıyafetine göre, inancına, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakmanın, üniversitenin özgürlükçü niteliğini aşındıran ilkel ve gerici bir tutum olduğunu söyledi.(*)

Kimse kılık kıyafetine göre, inancına göre, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakılmazdı, eğer o kılık kıyafet siyasete alet edilmese, bir bayrağa dönüştürülmese ve 'eğer taraf değilsen bertarafsın' ile sindirilmeye çalışılmasa. Gelinen noktada dini inancından dolayı mağdur olanlar vardır elbet, ama bunu gene o dini inancı bir kıyafet olarak üstüne giyip, o kıyafetin altında türlü ahlaksızlığı özgürlük olarak tanımlayanlar yaratmışlardır ki bu noktada onların hakkını savunamayacağım, kimse kusura bakmasın. Yozlaştırılan, içi boşaltılan bir inancın savunucusu olmayı kabul etmediğim için de kimse benim kişisel hak ve özgürlüklerin savunucusu olmadığım sonucunu çıkartmasın.

Dini inancını yerine getirmek konusunda bugün gelinen noktada bile, samimiyetini, saflığını ve dürüstlüğünü koruyanlardan da bu anlamda özür dilerim, onların da bu oyuna istemeden dahil olduğuna dair endişemin altını çizerek. Affetsinler, ben dini kıyafet olarak giyenlerin oyununa dahil olamayacağım. İnancımı, bana öğretildiği gibi, Allah'la kul arasında bırakacağım.



(*) İlgili haberden alıntı.

22 Ekim 2010

Bu Hafta Ben ya da Yüreğimden Kalkan Yü(re)kler



Pazar günü kendimi şımartmak zannettiğim abartmalarım, haftanın koşuşturması içinde eriyip nerelere gitti bilmem ama ben kendi farkındalığım ile ilgili ciddi yollar kat ettim. Yükseklisans bittiğinden beri duyduğum, şu doktorana devam et cümlesini daha sık duydum bu hafta mesela. Affetmek ve meraklarını gidermek konusunda yılların bir önemi olmadığını da gördüm. Yıllar geçse de üstünden, bu kalp seni unutur mu'nun cevabından artık eminim. Kendi gömümün sıklıkla akla ziyan hallerde karşıma çıkışına da bu anlamda çok şaşırdığımı söyleyemem. Affedilmek istiyordu(m), affedilmek ve bildiğim/nden emin olmak. Biliyordum, beni hep sevmişti. Ve hissediyordum artık affedebilirdim. Yüreğimin reflüsü zaman zaman nüksetse de, farklı farklı sebeplerle, o ana eksendi. Öyle sanıyordum.

Bu hafta o koşuşturma arasında beni durduran bir maildeki kelimelerin sahibi kız çocuğunun yürek atımlarında kayboldum. Kendim gibiydi. Arayışı, inanışı, aldanışı, tıpkı ben. Sonuçları açısından acıları ve ağırlığı herkesin kaldırabileceği kadardı. Ben ağırlık kaldıramıyordum. O bir dünya şampiyonası yapılsa açık ara farkla birinci olabilirdi. Yüreğim sıkıştı okuduğum her satırda. Kendimle özdeşleşen yerlerinde aklımın geçmiş zaman koridorlarında dolaşmasına engel olamadım. O koridorlar karanlık ve silinmesini istediğim hatıralarla doluydu oysa. Karşıma her dönemeçte aynı yüzün, ismin ve sesin çıkıyor olması bir tesadüf değildi. İçinde saklı anlamı bulup çıkartmak, kendi gömümle helalleşmek gerekliliğini vurdu durdu yüreğime. Yapabildiğimden çok emin değilim. Ama artık çok yaklaştığımın farkındayım. Yüreğim; uzun soluklu bir nefes alışa saklı zaman fakiri  aşkın kanatlarında süzülüp duruyorken, ve üstelik dingin bir hayatın kapılarını oldukça huzurlu ve mutlu arka bahçelere açıyorken, içimde yıllar öncenin hayallerinden arta kalan bir parçanın köhnemiş bir sandal edasıyla yürek üstünde kalmaya çabalamasına kaldırma kuvvetimi çekivermek istedim.  Unutmak mıydı yaşadığım, yoksa hatırlıyor muydum gün be gün...

Başarı ile tamamlanmış bir tetkikçi görevi sonrasında duyduğum, dikkatin ve özenin benim ayrılmaz bir parçam oluşunun, ardından gelen iki günlük eğitmenliğimin %90 oranında memnuniyet ile tamamlanmış olması ve ardından duyduğum "varoluş amacını artık sorgulama, sen anlatmak için doğmuşsun"suna benzer söyleyişlerin kulağıma değil de, yüreğime yer edişindeki saklı gururumu okşadım. Kendimle barışmaya başladığım ilk günü hatırlamıyorum. Farkına vardığım değerlerden biri kendimim ve bir de farkında olduğum bir durum var: Kendime yeniden bir yol çizmek için o kadar da geç kalmış sayılmayabilirim.


(*) Görseli internette gezinirken bulmuşum, not etmemişim ne yazık ki...

20 Ekim 2010

Dikkat Dağınıklığı, Kafa Karışıklığı, Yürek Reflüsü

Uzun zamandır alışageldiği üzere, keyifli pazarlar sunuyorum kendime. Bu pazar da güzeldi. Güzeldi çünkü sadece bana ait bir zamanın, mekânın ve coşkunun orta yerine bırakmıştım yüreğimi. (mıştım, çünkü sanmışım.) İstediği gibi attı, istediği gibi... ( ee, haliyle bunu da sanmışım.) Kendimi dinledim, kendimle konuştum, kendimi evet, yine, şımarttım. (valla gelinen son noktada sadece abartmışım gibi göründü ya bana, dur bakalım siz ne diyeceksiniz.)


Milföy hamuru çok tükettiğim bir malzeme değil, neden, niçin, ne zaman alındığı bilinmeyen hamurla göz göze gelince mide, beynin yarattığı baskıya yenik düştü ve pizza denemesi yapmaya karar verdi. Eller komuta karşı çıkmadan hamurları buzluktan çıkarttı, gözler, dört parça milföy hamurunu yan yana dizip, uzun bir süre seyretti. Üzerine hazırlanan ev yapımı domates suyuna eklenmiş az biraz fesleğen, öğütülmüş karabiber ve dağ kekiği ile pizza sosu yapıldı. Sos özenle pizza tabanı olacak hamura sürüldü. Hamur haddini bilsin diye, çatalla üç beş kere dürtüldü. Eser, bir süre daha seyredildi. O delik deşikliğin ortasında bir süre gezinildi. Ayna etkisi dedikleri bu olsa gerekti. Sonra eldeki malzemeler sebzeli olsun hafif olsun bahanesi ile tüketilmek üzere tezgâha yerleştirildi. Daha önce közlenmiş olan kırmızıbiberler yol yol bölünüp pizzanın üzerinde yerini aldı. Tavada şöyle bir döndürülen sarımsaklı ıspanak yaprakları da kırmızılar arasındaki uyumu bozmamaya özen göstererek nazikçe hamurun boşluklarına yerleştirildi. Küçük parçalara ayrılan kurutulmuş domates parçaları aralara serpiştirildi. En küçük gözenekli rendeden geçirilmiş keçi peyniri, malzemelerin üzerine öbek öbek boca edildi. Öğütülmüş karabiber eklenmesi ile son aşaması da tamamlanan pizza, 170 derecede pişmek üzere 15-20 dakikalığına fırına bırakıldı.

Sabahtan niyetine girilmiş domates çorbasının domatesleri iri iri doğrandı, küçük bir tencerede az tereyağında kavrulmuş az un sadece kokusu için düşünüldü ve hazırlandı. Üzerine boca edilen bol sulu domatesler çok çok kısık ateşe konuldu. Az fesleğen, bol öğütülmüş karabiber takviyesi ile çorba kıvamını buluncaya kadar yalnızlığına terk edildi. Blender denen ezici aletle akışkan bir sıvıya dönüşünceye kadar malzeme harmanlandı.

Pişen pizzalar soğutulmadan, bir kitap kurdundan alınan ve uzun zamandır okunması istenilen kitaba eşlik edilerek yenildi. Kitap merakla okunurken, pişen çorbanın kokusu damağı gelip dürttü. Dürtülen damak kitabı elinden bıraktığı gibi, çorbasını büyük kocaman çorba muglarından birine  koydurttu. Dumanı üstünde tüte dursun, kitaba geri dönüldü. Çorba içilecek sıcaklığa geldiğinde yudum yudum içildi. Lezzeti her yudumda damağa yaydırma ve bekletme marifetiyle çoğaltıldı.

Akşamüzerine kadar devam eden okuma, okuyamama, aklını verememe, verme ama bu seferde alamama halleri üzerinden benimle dalga geçen benim, o saatlerde kafayı milföyle bir kez daha bozdu. İngiliz Kraliyet Ailesi büyük  ruh göçünden kalma bir alışkanlıkla 5 çayı içmek üzere gerekli hazırlıklar yapılmaya başlandı. Earl Grey kırması çay, sallama usulüyle demlendi. Demlenirken yayılan kokuya eşlik etmesi üzere, 1 elmayı rendeleyip de içine bir çimdik kadar eklenen tarçın ve avuç içinin büyüklüğünde hacim kaplayan cevizle pişme noktasına gelmeden altı kapatılan iç, az önce çay da içsem, içim de ısınsa bahanesi ile mutfakta soluğu alan kendimin el çabukluğu ile çıkartılan bir parça milföy üzerine emaneten bırakılmıştı. İlk denedim uydurdum oldu modeli için, hafifçe çekiştirilip inceltilmiş hamurla, halı toplama pratiğinden kalan bilgi ile, çok sıkmadan amanda gevşek de bırakılmadan sarıldı, sarmalanan için dışarı pırtlaması uygunsuz kaçacağından bu kısımda az biraz özen gösterildi.  Parmak kalınlığında kesilen içli hamur, fırın kâğıdının üzerinde yatay olarak yerini aldı. Bülbülyuvası özentili elmalı yuvaların yanına, üçgenleştirilen bir milföy peynirli maydanozlu içiyle birlikte eklendi. 20 dakikaya yakın 170 derece fırında üzerlerini kızarıp da kokuları etrafa yayılıncaya kadar bekletildi. Denenmek üzere, üzerlerine bir peri kızının kanadında yola çıkıp da taaaa Antalyalardan gelen bergamot reçelinden sürüldü. Daha önce yenen ve dibi görülen reçel pek daha güzel yakışırdı diye hayıflanıldı. Sıcaklığında eriyerek hamura nüfus eden lezzet daha kokusundan hissedildi. Sabır taştı, sızlığa dönüştü. 

Oturulup kitabın başına gene ve yine afiyetle yenildi, içildi. Kitap neredeyse yüzüncü sayfasına gelmişti ki, kitabın okunmadığı, dikkat dağınıklığı, kafa karışıklığı ve yürek yanmasına kamuflaj niyetli elde tutulduğu üzülerek anlaşıldı. Hafif etkili şokun atlatılmasına müteakip kitap daha fazla hak ettiği saygıdan uzak kalmasın diye, kapatılarak ve yazarından özür dilenerek sehpa üzerine bırakıldı. Kafa boşaltma enstitüsü kâğıt ve kaleme başvuruldu. Kalem yazdı kâğıt ağladı.

Bugün oldu, an itibarıyla yarın olmak üzere, kafa karışıklığı devam etmekte, dikkat dağınıklığı başa iş açmak konusunda ısrarlı, yürek yanması desen adı konuldu. Tedaviye karar kılındı. Benim gibi lisans tezini yürek üzüntüsünde veren, doktorasını yürek ağlaması üzerine yapmış birinin yrd. doç. ve doç. olmak için hazırladığı yayınlardan burada bahsedemeyeceğim. Öyle çok ve öyle derinler ki, boğulma ihtimaline karşı blogumuzda yeterli can yeleği, simidi ve tahliye kapısı yok ne yazıık ki...   Elbet profesörlüğü de yürekle ilgili olmalıydı değil mi? Ah! Burada nasıl da şaşırdınız kimbilir? Gelelim yürek reflüsüne... Bir kası vakti zamanında bir sevda masalının ortasında yırtılan yürekler, içlerindeki acıları zaman zaman sızdırabilirler. Bu ince ince sızma, zamanla içten içe yayılan açıklanamaz, tarif edilemez bir yanmaya sebep olur. Yürek reflüsü denen bu durumun tedavisi için düşünülen 'yüreğini de alıp gitme' tavrı üzerinde, klinik çalışmalar halen bir denek üzerinde ısrarla devam etmektedir. Tedavi sırasında beklenmeyen bir yan etki olarak ortaya çıkan yeme bozukluğunda tek çare koşar adım yürekten uzaklaşmaktır.



19 Ekim 2010

Umarsızca

Görkemli ışıklarıyla geceyi kuşatmış plaza binasının giriş katında, ince uzun koridorun açıldığı, büyük bekleme salonunun solunda kalıyordu odası. Arka bahçeye bakan büyük yekpare camdan dışarıyı seyrederken beklediği telefonun sessizliği kulaklarını tırmalıdı. Yağan sağanak yağmura aldırış etmeden dans etti bahçe çimlerinin üzerinde, tam da çimlere basmayınız yazının dibine dibine vuruyordu adımlarını, öyle düşledi kendini. Keşke dedi, cesaretim olsa yağmurlarda ıslanmaya. Oysa kaç yağmur hiç farkına varmadan ıslandığı, sonucunda olduğu zatürenin yaktığı ateşler onu düşürünce yatağa, yattığı yerden bakınca yani hayata, kafasına dank etti. 

Yağmur, sağanak... Dalıp gitti önünde bekleyen kırmızı dosyalarda önem sırasına göre istiflenmiş işlerden birine. Telefonun, o hiç de iç ferahlatmayan çalışından irkilip kaldırınca ahizeyi, Güvenlik Müdürü'nün 'ziyaretçiniz var'dasında buldu soluğu. Ziyaretçinin beklenmeyişindeki tedirginlik, sesini kesince, müdür devam etti: Serdar Bey...

Serdar Bey! bu gece görmek isteyeceği son kişi bile olamazdı. Hem bu ne yüzsüzlüktü. Bu ne kendini bilmezlik... Nasıl olurda, o büyük kavganın ardına kendini koyup çıkabilirdi yola ve vardığı yer nasıl olurda işyeri olurdu. Kadın, kendini taşıyan ince demir topukların üzerinde zarif bir hareketle doğruldu, bedeninin ceylan duruşundaki ürkeklikle, dizinin iki parmak üzerinde kalan keten lacivert dopiyesin verdiği sertliğin çelişkisinde, yığıldı koltuğuna... Çok değil 1-2 saniyeydi olan biten ve ağzından aynı anda çıkıp giden: Söyleyin, şu anda uygun değilim. Kendisi ile görüşemeyeceğim.

Telefonu kapattığında titreyen sesinin bedenine hükmedişine daha sinirlendi. Zangırdayan bir çene; sinirden mi... Yoksa beklenmeyişte saklı bir heyecan mı? Telefon tekrar çaldığında, ısrarın yarattığı gerginlikle patlayıverdi. "Çalışıyorum ve rahatsız edilmek istemiyorum."

- Alo... Alo... Müge...
- Ah Elif sen misin? Ben sandım ki, neyse...
- Hadi çıkıyor musun?
- Yok, yok gelemeyeceğim, siz gidin... İşler ummuduğumdan daha fazla birikmiş. Sabaha da toplantı var.
- Tamam, erken çıkarsan neredeyiz biliyorsun, gel mutlaka!

Telefonu kapatır kapatmaz, cama yöneldi, havaya ihtiyacı vardı, lanet camlar açılsaydı... Aklını kaçırmadığına dair bir kaç kanıt bulmalıydı. Neden bu kadar öfkelenmişti, evet, evet, kesinlikle o büyük kavgadan sonra çıkıp gelmesini beklemiyordu. Hem neyle gelmişti, nereden baksan bulunduğu şehir üç saat ötedeydi. Hem ne diye gelmişti. Herşeyi bitirdiklerini, bundan sonrasının bu şekilde devam edemeyeceğini oturup konuşmamışlar mıydı? Neydi onu on saat bile geçmemişken bu kararından vazgeçiren ve yollara düşüren. Nereden bilmişti onun işyerinde olacağını. Camın öte yanında pek de seçemediği uzaklıktaki köşede bir karaltı dikkatini çekti. Yağmurda saçak altına saklanmış biridir diyecekti ki, sigaranın korunu fark etti. Sigara... O olabilir miydi? Onun sigarası, parmaklarındaki sarı izlerin sahibini nerde olsa tanırdı. Sırdaşım dediği sigarası ile parlayan karartıya daha bir dikkatli bakmaya başladı. Aniden kendini çekip, onun daha rahat görünebileceği utancı ile masasına döndü. Bu ne saçmalıktı, hem görüşmeyi reddetmiş hem de meraklı bakışlarla bir umut beslemişti. Ya oysa...

Yağmur hiç durmadı, saatlerce, aralıksız yağdı. Gök delinmişti. Yorgunluk göz kapaklarının savaşında bir engeldi. Kendini araba kullanamayacak kadar yorguın hissetti. Güvenlik Müdürü'nden bir taksi çağırmasını istedi. İster istemez camdan bir kez daha baktı  hani karartı oradaysa... Orada olsa ne olacaktı ki, adam neredeyse bir saat kırk dakikadır kendisini mi bekleyecekti. Kendini ne kadar da önemsedin küçük hanım dedi. Güldü. Gülümsemesi içini ısıttı. Bulutları birden bire dağıldı, yorgunluğu çöken omuzlarından, kapanan gözlerinden ayak tabanlarına inse de, o yürürken zarafetinden hiç birşey kaybetmeyen bir kuğu gibi süzüldü gecenin sessizliğini delen topuk tıkırtılarında. Güvenlik Müdürü, alışık olmadığı bir tavırla yüzüne bakıyor, onu gözleri ile takip ediyor ve hatta biraz da küstahca sorguluyor gibiydi. Yorgunluğuna verdi, gözleri onu aldatıyor olmalıydı. Adamı neredeyse işe başladığı günden beri tanıyordu ve bu neredeyse 10 yıl demekti. Adamın bir kere bile saygısızca bir tavır sergilediğine şahit olmamıştı.

Kapıya yöneldiğinde, müdür bankonun arkasından seri bir hareketle bir demet çiçek çıkarttı. Yağmurdan aldığı darbelerle yana yatmış, beyazlığı kirlenmiş, dalları kırılmış bir koca demet papatya. Üzerine iliştirilmiş alaade bir kağıt parçası. Belli ki, bir not defterinden son anda koparılmış, kenarları yırtık yırtık. Adamın nazik gülümsemesi ile takdim ettiği papatyalara hiç de aldırış etmeden, üzerindeki notu alıp uzaklaşırken çöpe atılan çiçeklere bir kere bile dönüp bakmayan kadının önünde açılan cam kapı, yağmurun serinliğini ve onun kokusunu taşıdı yüreği tir tir titreyen kadının yüzüne. Kadın yüreğine sığınan eskimiş sevdanın pul pul olmuş teninde hissetti yağmurun ağırlığını.

Taksi onbeş dakika sonra plaza binasının bulunduğu bahçe kapısında olacak. Kadın, yağmura aldırmadan yürüyor. Elindeki nota bakıp düşünüyor. Çok mu katı davranıyor, çok mu acımasız. Hem ne demek "Seviyorum seni, umarsızca..."

Az önce penceresinden gördüğü köşeyi dönerken karartı belirginleşiyor. Dizlerine kadar inen yeşil parkası içinde sigara içen bir adam. Sigarasını yere atıyor, derin bir nefesten sonra, öyleki nefesin sesi hissediliyor. Sonra kadının donup kalmasından faydalanıp, sahnenin karanlığında, derinden gelen bir kafa sesi ile;

Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

Adam bir kaç adım atıp da ışığın yalayıp geçtiği düzlüğe çıkınca gözlerini gördü kadın... Adamın, gözleri, çakmak çakmak, hayır bir öfke değil, bir kırgınlık değil, bir aşk, çakmak çakmak aşkla bakan gözlerinde okudu şiirin geri kalanını kadın...
İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin.
Taksi geldiğinde, dakikalarca konuşmadan ve hatta göz kırpmadan duran adam ve kadın ve yağan, inadına sert sert, büyük büyük yağan yağmur ve neredeyse soğuk esen bir rüzgar, her şey, donduruldu zamanın akışında. Kadın taksiye bindi elinde notu. Adam baktı kadına, uğurladı onu bakışlarıyla, sigarasından bir nefes aldı, derin öyle derindi ki, taksi şöförü bile hissetti yüreğinde yer eden koru...






Fotoğraf
Şiir / Murathan Mungan / Yalnız Bir Opera

17 Ekim 2010

İmanın Şartı Kaçtır?

Bu sabah yine erkenden kalktım, hava biraz serin, bakkalın açılmasına zaman var. Evet, bizim hâlâ ayakta duran bir bakkal amcamız var. Hemen ilerisinde buraların bağrından kopmuş havlu marketler zincirine gitmektense bakkala gitmeyi seviyorum. O nedenle de az sonra çıkıp bir ekmek ve 2-3 gazeteden oluşan pazar sabahı ritüelimi gerçekleştireceğim. O zamana kadar olan vakite de, internet üzerinden 3-5 köşe yazarının yazılarını sıkıştırıyorum. Aslında, gazeteyi kokusunu duya duya okumayı sevenlerdenim. Beyaz ekranın soğukluğundan ve kokusuz oluşundan anlıyorum ki, ben duyularıma hitap etmeyen 'şeyleri' benimsemekte güçlük yaşıyorum. Teknoloji zamanla bunu da çözecek, inanıyorum. Ha, ben görür müyüm, bilmiyorum.

Soner Yalçın'ın Emir Kusturica Nâzım Hikmet’le akraba olabilir mi yazısını okudum. Yazının sonlarına doğru sorulan bir soru ve verilen cevap beni lise yıllarıma götürdü. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersimde başıma geleni anlatmıştım daha önce. Kısaca hatırlatayım: Ben dua ezberleyemem, dilim dönmez falan filan, teyzem hafız, her din dersi sınavı öncesi ağlayarak arıyorum teyzemi, teyzem her seferinde aynı şeyi söylüyor, önemli olan yürek güzelliği, duanı nasıl ettiğin, hangi dilde ettiğin değil diyor. Şükretmenin dili mi olurmuş diye de ekliyor. Ben din derslerinden Ahlak Bilgisi'nden de sorular geldiği için kıt kanaat ortalamanın altında zayıf sınırına yakın notlarla geçiyorum. Son sınav, tek soru: Ayet'el Kürs-i... Sınav başladı. Yanımdaki arkadaş kağıdına duayı yazdı, üzerine Evren yazıp benim kağıtla yer değiştirdi. Başladı kendi adına duayı bir kere daha yazmaya. Ben de oturup, onun bana yazdığı duayı silmeye. Ezberleyebildiğim bir kaç satırını yazıp uzattım öğretmenime. Ağlamaktan gözlerim aktı. Sınav sonuçları açıklandı. Ben geçer not almıştım, arkadaşımsa zayıf, itiraz etmek üzere elimi kaldırdığımda öğretmen bu ders aynı zamanda Ahlak Bilgisi dersidir, dedi. Hepimize de güzel bir ders verdi.

O zamanlarda meraklarım sonsuz olduğundan Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'i okumuştum. Aklımı karıştıran, kendimce sorularıma kendimce cevaplar bulamadığım zamanlardı. Okuyordum sürekli, merakla ve kaynak sınırlaması yapmadan. O dönemde kafama takılan bir konuydu, imanın şartı kaçtır sorusu. Bir İbn-i Sina, bir Ömer Hayyam, bir Farabi değilim belki ama en azından bu konuda kafamı kurcalayan hayır ve şer Allah’tan gelmez. Allah yarattıklarına niye eziyet etsin? (*) konusunda aynı paralelde durduğumuza seviniyorum. İyilik ve kötülük insanın içinde, O sadece bunu sana göstermek için önüne bir ayna tutuyor. Bakıp da görebiliyorsan ne ala...

Neden bu konuya pazar pazar değindin derseniz, din derslerinin bugün getirildiği noktadan duyduğum endişeden ve özellikle de inanç özgürlüğü altında artık baskısı -sağolsun CHP tarafından da körüklendi fazlaca- üzerimizde olan türban konusunu düşünüyorum da ondan diyebilirim. Oysa inanç özgürlüğünü konuşacaksak, tartışacaksak, türbanın ötesine geçip, kendi inancı ile örtüşmeyen tek bir din üzerinden öğretilmekte olan 'Din Dersi'nin ivedilikle 'Dinler Tarihi' gibi bir dersle yer değiştirmesi ve 'Ahlak Bilgisi' dersinin de apayrı bir ders olarak okutulması gerekliliği üzerine konuşmamız gerekmez mi? Buralarda bir yerlerde üzeri örtülen samimiyetsizlik konusunda ciddi rahatsızlıklarım var benim.

Şimdi yağmuru alıp üzerime, biraz nemli adımlarla düşüneceğim. Türkiye'nin en önemsiz sorunu nedir diye sormuş aysema... En önce en önemliyi bulup oradan bir sıralama yaparak ulaşmalıyım bu sorunun cevabına. Çünkü içimden bir ses, gündemin her bir dönemeçte gelip de oturduğu türban tartışmalarında bu tür anket sonuçlarının sağlıklı bir veri sunamayacağı kaygısını taşıyor.

Eklenti: Bu sabah yazısını yazarken henüz şu haberi okumamıştım. Kervanı yolda düzme hadisesine bir örnek daha eklenmiş oldu ve endişelerime bir tutam daha tuz biber ekildi, ne yazık ki...






Fotoğraf  / deviantART
Durga ve Saraswati

(*) İlgili yazıdan alınmıştır.

16 Ekim 2010

Adalet Duygusu Kamaşırsa

Çocuk hallerini severim. O hallerin saflığını, büyürkenki evirilmelerini gözlemlemeyi de... Belki de kendim bir çocuk sahibi olmadığım için onları bu kadar dikkatle gözlemleyerek kendimce açlığımı bastırıyorumdur. Bilmiyorum. Üzerine düşünmek falan da istemiyorum.

Arkadaşımın kızı S. anaokuluna gidiyor. Dört yaş grubu bu aralar favorim. Gülmek ve düşünmek için bence onları seyretmek en keyifli aktivite. Kitap okumuş kadar zenginleşiyorsunuz. Tavsiye ederim.

S. okuldan dönüşte annesine mızmızlanmış.
_ Bak elime ne oldu. M. beni tekrar ısırabileer. Yarın okula gitmeyi hiç düşünmüyorum.
_ Canım yanlışlıkla olmuştur. Isırmak istememiştir. Nasıl oldu olay anlatır mısın?
_ M. bana elini uzatabilir misin dedi, ben de neden dedim, o da öpebileer miyim dedi. Uzattım elimi. İki kere öptü. Sonra da ısırdı. Öğretmen ona ceza verdi. Bütün gün oyunlara katılmadı.
_ Özür diledi mi?
_ Diledi, ama ben okula gitmiiiycem.
_ Ama gitmelisin S.cim. Hem özür de dilemiş.
_ Ama güvenebileeer miyim? Bir daha da elimi öptürmem.

Uzun süre güldük bu hallerine S.nin. Eee dedim demedin mi, erkek milleti böyledir kızım, güvenilmez onlara. Öpecem derler ısırırlar falan. Al sana hayat dersi dedim. Saçmalama dedi, arkadaşlıkta olur böyle şeyler dedim, ve affetmesini tavsiye ettim, sonuçta isteyerek yapılmış olamaz değil mi diye soran gözlerle bakan haline, gülümsedim.

Ertesi sabah çay saatinin sohbeti gene S. idi. Okul kapısında karşılaşmışlar, S. ve annesi ile M. ve annesi. S. başlamış mızmızlanmaya, M.nin annesi hemen müdahale edip, isteyerek olmadığını, M.ninde özür dilediğini belirtip, M.yi iki dürtüklemiş. M. başlamış yarım yamalak konuşmaya. S.cim özür dilerim. Dişlerim kamaştı benim. S. büyük bir olgunlukla, olabileer, ama bir daha olmasın, demiş. Olay tatlıya bağlanmış.

Öyle çok güldüm ki... Dişlerim kamaşmış benim meselesine...

Hemen ardından çocukların hayattaki duruşlarını beliryeyici şeylerden en önemlisinin anne baba davranışları olduğu üzerine yoğunlaşan bir konuşma ortasında, adalet duygusu konusu açıldı. Bu konuda dedim ben annemle babama kızgınım. Kızgınım çünkü öyle bir adalet duygusu ile büyütülmüşüm ki, birine yapılan haksızlığa karşı tepkisel davranışlarım başıma iş açacak kadar gelişmiş. Üstelik bu konu, bazı aklıevveller tarafından kullanılma boyutuna kadar gelmiş. Öte yandan, kendi hakkımı savunmak konusunda hep çekinik bir tavır sergileyip susmayı öğrenmişim. 40 yaşına geldim, yaman bir çelişkinin ortasında terk edilmiş sandal müamelesi yaparken bulmuşluğum çoktur kendimi.

S.nin abisi U.nun arkadaş grubundaki bir tavrıydı aslında konuyu bu noktaya getiren. U. sürekli arkadaşını savunmak adına adalet duygusunun da fazlalığından kaynaklanan bir tutumla kendini öne atıyormuş. Arkadaşı bir süre sonra, kendi rahatsızlıklarını U.nun da tavrını bildiğinden U.ya söylüyor, U.da gidip gereken neyse yapıyormuş. U. sonunda kendisi ile çok da alakalı olmayan durumlar için sürekli ailesi ile birlikte müdür odasına çağrılan problemli bir çocuğa dönüşmeye başlayınca, annesi de sonunda dayanamayıp karşısına alıp konuşmuş. Her seferinde kendini ateşe atma diye de tavsiye de bulunmuş.

Böyle büyümeye devam edecek U., arkadaşları için hep öne/ateşe atacak kendisini. Güven duygusu zedelenecek, parçalanacak, kırıkları ve kırgınlıkları çok olacak. Biliyorum, biliyorum çünkü 7sinde neyse 70inde de o meselesi. Adalet duygusu bir kere kamaştı mı içinde, dönüşü yok, biliyorum. Ama keşke kendine zarar vereceği yerde temkini elden bırakmasa, hani bile bile de gidip sobaya el değmese diyorum ama o eli kaç defa derin yaralar açacak kadar yaktığımı da bir ben bir de O biliyor aslında. Dur bakalım ben kendimden hâlâ umutluyum, elbet ben de akıllanacağım... Sobanın yaktığını biliyorum, bir de unutmamayı başarırsam yırtıcam şu hayattan, inanıyorum... Herkese keyifle yaşayacağı bir haftasonu diliyorum. Gülümsemeniz eksik olmasın yüzünüzden...