"Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini,uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)" (*)
Sen karşıma çıktığında, uykusuz gecelerimin tek sığınağı olan limanıma vuruyordu; gecenin siyaha çalan koyuluğunda derin lacivert dalgalar, büyüktüler ve korkunç; yutmaya hazırlanan bir yürek oburun çakmak çakmak gözleri kadar parlaktı yıldızlar; birer siyah inci. İhanet, kıtlıktan çıkmış bir sürüngenin açlığında; her yanımı saran şefkat duygusunu yiyip bitirmişti bir kaç zaman önce. Yüreğimin sanrısıydı hissettiğim şey; ölmek, eşti benim sözlüğümde ihanete... Yani anlayacağın, son nefesimdeydim ben, sen beni bulduğun gece.
Ölüm, bir pençesi kalmış bir dağ kedisinin insafındaydı, açlığında ve tıslamasında. Yakındı yüzüme... Soluğu bir rüzgar gibi yalıyordu, pençe pençe. Gözlerimin derinindeki korkuyu bir ele geçirse, oracıkta; son nefes, oracıkta son, oracıkta yokluk ve sonsuz evren. Oracıkta, bütün gözlerden, yüreklerden ırak, oracıkta koskoca bir boşluk duygusu, ölüm!
Dehlizinde kaybolmak kendinin, nedir bilir misin? Ne zordur nefes almak, ve hatta ürkmek kendi nefes alışından. Çoğalmasın diye irkildiğinden nefessiz kalmak ve derin, ve derin ve çok derin nefes almak ve boğulmaya ramak kaldığın için yutkunmak kendi tükürüğünde.
Tir tir titreyen bedenimi, yüreğinin gücüyle kavramaya hazırlanan avuçlarına bıraktığımda, sarılıp uyumak değildi aklımı kaçırmama sebep. Onurundan vazgeçmiş bir kadının, teslimiyetiydi yüzümdeki şehvet. İrinler taşan oyulmuş bir yara: sırtımda kürdan kalınlığında açılmış inanç/sızlığımla, sızıyor, sızım sızım sızlıyordu belki de. O gece, ne yaralarımı gördün kendime derin, ne şehvetimi kendimde sahte. Sen baktın sadece görür gibi yüreğimi gözlerimde; öyle derin, öyle kahverengi, öyle uçsuz, öyle bucaksız, öyle sımsıcak. İçimin derinlerindeki kuytulara gizlenmiş bir duygu çıkarıverdi başını, hemen gerisin geriye döndü saklı karanlığına, ya göründüysem telaşlarında bir saklambaç oyuncusu: sevgi.
Dehlizinde kaybolmak kendinin, nedir bilir misin? Ne zordur nefes almak, ve hatta ürkmek kendi nefes alışından. Çoğalmasın diye irkildiğinden nefessiz kalmak ve derin, ve derin ve çok derin nefes almak ve boğulmaya ramak kaldığın için yutkunmak kendi tükürüğünde.
Tir tir titreyen bedenimi, yüreğinin gücüyle kavramaya hazırlanan avuçlarına bıraktığımda, sarılıp uyumak değildi aklımı kaçırmama sebep. Onurundan vazgeçmiş bir kadının, teslimiyetiydi yüzümdeki şehvet. İrinler taşan oyulmuş bir yara: sırtımda kürdan kalınlığında açılmış inanç/sızlığımla, sızıyor, sızım sızım sızlıyordu belki de. O gece, ne yaralarımı gördün kendime derin, ne şehvetimi kendimde sahte. Sen baktın sadece görür gibi yüreğimi gözlerimde; öyle derin, öyle kahverengi, öyle uçsuz, öyle bucaksız, öyle sımsıcak. İçimin derinlerindeki kuytulara gizlenmiş bir duygu çıkarıverdi başını, hemen gerisin geriye döndü saklı karanlığına, ya göründüysem telaşlarında bir saklambaç oyuncusu: sevgi.
Annesini; avcının parıltılar saçan kurşunlarından ikisi ile az önce yitirmiş, ulu ağaçların karanlığında, yamacına yıldırım düşmüş, kaybolmuş bir ceylan ürkekliğinde kısılan gözlerimdeki bir damla yaşa dokunuşunda gizlenen bir arzu... asla, çiftleşme isteği değildi. Gözlerinin kahve değirmeninde saklı kokusuydu tenime sinen bakışların; sessizliğinde gizlenmiş bir çığlık: Uyu benimle, tenin tenime gebe kalsın; aşk doğsun sabahımızın güneşine... Akkor doğdu o sabahın güneşi, o sabah dehlizlerime giren sularının parlaklığındaydı yaşam, her ton turuncu alabildiğine...Bastıra bastıra nefes verirken sen nefesime; sevgindi duyumsadığım. Bir kitabın altı çizilmiş cümlesinde saklı kalan aşktı sunduğun, iyi ki...
Haydi kapa gözlerini şimdi.
* Milan Kundera / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği