25 Eylül 2010

Yumurta Sufle ya da Bir Şımarık Sabah Vakti

Bu sabah 4.15 gibi açtım gözlerimi. Nedensizdi, o anda. Artık sizin de bildiğiniz gibi bünyem rahatsız; alışığım ben onun uyumamalarına ya da zamansız uyanmalarına. Kalktım bir yudum su içtim. Yatağıma dönmek yerine, polar battaneyemi alıp salondaki L koltuğa uzandım. Sonra aslında son derece gereksiz gibi görünen bir şey yapıp eski ekmek teknesindeki dekorasyon dergilerinin üzerinde duran laptop'a baktım. Uzanıp aldım. Önce gelen bir maili ardından da bir blogu okumaya başladım. Bir tarih seçtim, o tarihdeki yazıyı kendime yol ettim. Sonra ilk yazıya dönüp yakın tarihe doğru okumaya başladım. Oku demişti O bana. Okudum. Uzun zamandır içimde yükselen bir ses gibiydi okuduklarım. O'nun suretlerinde karşıma çıkanlara kulaklarımı mı kapamıştım? Sonrası, sorulardı, sonrası cevap aramalar.  Bir saatten fazla okudum. Yok yok okumak değildi, içimde hissettiğim her bir kelime bir duvarıma çarpıp yıkıyor gibiydi. Bir deprem... Sonrası bir teslimiyet gibiydi. Saatin farkında değildim. Sabah ezanı okunmaya başladı. Banaydı. Sessizliğin içinde, bana, yalnız bana, sadece bana sesleniyordu. Sabah ezanı, Sabâ  makamında okunur, içi hüzün kokan bir kadının sabah ezanını sevmesi için yeter de artar bir sebep değil mi? Yaz sabahlarından farklı olarak, sabah ezanını sonbahara yakıştırırım ben. Hüzün ikiye katlanır. Pencerenin aralığından usul usul gelen sese ve yele verip duygularımı kapadım ekranın beyaz ışıklı ekranını. Üzerime iyice çekip siyah polarımı, daldım huzurlu bir uykuya, derin olacağını hissebiliyordum. Daha önce bir okyanusta hiç yüzmemiştim.

Gün çok erken başlamadı. 8 gibi gözlerimi açtım tekrar. Güneş yalayıp geçiyordu yüzümü, gözlerimde durup okşadı bebeklerimi. Sonra yanağıma usul bir öpücük bırakıp uyandırdı beni. Geldiği gibi sessizce yoluna devam etti. İçimin sıcaklığında, enerjisi yenilenmiş bir kız çocuğu da kalktı benimle birlikte. Gün güzel olacaktı. Belliydi.

Yüz şapur şupur bol suyla yıkandı. Aynada ışıldayan gözlerin sahibine bir gülücük bırakıldı, yanaktan bir makas alındı. Ah Tanrım! Bugün başka bir ülkede başka birinin ruhunda falan mı uyandım ben. Evren'in bütün enerjisi içimde de sanki.

Üzerime, hafif, ince bir elbise giydim. Çamaşırları yıkanmaları üzere makinaya doldurup, dönmelerini seyrettim. En son bunu yaptığım sabah, bir karar vermem gerekiyordu. Sıkıntılıydım. Oysa bu sabah, eğlencesine baktım dönüşlerine. Gülümsedim. Banyodan çıkıp mutfağa yönelirken, gelişi güzel yatağın üzerine atılmış battaniyeyi derleyip katladım. Yağaımın üzerini örttüm ve camı açtım. Annemden kalma bir alışkanlık aslında bu yatak toplama. Ben yataklarımızı hiç dağınık görmedim. En sıkışık zamanlarda bile önce yatakların üzeri örtülür, düzeltilirdi. Böyle bir annenin kızı olduğum için mutlu oldum. Annemin yüreğini öptüm. (İyi ki, senden olmuşum ben.)

Buzdolabının kapısı açık, önünde ne yesem diye düşünen ben... Hafta arasının sabahlarını genellikle yulaf, çeşitli flakesler ve sütle geçiştiren ben, hafta sonları kahvaltılarımı mutlaka bir şölene dönüştürürüm. En azından bir gününü. Bu sabah böyle bir şölen için biçilmiş bordo renkli ipekli, gümüş işlemeli kaftan gibi. Dolapta bir önceki hafta sonunun şımarıklığından kalan çemensiz pastırmalar, yumurta, yarım pembe domates, birazı bir önceki akşam salatada kullanılmış köz biber,  hâlâ umut vaadeden rokalar, dostluk kokan kurutulmuş domatesler, az biraz sert beyaz peynir ve boynu bükük dil peyniri dikkatimi çekti. Hepsi bir anda değil tabi. Teker teker... Hani bunun yanına ne olsa iyi olurdu derken derken çıkıverdiler karşıma...

Plan basitti. Bir sufle kabına pastırmalar kenarları taşacak şekilde yerleştirildi. Ortasına az biraz pembe domates, köz kırmızı biber konuldu. Üzerine yumurta kırılıp, tuz, karabiber ekilip, 170 derece fırına verildi. Ara ara kontrol edilerek yumurta pişmek üzereyken küçücük doğranmış dil peynirleri de üzerine atıldı. Böylece yaklaşık 10 dakikada şımarık bir kahvaltının baş rolündeki yumurta hazırlanmış olacaktı.

Ben sabah kahvaltılarında bilumum ot severim. Bu da babamdan geçen bir alışkanlık. (Canım benim.) Rokanın kurtarılabilenleri ince ince doğrandı, üzerine pembe domates küp küp kesildi. Kurutulmuş domates şişesinden çıkartılan iki adet domates minik minik doğrandı. En üstüne de beyaz peynir rendelendi. Ben yağ, tuz ve karabiber eklemedim. Ne de olsa, karabiber lezzeti rokadan, yağ kurutulmuş domatesten, tuz da peynirden gelmişti. Bu sabah Doğadan firmasının çıkarttığı naneli soğuk çay denenecekti. Bir kocaman konik bardağa tamamı dolduruldu. Servis ederken bir kaç dal taze nane unutulmadı. Piştiğini haber veren yumurtalı sufle fırından alınıp, tüm hazırlananlar kahvaltı tabağında yerini aldı. Ben yanında Besaş'ın tam buğday ekmeğinden bir dilim yedim. Harika doydum. Keyfimi katmerledim. Sonra uzanıp koltuğuma bu güzelliği sizinle paylaşayım istedim. Gününüz ve yarınınız yüreğinizce olsun dilerim.







NOT: Bu tarifin aslı Pastırmalı Yumurta adıyla Cafe Fernando da yayınlanmıştı. Benim tariflere sadık kalamayan bünyem, ana malzemeleri aldı ve onlardan yumurta sufle yapıverdi. Tarifini oradan olmak daha akıl kârı olabilir tabi...

24 Eylül 2010

Kayıtsız Aşk


Bir sabah okuduğum yazının kelimeleri dolanıp duruyor zamansız, olmadık bir konuşmanın orta yerinde aklımın çengeli o iki kelimede takılı, ne çekip çıkarıyorum, ne de kurtarıyorum kendimden onu. Dursun istiyorum, orada öylece asılı kalsın, zamanı gelince nasıl olsa düşer yüreğime, aklıma, dilime, kalemime.

Sahi, bir aşk ne zaman biter, söylesene..?


Yangın Yeri



içimin tenhasında kısa bir yürüyüşe çıktım
benimle gelir misin

beni derinlerinde hisseder de
yüreğinde misafir eder misin

bir kahve içimlik olsun sohbetimiz
bir sigara dumanına saklansın vuslat
bir özlem boyu olsun sözlerimiz

çok kalıcı değilim be adam
tek bir anda saklı kalsın herşey
anlam yüklediğimiz o anda
sonrasında ben kaldığım yerden
yürümeye devam edeyim



içinin tenhasında
kısa bir yürüyüşe çıkmış
küçük kız çocuğu

üşümekten korkarım
ısınmaktan korktuğum kadar
ılınırsa yüreğim sana
çok yanar sonrasında
izin ver ben bildiğim zamanda gideyim




griliktir benim sonsuzca görebildiğim
alışık değil dünyanın renklerine gözlerim
üşümem geçti bak
titremiyor artık ellerim
müsadenle
yüreğimi yüreğinden alıp
ıslak dudağımda bir tebessüm
ortalık yangın yerine dönmeden
bırak da
senden gidebileyim
bırak da tek başıma
tenhalarımda yürümeye devam edeyim








23 Eylül 2010

Yok Gücüyle Dayanmak



kocaman gözlerinde kocaman damlalar berivanın,
soyadı dayan
insanlar adlarıyla mı yaşar gerçekten?

12 yaşında yaşayarak öğreniyor terörü.
dayanıyor yok gücüyle; annesinin son gidişinde üzerinde kalan bakışlara ve uzanan ellere çocuk yüreğiyle...
söküp atamıyor,
söküp atamayacak!
ona sorulan sorular karşısında, o kocaman damlayı taşıyor kirpiğinin ucunda,
akıtmıyor, akmasına izin vermiyor.
annem, diyor... yardım, diye bağırdı... edemedim.
ağlamıyor, onun soyadı DAYAN.
yok gücüyle dayanıyor.

içimde bir yer kopuyor.
terörü lanetleyen yanım isyan ediyor.
kendimi bildim bileli o coğrafyanın çocuklarına ağladım,
o coğrafyanın çocuklarının kadersizliğine...

berivan, anneme sözüm var, diyor... çok çalışacağım, başarılı bir öğrenci olacağım.
sonra diyor iç sesim, ya sonra berivan....
sonrası yok berivanın.
sudenaz ve zeynep'in de...
onların sonrası da önceleri gibi;
koca koca kara kara sis bulutları yükselecek göğe,
gökyüzleri hep karanlık.

oysa, onlar daha çocuklar...
güneşli günlere gebe umutları.
güneş ısıtmazsa yüreklerini, umut nasıl yeşersin ki gök yüzlerinde...
yarınları aydınlık olmayan bir coğrafyada doğamadıkları için umutları kırık mı büyüyecekler?
ah berivan, ah sen dayanmakla taçlandırılmış olan küçük çocuk, senin gücün yeter miydi, ananın, yardım et çağrısına... gözleri hep gözlerinde asılı kalacak o son bakışa.

insan yüreğim sessiz kalıp susmalarıma küs biliyorum
doğunun kardelenlerine sahip çıkan Türkan'ın pencereden el sallayışı geliyor gözümün önüne;
bana, sana, bize o veda... günler sonra kırmızı bir minibüsün kan izinde anlıyorum.
emanetine bakamadık Ata'mızın.
emanetine bakamadık Türkan'ın.
acı büyüyor bu sabah yüreğimde...
susmak daha bir batıyor kendime.
iğne bu sabah bende, çuvaldız kimde hiç bilmiyorum.




Haber...
Fotoğraf...

21 Eylül 2010

AŞK Tamlaması




Bedenimin dili vardı.
Tüylerimin ürpertisi...

Gözlerimin feri vardı.
Burnumun sızısı...


Dilerim...
Sen ol yüreğimin kıpırtısı.






Not: Tamlayan mı Tamlanan mıdır AŞK, diye sormuştum bu şiirin tadı kalan yazımı ilk yayınladığımda. Bugün bir kez daha okurken fark ettim ki, bir soruya değil de bir ada ihtiyacı vardı. Aşk Tamlaması koydum adını.  (YN - 22.09.2010)

Gülümseten Sıcak Yüreklere

Sabahın erkeninde, uyan zili çaldı vücut saatimin. Baktım 6. Kalktım ve güzel yürekli bir dosta çıtır kıtır yapmaya karar verdim; taze taze olsunlar istedim, kokuları üstlerinde kalsın. Bilmem öyle oldu mu?.. Yola çıktım. Yağdı yağacak bir hava, gözü nemli, bir yaş hazırda beklemekte, bahanesi hazır da, bekliyor işte. Serde yiğitlik var, yağamıyor.

Bir saat kadar sonra arabadayım, gün gri, kara kara bulutlar gelişlerini müjdeliyor yağmur damlalarının, henüz çok yolları var gibi. Nasıl da sıkışık trafik bu saatte bile, camı açıyorum, nefes nefes içime çekiyor göğün griliğini ciğerlerim, o esnada yolun karmaşasından sıyrılıyor aklım... Yüreğim pır pır... Nedensiz. Dikiz aynasının darlığına takılıp kalıyor gözüm. Dışında güneşler açan, içi hüzün kokan kadının gözlerini görüyorum. Ne de küçük şeylere büyüyor gülüşleri. Bu kadını seviyorum. Gözleri güzeldi... Gülüşü dünyalar kadar güzelmiş. Söyleyenin yalancısı olmak istiyor kalbim. Biliyorum, yüreği güzel olanlar, güzel görür dünyalarında olanları. Öylesine inanıyorum ki bu bildiğime, duyar duymaz bir sözcük, sıcacık bir gülümseme yayılıyor yüzüme, yüreğime kadar değiyor ve yatıştırıyor soğuktan ürperen tüylerimi...  Gülümsüyorum hâlâ, öyleki; sıcaklığından ılınıyor odam.

Esen deli rüzgâra yükleyeyim istiyorum selamımı, ulaştırsın gülümseten sıcak yüreklere. Öpsün onları yüreklerinden yüreğimi bu kadar ılık tutabildikleri için, iyi ki varlar, bazıları çok uzak coğrafyanın çocukları, bazıları aynı kapta yemek yediklerim, bazıları yürekdaş, bazıları özlem kokan buram buram... İyi ki oldular, iyi ki varlar. İyi ki insan, iyi ki dostlar...


20 Eylül 2010

Hani Bilirsin Ya...


Hani bilirsin ya, söylenemeyendedir söz ve kurur nefes... Ve yutkunursun ya; boğazında bir düğüm... Yüreğinde bir sıkışma olur ya hani... Sen söylemeden o anlasın istersin ya... Yepyeni kelimelerle kırmak istemeden, ama bilerek en olmadık yerinden kıracaktır söz, konuşursun ya susa susa. Sığınırsın ya seni rahatlatacak olana; uykuya, içkiye, sokağa, kadına, adama, barlara, berduşlara... Sığındım sanırsın aslında... Sonra yine güneş doğar, hani bilirsin ya...Ve sözü söylemek için vakit gitgide daralır, daralır bir ip gibi sıkar ya... Sıkışan yürek, atmaz artık sanırsın ya... Ve hiç olmadık bir zamanda, hiç olmadık bir kelimeyle söylenemeyeni kusarsın ya: işte o anda hiç olmadık bir yerden vurur hiç istemediğin halde kırarsın ya avucunda ürperen serçenin kanadını bağırta bağırta.

Onca zaman söylenemeyenin ağırlığıyla, bir sarkaçtır artık o söz akılda. Zaman içinde, hele bir de yıldız varsa koyusunda saklı gökyüzünün, bütün karalıklara inat parlıyorsa buradayım diye avaz avaza... Gözyaşı bu, tutamazsın. Bazı sözlerin, kendine verilmiş olsa bile, yerine getirilemeyeceğini bir kez daha anlar, yaranın kabuğundan bir parça koparırsın.
O susaşta saklıdır ilk yangının yükselen kızgın alevi... Karşılıklıdır artık susuşlar ve sessizlik delip geçer zamanı bir bıçak gibi ya da ne bileyim bir şiştir mesela, kızgın ateşte kor... Dağlanır yürek, o sessizliğin içine çöker bir akkor... Hep aşktan yanacak değil ya... Ayrılık da yakar yüreği, aşktan öte, aşk gibi, hani bilirsin ya.
Böyle geceler- uykusuz gözlerde yaş- kavuşmaz ya sabahlara... Söylenemeyenler gelir dilinin ucuna, kurudur nefes, çıkmaz ya bir ses. Kendi duvarlarında sıkışıp kalır ya yürek... Bir düğüm boğazında... Bir ip elinde... Sıkar da sıkarsın ya yüreğini atmayıncaya dek... Boğulan yürek, atmaz artık sanırsın ya... Hani bilirsin ya dostların dilinde avuntu niyetine asılı kalır bir kaç söz, sanırsın ya zaman ilaç gibi gelecek. Ama bilmezsin; zaman durur tam da o anda inadına. Akrep küser yelkovana...

                                                                                      Durdu zaman, hem de hiç olmadık bir anda.
                                                                                                                Mayıs 2010 / Tut Ellerimi
Eylül 2010 / Evrenin Dünyası




18 Eylül 2010

Ev Yapımı Çıtır Kıtırlar, Her Dem Tazeler


Gece gece oturmuşum koltuğuma, nasıl da dertli, nasıl da düşünceliyim, şaşılası bir hal. İnanamazsın ( tam da burada blog demek istiyorum ama, camia da yarattığım ağır abla modeline ısınmış parmaklarım engel oluyor aklımdan her geçeni burada yazmaya... hatta tam da burada nerde kalmıştım blog bile diyebilirdim de... neyse...)

Bilirim inanamazsın, çünkü nadirdir benim geceleri gamlı baykuş olduğum. Lafı uzatmadan geceye döneyim ben. Saat 11 suları. Hırsını bilimum tatlı, tuzlu, atıştırmalıktan çıkartmak düşleri kuran bünyeye, en sert uyarı yaklaşık 2 saat kadar önce, yürüyüş bandında, kaçan kovalanır oyununu oynayan ve dolayısıyla takatı kalmayan bacaklardan geliyor. Koşmam diyor. Aman aman diyorum, siz koşun. Valla bak, ben yemesem de olur.

Ah, ah, mideye mi, beyne mi, bünyenin rahatsızlığına mı ulaşan sinyalleri durdurmanın imkanı yok. Zaman acımasızca ilerliyor. Yeni güne az kaldı. Hevesimi saklasam... Yatıp derin uykulara dalsam.

Saklayamıyorum, yatıp da derin uykulara dalamıyorum, onun yerine müziğimi açıp, mutfağın yolunu tutuyorum. Ne yapsam... Ne yapsam... Ne yapsam... Su içsem de kendimi mi kandırsam. Yok olmuyor, iki bardak sudan sonra ancak midem boğuluyor. Nefesim daralıyor. Çırpınışları devam eden beynim kıvrım kıvrım kıvranıyor. Duygusal açlığımı bastıracak bir şey... Ama ney?

Dolapları karıştırıyorum, susam iki paket ki, 80 gram kadar eder de, tek başına da yenmez ki... Neredeyse vazgeçmek üzereyim. Elimin uzandığı en uzak köşeleri kurcalıyorum. Bir de ne göreyim. Dolabın arkalarında, gözlerden ırak, karışık lüks ( tam da burada gene bloga seslenme ihtiyacı, çok gülüyorum ben bu lüks lafına be blog deme ihtiyacı, ama demiyorum, kapıyorum aklımın açtığı parantezi)

Evet, evet, bildiğin karışık lüks çerez... Yakşaşık 250 gram gibi duruyor. (Yahu bu blog beni bugün rahat bırakmıyor, tam da yeri: Gördüğün gibi blog, gözüm hassas bir terazidir benim de ve burada gene, kapa parantez)

Etti mi sana susamlarla birlikte 330 gram gibi bir ağırlık. E, kuru malzemeler olursa 300 gram civarı, akıl neyi pişirmeni ister, tab ki, Crunchy!

Crunchy de ne olaki diyenlere yaptım kendimce bir türkçe çeviri: Çıtır Kıtır...
Ben, pek bir severim.
Susam ve bildiğin sevdiğin çerezleri yaklaşık 300 gram ki 290 da olur 310 da... Bir yumurta ve bir fincan pudra şekerini çırptıktan sonra harmanlayıp- ki tatlı seviyorsan 1,5 fincan da olur- atıveriyorsun 170 derece fırına, aman dikkat fazla değil 13- 15 dakika sonra hazır oluyorlar. Misler gibi kokuyorlar.

Ertesi gün,  herkesi senin günahına ortak etmek üzere, çıtır kıtırları 4'lü gruplar halinde paketleyip, ofis arkadaşlarına hediye ediyorsun sabah çayının yanında...

Onlar, ay ne de güzelmiş, aman da ne yeteneklisin derken, hem egonu, hem de mutluluğunu katmerliyorsun. 
Evren'e dua edip,  iyi dileklerini gönderiyorsun.
Hadi afiyet olsun. Yaratıcılığını kullan kendi sevdiğin tatlarda çıtır kıtırları da sen yap, dostlarınla paylaş. 
Güzel şey, insanın dostlarının olması.
Çok güzel şey be blog ;)



PS: Bir tarif vereceksin, yarım saat seni okumak zorunda kalıyorum diyen okura da, buradan selam olsun. Onu da düşündüm be blog, koyu renk yaptım tarif için gerekeni. Beni takdir ettin değil mi?

15 Eylül 2010

Taş

Kadın, sahilde yürürken ayağına takılan taşı alıp avucuna, tuttu bir süre. Taşa sıcaklığı geçmek üzereydi ki, aniden fırlatıp attı. Taş suda 3 kere sekerek, her vurduğu darpede hareler yarattı. Keyif aldı seyretmekten hareleri kadın... Sonra aniden taş battı.

Yansımasını fark etti suyun yüzeyinde... Seyretti dikkatlice. Hayattan keyif aldıkları da bir çizik atmıştı, sıkılıp üzüldükleri de. Melodisini mırıldandığı şarkının sözleri aklına gelmeyince pek de kafasına takmadı. Ayağa kalktı. Yansımasını suda bıraktı.

Havanın güzelliğine kanıp salınarak yürümeye başlamıştı ki, bir rüzgar esti saçlarını savuran... Umursamadı. Soğudu hava ve karardı gökyüzü. Karardı deniz. Karardı yüzü. Sıkıldı içi. Çok sıkıldı. Çıkarıp içini havaya fırlattı.

Bir gece önce keyfe yattığı düş ne de çabuk kedere bırakmıştı yerini. Aldı düşlerini yüreğinden, söktü tek tek kederinden. Bir yumak yaptı. Önünden geçen kara kediye verdi yumağı. Kedi yumağı oyuncak etti kendine. Oynadı, oyalandı bir süre. Parçaladı yumağı. Ardına bile bakmadan oradan uzaklaştı.

Kadın, yürümeye devam etti. Ayağına bir taş daha takıldı. Aldı eline taşı. Sıcaklığı taşa geçiyordu ki, durup bekledi. Soğudu bedeni, hissetmedi elleri, taş yuvarlandı avucunun içinden. Kadın yığıldı olduğu yere. Avucundan düşen taşa geldi başı. Kanadı... Kanadı... Kanadı...

Acımadı canı, hissetmedi yüreği, bilmedi aklı, duymadı kulağı, ağlamadı yaşı. Güçlü bir dalga parçaladı kadının taşa dönmüş bedenini. Sahilin binbir yerine dağıldı kadın.

***

Sahilde yürüyen bir adam aldı bir taşı eline. Tuttu elinde sımsıkı önce. Sonra savurdu denize doğru. Taş sadece bir kez vurdu denizin yüzeyine. Hareler oluştu yüzeyde. Adam seyretti hareleri... Daldı derinlere. Geçen yıl bu zaman, dedi; kaybetmiştim seni bu sahilde. Bir tekme savurdu havaya, ayağının ucu çarptı bir taşın ortasına, yüreğine oturdu acısı, bir damla gözyaşı düştü o taşın üzerine. Taş oyuldu, göl oldu.


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

13 Eylül 2010

Bir Çay Ver, Gamlı Olsun


Biz hiç çay içmedik ki seninle,
Kahveydi ilk yudumda nefes gibi içimize çektiğimiz.
Ten kokulu sabahlara mutlulukla açılırdı gözlerimiz.

Ne çok zaman geçti üzerinden güzel gözlüm diye sevilmeyeli...
Ne çok zaman... aynada gözlerime gülümsemeyeli...
Ne çok zaman... koyu kahverengi gözlerinde sevişmeyeli.

Öylesine yalnız bir gecenin ortasına düştü ki ellerin...
Yüreğim sanki avucunun içinde, yorgun.
Yüzümde gülümseme, buruk.
İçimde; acı yeşil bir sızı, zamansız.

Böyle olmamalı derin bir aşkın sonu dedi dostlar...
Böylesine kayıtsız, boşlukta salınmamalı dedim kara bir sevda.

Küsmemeliydi yelkovan akrebine,
Bölünmemeliydi tümceler hece hece,
Kırılmamalıydı sözcükler teker teker,
İnceldiği yerinden kopmamalıydı kalemim.

Durup baktım geçmişe yelkovanın ucundan; acımak bir kahvenin şekersiz koyusunda kendine, en çok da sevişine, kıyamamak güzel gözlerine, akrebin soktuğu yerde kanatmak kendini bile bile, ne zalimce...

Zamanın hiçliğinde, yokluğuna sarılmak bildiğince.
Ağlayamamak, yutkunmak biteviye,
Bir bardak çaya yükleyip teselliyi,
Yudum yudum ısınmak...
Yudum yudum tutunmak şimdiye, tek çare.

12 Eylül 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Tütmek





gecenin koyu mavisinde
sabahını bekleyen 
 hüzün kanatlı albatros
bir rüzgara kaptırmış yüreğini
uçuyor da uçuyor

ah!
kanat çırpan
çırpınan
rüzgarını buldu mu süzülen
yere göğe sığdıramadığım
aşk!

gece gece
aklıma düştün
yüreğime gerçek














03 Eylül 2010

Bir Yolculuk Öncesi: Dönüş(tür)mek





Sırt çantam elimde, içine konacakları ayırmışım gün evvel ama gene de gözüm sağda solda. Özenle yerleştiriyorum; incecik bir yağmurluğu, kolları uzun bir tişörtü, şort olabilen pantalonu... ah keşke sandalet olabilen bir botum da olsaydı, onun yerine yağmuru seven spor bir ayakkabı alıyorum yanıma, sandaletler ayağımda; onlar güneşin aşığı. Ne olur ne olmaza hazırım: İlk yazın narin ve sevdalı gelinciğinden, kasımın yabani ve gene de sevdalı patına dönüş(tür)ecek hazan mevsiminde bir gezginim.

El çantamda; pembe kumaş kaplı defterim, yol kelimelerini yazmak için kısa, dolgun, gümüşi kalemi de yanında. Fotoğraf makinası da aldı yerini, detayları çekip saklamak ve gelecek günlere geçmişin anılarını anlatmak için oldukça sabırsız. Bir-iki kitap yanımda, yol(culuk) arkadaşı olmaya hevesli. Bir mp4, geceye ninniler söyleyecek belli. Bildiğim bir yolun tekrarındayım, daha çok aşk gibi, o nedenle de ilk sefermiş gibi; kanatsız bir kelebek içimde bütün bir yol dans edecek sanki.

Gidiyorum. İçimdeki çoşku hangi kelime ile tanımlanır henüz bilmiyorum... Gidiyorum, içimin yağmurunu güneşe dönüştürmek için... Gidiyorum, güneşli hallerimin yer yer yağacağını bilerek. Anlayacağın, gidiyorum aşka aşkla, ve biliyorum, günlerce yitip gitmeyen, yeni çekilmiş bir kahvenin buram buram kokusuna saklanmış yakıcı bir hasretlik var ucunda; 'hazır ol'da beklemekte anını ama korkmuyorum, ne olur beni anla. Gidiyorum, yüreğime yenik düşen aklım bir karış havada. Bana öyle garipseyen gözlerinle bakma. Hem sen bilir misin aşka düşmeyi, yanmayı mesela ve aklını kesip atmayı bir anda. Sadece yüreğine bırakmayı bütün kararları. Ama aklın işi bu, gelip karışmasa olmaz. İç sesin o senin, yüreğini yoluna koyacak olanın. Yürekli kararlar almanı sağlayacak ve aşkı(nı) ölümsüzleştirecek olanın. Ama akıl iki yarı; biri şeytan, oturtur seni sofraya, yüreğine değmeyen, değmesini istemediğin ne var, tadına baktırır birbir. Diğer yarı, bir melek. Onun kanatlarında dünyan bir başka güzel, bir başka kırmızı, bir başka parlak. Kavgalı iki yarın; aklınla yüreğin, gözlerinle sözlerin, olması gerekenle oldurmaya niyetlendiğin... Hep kavgalı... Aşk, biraz da dövüşmek değil mi?

Hem sen anlatsana bana... Aşk; açarken solmak, solduğun vakit yeniden açmak, değil mi... Aşk; dönüşmek pır pır uçan bir kelebeğe ve köklü bir ağacı dönüştürmek bembeyaz hafif bir buluta, değil mi... Aşk; giderken dönmek, dönerken koşmak, değil mi... Aşk, aç kollarını ben geliyorum diye bağırmak isteyip de, dudakta bir gülümseme ile havada asılı kalmak, değil mi... Aşk, pırıltılı bir yeni yetmenin gözleriyle sevdiğine zamansızca, uzun uzadıya bakmak, değil mi... Aşk, bunların hepsi, ayrı ayrı her biri ve aslında hiçbiri, değil mi...


        Eğer öyleyse sevgilim,
                                kahverengi gözlerinin huzurlu derinlerinde bekle beni,
                                                                yoluna çoktan çıktı yüreğim, 
                                                                                           dudağımda saklı bir gülümseme...
                                                                                                                         bekle, geleceğim.




Görsel

01 Eylül 2010

İlk Yağmur Soruları



Bugün yağmur yağdı mı sizin oralara
Düştüm mü yüreğine, bir yangın yeri ortasına
Kokladın mı çimenleri, toprağı ve tenimi
Özledin mi sen de ben gibi





31 Ağustos 2010

Seni Düşünürken...



Bir pencere açtım zamanda gezinen.
Gülümsedim.

O pencereden bakan kendimi,
Aşağıda bekleyen seni,
özledim.

Eylül de geldi çattı.
Eylül; hüznün kapı aralığı.
Dert ortağı yağmuru taşıyan yalnızlık vurgusu.

İşte öylesine bir yalnızlığın içinde,
Tıp tıp vurdukça taraçada damla
Seni düşünecek bir yürek uzaklarda
Bir pencere açacak zamanda gezinen.
Gülümseyecek gözleri, iyi ki...






30 Ağustos 2010

Sıradan Bir Omlet Tarifi

Öyle çok bir özelliği yoktu bu sabahın. Gün evvelden bünye yorgunluğunu saymaksak, enerjisi yerinde bir insan profili çizmek mümkündü hatta. Gene de, dış etkenlerden tabi ki, erken kalkan yol alamadı ne yazık ki, çünkü yürek dostu evinde değildi. Akşamüzeri görüşmek üzere sözleşildi. Kahvaltı planı elinden kayıp bir anda suya düşen Evren ne yapsın, kendi ile başbaşa kaldığından olaya el koydu. Üzülme kendim, unutma ki, sen tek başına da bir kahvaltı edebilecek güce sahipsin tesellisinden gazla, tişörtünün askılarını sıvadı ve girişti kahvaltı hazırlığına. Dolabın doluluğundan olsa gerek, gözünü aldı; soğuk beyaz duvarlar ve camdan raflar. Bir önceki günün patlıcan oturtmasından elde kalan kırmızı biber sapı kenarı, Çeşme'nin bahçelerinden toplanmış ama 15 günün sonunda sıcaklara dayanamayıp kaykılmaya başlamış yeşil biber, yeni alınmış 6lı yumurta ve bir şarap gecesinden kalma fesleğenli peynir ile omlet yapılması; idi, egosu ve süperegosu tarafından uygun görüldü.


Ocağın altı yakıldı ve azıcık sızma zeytinyağı tavaya uzaktan gösterildi. Önce etli olan, uzun uzun kıyılmış kırmızı biberler ve ardından sadece sapları koparılmış yeşil biberler tavaya atıldı. Biberleri öldürmeden hemen önce azıcık sütle, öğütülmüş karabiber ve bir tutam tuzla zenginleştirilen yumurta çırpılarak üzerlerine eklendi. 




Bir yüzü pişen omlet, benim kadar yetenekliyseniz, havaya atılıp, yok değilseniz bir spatula yardımı ile dağıtılmadan terz yüz edildi. Peynirlerin erime sesine kulak kabartılıp, ocağın altı kapatıldı. Ve artık omletinizi keyfinize göre servis edebilirsiniz. Ben, yanında dün hazırladığım soğuk çayı layık gördüm. Siz kendi layığınızı bulun efendim. Hadi afiyet olsun. HAYIRlı günler dilerim.



29 Ağustos 2010

Tarte Tatinim Geldi

Dün masa ayağı kırma ve ardından masa ayaklarını söküp, o ayaklara başka üst takma ile gerçekleştirilen 'kendim ettim kendim yaptım projesi' başarı ile sonuçlandı. Mamafih, iş o kadarla kalmadı. Hazır elimde vidalama, delme ve çakma aletleri varken bir dizi tamirat işleri de dururken, kaşınan bedene müstahak bir uğraşla çeşitli 'öncesi ve sonrası projeleri'ne daha el atılmak suretiyle, evin altı üstüne, üstü soluna, solu çatısına, bacası kapısına kadar getirildi. Yorgun düşen bedene bir şişe şarap aslında dünkü yazımdan da anlaşılacağı üzere iyi geldi.

Bu sabah, bir önceki gecenin etkisi ile aslında geç kalkıldı. 08:00de günü kaçırmış bir halde yataktan kalkan beden, ki ancak soğuk denilebilecek bir duşun iteklemesi ile kendine geldi. Gelmez olaydı demek istiyorum izninizle. Rahatsız bünye dün görmezden gelmek için türlü çeşit bahane bulduğu, kendince dağınıklığa bir çözüm üretmek üzere işe girişti. Öncesinde dünden hakkı saklı, mükellef bir kahvaltıyı da eksik etmedi. Arpası fazla gelen rahatsız kişilik, pazar mazar dinlemedi, mutfağı kırklayayım dedi. Ayda yılda bir pişen yemeğin yağlarının, bağlama çalma istediğine gem vurmak üzere, önce filtreden olaya girişildi, buzdolabı, mutfak dolaplarının dışı, derken içi, derken duvarlar... Ve sonuç: sıcak sulardan soğuk sulara değme noktasında prenses kesilen parmaklarımın derileri suda oynamış çocuklarınki gibi.

İş o kadarla da kalmadı, rahatsız bünye evde kullanılmayan ve fazlalık olan malzemeleri ayıklama işine girişti ki, o noktadan sonra kendisini gören olmadı. Atılacak torbalar birer dağ gibi dizilince kapı önüne dur deme vakti geldi. Atmayı kenara bırakıp, bakma, bakmadan sıkılıp, okuma, okumadan bunalıp, kendini temizliğe verme ile devam eden rahatsızlık, son kerte, yemek pişirme ve soğuk çay ile kendini anlamsızca tamamladı. Ateşi yükselen bünyeye iyi gelecek olan, balkonları yıkama ve toz alma, daha da  iyi olmasını sağlayacak, hastanın ayağına gelme durumu gibi akla düşen, Tarte Tatin ile daha da bir manasızlaştı. Akla düşen Fransızların sıcak elması,  ilk kez yenilen sömürge ülkenin o dönemde yüzü güldüren tek keyfi olmasından mütefellit bir süre, geçmişin girdaplarına dalındı ki, allahtan telefon çaldı.

Bir değirmeni kendine simge edinen restoranda, yenilen yöresel yemeklerin ardından mutlaka ılık Elmalı Tarte Tatin yenilirdi. Yanılmıyorsam ve aksanını kelimelere dökebilirsem, Tart Taten diye okunurdu.

İş güç, yapılan paspasla sonlandırıldı ve derin bir nefes alarak mutfağa dalındı. Hayattaki en basit malzemelerle yapılan bu Tarte Tatin'in bin bir çeşit tarifi olduğu internet denen sonsuz bilgi kaynağından öğrenildi ve yorgun bedenin aklına güvenilip, defterindeki tarifinden, göz kararı ile malzeme ölçüleri, bir kaç püf noktasını atlamadan pişirildi ve böylece enfes bir tatlı ile rahatsız bünye ödüllendirildi.

Un, şeker, yağ, soğuk su, elma, armut, bir de kel Mahmut gerekiyor bu tarif için. Kel Mahmut'un gerekliliğini ilerleyen satırlarda anlatacağım, önce arife tarif:

Ben Cezayir'de öğrendiğim ve aklımda kalan tarifi uyguladım. Ölçü biraz göz kararı ama gene de vermeye çalışayım. 1cup (140 gr. gibi) unun içine, bir kibrit kutusu kadar soğuk tereyağını küp küp kesip atıyorsunuz. 1/4 cup şeker ve çok soğuk 50 cc suyu da ekleyip bir hamur elde ediyorsunuz. Çok emin olmamakla birlikte, bir çimcik tuz atılıyordu gibi hatırlıyorum ama ben atmadım. Hamur klasik anne kıvamı: kulak memesi yumuşaklığında olacak. Mümkünse daha fazla ama 30 dakikadan az olmamak üzere hamuru dolapta dinlenmeye bırakıyorsunuz.

Karamel tarifi de istemediğiniz kadar ama dedim ya ben pratik olan ve aklımdaki tarifle çıktım yola, sonuç güzel olunca da paylaşayım istedim. Karamel sos için çok fazla bir şeye ihtiyacınız yok aslında. Tereyağ ve şeker. Gene bir kibrit kutusu yağı küp küp yapıp bir tavada ve çok kısık ateşte erimeye bırakıyorsunuz. 1/2 cup şekeri yağ erir erimez tavaya yayıyorsunuz. Aklımda kalan püf nokta, hiç karıştırmayacak oluşumuz. Unutmayın ateş, mum alevi kıvamında, şeker erimeden yağ yansın istemeyiz. Sabırla bekleyip, birbiri ile uygun bir evlilik yapan şeker ve yağın kızıl kahve tonlarına ulaşmasını bekliyoruz ki, mutlu mesut birliktelikleri karamel olarak taçlandırılsın. Ateşin altını kapatıp, karışımımızı orta boy bir borcama alıyoruz. Ben 20cmlik oval bir pişirme kabı kullanıyorum. Üzerine istediğiniz şekilde elmaları ve/veya armutları doğrayarak yerleştiriyorsunuz. Ben bugün bir elma bir armut ile yaptım. Elmaları incecik, armutları ise bir parmak kalınlığında bıraktım. Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, elmalar eridi, armutlar biraz daha diri kaldı. Keyif sizin. Çokça dinlenmiş hamurumuzu bir merdane ve un yardımı ile, kabımızdan biraz, çok değil, 0,5 cm kadar büyükçe açıyoruz. Gene merdane yardımı ile mermerden alıp, kabımızın üzerine nazikçe örtüyoruz. Buradaki püf nokta ise, hiç boşluk kalmaması ve özellikle yanlarının çok çok iyi kapandığından emin olmamız. Fırın ısımız 180 - 190'deyken, 50 dakika onları başbaşa bırakıyoruz.


Duysunuz zilin sesini! Hemen fırına koşup, yaklaşık bir saattir başınızı döndüren o kokulara gününü göstermek için artık hazırsınız. İşte burada bir püf nokta daha, en az 20 dakika kabında dinlenen Tarte Tatin,  kendinden büyükçe ve mümkünse düz bir kaba ters çevriliyor ve karamelize olmuş elmalar size, siz onlara melül melül gülümserken, geçtim vanilyalısını, her hangi bir dondurma olmadığı için buzdolabınıza sırt dönüyorsunuz. Ne kadar yiyecem ben bu meretten sorusuna, makul ve mantıklı cevaplar verirken, başınızı emme basma tulumba gibi sallamıyorsunuz. Burada, Erkan Yolaç'a saygılar... Elinizde bir dilim ılık Tarte Tatin'le aşk yaşamak üzere balkonun yolunu tutuyorsunuz. Yanında ister filtre kahve, isterseniz bergamutlu çay ile tadına vara vara mideye bayram ettiriyorsunuz.
PS: Ne mi oldu kel Mahmut'a... Durun canım unutmadım. Keyfini çıkarttıktan sonra tatlınızın, koşu bandına yönelmek için, ya da sıkı bir yürüyüşe, tatlı sert bir müdür çıkmazsa içinizden işiniz zor olur benden söylemesi.
PSS: Mümkünse bu tarifi tek başına denemeyin. Hatta iki baş bile yetersiz. Şöyle üçü garantileyin ondan sonra girişin. Sonra uyarmadı demeyin.




28 Ağustos 2010

Yatağımın Sol Yanında Kekremsi Bir Tat

Yatağımın sol yanına uzanmış, esen akşam yelinin, uçları beyaz nakış işlemeli beyaz tülümle oynaşmasından arta kalan bir dokunuşun ürpertisiyle, okumayı bırakıp yazmaya başlıyorum. İstiyorum ki, düşüneceğim ne varsa, parmak uçlarımdan akıp gitsin. Ama öyle olmuyor, yazmaya başlar başlamaz bir ket vuruyor aklımın nöbetçisi parmaklarıma. Aklım düşünmüyor, yüreğim sus pus oturmada. Kendime saklı gecelerin bilmem kaçıncısında, bir dostun "şarap alırken aklıma düştün" deyişine saklanmış içten çağrısını duymak kadar içimi ısıtan bir şey oldu mu dersem, olmadı der içim. Oysa bu gecenin erkeninde, şarabı katık edip geceme, selam durmuştum aklımdan, yüreğimden gelip geçene. Kimler kimler geçmedi ki... Beynelmilel filminin bir karesinde der ya  pavyon görmüş Aydeniz, aşkın içinde kıvranan Gülendam'a analık ederken; "o sana bakmıyorsa, sen onun baktığı yerde dur" Nerden düştü ki aklıma şimdi... Sanki baktığı yerde durmak gibi bir şansım varmış gibi...

Ben en iyisi, şaraba yükleyip kederi ve yalnızlığı, döneyim yüzümü dost çağrısının beni alıp götürdüğü diyarlara: Avustralya, benim için sarı kuyruklu kangurunun kesesinde saklı shirazdır aslında ve daha ötesi de değildir. Hiç gitmedim, gider miyim? Kısmet. Ben, Shiraz üzümü ile tanışmama vesile oluşuna yükledim bütün güzel duygularımı, bir de sanırım vakti zamanında okuduğum Aborjinlere... Oysa üzümün kökeni, İran, adından da anlaşılacağı üzere. Ama yeni dünya ülkeleri de bu üzümün başarılı örneklerinin yetiştiricisi olmuş artık. Shiraz'ın; güçlü ve gövdeli oluşunu sevmiştim ilk içtiğimde. İçimi ilk yudumda sert gelsede, damakta bıraktığı zengin ve karmaşık tat, sizi bir anda bağlayı verir kendine. Özellikle yaban eti ızgaralar, ve baharatlı yemeklerle önerilse de, ben isli peynir ya da tulumla da çok severim. Dediğim gibi, içimi ilk başta sert gelsede, kadifemsi bir his bırakır dilde. Daha ilk yudumda damağa tütün ve baharat aromalarının karışımı yayılır ki, buruk ve kekremsi bir tattan hoşlanıyorsanız bu şarap kesinlikle sizin şarabınız diyebilirim. En iyi kupajı "Cabernet Sauvignon" ile yapar. Yok ben o kadar güçlü tanenli bir şarap tercih etmem diyenlerdenseniz, Diren'in 'Collection Syrah'ı bu anlamda meyvemsi tatları sevenler için pek ala da muhteşem bir seçimdir: Kadifemsi lezzetin kekremsiliğine eklenen meyvemsi tatlar güçlü ama kolay içimli bir haz sunar size. Bu gece bana bu güzelliği sunan kendim: bak şimdi, ben seni nasıl da sevdim.

Rüzgarla tülümün aşkı bitti anlaşılan. Ya bir kuytuya çekildiler çoktan, ya da araları açıldı, tülüm bana bir iki el etti diye. Bilemem... Üstelik de ilişkilerine karışmam. Ben kendimi bilirim. Bir de yüreğimden geçenleri. Ha bir de damağımda kalan tadın bana hatırlattığı geceyi. Ama anlatamam, belki başka bir sefere. Belki biraz daha içince. Belki bu gece ilerleyip de şişenin dibini görünce. Balkonumda, ince bileğinde kendi ağırlığınca tatları kucaklayan el yapımı koca kadehim beni bekler tek başına. Yüreğimdeki aşka yol verip, yanık bir şarkıyı Yasmin Levy'nin sesinden dinlemek  üzere, izninizle...



Görsel / Goole İmages


Ilık Esen Yele Yükle Anlamını



Dingin bir ruh:
tenha atımlarda sessiz bir yürek.
Yüzde yansıyan bir ışıltı.
Sabahın erkenine katık edilen hayaller;
bilinmeyen bir eski şehrin
medeniyet katmanlarında 
dolaşırken el(ele)ler,
huzur, hüküm sürüyor sevdalarında.

Ilık bir yel, habercisi beden ürpertisinin;
henüz açık pencereden bile geçmedi,
kokusu lavantaya takıldı
belki, edalı bir hanımelinde salınacak
bir ileri bir geri
ah beklemek!
ne bedbaht bir özveri
ne çilekeş bir hüzün
ne müjdeli bir haberci


Ten; yangın yeri, beklemeye tahammülsüz,
yürekte ağlamaklı sevdasına, yakarıyor adeta:

Sen, ılık esen yele yükle anlamını.
Kırılsın aklımın katılaşmış duvarları.
Belki o zaman dile gelir yüreğimin (z)amansız haykırışları.











fotoğraf / deviantart

27 Ağustos 2010

Kendime Gelmek İçin


Işıldayan bir çift gülüş


Masum bir öpüş




Biliyorum, kendine getirecek yüreğimi.




kendimle fısıltı:

imkansızı istiyorum değil mi?
masum kalmak ve ışıldamak...
ah, yüreğim!
hadi ezberine geri dön,
mevsimin, eylülle kapını aralıyor.
çanlar, ayrılık vaktini çalıyor.


Günler ve Aşk

Fotoğraf


                                           Geçip gidiyor...

Mevsimi geldi hüznümün.
Yakında başlar güneş solmaya ve bulutlar ağlamaya.
Ağaçlar döker üzerinde ne varsa, yalın bir çıplaklıkla selamlar güçlü gövdeleri hayatı.

                                        
                                          Değip gidiyor...

Mevsimi geldi yüreğimin.
Yakında gözlerim dalıp dalıp bakar uzaklara ve yaşlarım akar inci inci.
Gönlümün yorgunluğu ağırlaşır, dilimde bir ayrılık şarkısı beni yarınlara taşır.

                                         Gidiyor...

Zaman beklemiyor.
Sorular hiç durmuyor.
Herşey ama herşey hızlı bir devinim içinde.
Bense; yüreğimin yalın çıplaklığında açıyorum gözlerimi gerçeğe.
Gelip geçiyor bir film şeridi gibi yaşanmışlıklar;
Gelip geçiyor günler
Delip geçiyor aşk







24 Ağustos 2010

Çığlığa Uzat Elini


bir çığlık duyuldu derinden,
günler sonrasıydı
toprak ananın koynundaydı çocuklar
biri çığlık attı
KURTARIN BENİ
henüz vaktim gelmedi

büyümeli çocuklar
şairin de dediği gibi, şeker de yiyebilmeli
eksik kalmamalı
ne defterleri ne de kalemleri

oyunları olmalı oynayacak
yarınlara umutları; onları ayakta tutacak

haydi!
 sen de uzat elini
ister bir kalem ol
ister bir kağıt
becerebiliyorsan, bir umut ol!
tut ellerini















haydi
duy çocukların sesini









yonca

22 Ağustos 2010

Ukala!

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Bir kelime bulamadığın...

Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden.

Susunca, içimizdeki sokakları tura çıkan kelimeleri düşündüm. Aklın arka bahçesinden, yüreğin koridorlarına geçen, koşarken sağdan sola; kırılmaya, kurumaya, taşmaya hazır asker anlara çarpan... ne çok kelime. Ardı ardına sıralayacak parmak hızın olsa, kim bilir neler dökülür uçlarından. Saçlarımı geriye doğru attım, parmaklarım o oldu, kokum o... Donsun istedim zaman, o ve ben, henüz tuvale aktarılamamış bir aşk temasının renkleri olarak kalalım zamanda. Mağrur ve yürekli... Olmadı, zaman beni beklemedi, zaten ne zaman sözüm ona geçti ki, zamana kendimi uydurmaktan başka bir çarem olmadığına göre... uzandım önümde duran kahve fincanına, olağan bir seyirdi benimki: kahve fincanda, fincan sehpada, ben sandalyede, bedenin yönelişi, kahveye doğru. Durdum aniden: bir kalp şekillenmiş üzerinde, bozulsun istemedim, gerisin geriye yaslanıp kapadım gözlerimi. Açtığımda köpük yerini çoktan değiştirmişti. Bir yudum aldım, bir yudum daha. Ne çok sustuk, ne çok kelimesiz kaldık bilmiyorum. Ve ne kadar zaman...

Palmiye ile zakkum arasında ipeksi bir ağ örmüş, kendimce dev örümceğin tuzağını düşündüm. Nereden aklıma geldiğini bulmaya çalışırken bu sefer yolum başka bir çıkmazdaydı. Sene 1942... yaşamadım ki... Neden o dönem olanları okumak, seyretmek beni derinden sarsıyor. Reenkarnasyon... Ruhlar parçalanarak çoğalıyor. Zerre zerre dağılıyor. O yüzden mi hep eksik bir yanımız. Ah kafam... Sustukça konuşan kafam.

Bak oldu işte, diyorum...
Ne oldu, diyor.
Onlarca kelime arasından sana söyleyecek bir tane bile bulamadım.
Ee, buldun ya, diyor.
Neyi,diyorum. Onlarca kelime arasından bana söyleyecek bir tane bile bulamadığını söylerken bile dokuz kelime buldun.
Bir kahkaha patlatıyorum.
Ve hatta ilk üçünü de sayarsak; 12!, diye ekliyor.
Bana bak cadı, sen henüz on yaşındasın ve bence ukalasın!
İyi birşey değil mi, diyor.
Gülüyoruz.
Gözlerindeki pırıltıyı seviyorum. Hiç tükenmese, solmasa...

Koşarak bakkala yöneliyor. Elinde iki kutu ile geri geliyor. Param şekere ve sakıza yetti, diyor. Şekeri kendine saklıyor, sakız benim. Az sonra; değişsek, diyor. Neden, diyorum. Düşündüğüm kadar güzel değilmiş, sevmedim.

Sakızı ona uzatıyorum, kulağımı iç sesime... Seçimlerimiz düşündüğümüz kadar güzel olmadığında, sevmedim deyip, bu kadar kolay değiştirebilir miydik acaba? Ona sakızı uzatmakla doğru mu yapmıştım, hayatın ona bu kadar cömert davranmayacağını söylese miydim?

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Yanındakinin aklını okumak istiyor musun sen de?
Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden. Ama bu sefer o yüzümdeki gülümsemeyi yakaladı.
Meraklanma biliyorum, dedi. Her zaman herşey benim istediğim gibi olmayacak. Ha! Bu arada, sakız güzelmiş.
Ukala, diyorum, biraz yüksek bir sesle.
Gülüyoruz.
Gözlerimizdeki pırıltıyı seviyorum. Yitip gitmese, solmasa, silinmese...
Gözlerine bakıyorum kendi çocuk bakışlarımı yakalıyorum.
Mutluyum!
Ân'ı artık yüreğimin sokaklarında bir cafede aldı yerini. Hemen yanı başında çok da yüksek olmayan ferforje bir sokak lambası, güneş renginde yanıyor. Bir deniz esintisinin uzaklığında, beyaza boyalı bir dünya; civit mavisi iki küçük saksıda fesleğen kokusu.
Hâlâ burnumda...













19 Ağustos 2010

Sırt Çantamda İzlenimler

Bir yolculuk öncesinin tatlı telaşı, çakan şimşeklerin sonucu düşen yıldırım ve kesintisiz beş saat süren karanlık... bekleyiş... An gelince sırta vurup da çantayı yola düşmek... Gecenin karanlığını delip gelen her ışıkta bir heves yola yöneliş... Çimlerin üzerinde dinlenen müzik ve kurulan hayaller, gülümseyen bir çift göz, kıpır kıpır bir yürek.

***
Yol boyu uyuyanların sessizliğine karışan Başka Dilde Bir Aşk, ve Onur'un sessizliği ve Zeynep'in kelimeleri, ve Kamuran'ın dizeleri... Ötekileştirmeden kendini ve yalnızlaştırmadan yüreğini, yaşamak. Sabahın ilk ışıklarına kadar, üzerine düşünülen başka başka dillerde yaşanmış aşklar, mücadeleler, yengiler ve yenilgiler...


***
Hasretin vuslata dönüşmesi... Sarılan kollar, biriken anların heyecanlı dışa vurumları, göz göze gelince paylaşmak üzere saklanan süprizli söylemler, sıralı sırasız paylaşılan yaşanmışlıklar... Her anında birbirini kovalayan kelimeler, cümleler... Her anında çoşku, mutluluk, heyecan. Planlar, planlar, planlar... yarına, ertesi güne ve daha sonrasına...

***
Sonsuz mavinin ortasında, ağırlıksız ortamda akla üşüşenler, sırtını verip koyu maviye, gözlerini dikip daha açığına; arınmalar, hafiflemeler... sığınmalar sonsuzluğuna, yitip gitmeler sularında. Güneşi yolculayıp, ertesinde tekrar selamlamak serinleten tuzlu sularda.

***
Bin yıldızlı çimlerin kucaklayan serinliğinde, yalnızlığın derinliğinde, her verdiğin nefeste içinde birikenleri salıp kaymasını izlemek gökkubbede ve derin çok derin nefesler alıp, güzellikleri, iyilikleri ve en şahanesinden şimdileri yaşattığı için şükretmek yukarıdan seni seyredene.

***
1942 Soykırımında, "Vel' d' hivve", de beklemek geri dönüşü... "Camp de Noe" ve "Camp de Vernet" de çocuk olmak cebinde bir anahtarın ağırlığında. “Zakhor, Al Tichkah. – Hatırla; asla unutma.” (*) dedikçe, okumak ve unutamamak olanları...    1915 Techir'de asker olmak... Bir konakta yaşamak, ve evin hanımı olmak. Kumayı anlamak ve kabul etmek sunulan yaşamı. Suyuyla/yaşamıyla oynanmış, onuru kırılmış bir ırmak; bir Hint fakiri kadar ince, onun kadar yoksul görünüşlü, onun gibi dünya üstüne çok şey bilen Asi…(*) de yıkamak yüzünü. Tanışmak yepyeni kelimelerle, hallerle, duygularla...  Karışmak kendinde, çözülmek ve çözmek kendindekileri...

***
Bir annenin çocuğuna feryadında, bir yaşında bir çocuğun annesini arayışında bulmak, hayatın pamuk ipliğini. Ve sıkı sıkı tutunmak şimdiye... yanındakilere, en çok da yüreğindekilere... yer ettikleri için derinlerinde.

***
Güzeldi velhasıl, çok güzel! İliklerine kadar dinlenmekti, dinlemekti kendini. Kapıp koy vermekti duygularını, biriktirmekti özlemlerini, salıvermekti acıyan, kanatan düşüncelerini. Çoğalmaktı, çokça çoğaltmak... sevgiyi, aşkı, umudu... Dedim ya, güzeldi. İyi ki diyecek kadar...



(*) Kitapdan alıntıdır. / Tanıtım bülteninden alıntıdır.

17 Ağustos 2010

Uykuyu Paylaşmak

"Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini,
uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)" (*)





Sen karşıma çıktığında, uykusuz gecelerimin tek sığınağı olan limanıma vuruyordu; gecenin siyaha çalan koyuluğunda derin lacivert dalgalar, büyüktüler ve korkunç; yutmaya hazırlanan bir yürek oburun çakmak çakmak gözleri kadar parlaktı yıldızlar; birer siyah inci. İhanet, kıtlıktan çıkmış bir sürüngenin açlığında; her yanımı saran şefkat duygusunu yiyip bitirmişti bir kaç zaman önce. Yüreğimin sanrısıydı hissettiğim şey; ölmek, eşti benim sözlüğümde ihanete... Yani anlayacağın, son nefesimdeydim ben, sen beni bulduğun gece.

Ölüm, bir pençesi kalmış bir dağ kedisinin insafındaydı, açlığında ve tıslamasında. Yakındı yüzüme... Soluğu bir rüzgar gibi yalıyordu, pençe pençe. Gözlerimin derinindeki korkuyu bir ele geçirse, oracıkta; son nefes, oracıkta son, oracıkta yokluk ve sonsuz evren. Oracıkta, bütün gözlerden, yüreklerden ırak, oracıkta koskoca bir boşluk duygusu, ölüm!

Dehlizinde kaybolmak kendinin, nedir bilir misin? Ne zordur nefes almak, ve hatta ürkmek kendi nefes alışından. Çoğalmasın diye irkildiğinden nefessiz kalmak ve derin, ve derin ve çok derin nefes almak ve boğulmaya ramak kaldığın için yutkunmak kendi tükürüğünde.

Tir tir titreyen bedenimi, yüreğinin gücüyle kavramaya hazırlanan avuçlarına bıraktığımda, sarılıp uyumak değildi aklımı kaçırmama sebep. Onurundan vazgeçmiş bir kadının, teslimiyetiydi yüzümdeki şehvet. İrinler taşan oyulmuş bir yara: sırtımda kürdan kalınlığında açılmış inanç/sızlığımla, sızıyor, sızım sızım sızlıyordu belki de. O gece, ne yaralarımı gördün kendime derin, ne şehvetimi kendimde sahte. Sen baktın sadece görür gibi yüreğimi gözlerimde; öyle derin, öyle kahverengi, öyle uçsuz, öyle bucaksız, öyle sımsıcak. İçimin derinlerindeki kuytulara gizlenmiş bir duygu çıkarıverdi başını, hemen gerisin geriye döndü saklı karanlığına, ya göründüysem telaşlarında bir saklambaç oyuncusu: sevgi.

Annesini; avcının parıltılar saçan kurşunlarından ikisi ile az önce yitirmiş, ulu ağaçların karanlığında, yamacına yıldırım düşmüş, kaybolmuş  bir ceylan ürkekliğinde kısılan gözlerimdeki bir damla yaşa dokunuşunda gizlenen bir arzu... asla, çiftleşme isteği değildi. Gözlerinin kahve değirmeninde saklı kokusuydu tenime sinen bakışların; sessizliğinde gizlenmiş bir çığlık: Uyu benimle, tenin tenime gebe kalsın; aşk doğsun sabahımızın güneşine... Akkor doğdu o sabahın güneşi, o sabah dehlizlerime giren sularının parlaklığındaydı yaşam, her ton turuncu alabildiğine...Bastıra bastıra nefes verirken sen nefesime; sevgindi duyumsadığım. Bir kitabın altı çizilmiş cümlesinde saklı kalan aşktı sunduğun, iyi ki...  

Haydi kapa gözlerini şimdi.




* Milan Kundera / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği