03 Mart 2022

Ah Sevgilim! Çok Özlemişim - I

Sevgililer gününe denk gelen bir yolculuk hayali, araya giren pandemik hastalık nedeniyle bir kez daha erteleniyor. Ay sonuna ötelenen hızlı deniz otobüsü ve otel rezervasyonları ise tesellimiz. Ayın ortası değilse de sonunda ille vuslat var. 

"Adım adım İstanbul" koyuyorum üç günlük İstanbul macerasının adını. Avrupa yakası Maçka merkezli rotalar için nokta atış yerleri de yürüyüş rotasına ekliyorum. Ortalama her güne 22 bin adım olacak, ilk gün biraz geçecek gibi, heyecanlıyız, eksik gedik kalmasın istiyoruz. Müzeler ve sergi salonları bu turun konusu değil. Derdimiz sokaklar. Ekip antrenmanlı, ama yine de yemeli, içmeli ve şehir içi bu aktivite yorucu olacak gibi. Cuma öğe saatleri hareketle Kabataş'a varıyoruz. Taksi, okuduğumuz kadarıyla hayal ki iskelede sıralı olanlardan haber yok, anlıyoruz ki, adım adım adı boşuna değil. Maçka 2,4 km. Sırt çantalı olmanın avantajını yaşıyoruz. Dolmabahçe'ye selam edip, Beşiktaş Arena yanındaki yokuştan, Maçka parkı içinden, Nişantaşı'na on adım İTÜ Sosyal Tesisleri'ndeki yerimizi alıyoruz. İlk gece için rotası uzun, sokak lezzetlerinin ardı ardına sıralandığı, tek tekçilerde 1-2 bira, belki fıstık, ekmek arası bir şeylerli, patates kızartmalı "pis boğaz"lı bir gece bizi bekliyor. 

İlk durak Nişantaşı üzerinden, Radyo binasını takiben, Taksim. 50 yıllık dostluğun, yıl 1977'yi gösterdiğindeki anılar canlanıyor. Hangi noktadaydılardan başlayıp, nasıl buluşamadılar, hangi sokaktan kaçarak canlarını kurtardılara varan anılar sıralanıyor. Ben yaşça en küçüğüm, benim anılarım daha çok üniversiteli genç hikayelerine odaklanıyor, rock barlar, film festivalleri ve ilk aşklar üzerinden gecenin ilk ağırlığını üstümüzden atalım istiyorum. 

Gezi olaylarında duruşu ile damak listemizden de silinen yerlerden gözleri kısık, unutmadık bakışı ve edasıyla geçiyoruz. Kalabalık kendini yeni yeni hissettiriyor. Profil hatrı sayılır bir değişikliğe uğramış, Arap kökenli olduklarına kanaat getirdiğimiz turist güruhlarına hitap eden Arapça yazılı tabela artışı şaşırtıcı gelmiyor. Tek tük batılı turist görüyoruz. 

İstiklal Caddesi'nin sağlı sollu aralıklı sokak müzik grupları da bu rüzgardan nasibini almış gözüküyor. Kültürün değişimi üzerine bir sohbet başlıyor. Çünkü böyle böyle... Neyse... Derin mevzular sıklıkla açılacak gibi. Ne eskisi gibi kalıyor ki'nin devamı yine anılar; Kemancı, Hayal Kahvesi, Karavan, Atlas Sineması, Emek Sineması, Pera, Markiz, İnci Pastanesi, Odakule, Mısır Apartmanı, Narmanlı Han... Uzayıp gidiyor. Benim Taksim2le tanışıklığım 1990'larda ki Taksim o zamanlar kültür merkezlerine, barlara, meyhanelere, kitapçılara, pastanelere, kiliseye, camiye, sinagoglara, sinemalara, festivallere, hanlara ve hamamlara uzanan çeşitliği ile zengin kültürel bir yapıya ev sahipliği yapardı, bir de düşünün 1920leri, değişimi, çeşitliği... İnsan özenmiyor değil doğrusu.  Ben bildiğim yerlerden devam edeyim, Atatürk Kültür Merkezi önü ya da filmlerdeki gibi meydanda anıt önünde,  buluşma yerine gidilir, telefon yok tabi, bekle ki gelsin beklediğin, Godot beklemek de ne? Sarı dolmuş taksiler ile Anadolu Yakasına sabahın ilk ışıkları ile geçişler, yarı uyur yarı yorgunluktan baygın, az alkollü!  Ah o günler... Ah o yaşımın güzellikleri, hırçınlıkları, sanmaları, kanmaları, aşk yaraları... 

Nihayet, Çiçek Pasajindayız. Hemen girişte soldaki tek tekçiye oturuyoruz. Patates biraya geldi sıra,  altlık yaptığımız dürümler çoktan eridi, midede yer açılır açılmaz aldığımız tuzlu fıstık cepte. Henüz nispeten boş olan tek tekçide köşe masaya kimsenin olmamasını fırsat bilip yayılıyoruz, elbet fıçı, elbet 50'lik. Sohbet derin, herkesin bir anısı var, anılar resmen yarışıyor ama koşarak değil, aheste. Kahkahalar çoğunluk, hüzün biraz mahzun, yer yok kendisine bu üç günde, tam sahneye çıkacak, pat bir kahkaha tufanı... İnsan gülücüklü anıları çoğaltmalı. 

İçimizden biri fünikülere binmemiş, olacak iş değil. Galata Kulesi'nden, bankalar caddesi üzerinden Karaköy'e iniş ertesi geceye bırakılıyor, esnek planın güzelliği de burada, gönlün paşa. 

Sevdiğim hanları, binaları bir rehber edasıyla anlatıyor, yol üstü duraklarında kimi zaman asansörden, kimi zaman bir papazdan anılar anlatırken duyuyorum kendimi, bu halimi seviyor, ona sarılıyor, yaşamla aramda kurduğum bu güçlü bağa bir düğüm daha atıyorum. Aferin kendim, yaşamışsın şu hayatı diyorum. Hakkını her zaman verdiğim söylenemese de, İstanbul2un yeri ayrı, o çok sevdiğim aşığım, çok ama çok özlemişim. 

Tünel'den,  1875'te Pera İstasyonu olarak anılan noktadan füniküler ile Şişhane'ye iniyoruz. İstikamet, Karaköy. Karaköy, İstanbul'da ticaretin döndüğü yer, içimizden biri henüz 17 yaşında ilk kez çıktığı köyünden İstanbul'a avukatlık okuyan abisinin yanına geliyor, anılara dur durak yok bu gece, bizden yorgunlar, hep sahnede, hep baş rolde... Şimdinin bohem Karaköyü publar, barla, bilmem kaçıncı kahve çayçılarla dola dursun, biz 1975lerin Karaköy'ünde Yahudi patron Jojo'lu namı diğer Yusuflu anılara eşlik ederek ilerliyoruz. Fransız Geçiti ve ilk maaşlı işin binası neyse ki yerli yerinde duruyor. Gözler de bir nem... E dile kolay, hayatı öğrenmek cesaretle bir parça acıyı göğüslemek demek. O acı yıllar sonra da yakıyor genizi. 

Karaköy'ü bir ileri bir geri tüm sokaklarıyla dolandıktan sonra, İstanbul Modern yönündeki çıkışında, Saat Kulesi karşılıyor bizi.   Meydan umut vaad ediyor. Işıklandırma iyi, ama başka memleketlerin müze meydanlarını görünce, gene bir burukluk ve şükür bir arada. Port yeni açıldı meraklısı çok, önce hemen sahile yöneliyoruz, sonra baştan başlayalım boylu boyunca gezelim diye, Karaköy'ü Şişhane yönüne doğru bir kez daha geçiyoruz. Yürüdüğümüz az geldi, ille zorlayacağız 25 bini. 

Denize nazır, geçmiş yıllarda ancak İstanbul Modern'in balkonunda seyre daldığımız kıyılardan boğaza bakıyoruz. Her adımda, iyi olmuş, modern olmuş, binalar orjinal mı diye ilerlerken, Paket Postanesi binasına geliyoruz, mağazaların tamamı açılmamış olsa da, içeriden bakıldığında buranın paket binası olduğuna dair iki satır yazı dışında ikna edici bir ayrıntıya rastlamıyoruz. Bu biraz beni buruyor, böyle yerlerin yenilenmesi sırasında eski dokularına ait ayrıntıların varlığını kıymetli bulmuşumdur, bir nevi, iade-i itibar gibi gelir, bu türlüsünü bir parça geçmişe dair "özensiz" bulurum. Üstelik biraz okuyunca, Merkez Han, Karaköy Yolcu Salonu ve Çinili Han binaları gibi tescilli binaların prestijli bir otele ev sahipliği yapacağını öğreniyorum.  Modernliğine söz söyleyemeyeceğim bu dev asa "mağaza"yı sevip sevmediğime bir türlü karar veremiyorum. 


Bedenin yorgunluğu kendini hafiften belli etmeye başlamışken, Akaretler yokuşunun yenilenen yüzünde, Craft Beer Lab son durağımız oluyor. Son sohbetler tavında dövülürken, kalabildiğimiz kadar gündemden uzak kaldığımız, kendi İstanbul'umuzdaki ilk günü karmaşık duygularla sonlandırıyor 14, 7 km ve 24300 adım ile "Adım adım İstanbul" rotamızın ilkini geride bırakıyoruz. 



Devamı İçin; Ah Sevgilim - II


15 Şubat 2022

Günler Günleri Kovalarken Bir Garip Yulaf Hikayesi

Dedemin lokantaları varmış. Tanımadım, ama çok isterdim tanımayı, o mutfaklarda yamaklık yapıp, ustalaşmayı. Annem geçenlerde siyah beyaz bir fotoğraf bulmuş, av lokantası önünde dedem, yanında avcı, elinde tavşan. Av meselesi biraz düşündürücü benim için. Etçil olup, hayvanlar konusunda içi sızlayan ben, en büyük riyakarlığı yapmama sebep damak tadımla vicdanım arasında sıkışıp kalıyorum her seferinde. 

Gene de o lokantada büyümeyi isterdim doğrusu. Hikayeler bol, mesela annemin her seferinde sefer tası ile gönderildiği lokantadan bamya ile dönmesi, dedemin mahallenin delilerine, meczuplarına ayrılmış masasında, karşılığı bazen yarısı içilmiş bir sigara, bazen bir kuruşa yedikleri yemekler sonrasında "usta bu sefer yağlı olmuş, olmasın bir daha giderim başka yere bak" diye çıkışmaları, dedemin av lokantasına gelen Selahattin Pınar'la sohbetleri, annanemin udi oluşu ki, ben bir fotoğraftan öğrendim mesela, halbuki dinlesem, ne zenginlik... Hikaye bol, bol olmasına da dinliyorum işte sadece, oysa yaşasam... Diyorum ya, ne zenginlik. 

Siyah beyaz fotoğraflarda kaybolmuş gibiyim bu günlerde. Yaş kemale erince, insan o eskinin kokusunu özlüyor galiba. Dokusu yumuşak, duygusu yoğun o çocukluk, gençlik halleri ve hikayeleri bir başka oluyor. 


Gen çekiyor her halde, mutfakta olmayı severim, yemek hazırlamayı, sofralar kurmayı... Seçilmiş abim, kulakları çınlasın, misafire balık, bize gelince hep makarna der, beni kızdırır. Oysa ki makarnalarım da pek meşhurdur. Bir İtalyan değilim ama bu konu da mütevazi hiç değilim. Uzun zamandır yazmadığım için, kaçan perileri kovalamaktan yorgun düşüp, blog okuyayım dedim, bu arada sağ olsun deeptone da dürtmüş, hey hey diye... Dedim peri yok, olsa ne ala. Sonra Laparagas'ın yazarı Buraneros, sevgili, kıymetli komşuma uğradım, döktürmüş gene, Makarna Üç Adım; konu mühim bir yerde düğümleniyor benim için; makarna! Ah ne ala sofralar kurulur sayesinde... Başladım yorum yazmaya, nasıl akıyor klavye, nasıl bir coşku içimde, konu mühim dedim ya; makarna ve ille ki yancısı şarap bu aralar fena halde hasretliğim. 

Yüzümde bir gülümseme, kayboldum yine kelimelerde, sokaklarda ve lezzetlerde. Anılar geldi ardı sıra, Cadde ve makarna... Roma ve şarap... Trastevere ve şarap... Makarna ve şarap...

Bir ara epey makarna şarap sevdalısı olmuştum. Özellikle bir markanın tagliatellesi ile versiyonlar deniyordum. Ispanak, somon, eser miktar sarımsak ve krema, bol öğütme karabiber, üzeri için varsa Bergama tulum, parmesan alacak para o zaman yok tabi, zaten parayı yatırmışız füme somona.

Bir diğer versiyonum mantarlı fettuccini... of leziz mi leziz, mantar ille kestane olacak, yüksek ateşte 3 dakika, krema elbet gene baş rolde, Üzerine file badem ve elbette karabiber öğütme olacak, servis aşamasında ince kıyım maydanoz ve üzerine peynir, damak tercihi, illelik bir durum yok.

Her birinin yanına şarap eşlemesi mühim. Lezzeti katlıyor, kesin bilgi.

Elbet hoş bir sohbet, sohbetin uzaması ihtimaline nazır abartısız bir peynir tabağı. Bir kaç mum, gözü yormayan bir ışık, mümkünse yandan ve tavana doğru, sakin bir müzik, baskın olmayacak elbet, fonda, içi ısıtacak sohbeti yakmayacak "cozy jazz"

Desene kadın git de kendi blogunda yaz :)))

Dememiş, ama ben dedim, kadın git kendi blogunda yaz. 

Bu aralar alerjik bünyemin başıma açtığı dertleri bertaraf için uğraş veriyorum. Bilin bakalım neler yasaklı listesinde; gluten, süt ürünleri ve maya... Dikkatinizi çekerim, gluten makarna ve türevleri demek, maya desen şarap ve süt ürünleri demek peynirler de yasak listesinde demek, hem de her çeşidi... Benim bünyenin bu duruma tepkisi, hüzün denizlerinde boğulmak hissinin bedenimde yarattığı sıkışma sonrası tatsal travma. Aklıma bin türlü makarna tarifi geliyor, binbir çeşit peynir tabağı düzenliyorum ve pahası neyse ödeyip en sevdiğim şaraplı bir gece organize etmek için adeta yanıp tutuşuyorum. 

Hiçbirini yapamayıp, "cozy jazz" dinleyip, iç geçiriyorum. Lahanadan, iznim olan haftada 2 kaşık probiyotik yoğurtla coleslaw yapıp, haşlanmış brokoli tüketiyorum. Alerjim ile akraba olacak kıvamda küfürleri ardı ardına sıralayıp dövülmüş karanfil, karabiber, çubuk tarçın, taze zencefil  ve toz zerdaçallı içeceğimi soğutup, Gent birahanelerinde içtiğim biraların anılarıyla avunuyorum. Tropik sahillerin hayalleri ile uykulara dalıyor, çetin yüce dağların zirvelerinden aşağılara kendimi atmak üzereyken, haşlanmış yumurtalı, 10 zeytinli renk ahenk kahvaltı salatamla göz göze geliyorum. 

Rakı sofralarının unutulmaz zeytinyağlıları ile derin sohbetlere dalıyor, mezelerin ardından içli bir ağıt yakıyorum. Hepi topu 21 gün kahvesiz geçecek günlerin acısıyla içimi karartıyor, çayı bile özlemle anarken kendimi aynalarla konuşurken buluyorum. 

Velhasıl, nesilden nesile anlatılacak bir dede torun hikayesi ihtimali varken, dedemi ve lokantalarını hiç göremediğim için,  makarna şarap hikayeleri anlatıp, alerjik bir son ile aşçılık kariyerimi glutensiz yulaf tariflerine heba ediyorum. 


Şuraya iki Roma seyahati fotoğrafı koyayım da, yulaf haddini bilsin, fazla kalmasın hayatımda :))





19 Ocak 2022

Büyülü Gökkuşağı

Dokuz zaman önce, bir niyetle çıkılan yolculuğun, sevgi ile donatılmış yollarında, dikenler de vardı elbet. Üstelik toyduk, oyunbaz çakıl taşlarının yolculuğumuza engel olmasına izin veriyorduk. Öyle ki, bazılarını ceplerimize doldurup, olur olmaz zamanlarda önümüze önümüze atıyorduk ki bir kez daha takılıp, bir kez daha düşelim. Sonra ne mi oldu? 

Büyüdük!

Üç zaman sonraya denk gelir büyümenin ilk sancılarını için için çekmemiz. Nefaseti kendinden oluşumuzu bu pişme halimize bağlıyorum. Masaya konmadan önceki zamanlara dair kısa bir özet geçmek gerekirse; diş ağrısından hallice, can kesiğinden ince bir sızı, kaplanmadan önce öfkenin çirkin yüzüyle, limon, tuz ve sirkeyi de  alıp yanlarına koştular birbirlerine. Öfke ve mutsuzluk, öfke ve sancı, öfke ve hüzün; düşman kardeşlerdir özünde.  Onlar şarkıyla, anıyla, bir resim, bazen bir sözcükle, aslında sinsi zihinle bir olup, o cepteki taşları da avucumuzun içine yerleştirdiler çaktırmadan, ağırlığınca göz yaşımız aksın, durmadan ve durdurulamadan ağlayalım istediler ki karışsın kanla nehir birbirine. Biz geçtik o nehirden, bazen ben şarkı oldum, o limon, bazen o resim oldu ben tuz. Kan revan içinde düştük gönlümüzün derdine*. Sonra ne mi oldu?

Büyülendik!

Birlikte yaşamak, büyümektir yek diğerinde, büyülenmektir onun yüreğindeki sevgiyle dedi bir filmin bir sahnesinde kahramanın biri diğerine. Eğer iki insan izin verirse topraklarındaki tohumlara, bir gün bir bakmışsın, tarlanda taşlar yerine otlar, ağaçlar ve türlü çeşit çiçekler olur, börtü böcekler ve kelebekler diye devam etti. Fuayeye çıkmadan hemen önce göz göze geldik, zihin boş durur mu, ister istemez cebimize gitti ellerimiz,  çakıl bile kalmamış, kum tanesi ve hatta tozun zerresi ceplerimizde. Zihnimiz eninde sonunda yenik düşmüştü yüreklerimize. İkimiz de oracıkta, mısır patlağı kokusunda, loş fuaye ışıkları altında, büyürken aldığımız bütün yaralardan kalan izleri teker teker alıp çiçek tacı yaptık gözlerimize. Her bakışımız kelebeklerle bezenmiş sonsuz kırlar gibiydi, gülüşlerimiz güneş. Zamanla çocuklar oyunlar oynadı, kuzular me'ledi, bir yavru tilki, bir tavşanla arkadaş oldu sabah erkeninde. Yedi zaman sonraya gelir ilk çiçek açışımız. Ben frezya gibiydim beyaz, o bir lisyantus inadına tül pembe. Sonra ne mi oldu?

Filmin ikinci yarısı başladı. Kız oğlana sarıldı. Oğlan hüngür hüngür ağladı kızın kollarında, mutluluk dedi, birlikte büyümek, büyülenmektir bence. Işıklar yandı. Alkış, kıyamet koptu bir anda. Güvercinler havalandı ve pan flütlerin sesi duyuldu uzaklardaki köylerden. Ağladık, mutluluk gözyaşı ılık olur, oluk oluk akar insanın yüreğine, bizimki de aktı, sevgimiz daha da büyüdü, gökkuşağı oldu. Sonrası hep bir iyilik, hep bir güzellik oldu sadece. Üç elma düştü göklerden, biri anlatana, biri okuyana, biri de gökkuşağını görüp mutlu olanın başına. 


 



* Cem Adrian'dan dinlemek isteyen olursa... 


18 Ocak 2022

Göz Pınarlarım Bomboş* Topuk Yaylası Yolları Bir Hoş


Bir Öncesi 

Hemen Öncesi


Havva abla kapıda. Kahvaltı hazırlasaydım diye sesleniyor. Ettik diyoruz. Çay vereyim taze diyor, teşekkür edip bardak termosa yolluğu alıyoruz. Dünkü işi rast gitmiş pek seviniyoruz. Helalleşip ayrılıyoruz.

Haritalar uygulaması açık, sapağı kaçırmak istemiyoruz. Biraz müzik doğayla dolgun ruhumuzu dans ettiriyor. Canımın içi tango gecesinde "Leyla'nın Öğrencisi" adlı eseri seslendirecek. Nihavend bir eser. Başlıyoruz söylemeye, ezber kusursuz olmalı. Sesi nasıl da oturmuş esere. Dikkatli bir öğrenci, tuzaklara dikkat çekiyor, benim de kulak iyi.  Başlıyoruz söyleme;

Göz pınarlarım bomboş
Kalp atışlarım sarhoş
Düşkünün biriyim
Aşkının esiriyim
Görmüyor musun ne haldeyim




Sapağı kaçırmıyoruz. Tavşanlı'ya gelmeden, Ören köyü iç yolunu dönen yol sonrası, Dedik köy tabelası aklımızı çelmek üzereyken yola devam kararı alıyoruz daha önümüzde, İsaköy, Şenlik, Eğriöz, Gümüşyeniköy, Aksu, Çiftlik Köy ve hemen sonrası Domaniç var. Orman içinden, dağ sırtından, yol alıyoruz. Manzara tam sevdiğimiz gibi. Sırtta gidiyor olmanın, yol ne yöne dönerse dönsün sunduğu güzellikler paha biçilemez. Çokköy dikkatimizi çekse de, yoldan bir kez daha çıkmama kararında ısrarcı oluyoruz. 
Zor günümdeyim
Son demimdeyim
Bak elindeyim
Sorma ne haldeyim

Kahve molası için durduğumuz noktadan yerleşim yerlerini seyre dalıyoruz. Şükürler hep dilde.  Dumanı üstünde press kahvemiz, Belçika'dan gelmiş Elisabeth geleneksel çikolatalarımız ile paşada olmayan keyfimizle kaldığımız yerden devam ediyoruz. 

Seni aşk dilencisi
Leyla'nın öğrencisi
Gönlümü yalanlarınla avutma
Sevdanın yabancısı
Yüreğimin sancısı
Yıkarım bu dünyaları unutma

 

Domaniç'ten sonrası Topuk Yaylası, İnegöl, Bursa diye devam edecek. Canımın içi geçtiği bu yolları, dağları, anıları tane tane anlatıyor. Bense hala eseri çalışıyorum kafamda, sanırsın sahne alacak benim. 

Boş yere ceza çektim
Boş yere hüküm giydim
Suçsuzun biriyim
Aşkının esiriyim
Görmüyor musun ne haldeyim.


Topuk Yaylası Tabiat Parkı mola için harika bir nokta. Güneşe nazır bir noktada Mavişe harika manzaralı bir yer buluyor, masa ve mutfak düzenini kuruyor ve şarabımızı açıyoruz. Sırada pek de kamp yemeği olmayan ama pratik ön hazırlık ile tek tencere kamp yemeğine dönüşen "CafedeParis Soslu Tavuk" için Berlin hatırası şef önlüğümü belime doluyorum. Ailenin video, fotoğraf, anı koleksiyoneri iş başında. Ara ara mutfağı kolaçan edip kayboluyor. Sesleniyorum. Buz gibi bir havaya rağmen, mangala gelen herkesin güneşten beklentisi pek çok, ah bir de beş gibi geleceği söylenen yağmur bulutları gölge etmese; ediyorlar. İçlikler şart oluyor. Değiş tonton; değişiyoruz mecburen. Yoksa hastalık kapıda kol gezer.  Hele ki pandemi koşullarında, bacadan girmesi an meselesi. Yemekler yeniyor, gelen dostlar kemikler, ekmekler onlarla da paylaşılıyor. Güneş mesaiyi sonlandırmış olmalı ki, artık ara sıra bulut arkasından verdiği selam da yok. Toparlanmamız sonrası, gece konaklama yapılabilen bu tabiat parkında hızlandırılmış bir tur atıyor ve yola devam ediyoruz. 


Domaniç İnegöl yolu, yüksek rakımlı bir yol, haliyle karlar etek gibi yol kenarında, geçen haftaki kar yağışı sırasında kim bilir nasıldının hayalerini kura kura devam ediyoruz. Kesin olan bir şey var, ikimiz de orman içinden geçen yollarda yenilenip, çoğalıyoruz. Adım başı çeşmelerde insanlar kuyruklarla su sırası bekliyor. Onarlı onbeşerli bidonlarla o soğuya rağmen çeşmeler de hep kuyruk bekleyen insanlar var, sohbet bir kez daha yönünü ne olacak bu memleketin haline kayıyor, boş laflara tok mideler, manzaranın muhteşemliği karşısında "an'da kalmayı başarıyor". Felsefesini sevdiğim 50 yaş ve üzeri, yaşamayı böyle böyle mi öğreniyor. 



İnegöl gözüktü. Ali'ye uğramadan olmaz deyip, yol üstü dükkanda alıyoruz soluğu. Tabi ki dondurmalı, fıstıklı, bir tanesi her zaman ki gibi tahinli, helvalar, yol üstü bir lezzet olarak, mideyi bayram yerine çeviriyor. Yola bu enerji ile devam edip, duraksız, bol müzikli yolculuğun sonunda soluğu evde alıyoruz. 

Yol bize bir kez daha ve yeniden hem bildiklerimizi hatırlatıyor hem de yeni şeyler öğretiyor. Sarmaş dolaş teşekkürü hak eden yolda2 yolcu olarak evin girişinde bir sonraki yolculuğun planları başlayınca, gülümsüyoruz; yolculuktan uslanmayanın hakkı dünya turudur sloganıyla kahkahalara boğuluyoruz. 


 

16 Ocak 2022

Kütahya Hisar ve Termal Keyfi

Öncesi...

Hisardayız. Kısa bir bilgi:

"Türkiye’nin 3. Büyük Kalesi
Kütahyalı seyyah, ilim adamı, yazar ve halk bilimci Evliya Çelebi’nin Seyahatname'sinde de adından söz ettiği Kütahya Kalesi 72 burcuyla Türkiye’nin 3. büyük kalesi. Tarihle sanatın iç içe geçtiği Kütahya’da, Maruf Mahallesinde yer alan Kütahya Kalesi’ne ulaşım da oldukça kolay. Tarihi kalenin kent merkezine uzaklığı yaklaşık 3 km."

Kentle iç içe bir Hisar. Yürüme mesafesinde, ormanla şehir,  geçmişle gelecek iç içe. Döner restoran 45 dakikada 360 derece dönecek dönmesine de bizim vaktimiz o kadar yok. Belediye tarafından işletilen restoranda yerel lezzetlerden ikisini; "cimcik" ve "tirit" denemeye karar veriyoruz. Bir sonraki durak "hamam" olacağı için mideyi boş tutmak gerek ama belki yarın bu iki lezzete zaman ayıramayacağız. O nedenle birer tabak alıyoruz ki, yarımşardan beş yiyen analara dönebilelim. Üstelik saat daha dört, hamur yemek için bundan daha ideal bir saat olamaz. Sabahki börekli şölenden beri eser miktarda kahve ve çay gören mide şenlik havasına giriyor. Eh 20 dakika hatrı sayılır yavaşlıkta dönüyoruz, manzara değişti. Kim bilir gece ışıklı hali ne mistik olur diye düşünüyoruz. Sinyalleri alıyoruz. 

Yemek sonrası fotoğraf çekimi, burç sayımı ve daha çok fotoğraf çekimi ile Hisar gezimize son veriyor, şehrin merkezine doğru uzanıyoruz. Panaromik Kütahya merkez gezisi sonrası yolculuk Gülümser Hatun'la Konağında buluşmaya. 

Gene bir bariyer... "Merhaba. Spa'dan faydalanacaktık?

"Buydun efendim, Gülümser Hatun Termal Otel'e hoş geldiniz. Kayıt için ad soyad lütfen, teşekkürler, ilk soldan devam edip, otel ana girişinden, spa bölüme geçebilirsiniz."

Geçiyoruz. Ön bilgilendirme, genel kullanım alanları, özel aile odaları turu ve giriş işlemleri sonrası, elde hamam bohçamız ile yaklaşık bir saat on beş dakika  sürecek, yıkan, paklan, arlan, salla gitsin dertlerini molası ikimize de iyi gelecek.  Loş ışıkları ile dinlenme salonu ve hamam bölümü toplamda bizim ev kadar olan özel aile bölümünde tüm "elit"liğimiz ile havuza giriyor, aslan ağzında omuzları beli yumuşatıyor, keyfi kese- sabun ile katmerleyip, akça pakça yüzlerle çıkıyoruz.  Hamam pembeliği vardır bilir misiniz? Temizliğin en pembe hali. Sabun kokulu çocukluğumuz geliyor aklımıza, haftada bir pazar günü; anılar lobide birbirini kovalıyor, zor ikna ediyoruz, en sonunda uslu puslu, laciverti derin kadife koltuklarda oturup da soluklanıyorlar da biz de bir oh diyoruz. Dalıp gitmişiz çocukluğumuza, yelkovanla akrep de boş durmamış tabi, bir saat daha geçmiş, neredeyse sekiz olmuş, kampa dönüş vakti. Dışarıda buz keskinliğinde kar soğuğu. Yolumuz on beş dakika, yollara karanlık çökmüş bile, Enne parkına varıyoruz, bariyerdeyiz, Muhammed ile merhabalaşıyoruz. 

"Havva abla gelmedi mi?"

"Amcam getirecekmiş." 

Oh iyi bari, içimiz rahatlıyor. Muhammed elinde feneri, kulübeye dönüyor. 13 yaşında, bağlasan durmayacağım o sessizliğin, ıssızlığın, karanlığın içinde 3 kedi, bir kuzine, bir el feneri; kalıyor tek başına Muhammed, 13 yaşında.  Bizse gündüz kuşağında keşfettiğimiz manzaralı noktada soluğu alıyoruz. Köpekler arabayı görür görmez saklandıkları noktalardan birer birer çıkıyor. Yanımızdaki mama yeterli değil. Çoklar. Neyse ki gecenin ilerleyen saatlerinde umudunu koruyan 2 tanesi kalıyor  bizimle. Biri önde, biri yanda konuşlanıyor. Elde olanlar onlara yetecek, seviniyorum. 

Detoks olmuş bedene hafif alkol şırınga ederek relaks olan bedene iyilik mi kötülük mü yapıyoruz çok da umursamıyoruz. Bu gece kutlama var ki, bu ikili her şeyi kendilerine bahane etmeyi çok iyi başaran ve her fırsatta kendilerine bahşedilen bu güzellikleri kutsamak konusunda yaşayan birer efsaneler.  

Yedinci yılın şükürleri sıralı ganyan gibi at koşturuyor. Koca park bize ait, mutlak bir karanlık içinde, tam karşımıza, hayli uzağımıza denk gelen, bacası tüten evlerin ışıkları, az yukarıdaki caminin yeşili ve gök yüzünde yarının harika bir gün olacağının şahidi yıldızlar ile bundan daha güzel bir ambians olabilir miydi ki dedirten fevkaladenin fevkinde bir şarap gecesi uzuyor da uzuyor. 

Bir sabah bu kadar mı güzel aydınlanır, bu kadar mı güzel olursun ey sabahın şavkı, geceninkini mi kıskandırmak senin niyetin.  İçim coşkun. Canımın içi az biraz uyumak istiyor. Ben de okumakta olduğum kitabı elimden bırakıyor ve kafamı dışarı uzatıyorum. Bedenim durmuyor. Kısa bir yürüyüş, fotoğraf ve video çekimi. Bu ışık kayda değer çünkü. 

Az sonra canımın içi de katılıyor bana. Bizim çocuklar yerlerini terk etmemiş, rızklarının kalanını pay ediyoruz. Ayaklarımıza dolanıp sevdiriyorlar kendilerini, onların teşekkürü de bu oluyor. Hiç itiraz etmiyoruz. Kahvaltıyı burada ve erken etmeye karar veriyoruz. 

Kahvaltı hazırlanırken, uzaktan ama çok uzaktan koşarak gelen yavruya elde kalan ne varsa, ekmek, lavaş pay ediyoruz, bir ona, bir canımın içine, bir bana. Diğer ikisi edepleriyle izin veriyorlar bu ufaklığa. Kahvaltı sonrası keşif turunun sohbet konusu belli ediyor kendini. İnsan da yok şu edep üzerinden başlıyor sabah yürüyüşü. Park büyük, park çok büyük. Başka bir köpek daha geliyor, bir tane daha ve bir tane daha. Sevgiden başka verecek bir şeyimiz yok artık.  Yol boyu, seviyoruz, bir onları, bir bizi, bir birbirimizi. Üç elmanın düşmesi gibi, üç sevgi düşüyor payımıza. 

Toparlanıp dönmeye karar vermeden önce rotayı bir kez daha kontrol ediyoruz, Domaniç üzerinden İnegöl kesin ama yolda bir sapak var, Domaniç'e altı köy geçerek dağ yolundan inmeye karar veriyoruz. 





13 Ocak 2022

Enne Tabiat Parkından Topuk Yaylası Tabiat Parkına

9 Ocak mühim tarih, her hafta sonu gibi. Eee bir de işin içinde evlilik yıldönümü var. Gün evvel, alternatifler üzerinde düşünüyoruz. Tercihimiz doğada olmak ama nerede? Sonuçta takvim günüyle 2 gün, saate vurdun mu 39 saatle 50 saat arasında bir süre. Haliyle yolda geçen zamanın az, gezmenin çok olacağı bir paket için el sıkışıyoruz. İlk yıllarda ve özellikle yurt dışıysa rota sorumlusu ben olurdum.  Rota durakları ve kalma süreleri konsensüs gerektiren bir alan, hele ki konaklama noktaları. Bu sefer whatsapp üzerinden bir rota düşüyor ekrana, çalışmış canımın içi. Harika bir rota, dağ yollarından, köy yollarından, hiç gidilmemiş şehirlerden ve kendimizi şımartacağımız termal havzasından geçiyoruz. 


Bu plana göre hareket edersek, toplam 353 km'lik yolu 5 saat, 54 dakikada alacağız. Cumartesi çıkmayı uygun buluyoruz. Bir gece öncesi ve sabahın erkeni; gerekli, yeterli hazırlıklar tamamlanıyor. Çay demlendi, yumurtalar haşlandı, kahvaltılıklar tamam. Kutlama yemeği "Cafedeparis Soslu Tavuk". Yanına sebze garni. Garni geceden fırınlandı, sos için gerekli malzemeler, 100 gr tereyağ, 100 gr blue cheese , 1 tatlı kaşığı köri, 1 tatlı kaşığı zerdeçal, 1 tatlı kaşığı kimyon, 1 yemek atlı kaşığı hardal, 2 diş ezilmiş sarımsak bir kavanozda porsiyonlandı, 1 paket krema yancı olarak yerini aldı. 

İlk hedef market, tavuk ve ekmek eksik. Ne olur olmaz diye bir Bergama tulum atıldı, yemeğin eşlikçisi "kırmızı" olacak da eee bir de "blush" var, belki o peynirsiz olmam diyecek, kırar mıyız? Kırmıyoruz. Soluğu Kırmızı Fırın'da alıyoruz, simit kahvaltının baş tacı olacak. İçeri girmemle "Pırasalı Arnavut Böreği" kokusunu almam bir oluyor. Tezgahta Mustafa var, 

"Abla hoş geldin, şimdi çıktı."

"1 simit alıp gidecektim."

Dertli insan sessizliği. Düşük bakışlar, bakışları tezgah üzerindeki... Berliner mi o?... envayi çeşit mide çelenden kaçırmaya çalışırken, hemen sağdaki tepside asılı kalan gözler ve:
"Tamam bir pırasalı börek, bir simit, yok yok iki pırasalı börek bir simit, dur sen en iyisi iki pırasalı bir simit, bir de tahanlı ver, çok oldu di mi?"

"Abla börekler kesilsin mi?, çiftli paket yapayım"

"Sen bir de Karaköy poğaça mı koysaydın, kıymalı?"

Açken ben ben değilim. 

Arabaya binerken,

"Canım, bir simit almayacağını biliyordum da, dükkanı almasaydın"

Ha ha ha! Çok komik. 

İç ses; "hepsini ben yiyeyim de gör"

"Pırasalı mı o? İki tane alsaydın" Nasıl da biliyorum ağzının lezzetini. 

"Şüphen mi vardı?"

Yoldayız, arabanın içindeki çıtırlık hissediliyor, burnumuzda pırasalı kokusu patlaması yaşanıyor, Orhaneli yolu üzerinde manzaralı bir yer seçip, demli çayımız ile kahvaltımızı ediyoruz. Kahvaltı yetersiz bir tanımlama, resmen şölen"

Neyse ki, börekler hariç geri kalanı yolculuğun ilerleyen saatlerinde kazınacak mideye sus payı olarak ayırmayı beceriyoruz.


Yol dönemeçli, ormanlık. 10 yıl öncesinin dar yollarından eser yok. Harika bir manzarada kahve molası veriyoruz. Stanley termoslarımız pek fiyakalı, 1,3 ltlik olanda kaynar su, 0,70 ltlik olanda kahve,  2 tane 0.35 ltlik olan adı üstünde termos bardaklarımız, onlarla sadece su içiyoruz. Ayrıca buzlu su için 0,8ltlik Laken ve çay demlediğimiz Aladdin, ah nasıl unutuyordum bir de biri Nescafe biri Starbucks olan çay ve kahve termos bardaklarımız var ki... Böyle yazınca, tam bir görmemişin termosu olmuş durumu ama inanın, tatlar, lezzetler ve keyifler birbirine karışmayınca her şey pek güzel oluyor. Ah bir "instagram influencer" olsam ne ürün incelemeleri yapacağım ama 5 yıl süren Pazarlama ve Reklam Halkla İlişkiler eğitimim heba oldu yıllar içinde. 

Nereden girdim ben bu konulara, en iyisi, kahve molasına geri sarıp, hikayeye devam edeyim. Orhaneli üzerinden Harmancık kavşağına gelince iyice anlıyorum ki, yollar çok değişmiş. Öyle kısa zamanda varıyoruz ki Tavşanlı'ya, yolu hiç anlamıyoruz. Leblebi mi alsak, şekerli olanı severim ama 10 tane kadar ancak yerim. Duruyoruz bir dükkanın önünde. Yan yana iki dükkan. Biri marangoz atölyesi. Bir adam koşarak çıkıyor. Hemen yandaki çerez dükkanına gidiyor. Üst kat evleri. İçeride karısı var belli, kadın güleç adam ondan daha güleç. Biraz tuzlu, sade ve az bir şeyde şekerli olandan alıyoruz. Canımın içi "şive kapıcı" olduğundan iki kelimede yakalıyor şivelerini, gülüşmeler, nereden geldin, nereye gidiyorsun soruları, derken hiç rotamızda olmayan Göbel önerisi ile bakışıyoruz. Göbel üzerine çeşitlemeler ve leblebi diye girdiğimiz dükkandan, Göbel diye çıkıyoruz. 7 km kadar geri dönüyoruz. Göbel tabelasından soldan yukarı ayrılıyoruz. 

Göbel Termal Tesisleri, belediye işletmesi, her yerinden zevksizlik akıyor. Oysa sırtında ormanı olan harika bir merkez. Ama ah bütçesizlik, ah mevzuat. İçindeyim, biliyorum. Zordur azla güzeli oldurmak hele de buna hevesli olacak kadar işini severek yapanı bulmak. Tesisi geziyoruz. Genel olarak güzel ama bir derme çatmalık var, insana batıyor. Havuzları, aile odalarını geziyoruz. Suyu 33 derece şifalı, fiyatlar ucuzun da ötesinde. Gece mavişle konaklama yapma istediğimiz mevzuatta karavan parkına ilişkin bir madde olmadığından veto yiyor. Eyvallah deyip oradan ayrılıyoruz. 

Az gidip uz gidince Yoncalı'ya varıyoruz. Jandarma noktasında aracı durduruyorlar. 

"Kimlik no, lütfen" "Teşekkürler, devam edebilirsiniz."

"Pardon! Gece konaklama yapabileceğimiz bir yer var mı Yoncalı'da"

"Komutanım bakar mısın? 

Genç, güleç yüzlü komutan ile merhabalaşıyoruz. Sohbet derinleşiyor, neredeyse akraba çıkacağız, Balıkesir, Manyas, Gönen derken Enne Tabiat Pakının uygun olduğu konusunda anlaşıp, yönümüzü oraya çeviriyoruz. Enne Tabiat Parkı bariyerinde bir çocuk. Muhammed, 13 yaşında kır inmiş saçlarına. Konuşuyoruz, gece kalmak için onayı alıp, paramızı ödeyip, parkı şöyle bir kolaçan edecekken, giriş kapsındaki kulübe camından bizi kesen gözlere takılıyorum. Ses ediyorum;

"Nasılsınız?"

"İyiyiz kızım" o endişeli bakışlar bir anda yerini gülen bir yüze teslim ediyor.  

"Çay koyayım" diyor. Bir kolaçan edelim, çıkarken alırız diyoruz. 


Yavaş yavaş, bakına bakına ilerliyoruz. Park büyük, düzenli. Tuvaletler çalışıyor, temiz. Geçer notu veriyoruz. Az ilerde, barajın suyuna yakın, Enne Köyü manzaralı, lokasyon olarak  uygun yeri elimizle koymuş gibi buluyoruz. Harika! Şimdi sıra, komutanın siz gibi "elit" insanların gittiği otel iyidir, dün Bakan geldi o da orada kaldı demesini rehber edinip, otele "evlilik yıl dönümü" şımarıklığı yapmakta. "Elit" kelimesi zihnimde dolanıp duruyor, nereden nereye gidiyor kafam. Sosyal olanaklar, ekonomi, orta direk derken yol boyu vızır vızır işleyen iç sesimi susturuyorum. 

Dönüp dolaşıp bariyerin oraya geliyoruz. elinde şemsiyesi ile bekleyen, sonrada adının Havva olduğunu öğrendiğimiz abladan çayımızı alıyor, onu yol üstündeki köye kadar götürmeyi teklif ediyoruz. Kabul ediyor, aksi takdirde 7 km. yolu yürüyecek. Arabadaki sohbet koyulaşıyor, hüzün kaplıyor her bir kelimeden sonra dört bir yanımızı, Kütahya 15 km., 

"Yolunuz uzar be kızım boşverin köyün minibüsü ile giderim" diyor"

Canımın içi, 

"Biz seni götürürüz" diyor. 

Rota aniden değişiyor. Köylerden şehre doğru gidiyoruz. Gitmişken, Hisar'ı ve şehri panaromik gezmeye karar veriyoruz. Vaktimiz var, ayrıca paşa gönlümüz rotayı belirlemek konusunda yetkin. 

Havva abla hastane kavşağında iniyor. Yağmur yok, şemsiye bize emanet. Dönüş diyoruz? Ben hallederim diyor. Yağmur diyoruz. Erimem ya diyor. Eeee araç bulamazsan. Yürürüm ben diyor. Zor olur diyoruz. O kadarına katlanmazsak Allah bize bir şeycik vermez diyor. Sen gene de bizi ara, gelir alırız, yürüme yağmurda, çamurda diyoruz. Seviyoruz Havva ablayı. Hayır duaları ile kapatıyor kapıyı. O yoluna biz yolumuza devam ediyoruz. Havva ablanın anlattıkları yolculuğun kalan kısmında sohbetin özünü oluşturuyor. Onun hikayesinden başka "acı" hikayelere savrulup duruyoruz. 

Hisar'dayız. 









10 Ocak 2022

Mimoza, Strudel ve Geçmiş Zaman Kelimeleri

Bugün yeni bir gün. Her sabah gibi uyandım, sanki bu sabah biraz daha mızmız mıydım?  Hafta sonu yaptığımız "Evlilik Yıl Dönümü Kütahya Turu" ayrı bir yazı konusu olacak; çünkü, çok özel ve sürprizli bir yolculuk oldu. Bugün "Her Güne Üç Güzel Şey" notu düşen Emekçikız ile aklıma düşen mimoza ve strudel ile çıktığım anılar yolculuğunun beni çıkarttığı kapı önündeyim. Mimoza, eğer bir gün kaleme alabilirsem, ada demek benim için. Ada ve aşk. Belki de gözümün gördüğü ilk "aşk" hali etkilemişti beni, bir gün kaleme alabilirsem, anlatacağım. 

Şimdilik elimizde strudelli yazım var, sindire sindire okuyorum. 2014 yılından bugüne değişmeyen duygumun "sevgi" oluşuna şaşıyorum.  Nasıl da derinden etkilemiş beni, nasıl da bugüne taşımış. Mutlu oluyorum. Günü, yüzümdeki bu ifade ile geçirebilirim. Mızmızlığımdan eser yok şimdi. İçim kıpır kıpır. 



Strudel Gibi Bi'şey


Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın.


Yazının devamı için... Strudel Gibi Bi'şey 






08 Ocak 2022

Yolda İki Yolcu Olmak

2000'li yılların başında hayallere kapılıp, mantıktan öte kararları aldıran "aşkımla" düşmüştüm İstanbul yollarına. Büyük aşk, fırtınalara yenik düştü, ülkeler, kıtalar değişti, sonuç kağıdı ilk günden görülenden bir adım öteye düşmedi. Aşk patikasının zorlu yollarına yenik düşen, buruk acılarla bezenen anlar bir valize konuldu. O zamanlar "her duygu geçici, izin ver geçsin" düsturu bir anlam ifade etmediğinden, senelerce elde tuz, yara arandı ki, bulunması en kolay olandı. 

Trikotajla yakın bağı olduğuna inandığım kaderim beni İstanbul'dan alıp Bursa'ya getirdi ki vakti zamanında "ölürüm de Bursa'da yaşamam" demişliğim de vardır. (Bkz. büyük lokma ye büyük söz söyleme)

Gün bu durur mu yine kovaladı. Ama ne kovalamak. 2015 yılında, duruşu afili, bakışı kaytan, gülüşü gamzeli bir adam, bana talip oldu. Aslında tav oldu da, O 83 yılında alzheimer olan, sonrasında 3 yıl benim de Onlu hikayelerde hatrı sayılır payımın olduğu bizli zamanların neredeyse her gününde hikayeyi annesine hep şöyle anlattı,

"Yolda yürüyordum, karşı kaldırımda bir kız. Endamlı yürüyüşüyle bastıkça kaldırımlar zangırdıyor. Pişt pişt diye seslendim, hafif dönünce, ben de hafif sağa dönüp, yan bir bakış attım, gamzemi de ihmal etmedim. Başladı mı paça suyu gibi titremeye. Baktım yığılıp kalacak kaldırıma, koştum belinden sarıldım. Baktım gözlerine. Vuruldu tabi bana. Dedim çay içelim." 

"Eeeee içtiniz mi?"

"İçmez miyiz"

"Sonra ne oldu?"

"Evlendik işte"

"İyi iyi, parayı kim ödedi"

Gülüşmeler... 

Dakikalar sonra, 

"Nereden buldun bu kızı sen" arada, özellikle ben gidip onun o tombik yanaklarını sıka sıka sevdiğim zamanlarda, "tahtası eksiği" de derdi rahmetli. 

"Dur anlatayım"

Hiç sıkılmazdı bu hikayeden, garip ama hastalığının sonucu onca yakın zaman hikayesini unutur, bunu unutmaz, özellikle anlattırırdı, sevgilim de hiç bıkmazdı anlatmaktan. En sondaki gülüşmeler için olduğunu fark ettim nice zaman sonra. 

Görücü usulünden hallice, tanışması destansı, namazı arkadaşımızın nurlar içinde yatsın şakacı annesi tarafından kılınan, iki ortak dostun nişan hazırlıkları ortamındaki tanışlığımız, benim dualarımın kabulü gibi bir şeye dönüştü zamanla. İlk görüşte aşk değildi, zamanla pişen, olgunlaşan, taşların tek tek yerine sabırla konduğu, her bir ipliğinde, düğümünde, çözümünde sevgi, sabır ve anlayış olan bu tanış hali, merhametli, koca yürekli, sabırlı ve kıymet bilen bir adamla nihayet o hayalini kurduğum ve daha sonra dönüp baktığımda henüz ötesini yaşayacağımı algılamadığım zamanlara geldiğinde, "sevgi"nin kıymetini anlamamı sağladı. Derinime işleyen o sevginin yüreğimin derinlerindeki sonsuzluğun kapısını aralayacağını henüz bilmiyordum tabi ki. 

Onun tarafından kabulümde ki en kıymetli cümle, bir akraba gecesinden, gelin yeğenden gelecekti,

"Evren abla, sen amcamın çektiği acıların, hayatın acımasızlığına karşı gösterdiği sabrın ödülüsün."

2015 senesinde bir kış günü, defterler ancak yetiştiğinden, takvimler 9 Ocak tarihini gösterirken, Bursa uzun zamandır, kar, boran, fırtına yaşamamışken ve bir gece öncesinde, kutlama yemeği sırasında, her şey tamam mı, sıralı sorularında "fotoğraf"a gelinmişken, "aaaaa nasıl ya unuttuk biz fotoğraf çektirmeyi" diyerek evden fırlayıp, kar fırtınası nedeniyle, unutulmuş fotoğraf çekimine mecburen yürüyerek, nikah memuru yarın gelebilir inşallah dualarıyla, en zorlu hava koşullarında, el ele omuz omuza giderken, bunu atlatırsak, her şeye göğüs gereriz diyerek çıktığımız yolculuk 7. yılını geri bırakıyor. 

4. yılın sonunda Zürih seyahati dönüşünde, şöyle not düşmüştüm. 

"Işıl ışıl 4 yıl bitti, pek çok güldük, pek çok gezdik, pek çok gördük, pek çok yedik, pek çok yürüdük, pek çok okuduk, pek çok izledik, pek çok konuştuk. Ama en çok sevdik. Seni seviyorum. "

Darmstadt gezisi sonrasına denk gelen 5. yılın sonundaki sevgililer gününde ise şöyle bir not;

"Günlerce sevgiyi kutsayabiliriz. Kıymet bilmek tam da böyle bir şey değil mi? Sen olmasan da yolda olurdum ama bu kadar güzel mi olurdu yollar bilemem. Yolculuğumuz uzun sürsün, durağımız bol olsun, anımız çok olsun, kahkahası bol, sohbeti hep keyifli olsun. Hayallerimiz gerçeğimiz olsun. #yolda2yolcu olmak demek #evrencemutluluk demek."

Geçen yıl peş peşe Covid olunca, düştüğüm not bundan nasibini aldı elbet;

"Değişime ve gelişime açık olduğumuz bir yılı daha geride bıraktık. Yollarda olmak kadar evde oturmak da maceralıydı. Peş peşe covid olduk. Böylece hastalıkta, sağlıkta, varlıkta, yoklukta birbirimize yoldaş olduk. Bence bu yıl da çoğaldık üstelik sadeleştik ve galiba böyle pek daha güzelleştik. Nice yıllarımız, yollarımız olsun."

Şimdi takvimler "resmi akti" göstermeye yaklaşıyor. Önceki yılki notların altına imzamı atıp, her birinin kelimesi kelimesine tıpkısını ve daha fazlasını ifade etmek isterken; 




notlara yenisi ekleniyor,

"Bütün hikaye buymuş biliyor musun? Yolda iki yolcu olmayı becermek. Yolları birlikte keşfetmek, birlikte öğrenmek, birlikte aşmak. Bir film repliğinden bir hayat öğretisi çıkartmak, bir yolculuktan bazı dersleri tekrar etmek gerektiğini anlamak. 7 bitiyor. Sağlığa, neşeye, keyfe, yollara, yolculuklara, mutluluğa, huzura ve en çok ama en çok derin, içten, samimi, sarmalayan ve kucaklayan sevgimize, şerefe."


Fotoğraf / Evimizin duvarından, geçmiş yıllar anılarından. 

#yolda2yolcu siz bu satırları Cumartesi veya Pazar okuyorsanız, Domaniç üzerinden Kütahya yolculuğunda olacak. 

05 Ocak 2022

Aydınlanma


Sabah aniden uyandım. Zihnim tiyatroyu kurmuş, rüyamda ele geçirmiş egom sahneyi. Oynatıyor sevmediğim bir filmi, tüm karakterleri öyle bir yerleştirmiş ki sahneye, içimin korkuları, beni kıran, parçalayan ne varsa, görüntü, tavır, söz... hepsi "Erving Goffman'ın Dramaturji Yaklaşımını" benimsemiş egomun son şahaserinden kesitler sunuyor. Dramaturg egom ve işbirlikçisi zihnim, Oscarlık oyun sergileyen başrol, karakter ve yardımcı oyuncularla en acımasız sahneyi çekerken, uyandım. Aniden. 

@berrakyurdakul uyumayın der, acıyı biriktiren zihninizi uyandırın. Egoma, dur bakalım diyorum. Onu oraya sen koydun, cümleyi sen kurdun. Ama beni acıtmana, kırmana, bir girdaba sürüklemene izin vermiyorum. Bir tercihim var. Daha önce yırttığım fotoğraflar gibi bunu da yırtıyorum.

Telefonumdaki notlardan @asumansur'un rüyalar ile ilgili gönderisini buluyorum. 4. gece; bırakmalısın.

Bırakıyorum. Sabah ezanı başlıyor. Dinliyorum. Zihnimi dinlendiriyorum. Huşu içinde, sabahın o kör karanlığında, aydınlanıyorum.

Bu aydınlanma halimi, instaya dünkü çuhaların fotosunu da ekleyip, duygu seli olup akıtıyorum. Kalemime sağlık. Yazdıklarımı pek beğenen egomu, bi sus allasen deyip, ikinci kez def ediyorum. Sabah sabah bela oldu resmen. 

Ofise gelirken kafam bulanık, sabah henüz aydınlanmamış, bense, günün planını yapıyorum. Önce şu, sonra bu. Öncem bloga yazı yazmak, başlayacağım yer belli. İnstadan bir "coppy paste" marifeti ile sabahki duygu durumu dökümümü beyaz sayfa ekliyorum. 

Yol boyu kafamda toparlamaya çalıştığım Berrak Yurdakul'un Ev Yapımı Paraşür kitabından yaptığı gönderiyi bulup bir kez daha okuyorum. Ofis sakin, kedilere mamaları verildi, sabah çayı bardağa kondu, maillere bakıldı cevaplandı, şimdi arkama yaslanıp, zihnin eğitimini tamamlamada. 

Gereksiz Acıları Çekmeyi Reddedin ⛔️

Aynı kötü filmi para verip yüz defa izlemezsiniz, ama aynı kötü hatırayı zihninizde yüz defa yeniden canlandırırsınız.

Zihniniz kötü hatıralarınızı tekrar tekrar ortaya çıkarır ve size her defasında aynı sıkıntıyı, aynı üzüntüyü yeniden yaşatır. Rahatsızlık verici bir anı belirdiği anda hemen dikkatinizi ona verir ve üzerinde düşünmeye, yorumlar yapmaya başlarsınız. Mesela bir arkadaşınızla veya sevgilinizle ettiğiniz kavga aniden zihninizde canlanır ve siz ettiğiniz kavganın anısına hemen dört elle sarılıp her şeyi bir kez daha en baştan yaşamaya başlarsınız. Üstelik bu defa orijinal kavganıza yepyeni pişmanlıklar da eklemişsinizdir: ‘Keşke o bana şöyle dediğinde ben de böyle deseydim…’ ‘Ben öyle deseydim o da böyle derdi. O zaman ben de derdim ki…’
Böylece hayal gücünüzle süsleyerek güzelce baharatladığınız aynı yemeği bir defa daha yersiniz. Fakat yemek bayat ve zehirlidir. İlk defasında olduğu gibi yine midenize oturacak ve sizi hasta edecektir.

Zihninizi eğitirseniz anılar sizi üzemez hale gelirler. Bu bir çeşit hafıza kaybı değildir. Anılarınız kaybolmaz, yine orada, zihninizin içinde dururlar. Kaybolan şey onların her defasında yanlarında getirdikleri duygusal yüktür. Hiçbir anı -eğer ona ilginizi yitirirseniz- kalmakta direnemez; bağımlılığı sürdüren şey anıyla aranızdaki duygusal bağlantıdır. Düşünmeyi kesmek zorunda değilsiniz, sadece ilgilenmeyi kesin. Anılarla ilgilenmeyi bıraktığınızda onların duygusal şarjı boşalır ve duygusal enerjisini kaybeden anı zamanla yitip gider. İlgisizliğiniz sizi özgürlüğe kavuşturacaktır.

Bunu asla unutmayın: gereksiz olan bir acıyı çekmeyi reddetmek, sizin en doğal hakkınızdır.

 

Büyürken sıklıkla yaptığım bir şeydi, geriye dönüp, sahneleri canlandırmak, her seferinde, Selçuk Erdem'in zannımca "kült" olan karikatürü gelirdi aklıma. Gülerdim. Sis perdesi dağılırdı. Gülmenin, zihnin sis çöktürmeye müsait havasını dağıtması mucizevi gibi gelir bana. 

Gülmek üzerine bazı egzersizleri seyredip, zihni negatiften pozitife götürmesini gözlemlediğim o görüntüler geliyor aklıma. Bir ağız gülebildiğimiz anların çoğalması, kahkahadan sandalyeden düştüğümüz zamanların gelmesi farklı krizleri yaşamış bir insan olarak çok uzakta gibi görünüyor bana. 

Elbet hiç bir şey kalıcı değil, elbet zaman değişime, değişim de zamana ayak uyduracak. Kanun böyle. Su akar, toprağa karışır, topraktan buhar olup, buluta, buluttan, tekrar yer yüzüne... Döngü bu. Fırtına olur, boran olur, güneş açar, kuraklık olur, kar yağar, sis çöker. Devinim halindeki doğa gibiyiz. 

Döngülerimiz oluyor, yaşamak hali... Dün sevdiğimize bugün yan bakıyoruz, olmaz dediğimiz olur olunca şaşırmıyoruz, gün geceye, gece sabaha kavuşuyor, her gün ısrarlı ve kararlı, her farklı ve bir o kadar aynı... 

İnsanın doğa ile uyumlanması döngüleri kabul etmesi, onlara hoş geldin diyebilmesi, ne kadar kalacağını ise, tercihlerimiz belirliyor. 

Zihni eğitmenin ve gereksiz olan bir acıyı çekmeyi reddetmenin en doğal hakkımız olduğunu kabullenmek zaman alıyor. 

O zamanı kendimize ayırmak ve sevmediğimiz anıların fotoğraflarını yırtıp atmak, mümkün. 

Anı bir yere gitmiyor, ara ara da uğruyor, ama eskisi kadar acıtmıyor, kalıcı da olmuyor. 

Çok fotoğraf yırttım, oradan biliyorum. 



Fotoğraf / 2010 - Newyork Seyahatinden 

04 Ocak 2022

Var Bir Hayalimiz

İçim kıpır kıpır, uzaklardaki bir evrene, evrence bir sürpriz yapacağım bugün. Ama o sürprizi yapacak bir işbirlikçisine ihtiyacım var. Pek ala internet üzerinden de konu halledilebilir ama benim ruha ihtiyacım var. İşte o ruh, kendisinde ziyadesiyle var olanım, benim kıymetli listemin ilk 5inde yer alan dostuma, bir mail ile ulaşıyorum, durumu anlatıyorum. Kestane kebap acele cevap geliveriyor; halledecek. Oy sarılmam mı, öpmem mi? Pamuklara sarıp sevmem mi?

Orkide mesela sıradan olurdu ya da kaktüs. Ben çuhayı seçtim. Mesajı güzel benim için; renkliyim, kırılganım ama dayanıklıyım der çuha. Bir fotoğraf ile renk ve model beğenime sunuluyor. Eyvallah diyorum. Bugün için elinde olur merakın olmasın diyor. Allah biliyor ya, içimdeki coşkun koşup boynuna bir kere daha sarılıyor. Dostum diye demiyorum, güzel adamdır, yüreği kocamandır. Severim kendisini, ama ne sevmek. 

İçim kıpır kıpır ama sadece düne bugüne değil, var olan hayallerimin, gerçeğe dönüşmesine, dönüşürken yanımda olana, 31 Aralık gecesine ve elbet 1 Ocak sabahına, hep aynı coşkuyla karşılık veriyorum. Bunu yazarken fark ediyorum ki uzun zamandır, içim coşkun. Güne, ana, insana ait ve dair değil bu coşku, yaşamaya dair. Şu fani dünyada 50. yılını geçirecek olan bedenim, ruhum ve benliğimin minnetle dolup taşan halini pek seviyorum. Yolculuğum kolay olmadı ama kabul etmeliyim ki bir o kadar da şanslıydım. Güzel insanlarla kesişen taşlı yollarımı, seller de bastı, korsanlar da, çiçekler de açtı yollarımda, ağaçlar devrilip patikalarımı bile kapattı. Ama dedim ya şanslıydım bir biçimde, güneş her gün yeniden aynı ve benzersiz şekliyle doğdu. 

3-4 yıl öncesiydi, "maviş" hayatımıza girdi. Canım maviş, ilaç olsa bu kadar iyi gelebilirdi. Bir anda, dünyamız dönüşmeye başladı. Daha çok doğa, daha çok ağaç, daha çok deniz, daha çok özel ve güzel insan, daha çok huzur, daha çok mutluluk ve şu anda aklıma gelmeyen daha pek çok "daha" kattı hayatımıza.

Pandemi döneminin zorlu 2020 ve 21'ini maviş sayesinde nefes alarak geçirdik. 2021'de geziler yaptık uzak diyarlara, Şubat ayı Datça, Mart ayının ilk günleri Cacha üstü, aniden bulutlardan paçayı kurtaran güneş sonrası denizle buluşma ve en erken sezon açılışı, Nisan ayında defalarca gidilen Eskikaraağaç Gölü ve elbet değişmez rota Ören Altınkamp, Haziran'da 100 yıllık ceviz ağaçları ile çevrili Cevizli Bahçe Kampı, Temmuz ayında hedef Berlin gezisi, Eylül ayında bir kez daha Datça, Marmaris, Dalyan, Bodrum, Bafa, İzmir diye uzayıp giden anılar kumbarasına 10 güzel an daha yolculuğu, Eylül'e veda için çıktığımız yolda, küçücük kırmızı bir tabela ile keşfimiz ve ilk yaban deneyimi için biçilmiş kaftan Karagöl, Kasım'da Kocayayla bir başkadır İnegöl'e varması harikadır yolculuğu, Aralık ayında nostaljik İstanbul turu, Delmece Yaylası kış kampı denemesi ve elbet yeni yılı karşılamak için seçilmiş, Bozcaarmut ve Küçükelmalı Göleti kampı.

Tüm bunları hatırlıyorum bir bir, aldığım küçük notları okuyor, gülümsüyorum. Arada hatırlayamadığım zaman, instaya başvuruyorum, orası fena, daldın mı çıkması vakit alıyor, insta anılar denizinde yüzerken bir fotoğraf gözüme takılıyor; 2020 senesinde altına bir not düşerek paylaşmışım, altındaki notu bugün de olsa yazabilirim halime, bir kez daha ve belki de daha da içtenlikli olarak şükür ediyorum. 

2 yıl önce bu günler. Zürih sokaklarında yüzümüzde daimi bir tebessüm. Yoldayız çünkü. Yolda olmayı seviyoruz. Biz "yolda2yolcu" olalı beri @yolda2yolcu_h ile söylediğimiz bir şey var, "her şey daha güzel olacak" Bir niyetin tebessümle taçlandırıldığı gerçeklik hali. Elbet koca bir teşekkürü hak ediyor hayat arkadaşım, yüzümü hep güldürdü çünkü. Birlikte nice yollarımız, yolculuklarımız olsun inşallah.
.
Hayatta en çok istediğim, varlığından gurur duyduğum, kardeşim olsun diye her şeyden vazgeçmeye niyetlendiğim @uzaytopuz hadi diyor, ben geliyorum siz de gelin. Zürih planı bile yokken, böylece ekleniveriyor listeye. Gidiyoruz. Ne güzel bir kardeşsin bir bilsen, ne yakışıklı, ne iyi kalpli. İyisin yani, güzel bir adamsın. Varlığın yetiyor, tüm güzellikler senin olsun emi.
.
Uzakları yakın eden teknoloji ile annem babam da bizimle. Her yeri görebilirsinler istiyor insan. Bazen denk gelmiyor işte. Derim ya, kalpler bir olsun önce. Sevgi ile büyütülmüş, o şanslı çocuk benim. Yüreğim bu kadar büyükse ve sığıyorsa tüm dünya içine, onlar sayesinde. Hep var olun, dağ gibi gücünüz, denizler kadar sevginizle,
.
Minnettarım hayatıma, beni pişirme haline. Hırpaladığı da oldu, pamuklara sardığı da... İyisi de kötüsü de bize ya hayatın... Yaşıyoruz işte.
.
Söz uçar yazı kalır ya... Kalsın burada.

 



Velhasıl, içimin coşkunluğu ile karşıladım 2022'yi;
Bol gezmeli, görmeli, kahkahalı, bedenen ve ruhen sağlıklı, huzurlu, dengeli, sabırlı, heyecanlı, az dertli, dostlarla kurulan sofraların bereketli, sohbeti keyifli, aile ile geçirilen günlerin kıymetli, tüm bunları yaparken yeter miktar paralı bir 2022 olsun. 

30 Aralık 2021

Güzel Dilekler, İyi Niyetler

Bir kaç zamandır, olumlu düşünmenin üzerimdeki etkilerini gözlemliyorum. İyi niyetlerle döşenen yollardaki mayınları temizlemek kolay olmuyor. 49 yılın alışkanlıkları öyle bir günde falan silinmiyor. Anı yaşamak da denildiği kadar kolay değil.

Blog yazdığım o yoğun yazma, içini akıtma, içini dışarı çıkarma, içi dışı bir günlerden sonraya denk gelir, "instagram" ile tanışıklığım. Fotoğraf tutkuma eklenen kısa cümlelerle, zaman zaman yazdığım "evrence karalamalar" ile bloga olan özlemim kısmen törpülenmiş olsa gerek ki, uzun zaman bakmadım "Evrenin Dünyası'na". Zaten belli bir tuş sayısı ile nispeten "ciddi" mecra kuşum "twitter" da gündem takip ettiğim bir sanal alan olarak kaldı hayatımda. 

Günlük tutmayı becerebilen insanlardan değilim. Öyle düzenli okuma, yazma, izleme ritüelim falan da yok. Denk gelir, okurum günlerce, aylarca, kitaplarca, denk gelir yazarım bloglarca, sayfalarca, denk gelir izlerim, saatlerce, bölümlerce. Bu aralar yazasım var. Akıyor gürül gürül klavyem. Hiç bir şey seyredemiyorum mesela. Okumak da sancılı bir "kıracaksın şeytanın bacağını", " işte bu kitap o kitap" nidalarıyla, günde 30 sayfa boyu ilerlemiyor. Ne zaman seyretmeye ya da okumaya niyetlensem, bir iç sıkıntısı, bir kafada planlar, akla hayale gelmeyecek iş listeleri, uzun zamandır aranmayan kişilere, "alo" deme isteği. 

Bak bu aralar kendime bile fazla geldiğim bir durum var ki; "konuşmak", yeminle benim diyen dinleyicinin içi daralır. Benim kendimden içimin daraldığı oluyor. Bak ya acaba bu yüzden mi yazıyorum ben gene. 

İnsta enteresan bir yer, öyleymiş hayatlar, böyleymiş güzelliklerle bezenmiş bir "sanal" dünyada kendini o dünyaya kaptırıp neden okunmuyorum, neden okunuyorum diye kafayı sıyırma noktasına gelenler mi ararsın, ara ara o "sanallık"tan bunalıp gerçek hayatına dönüş yapıp, orada barınamayıp yeniden "mış" hayatına dönenler, bunu hayatının itirafı olarak, salya sümük anlatanlar mı ya da ne bileyim, her anını ama her anını "story" yapıp, birileri hayatı ile ilgili bir şey söyleyince, kim oluyorsunuz da siz benim hayatıma laf söylüyorsunuz, benim özelim bana, siz karışamazsınız diye çemkiren ama özeli dediğini bile an be an "sanal"da yaşayanlar mı?

Galiba becerebilene, dozunu tutturabilene her "sanal" ortam güzellikler sunuyor. Biraz da ilgi alanının ne olduğu önem arz etmiyor değil. Herkes de "Meydan Larousse" meraklısı olmak zorunda değil. "Hey" dergisi hastası, "Müge Anlı" heyecanlısı, "Siyaset Meydanı" müptelası da olacak ki çeşitlilik artsın. Valla ben inanıyorum nerde çokluk, orada bereket.

Şu güzel ömrümün, şu fani dünyada geçirdiği 49 yılı geride bırakırken, üstelik 50'ye dayadığım merdivenle bu yılı karşılıyorken, kendime verdiğim sözüm falan yok. Tutmuyorum çünkü, çok denedim, çok yanıldım. Gene deneyip gene yanılsam da olur aslında. Galiba bu hayatta becerdiğim şeylerden biri haline geldi "kabullenmek". Mesela reçel pişirmeyi beceremiyorum, aldım koydum bu yanımı bir kenara. Çok denedim, çok şerbet, çok kaya, çok balçık yaptım ama reçeli yapamadım. Baktım olmuyor, yemeği de bıraktım. Anacığım yaparsa ne ala. Bak o zaman ağız dolusu yer, son lokmasına kadar keyfini çıkarırım. Bir diğer şey "asla" dememeyi öğrendim galiba. 

Asla yapmaz, asla seyretmem, asla gitmem, asla dokunmam... Hayat bu! Öyle bir "yedirir ki" o "asla"yı diyene, o masadan kalkamaz bir süre. 

Pandeminin yarattığı hezeyanları bir yana bırakıp, üstelik 2021 yılı başında Corona atlatmış insanlar olarak, 2022den de kendimizden de büyük beklentilerimiz yok. Mavişi tam zamanında ve severek aldık ki hayatımıza, galiba en çok minnet bu anlamda kendimize. Kesinlikle, hayata baktığımız yeri daha çok sevmemizi sağladı. 

Her daim sağlıklı olmayı öncelikleyerek, daha çok doğada olabilmeyi, daha çok çiçek görmeyi, kuş sesi dinlemeyi, ağaçlara daha çok sarılabilmeyi, yeni yerlere, göklere, denizlere, göllere uyanabilmeyi, haliyle gezmeyi, kediye, köpeğe, insana, yaşlıya, gence daha umutlu günler, yarınlar sunacak bir ülkeye hızla ve daha fazla vakit kaybetmeden dönüşebilmeyi umuyorum. 

Umarım ve diliyorum ki, iyisiyle, güzeliyle, acısıyla, tatlısıyla, 2022'de de iki kelam edecek nefesimiz, insanımız, neşemiz, sağlığımız, bunları yapacak paramız olur. 



Sevgiyle, inançla, aşkla... Hoşgel 2022.