16 Mart 2010

ÇOK ÖZEL VE ÇOK GÜZEL (Dİ)



Bizim özel günlere düşkünlüğümüz olmadı hiç.
Hani vardır ya hatırladın hatırlamadın kavgaları... Olmadı yani...
Biz birlikte geçirebildiğimiz günlerin değerini bildik hep.
Durup dururken mumları yakmanın,
şaraplar içmenin tadını çıkarttık birlikte.
Bazen o girdi mutfağa, bazen ben,
ama hep aşkla harmanlandı ocak üstünde dumanı tütenler...
Bu nedenle lezzetliydi yemeler...
Ne zaman kaybetsek birbirimizi, gözlerimiz aradı yek diğerini.
Bulunca rahat bir nefes aldık, bundandı gözlerimizin gülümsemesi.

Hiç mi üzmedik birbirimizi.
Üzdük tabi.
Kolay mı iki iken bir olmak.
Ama özür dilemesini de bildik.
Kendimizce, dilimiz döndüğünce yani... 

İlk günkü gibi sevmek bize yakışmazdı...
Çoğaldık.
Şubat 2006________________________________________

Günler geçmiş üzerinden
Haftalar, aylar ve yıllar
Neden bilmem aklıma gelişin
Düşünürken takvime takıldı gözüm.
2-3 gün önce doğumgününmüş, fark etmemişim.
Bugün artık sesimi duymasan da
Sen giderken ve gittiğinde
Çok ama pek çok ağlasam da
Şimdi, durduğum yerden bakınca
Biz olduğumuz zamanlara

Buruk bir gülümseme
Bir yanıyla kırık bir yürek
Sevmiştim diyor
Çok ama pek çok

Doğumgünün kutlu olsun
Bir pazar gününe denk gelen yıllar öncesinin doğumgününde
evi halı kaplamak konusunda tüm gün sesini çıkartmadan çalışıp
"sanırım artık doğumgünüm kutlanmayı hak ediyor"
deyişindeki muzurluğun, sevecenliğin ve sevgin
"Aaaa, unutmuşum..." dan fazlasını hak etmişti.
Kabul edemeyecek kadar uzaklarda olsan da
Bilirim, bugün anlamsızca ısınacak yüreğin.

Özür dilerim.






15 Mart 2010

HAZANIN RENKLERİNDE ROMANTİZM

Sis ve Düğün


Hazanın renklerinde


Düş gibi


Büyülü bir romantizm




ÖYLESİNE UYANMAK


Öylesine bir sabahtı işte...
Öylesine bir güne dönüştü,
sen öpünce...





















Fotoğraf / Coffee Break



 
öylesine uyanmalısın bir sabah
şarkılar söyleyerek günün güzelliğine
bir kahve koymalısın en sevdiğin fincana
mutlu olmalısın kokusunu içine çekince(*)




(*) Öylesine'den alıntı...

14 Mart 2010

FOTOĞRAFIN FISILTISI / YIKINTI

Fotoğraf / Nuno Milheiro



Yaşam, bakmakla ilgili

İlkokulda öğrendiğimiz gibi
Bakarsan bağ olur
Bakmazsan
Yıkıntı

Yürek için neden farklı olsun ki 
Bakarsan aşk olur
Bakmazsan
Yıkıntı

KENDİMLE KAÇAMAK


Havana Cafe - Son Retozon




Okuduğum kitabın yeşilinden mi bilmem, kendimi attım evin az ilerisindeki yürüyüş parkurunun hemen yanındaki mahalle kahvesine... Kulağımdaki ritme uygun, kıpır kıpır yüreğim... Havanın hatrı sayılır soğukluğu çarpsa da yüzüme; omuzlarımı silktim yaramaz bir kız çocuğu gibi, oturdum dışarıdaki masaya. Su bardağı ile çay söyledim, açık, hani bakınca bir tarafından, diğer tarafından İstanbul'u görecek gibi.

Adaların mimozaları başlamış mıdır acaba sararmaya... Ya da erguvanların moru yansımış mıdır boğazın sularına... Ah İstanbul... Ömrümün en genç, en güzel, en aşık zamanlarının İstanbul'u... En hoyrat zamanlarımın sığınağı Beyoğlu, en deli dolu fırtınalarımın limanı Beşiktaş; şimdi kimler yürüyor ara sokaklarınızda elele, yürek yüreğe acaba. Özlediğimi fark ettim, kendimin caddedeki süzülüşünü selamladım; ne güzeldim... Bir iç çektim...
 
Çaydan aldığım bir yudumla dönüverdim bulunduğum parka.  Kadınlı erkekli bir grup sabah sporunda. Yaşlı bir teyze elinde bezi camı siliyor, gözleri yürüyenlerin adımlarında, sanki onlarla adım adım geziyor parkı bir uçtan bir uça... Az ilerde bir elinde köpeğinin tasması, bir elinde poşeti bir adam görünüyor. Kadının biri çığlık çığlığa... Adam korkuyor, köpek ondan daha fazla. Adam yürüyüş parkına girmeden yolun kenarından devam ediyor... Kadın koca kalçalarını sallaya sallaya...

Kitap hala elimde, henüz okumaya başlamadım. Şu anda yaşamı okuyorum ve bundan müthiş bir keyif alıyorum. Bazen, özellikle de tek başımaysam, otururum bir köşeye gözlemlerim geleni gideni, olanı biteni... Hikayeler kurgularım üzerlerine... Severim bu oyunu oynamayı kendimle...

Az ileride bir kız çocuğu; belli ki daha 14-15 inde, ondan az biraz büyük ama libidosu dağları aşan bir delikanlı,  belki daha 17'sinde, oturuyorlar bir bankın üzerinde, dünyaları birbirlerine dönük; dünyaları bank, dünyaları gözleri, dünyaları elleri...  Gülümsüyorlar, süzülüyorlar, kıvranıyorlar birbirlerine... Konuşmalarını duymuyorum ama görüyorum. Oğlan kıza dokunuyor bir erkek gibi, kız çocuğu henüz bir çocuk belli, masum bir yaslanmışlık edasıyla bırakıveriyor kendini lipidonun eteklerine.. Rahatsız olmasınlar diye alıyorum gözlerimi onlardan, çeviriyorum sola... Yaşlı bir amca, elinde gazetesi, başında şapkası, uzun siyah paltosu ile görmüş geçirmiş bir yaşamı seriyor önüme. Alıp okuyorum, satır satır, yaşanmışlarının yüzüne vuran çizgilerinde ilerliyorum bir süre. Kafasını gazetesinden kaldırıp gülümsüyor, günaydın diyor. Günaydın diyorum. Alıyorum gözlerimi ondan da o anda. Kendine bırakıyorum amcayı, kendi çizgilerinin derinliğine....

Gün güzel... İçim cıvıl cıvıl, kuşlarım şakıyor, yaşamla flört ediyorum. Yaşamı seviyorum. Kendimi alıyorum karşıma. Gözlerimdeki hüzün ile gülümseme arasına takılıp kalan, uzaklara dalmış hallerine, bir kitap yazabilirmişim gibi hissediyorum o anda. Gözlerim... Gözlerim kendimde en çok sevdiğim yerim. Hani belki onlarla görebildiğim, konuşabildiğim için... Hani belki gözlerim hiç yalan söyleyemediği için...

İnsanın kendini gözlemlemesi ne zor. Alıp karşısına kendisini, seyredebilmesi. Ben sık sık yapmaya çalışırım. Kendime kendimden bir ayna tutarım. Kendim kendime sorar cevaplarım. Ne kadar dürüst olursun ki derseniz, elimden geldiğince derim. Çünkü bazen gerçeğin acıttığını bilirim. Canım acımasın istediğim zamanlarda, kendime beyaz olmadığını bildiğim bir yalan söylerim. Gerçeğimi bir süreliğine ertelerim. Günü gelir, mutlaka alırım kendimi karşıma, yüreğimi atıveririm alevlerin arasına... 

Ağlarım, canım her acıdığında, ben ağlarım... Kendime kızarım... En çok kendimledir kavgam, kendimi kendimle cezalandırırım. Sonra... Sonra değişim başlar... Sonra sevmek yeniden kendimi... Kutlamak ve çoşmak kendimle... Bir şölene dönüştürürüm kendimle yarışımı gene kendim kazandım diye... Kızgınlığımla açtığım yaralarımı sararım yine kendimle... Severim kendimi, sarılırım, öperim, öperim, öperim...

_ Abla tazeyileyim mi?
_ Bir kahve rica etsem... Az şekerli olsun... Çok az...

Şimdi elimde kitabım, onun bana vaad ettiği yaşamı okumalıyım...
İzninizle...
Yolunuz düşerse, bir kahve içimlik uğrayın...
Parktayım...

13 Mart 2010

KISMET DİKİLSE DE...




















Üzerindeyken dikme diye uyarırdı her seferinde beni annem;
Düğmeni üzerindeyken dikersen, kısmetini bağlarsın.
Onlarca düğme diktim kısmetim sana bağlanıp kalsın diye.
Tutmadı ipliklerim, kısmetim değilmişsin.
Şimdi, düğmesiz bütün gömleklerim.





Fotoğraf

FOTOĞRAFIN FISILTISI / BÜTÜN

Fotoğraf / Paul Rubaj



Bütün, 
kırılgandır
bölünüverir parçalara...
Oysa parça öyle mi?
Gelse bile bir araya,
kavuşamaz ki
bütünün kırılganlığına. 

YAZILANI YORDUM / 8






Fotoğraf  / jsmoral



Farkındalık bütün huzurunuzu, derin bir huzursuzluğa bırakan bir şeydir, bazen... Denizin dalgalarını seyrederken, yunus balıklarının gösteri havuzlarındaki zorunlu tutsaklığı gelir aklınıza, yüzleri gülen insanların için için ağlayışlarına takılır kalırsınız, leziz bir yemeğin kokusunu içinize çektiğinizde aç çocuklar gelip yaslanır cama, uçan martıların denizlerin üstünde değil de apartmanların çatılarında uçuşlarından anlarsınız denizlerin kirliliğini... Ve daha nicelerini görürsünüz baktığınız her çiçekte, ağaçta ve aldığınız her nefeste...

O nedenle farkında olmak huzurunuzu kaçırır bir parça... Kaçırmalıdır da...

Farkındalığın tek taraflı olamayacağını vurgulamak istedim...Yoksa, güne, güneşe, kediye köpeğe, açan çiçeklere merhaba diyerek güne başlamak gibisi yoktur aslında, insan yaşadığını duyumsar her bir adımda ama, bir ama vardır her bir farkındalıkta... Olmalıdır da...




12 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 7




















OLAY:

Yatağın kenarına oturduğun o sabahı hatırlıyorsun değil mi? Kum rengi perdenin ardından kırılarak, yatağa uzanan güneşi... Oysa içinin mevsimi hazandı. Yüzündeki hüznü seyrederdim uzaktan. Gözyaşlarının tane tane akışındaki pırıltıya bakar ve şaşardım, sevmek ama öylesine bir sevmek hali, alır götürürdü beni. Hatırlıyorsun değil mi, onu uzun uzun, sessizce, nezaketle seyredişini... Gözlerinle sevmiş, sözlerini yüreğinle söylemiştin. Duymamıştı belki ama, belli ki hissetmişti, hiç beklemediğin bir anda gözlerini  açtı, seni öylece onu seyrederken görünce, gülümsedi, yanına çekti, sıcağında sakladı.


ÖĞRENİLEN:

Bazı anların güzelliği ile sarhoş olunabileceğini o zaman fark etmiştin. Birlikteyken, nasıl seni mutlu kılan anlarla güçlendirdiysen bağını, sonlara doğru, en acıları ile güçsüzleştirip koparmak istiyordun.  Anları, bir bağ kurmak için değil, yaşadım diyebilmek için hatırlamanın keyfini günler sonra öğrenmiştin. Yaşadım diyebilmek için değiştim diyebilmek gerektiğini de... Ben değişmedim diyorsa biri, dönüp bak ona, anlattığını gerçekten yaşayıp yaşamadığına bir iyi bak. Çünkü, yaşamak değişebilmektir bir parça. Yaşadıklarından öğrendiklerini, kendine anlatabilmektir. Güzelliklere gülümseyebilmektir, hatırladıkça.



Fotoğraf / Crystal Newton

TEZAT



Fotoğraf / Claudio Naboni



İçimde açan kır çiçeklerinin renklerine bulamak istedim bu sabah kendimi... Baharın müjdecisi çiçeklerim salınıyordu, dün gördüm çiçekçinin camında... Ah frezyalar, bembeyaz ama illa bembeyaz frezyalar süslese evimin her köşesini... Bu sabah yüreğimin mevsimimde kuşlar ötüyor, doğa canlanıyor. Ben çocuklar gibi şenim. Yüzüm gülüyor. Tebessümle uyandığım sabahlara bir yenisi ekleniyor. Bu sabah, içimde açan kır çiçeklerini, mutluluk gözyaşlarım suluyor. Ben bugün güzelim.

Oysa;

Bu sabah uyandığımda kent kaybolmuştu... Bildiğin griydi, gipgri... Koyu, puslu havanın nemi üşütüyordu insanı. Başka bir  dünyayı vaad ediyormuş gibiydi... Hani aradığın heyecansa hafif korku ile süslenmiş, hava tam da bunun için oluşturulmuş bir fon gibiydi. Bir soba olsa dedim, sesini dinlesek... Hemen yanı başına oturup, ısısını hissetsek... Aklıma evvel zaman öncenin şu satırları geldi:


Sis indi karşı dağların üzerinden, cam önünde ötüşen kuşların sesi duyulmaz oldu; görsen az önce elma ağacında kalan bir yanı çürük bir elmayı paylaşmalarını; filme almak isterdin, çocuklar da bilsin paylaşmanın değerini diye... Akşam için bir çorba kaynatmanın ve sobayı kömürle desteklemenin zamanı geldi. Vakit keyifli düşlerden ve düşüncelerden, gerçeğe dönme vakti. Aynı hikayedeki gibi, hem sorumluluklarını bilecek hem de bahçenin güzelliklerini göreceksin...

Ah be sevgili, yüreğim; sımsıcak bir sevdaya uzak yollardan koşup gelişini hiç unutamıyor, o ilk gelişindeki heyecanlarla yüreğimdeydin tüm gün ve dönüşündeki hüzün kapladı aklımı bir an, sadece tek bir an hüzünlendim yokluğuna... Bugünkü keyfime katık edip seni, senli benli bir düşün peşine düştüm. Yüreğimi ısıtan sevgine sarılıp uyuyacağım bu gece... Gözlerini hiç ayırma gözlerimden ki özlemin yakmasın yüreğimi...

Aşkla...











Anladım ki, sana uyanmışım bu sabah sevgili...
İçimde açtırdığın çiçeklerin kokusuna...
Yüreğime baharı getirişine uyanmışım en çok da...
Hava puslu dışarda nemi üşütüyor insanı...
Yüreğin sımsıcakken, karlar yağsa damına, ne gam, değil mi?







Fotoğraf / Wilson Hurst





11 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 6




















OLAY:

Bir  gün, herşeyi anlatmasını istedin, ama herşeyi tüm detayları ile, detayları bilirsen rahatlayacağını sanıyordun. Sorular sorup, cevaplar alıyor, içindeki ruhun doymaması durumunda daha çok soru sorup, daha çok detay öğreniyordun. Mümkünse, en ince ayrıntıları da mutlaka cımbızlıyordun, titiz bir dedektifin özenindeydi, kelimelerinin sıralanışı. Dibe varırsan, rahatlayacağını, unutacağını ve içinde giderek büyüyen; ruhunu, aklını ve yüreğini ele geçiren duygunun, zayıflayıp yok olacağını sanıyordun. Detayları bilmek, sadece içindekinin güçlenmesine ve seni giderek yok etmeye doğru sürüklemesine sebep oldu. Sürüklendiğinin ne olduğu sinyali rüyalarında ilk defa çıktı karşına: Bataklık... Sen çırpındıkça; sen güçlü, sen umutlu, sen dimdik hayatta duran, sen kendine güvenen, sen yaşamı seven, sen kadın, gitmiş... O olmuştun; güvensiz, kıskanç, sürekli sorun çıkartan, huysuz ve mutsuz kadın. Terazinin bir kefesinde sen; yıkılmış, dağılmış, köyündeki yangınları gözündeki yaşlarla söndürmek isteyen sen, diğer kefesinde, sonsuz yeşillikler ve zaferin renkli havai fişekleri ile göz kamaştıran o vardı. Terazinin ne tarafı ağır basar diye sorduğun geceyi hatırlıyor musun? Bir de eklemiştin; insanın aklı kayıyor değil mi? Yoksa, yavaş yavaş yerleşiyor mu? Sessiz kalışı, altı çizili bir cevap olarak kabul etmiştin. 

ÖĞRENİLEN:

Detayları bilmek, senin gibi duyargaları açık insanlar için, içinde boğulacağın sonsuz, lacivert okyanuslardır. Algının ve gözlemlediklerinin, seni uçsuz bucaksız gerçekliğe adım adım taşımasını kolaylaştırır. Gerçek acıtır. Acı olan gerçek değil de, gerçeğin senden gizlenmesidir. Sen ki o gerçekleri, karşındakinden önce görmüş ve dile getirmiş olansındır. Sen, görünen köy dedikçe, karşındakinin ben o köye ayak basmam demesidir, acıtan. Oysa o yeni köy, çoktan fethedilmiş ve ele geçirilmiştir. Köy; onu ele geçiren tarafından yönetilmek ister ve bir süre sonra da 'yönet beni' nidaları ile davetkar tavırlı, cüretkar bir hale bürünür. Bir süre sonra, kendi egosuna yenilen, yeni köye ağa olduğu gerçeği ile yüzleşir ve eski köyünün; harabe, yıkılmış, dağılmış haline bakarak; şu talihsiz cümleyi kurar: Senin gibi güçlü bir kadının, bu hallerini anlayamıyorum. Nasıl bu hale geldin sen. Bu cümleden sonra sakın ola bir şey anlatmaya çalışma, sakın ola bir ayna tutup kendisini görmesini sağlama, insan kendi yaptığı ile yüzleşmekten korkar, görmek istemez! Unutmaki, bir insanın ruhuna ve yüreğine yapılan tecavüz tedavisi zor bir travma sebebidir. Bunun ilk sinyalini aldığında, yüreğinin penceresini, ruhunun kapılarını kapa, içindeki sığınaklara koş, ardına bile bakma! Bu kaçmak değil, kurtulmaktır unutma!



Fotoğraf / Crystal Newton

FOTOĞRAFIN FISILTISI / SENİ SEVİYORUM



Fotoğraf / Nuno Milheiro




 

Şimdi bir gölüm.
Bir kadın eğiliyor üzerime,
Erimimi arıyor gerçekte ne olduğunu anlamak için
Sonra bu yalancılara dönüyor, mumlara veya aya.
Sırtını görüyorum ve sadakatle yansıtıyorum sırtını
Gözyaşlarıyla ve bir el hareketiyle ödüllendiriyor beni
Önemliyim onun için.
Geliyor, gidiyor.


GELSİN...





 




Dizeler / Slyvia Plath .
Bir kadının gidiyorum  deyişi üzerine 'gelsin' kelimesi eklenerek gönderilmiştir.

10 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 5




















Bitse diyorsun değil mi? Bir an önce bitse de, hayat bir dejavunun ötesinde devam etse... Az kaldı Sevgili Evren... İnan çok az... Hayat bildiği gibi akmaya devam edecek ve sen yine ilk kezmiş gibi sarılacaksın hayata...

OLAY:

Bir gün telefonun evde unutulması, hikayenin tamamının değişmesine sebep oldu. Evden çıktıktan 10 dakika sonra telefon çaldı. Açmadın. Arayanın o olduğunu tahmin ettiğinden, gidip bakmadın... İkinci kez, ısrarla çaldığında, açmakla açmamak konusunda tereddüt etmiştin. Ama sonra o içinde yaşamaya başlayan, sana ait olmayan ruhunun baskısı ile telefona yönelmiş ve açmıştın. Garip gelmişti ses tonundaki, o seni yansıtmayan, donuk, gergin, içtenliksiz sesin ilk başta bana. Sonradan anlamıştım, o kadındı arayan. Evde olmadığını söyleyip kapatacaktın ama, ah o içindeki ruh... Ağzından dökülüverdi kelimeler: Neden rahat bırakmıyorsun... diyiverdin. Kadından gelecek cevabın: Çünkü aşığım... Olacağını bile tahmin etmemiştin.


ÖĞRENİLEN:

İnkar! Şu cümle ile başladı: Ben nerede durduğumu biliyorum. Ben ne yaptığımı, senin hayatımdaki önemini. Git ona sor istersen, şaşar durur, nasıl sana bu kadar aşık olduğuma... O bana aşıksa bu onun problemi, benim arkadaşım sadece. Anla bunu ve üstüme gelme. O gün, çıkıp gitmen gereken gündü de, gidemedi ayakların. Taze çimento karışımının günler öncesinde döküldüğünü ve  o anda donarak betonlaştığını hissetmiştin. Kendine güvenini kemiren, o sana ait olmayan duygunla boğuşuyordun. Kendini toparlamak için, kaçtın. Yok saymayı denedin bir süre, üzerine hiç konuşmadın, konuşturmadın. Ama... Evet, bir ama hep kemirdi içini... Kaçmanın çözüm olmadığını o zaman öğrenmiştin, hatırladın mı?



Fotoğraf / Crystal Newton

TUZLU PUSLU GRİ




bugün içimde amansız bir öfke var
             esip yok etme isteği
bugün içimde çökmüş bir hava var
      koyu gri, puslu ve gölgeli

koptu kopacak
yüreğimi yüreğine bağladığım
                  duygularım

koptu kopacak
      hayat
      koptu
kopacak




Oysa beni yaşarken tanı istemiştim
Yüreğim hala sana atarken
Sana sorsalar şimdi
Bilir misin gözyaşım ne renkti
Tadı neye benzerdi






Fotoğraf / darkshape

09 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 4




















Senin yüreğinden bakınca, hak etmediğini düşündüğün onlarca an'ı, sana tekrar yaşatıyormuşum hissine kapılsam da arasıra... Herkes payına düşeni yaşar... Şarkıyı mırıldanırken okuman zor olur, istersen sonra devam et... Ya şarkıya, ya okumaya...



OLAY:

Sen öyle saf ve iyi niyetliydin ki, ve aslında öyle güçlü... Sıfırladın herşeyi... Yeniden başladın, yepyeni bir güne... Sonunun farklı olmasını dileyerek. O kadınla arkadaş olmayı bile denedin, boş, anlamsız kıskançlık krizleri geçirip, kafayı sıyırmış bir kadın olmadığını ispatlamak istercesine... Hatırla o yemeği, o yemeğe gitmeyi sen planlamamıştın ama kendini o yemek masasında bulmuştun. Sen masanın bir yanında, o diğer yanındaydı... Konuşmalar arasında serpiştirilen bakışları ve imaları görmezden gelmeyi denedin ve hatta gözlerini bile yumdun ama sen burnu gelişmiş bir tazı gibi, yüzüne çarpan havanın sana neyin kokusunu getirdiğini biliyordun. O yemek masası, senin farklı bir yönünü beslemiş, içine kuşku tohumları atmış ve sen o günden sonra o güne kadar sende olmayan bir duygunla yüzyüze gelmiştin. Kıskançlık... Hiç bilmediğin bu duygunla nasıl başa çıkacağını bilmediğinden de, ilk yaptığın bu duyguna sebep olaylar zincirini onunla konuşmak olmuştu, hatırlarsan ilk tepki: Kafayı üşüttün sen, bir doktora gitsen fena olmayacak...


ÖĞRENİLEN:

Kıskançlık, güven duygusunun yıkılması ile ortaya çıkıyordu; başkalarını bilemezdin ama sendeki neden - sonuç ilişkisini incelediğinde cevap olarak bunu bulmuştun. Güven, karşılıklı inşa edilmesi zor ama yıkılması kolay kağıt kuleler gibiydi; bir rüzgarla dağılır ve dağıtırdı. Sen bunu öğrendiğinde, ağlayarak senin yüreğini bildiğine emin olduğun bir ablana gitmiş ve ben böyle bir kadın değilim diyerek, belki de hiç ağlamadığın kadar ağlamıştın. Yüreğinle ters düşen davranışlarından rahatsız oluyor ama o güveni sağlamak için karşındakinin ufacık bir çabası olmadığını gördükçe de iyice bürünüyordun kendin olmayan o ruh haline. Bazı şeylerin, iki kişinin de çabasını gerektirdiğini o zaman öğrenmiştin, eğer karşındaki o çabayı harcama niyetinde değilse, tek başına çektiğin kürekler seni çağlayanın ağzına taşırdı, sınırda fark etmiştin, tam sınırda... O sınırdan döndüğünde, sorduğun ilk soruyu yüreğine işledin: Niyetin ne? Niyetin önemini o gün anladığını düşünüyorum... Anlamıştın değil mi?



Fotoğraf / Crystal Newton

FOTOĞRAFIN FISILTISI / ANILAR

Fotoğraf / Valimar




Uzaktan seyrediyorum seni
Bir anıyı hatırlar gibi


DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 3




















Biliyorum, canını acıtıyor okumak, ama bazı öğrenme süreçlerinde sancıların olması doğaldır. Bazen bir bilginin, içselleştirilmesi ve öğrendim denilebilmesi için birden fazla tekrar gerekir.



OLAY:


O kadından gelen telefonların ardı arkası kesilmeyince, rahatsızlığını dile getirdiğin o geceyi hatırlıyor musun? Ve sonrasında, önceleri o telefonların gerekli olduğunu, arkadaşı ile görüşmesini kısıtlamak isteğini anlamadığını, onun bu hayatta bir duruşu olduğunu ve insana saygı anlamında bile o telefonları açmak zorunda olduğunu ve buna benzer onlarca nutuğu, defalarca dinlemek zorunda kaldığın o günleri... Sonrasında, sen artık buna katlanmayacağını söylediğinde olanları peki... Hatırlar mısın, telefon gelmemişti o günden sonra. Daha doğrusu neden telefon gelmediğini anlayana kadar sen öyle sanmıştın. Peki ya o, aldatılma hissi... Ben bile bugün hala senin o hissini hatırladıkça yüreğimden bir parçanın koptuğunu sanırım.



ÖĞRENİLEN:


Bir durum karşısında karşı tarafın seni ısrarla kıran ve üzen bir tutumu devam ettirmesi konusunda düşünmen gerektiğini anlamıştın o vakitlerde. Çünkü kendi mutluluk tarifin, karşındakinin mutluluğundan mutluluk duymaktı. Bir yüreğin ikilemde kaldığını gördüğünde ve seni üzmemek adına telefon görüşmelerinin; eve girmeden önce, evden çıkar çıkmaz ve sen banyodayken gibi zamanlarda yapılıyor olduğunu anladığında, söylememenin en büyük yalan olduğunu öğrenmiştin. Unutma ki, bir insan gizli kapaklı işler çevirmeye başlıyorsa, ve bunu senin mutluluğun için yaptığı gibi bir gerekçe ile savunuyorsa, artık ona güvenmek için hiç sebep kalmamıştır. Güven duymadığın bir insanın yanında durma, yüreğinde ise hiç tutma!



Fotoğraf / Crystal Newton

08 Mart 2010

BEN KADINIM


ben KADINIM
duygulu, şefkatlı, dürüst


ben kadınım
dimdik ayakta duran


ben kadınım
mükemmeli arama yolculuğunda dikenler olduğunu bilen


ben kadınım
kralın çıplaklığını yüzüne söyleyen


bu nedenle hormonlarıma sahip çıkmam isteniyorsa
bu nedenle sinirlenmemem bekleniyorsa
bu nedenle ağlamalarım rahatsız ediyorsa
boşuna!


kadınım ben
ağlayan, kızan, sinirlenen...


kral çıplak olduğu için suçlu değil...
kralın çıplaklığını görüp yalakalık yapanlar suçlu değil...
ben "ee bu kral çıplak" dediğim için mi suçluyum


eyvallah der geçerim
duydun mu hayat
adaletin buysa
eyvallah der geçerim
cezam neyse çekerim
ama bana karaya ak dedirttemezsin

fark etmedin belki ama ben aynı zamanda
ilkeli, hayata karşı duruşu olan, ayakları yere basan bir İNSANIM





______________________________________________________________________________

Bugün Dünya Kadınlar Günü...

Oysa, kadınların bir güne değil, erkekler gibi geride kalan 364 güne de ihtiyacı var. Aslında onlardan çok daha fazla ihtiyaçları var o günlere... Bu dünya üzerinde, dini kendilerince yorumlayan ve inançlarını erkeği üstün kılarak yaşayanlar yüzünden; mal gibi satılan, zülmedilen ve taşlanarak, töre uğruna ya da bir kadın sünneti sonrasında ölüme terk edilen milyonlarca kadın var.  Oysa o kadınlar da birer ANA ya da büyüyebilse ana olacak... Hani en kutsal bildiğinizden... Ve evet, o kadınların o günlere çok ihtiyaçları var, çünkü yetiştirilecek çocukları, yıkanacak bulaşıkları - çamarları, temizleyecekleri evleri ve eğlendirecekleri erkekleri var... O kadınların bir günden daha fazlasına ihtiyaçları var! Bugün Dünya Kadınlar Günü...

_____________________________________________________________________



Kadın Cinselliğine Vurulan Pranga  / Kadın Sünneti

UNICEF'in çocuk haklarının kabulünün 20'nci yılı dolayısıyla yayımladığı Çocuk Raporu'na göre 15-49 yaş arası 70 milyondan fazla kadın ve kızın 28 Afrika ülkesi ve Suudi Arabistan'ın güney komşusu Yemen'de kadın sünnetine uğratıldığı tahmin ediliyor.




Waris Dirie kimdir?

Waris Dirie'nin sözlük anlamı 'Çöl Çiçeği.' Waris Dirie, 1965 yılında Somali çölünün Gallacaio bölgesinde göçmen bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. 5 yaşında sünnet edilen Dirie, ablası ve iki kuzenini sünnetten dolayı kaybetti. 13 yaşında yaşlı bir adama 5 deve karşılığı verilmek istenen Dirie, Somali'nin başkenti Mogadischu'da oturan ablasının yanına kaçtı.
DEVAMI İÇİN...








__________________________________________________________________________________

Haşmet Babaoğlu'nun Köşesinden

Niye 8 Mart?..


Farkındayım, aklını eğlenceyle bozmuş fakat neşesini bir türlü bulamamış popüler kültür ve sit-com'cu medya Dünya Kadınlar Günü'nün neden 8 Mart'ta kutlandığının merak edilmemesi için sekiz takla atıyor.

Ama bilmek gerek!

1857 yılıydı. New York şehrindeki bir dokuma fabrikasının işçileri çalışma koşullarının iyileştirilmesi için greve başlamıştı. 8 Mart'ta polis grevcilere saldırdı ve hepsini fabrikaya kapattı. Yangın çıktı. Çoğu kadın olan 129 işçi yanarak can verdi.

İlk olarak 1910'da sosyalist militan ve düşünür Clara Zetkin ABD'de yaşanan faciayı anmak adına 8 Mart'ların "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" ilan edilmesini istemişti.

Dediğim şu...

8 Mart'ların ciddi bir meselesi vardır.

Bugünden baktığımızda...

Mesele artık sadece emekçiler bağlamında ele alınmayabilir.

Ama bu mesele elbette hâlâ kadınların sömürülmesi, kadına karşı şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı meselesidir.

TAMAMI İÇİN...

__________________________________________________________________________________

İlk Yayın Tarihi / Hazian 2009 / Bu yazının ilk bölümü, erkek yöneticinin yürüttüğü toplantı sonrası kaleme alınmıştı. Dünya Kadınlar Gününe ilişkin  yazılar bugün eklenmiştir.
Fotoğraf /
1x.com

07 Mart 2010

BUGÜN PAZAR (DI)


Bu sabah,  gün kendi sakinliğimde başladı. Dünkü yağmur çoktan yerini güneşe bırakmıştı. Simitçilerin gevrek sesleri, apartmanların henüz ısınmamış soğuk beton duvarlarından yankılanıyordu. Yankının yarattığı dalga dışında sokakta herhangi bir hareketlilik yoktu. Sabahın erkeniydi, sokağın uyanmasına daha çok vardı.

Yatağımdan kalkıp, toz pembeliğine baktım odamın, sonra aydınlığına ve en sonunda da bana verdiği huzura... Banyoma girdim, turuncunun beyazla uyumunda, göz almayan ama kırpan bir tavrın bu banyoya ve dolayısıyla bana ne kadar yakıştığını düşündüm. Huzurlu bir tebessümü yüzüme kondurup, aynadaki kendimi sevdim. Koridorda yürürken, bastığım halının burgu makarnayı andıran yapısının üzerinde, çıplak ayak ilerlerken, yatağın sıcağını bırakmak istemeyen hallerini tıpkı bir çocuk şımarıklığında sürte sürte mutfağa yöneldim. Fıstıkı yeşilin, hakim olmadan diğer yeşil tonları ile uyumlu arkadaşlığına ve bütün bunların kum rengi ile beni her mutfağa girdiğimde başka bir dünyaya taşımasına, her zamanki gibi şaşırdım. Öyle yaşıyordu ki yeşiller, derin bir nefes alsam, içimin oksijenle dolduğunu hayal edebilirdim. Bunu düşünmek huzurlu bir rahatlamanın, giderek hücrelerime yayılmasına neden oluyordu. Elimde kahve fincanım, bir gece öncenin böreklerini, fırının fanlı ayarında ısıtılmaya bıraktığımda, kokusunu çoktan içimdeki huzura ulaştırmıştı. Evet, bu sabah gözlerimi huzura açmıştım. Salonun kapısından içeri girdiğimde; lacivert, kırmızı ve kum renklerinin el ele halay çekişlerini seyre dalan yeşil salon bitkilerime yaklaşıp, merhabalaştım, hal hatır sordum, susayanlara bir yudum su verip, doya doya içerken çıkarttıkları sesi dinledim.

Balkon camına yaslanıp, mevsimine az kaldığını hatırlatan güneşin kollarına değdim. Parmak uçlarından öptüm onu. Kokladım ve bana getirdiklerini içime çektim. Teşekkürümü edip, uzaklaşırken, fırın uyardı beni: Bir görev daha başarı ile tamamlanmıştı. Akşamdan kalma, güne taze üçgen börek, kızarmış halini ve içindeki lezzetli kokusunu burnuma burnuma değdirince, bir ikincisini ısıtmam gerektiği hissine kapılıp, kahvemin kalanını bir dikişte bitirdim ve yanına çok yakışacak kokulu çayımdan demlemeye karar verdim. Sabahım güzeldi...

Az sonra yapılacak telefon konuşması mı, yoksa, kendimi bir an önce evden atma isteğim mi bilmiyorum ama biri içimdeki gölgeyi memnun etmemişti. Gölge, kabardı... Gölge, hırçınlaştı... Gölge, huzursuzdu... Bile bile ladestir ya bazı anlar... Az sonraki telefon konuşması işte tam da buydu. Kapattım telefonu. Gölge tüm karanlığı ile taştı dışıma. Nefes almakta zorlandım, hatta yutkunmakta ve hatta ağlamakta... Dışarı attım kendimi... Gölge peşimdeydi... Gölge, güneşi ters köşeye yatırmış, önümde olması gerekirken, peşimde; sinsice, gülerek ve hatta abartılı kahkalarına derin iç çekişler ekleyerek adımlarını hızlandırıyordu.

Ben de adımlarımı hızlandırdım, neredeyse koşuyordum. Güneşin ellerini tutup, hızımı daha da artırdım. Gölge, nefes nefes takibini bir süre daha hırsla devam ettirdikten sonra pes etti. Ben güneşe gülümseyip, yolumu huzur eyledim.

Kulağımdaki müziğin ritmine ayak uydurup, içimin dans etmesine izin verdim. Sürekli kendimle konuşur bulurdum kendimi böyle zamanlarda, özellikle de bir gece öncesinde Devaju gibi bir seriye kaptırıp kendimi, yazdıysam uzun uzadıya... Birden,  telefon konuşmasında söylediğim geldi aklıma: Hepimizin içinde pozitif ve negatif duygular var. Hangisini beslersek, o ortaya çıkıyor. Ve bazen, besleyen biz olmuyoruz, yaşamımıza değmesine izin verdiklerimiz besliyor içimizdekileri... Neyi beslerse, o çıkıyor karşısına... Sonra da suçu bize  yüklüyor utanmamacasına...

Bu konuşmanın hemen sonrasında çıkmıştı gölge... Huzursuzdu, hırçındı. Kendi dünyamı düşündüm. Sabah uyanışımdan, o telefon konuşmasına kadar olan süre zarfındaki ruh halimi... O telefon konuşmasından sonraki halimle karşılaştırdım. Hangisi bendim? Hangisi olmak istediğimdi? Hangisi bunca zamandır olduğumdu peki...? Ne değişmişti...?

Yürüdükçe, soruları geride bıraktım, güneşin beni ve içimi ısıtmasına izin verdim. Kendimi biliyordum, yüreğimden emindim. Tam bu sırada kırmızı ışıkta durdum, ulu çınarın gövdesine ve dallarına baktım. Sevmek ve var olmak biçimleri üzerine aklıma gelenlere takıldım. Sevmek neydi...? Soruyu kendime sordum, cevabım netti. Sevmek, bencesi tabi, biraz da gönüllü bir kendini teslim etme haliydi. Hayatında olmasını istediklerinin mutluluklarından mutlu olma haliydi bir parça. Benim sevme biçimim, bazılarına göre aşkla açıklanırdı, bazılarına göre esaretle, bazılarına göre boğmakla... Ben sevmenin, kendini adama olduğuna inananlardanım. Sadece insana duyulan sevgiden bahsetmiyorum; işini severek yapanlara, yemeği severek pişirenlere, müziği severek dinleyenlere bakın, ama görerek, görmeye çalışarak bir bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Balkon çiçekleri hep güzel oldu annemin mesela - bense balkonda çiçek bakamayanlardanım - çünkü onlara ihtiyacı olan herşeyi vermeye hazırdı. Özenle her sabah kalkar, onlarla konuşur, kuruyan dallarını özenle toplar ve bir tek tomurcukta bile, yüzündeki tebessümle onlarca teşekkür ederdi. Oysa çiçeğin görevi zaten çiçek vermekti. Ama annem, bu olayı böyle algılamazdı. Çiçeğe, o çiçeği verme sürecinde gerektiği her türlü ilgiyi ve sevgiyi verirdi. Tabi ki ihtiyacı olan gübreyi, toprağı ve suyu da... Çiçek bu sevme biçimini karşılıksız bırakmazdı, çoşardı...

Sevmek, yaşamın içindeki bu haller üzerinden şekillendiğinden belki de, ve mutlaka böyle sevildiğim için, karşılıksız olma ihtimali olsa dahi, vermekten geçiyordu benim için. Adamaktan kastım kendi yüreğindeki sevgiyi sonsuzca verebilmektir aslında... Tahmin edileceği üzere o sonsuzluk hissinin de gelip tosladığı duvarlar çokçadır, hele de yüreğinde böylesine bir sevgiye hazır olmayanların ördükleri duvar; geçilmez, fethedilmez kaleler gibi yükselir karşınızda... Ama hangi kale fethedilmeden kalmıştır ki...

Laf çok uzadı farkındayım, ama bugün pazar (dı) ve düşünecek çok zaman var (dı). Yüreğin tartısı bu gibi zamanlarda doğru çalışmaz. (Bunu yazar yazmaz kafama takıldı, ne zaman doğru çalışır ki... Düşüneyim...)Hele de akıl kendi ağırlıkları ile çıkıp gelirse, iş zorlaşır. Kefeler aynı değil kuşkusuz ve ağırlıklar da kendi ağırlığını ortaya koyacak kadar cesaretli değil. Aklımın yüreği ve yüreğimin aklının hem fikir olduğu konuyla bitireyim istedim bu pazarı: İçinizdeki güzellikleri besleyenler değsin yaşamlarınıza, bir tek onlara sonsuzca ve karşılıksız açılsın kapılarınız... Bir tek onlara izin verin, gözyaşlarınıza dokunmak konusunda... Çünkü bazı parmak uçlarında gizli dikenler vardır, yürek görmezden gelir onları, akıl bilmek istemez, ama kanar içinizde bir yer... İçinizdeki kana susamış gölge uyanır derin uykusundan... Kötülük de  iyilik gibidir, hangisi beslenirse o güçlenir... Güçlenenin, içinizdeki gölge olduğunu fark ettiğiniz hiç bir an geç kalmış sayılmazsınız. Sizi bataklığa sürüklemeden ve çekip almadan kuytularına, huzur veren bir ormana kaçın hem de becerebiliyorsanız dört nala...

Bu sabah bir kez daha fark ettim ki, ben kendi huzur bahçemi oluşturmuşum, büyüdükçe bir ormana dönüşecek biliyorum. Bu günden sonra, bahçemi bir tek içimdeki huzuru büyütenlere açıyorum. Sufi'nin kararnamesini Pazartesi yüyürlüğe koyacağımı söylemiştim ama bugün pazar (dı), olsundu, yarını beklemek için bir sebebim yoktu...





Yepyeni bir Evren oluşturacağım kendime, dünyama içindeki kötülüklerle değenlerin kem gözlerinden uzakta, içimin huzurlarını çoğaltacağım güneşin parmak uçlarında... İçimdeki hazineyi biliyorum, yüreğimin sevgisinin anahtarını da...

Ben bu pazar, hayatın bana sunduğu güzellikleri içime çektim: Annemle babamın kokusunu...
Dilerim sizler de güzel bir pazar geçirmişsinizdir.
Rotanızın huzur olduğu, yepyeni sevgi yolları dilerim size...



DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 2




















Merhaba Sevgili Evren,
Devam edelim mi kaldığımız yerden...

OLAY:

Salondaki büyük masada yemek yerken, sessiz ve sakindiniz. Sohbet; günler  öncesinde yerini derin iç seslere bırakmıştı. Aniden çalan telefon ile onun masadan kalkışına ve hatta sırtına dönüşüne anlam verememiş ve az sonra şakıyan sesini duymuş ve şaşırmıştın. Telefon görüşmesi bittiğinde,  "hayırdır" der gibi bakmıştın, "şantiyeden bir arkadaş sadece"... Verilen cevabın yüzde yarattığı anlamsız tebessümü  anlamaya çalışırken de bakmaya devam ediyorsun sessizce... Onun, gülen sesi, yüzü ve gözlerini anlamaya çalışırken; o, "yahu valla, sen şimdi böyle bakıyosun ya, sinirim bozuldu benim, ondan gülüyorum" demişti...


ÖĞRENİLEN:

Unutmaki, heyecan önce sesle ele verir kendini, sonra bir gülümsemeyle, sonra inkarla... Duyarga her ne kadar eklem bacaklılara özgü; başın ön bölümünde bulunan, eklemlerden oluşmuş hareketli duyu alma organı olsa da, senin gibi yüreği kocaman insanların da bir süre sonra antenleri gelişir. Gözlem yeteneği güçlü, karşısındakinin hal ve tavırlarını o güne kadar dikkate almış biri olarak hemen fark edersin, değişimi. Böyle bir değişimle karşılaştığında ilk tepkin, güveni devam ettirmek niyetiyle, eyvallah olmasın söylenene;  karşındaki ses titrediğinde sebebi sen değilsen, şahidi de sen olma!




Fotoğraf / Crystal Newton

06 Mart 2010

SIĞINMAK




Fotoğraf / Luben Karavelov




'Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyordum. Gerçek aşkın bütün bunların üstünde olduğunu, hiç sevmemektense ölmenin daha iyi olacağını her zaman biliyordum. Ama bu cesarete yalnızca başkalarının sahip olduğunu düşünüyordum. Ve şimdi, şu anda, bunu yapabilecek gücün bende de bulunduğunu keşfediyordum. Ayrılık; yalnızlık, üzüntü anlamına da gelse, aşk her şeye değerdi.'(*)

Adam o gülün yapıldığı o geceyi öyle iyi hatırlıyordu ki, bir ayrılık hali üzerine yaptıkları bir konuşmanın orta yerinde, kadın okuduğu kitabı çantasından çıkartmış ve bu sözleri o peçeteye yazmıştı ve ardından bir gün dönmemek üzere gidersem, sana bırakacağım bu gülü demişti: O zaman sakın arkanı dönüp bakma, sakın bekleme ve sakın ağlama... Sadece böyle bir aşkın bir tarafı olabildiğimiz için sarıl sol yanına ve unutma; 'Aşk kalıcıdır, değişen yalnızca insanlardır.' (*)

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...





Aralık 2009 / Yazının Tamamı “Gülden Peçete”

O GÜN



Gözyaşımı parmak uçlarınla sildiğinde,
Bir daha hiç ağlamam sandım...







Yasmin Levy - Adiós Querida


Fotoğraf / deviantART

AĞLAMAK



Fotoğraf  / Anisja





Yağmur yağıyor
Dün geceden beri
Duru durağı olmadan
Yağıyor

Yüreğimin penceresini kapattım az önce
Artık serinliği yüzüme vurmuyor
Yağıyor sadece
Canıma vura vura
Yağıyor

Yağmur yağıyor
Dün geceden beri
Duru durağı olmadan
Yağıyor

Yağıyor sadece



 




05 Mart 2010

FOTOĞRAFIN FISILTISI / YOLCU

Fotoğraf / Nuno Milheiro



Bazı yolların sonunu görmesende
Yolcusu olmayı göze almalısın

Varacağın yere değil
Yola odaklanmalısın





KARALAMA



Yaşam, içinde onlarca köşe barındıran bir labirent gibi bazen. Bir köşeyi dönünce bitecek sandığınız labirentte ilerliyorsunuz biteviye. Bu, herhalde labirentin çıkışa varan son düzlüğü diye düşünürken; önünüzde bambaşka bir köşe beliriveriyor aniden. Yaşam seçimlerden ibaret, siz her bir seçimde kendi haklılığınıza sarılıp ilerliyorsunuz. Kuşkusuz, kendi durduğu yerde ve baktığı yerde herkes haklıdır. Empati konusundaki- biraz da karşı çıkan bir tavrı sergileyen bir yazı- yazarken de sormuştum: Anlamak mümkün mü sahiden?


***
Siz kendi gerçekliklerinizden, yaşanmışlıklarınızdan bakarak "ben seni anlıyorum ama ben haklıyım, diyorsanız" bu anladığınızı mı, gösterir?

***
Anlamak zordur, anladım deriz ama ne kadarını anlarız? Anlasak gerçekten, kendi doğrularımız üzerinden bir tavrı sürdürür müyüz ısrarla... Karşımızdakinin incindiğini bile bile, bir tavrı sergilemek olsa olsa, değer vermemek gibi gelir bana. Hem değer veriyorum deyip, hem de incitebilmek pek yüreğimde barındırabileceğim bir hal değil doğrusu. Sevmek haline de yükleyemem böylesi bir tutumu.

***

Oysa dinlemek, dinleyebilmek gerek kendini. Biraz nefes almak, kendi haklılığımız üzerinde dururken ve savunduğumuz bir yürekken, diğer yüreği param parça ediyor olmak savunduğumuz noktada bir parça olsa da bir taraf olmak değil midir? Dedim ya, bir parça kendine dürüst olmak gerek, nedir ki haklı olmak?

***

Haklı olmak, kaybedeceğine değer mi? Haklılığı bir yere bırakarak, sadece bizden bakmak zor geliyorsa, ve üstelik; köşe orada ister dönersin ister beni böyle seversin halleri aslında inandığının biz olmadığının göstergesi mi?

***

Sorular sonsuz, köşeler gibi... Bir sorunun cevabını aramak için harcadığımız çabayı, mutlu olmak için harcıyor muyuz diye düşündüm? Mutluluğu sürekli hale getirmek biraz da bizim seçimlerimizle ilgili değil mi? Köşeden bir dönsem diye uzun uzun düşünmek yerine, tüm risklerini göze alıp köşeden dönüvermek en kolayı mı acaba... Peki ya sonrası... Yine bana hüsran yine bana yalnız geceler mi?

***

Sorular, köşeler gibi... Döndükçe, çözdükçe bir başka köşe bir başka soru buluveriyor seni... Yürek sevince, dönüyor ha babam dönüyor. Sonra bir dönüp bakıyor, dönen bir tek kendisi. Dönmeyi bıraktığı anda düşüyor. 

Ne acı ki, tutacak sandığı avuçlar çoktan rolüne ısınmış; el sallıyor, repliği kısa ve net.
                                                                                                                                   "Güle güle..."

Oysa; "gitme"daha kısa bir replik değil mi? 
O eller yine baş rolde, ama bu sefer uzanır tutmak istercesine...


Biri giderken, haklı olmak iyi birşey mi?
Hem haklı olmak nedir ki?
Anlamayı gerektirir mi?
Gidenin ardından, "ama ben haklıyım" demek yüreği serinletir mi?


_________________________________________________________
Fotoğraf / Samuel Roy