Bu sabah, gün kendi sakinliğimde başladı. Dünkü yağmur çoktan yerini güneşe bırakmıştı. Simitçilerin gevrek sesleri, apartmanların henüz ısınmamış soğuk beton duvarlarından yankılanıyordu. Yankının yarattığı dalga dışında sokakta herhangi bir hareketlilik yoktu. Sabahın erkeniydi, sokağın uyanmasına daha çok vardı.
Yatağımdan kalkıp, toz pembeliğine baktım odamın, sonra aydınlığına ve en sonunda da bana verdiği huzura... Banyoma girdim, turuncunun beyazla uyumunda, göz almayan ama kırpan bir tavrın bu banyoya ve dolayısıyla bana ne kadar yakıştığını düşündüm. Huzurlu bir tebessümü yüzüme kondurup, aynadaki kendimi sevdim. Koridorda yürürken, bastığım halının burgu makarnayı andıran yapısının üzerinde, çıplak ayak ilerlerken, yatağın sıcağını bırakmak istemeyen hallerini tıpkı bir çocuk şımarıklığında sürte sürte mutfağa yöneldim. Fıstıkı yeşilin, hakim olmadan diğer yeşil tonları ile uyumlu arkadaşlığına ve bütün bunların kum rengi ile beni her mutfağa girdiğimde başka bir dünyaya taşımasına, her zamanki gibi şaşırdım. Öyle yaşıyordu ki yeşiller, derin bir nefes alsam, içimin oksijenle dolduğunu hayal edebilirdim. Bunu düşünmek huzurlu bir rahatlamanın, giderek hücrelerime yayılmasına neden oluyordu. Elimde kahve fincanım, bir gece öncenin böreklerini, fırının fanlı ayarında ısıtılmaya bıraktığımda, kokusunu çoktan içimdeki huzura ulaştırmıştı. Evet, bu sabah gözlerimi huzura açmıştım. Salonun kapısından içeri girdiğimde; lacivert, kırmızı ve kum renklerinin el ele halay çekişlerini seyre dalan yeşil salon bitkilerime yaklaşıp, merhabalaştım, hal hatır sordum, susayanlara bir yudum su verip, doya doya içerken çıkarttıkları sesi dinledim.
Balkon camına yaslanıp, mevsimine az kaldığını hatırlatan güneşin kollarına değdim. Parmak uçlarından öptüm onu. Kokladım ve bana getirdiklerini içime çektim. Teşekkürümü edip, uzaklaşırken, fırın uyardı beni: Bir görev daha başarı ile tamamlanmıştı. Akşamdan kalma, güne taze üçgen börek, kızarmış halini ve içindeki lezzetli kokusunu burnuma burnuma değdirince, bir ikincisini ısıtmam gerektiği hissine kapılıp, kahvemin kalanını bir dikişte bitirdim ve yanına çok yakışacak kokulu çayımdan demlemeye karar verdim. Sabahım güzeldi...
Az sonra yapılacak telefon konuşması mı, yoksa, kendimi bir an önce evden atma isteğim mi bilmiyorum ama biri içimdeki gölgeyi memnun etmemişti. Gölge, kabardı... Gölge, hırçınlaştı... Gölge, huzursuzdu... Bile bile ladestir ya bazı anlar... Az sonraki telefon konuşması işte tam da buydu. Kapattım telefonu. Gölge tüm karanlığı ile taştı dışıma. Nefes almakta zorlandım, hatta yutkunmakta ve hatta ağlamakta... Dışarı attım kendimi... Gölge peşimdeydi... Gölge, güneşi ters köşeye yatırmış, önümde olması gerekirken, peşimde; sinsice, gülerek ve hatta abartılı kahkalarına derin iç çekişler ekleyerek adımlarını hızlandırıyordu.
Ben de adımlarımı hızlandırdım, neredeyse koşuyordum. Güneşin ellerini tutup, hızımı daha da artırdım. Gölge, nefes nefes takibini bir süre daha hırsla devam ettirdikten sonra pes etti. Ben güneşe gülümseyip, yolumu huzur eyledim.
Kulağımdaki müziğin ritmine ayak uydurup, içimin dans etmesine izin verdim. Sürekli kendimle konuşur bulurdum kendimi böyle zamanlarda, özellikle de bir gece öncesinde Devaju gibi bir seriye kaptırıp kendimi, yazdıysam uzun uzadıya... Birden, telefon konuşmasında söylediğim geldi aklıma: Hepimizin içinde pozitif ve negatif duygular var. Hangisini beslersek, o ortaya çıkıyor. Ve bazen, besleyen biz olmuyoruz, yaşamımıza değmesine izin verdiklerimiz besliyor içimizdekileri... Neyi beslerse, o çıkıyor karşısına... Sonra da suçu bize yüklüyor utanmamacasına...
Bu konuşmanın hemen sonrasında çıkmıştı gölge... Huzursuzdu, hırçındı. Kendi dünyamı düşündüm. Sabah uyanışımdan, o telefon konuşmasına kadar olan süre zarfındaki ruh halimi... O telefon konuşmasından sonraki halimle karşılaştırdım. Hangisi bendim? Hangisi olmak istediğimdi? Hangisi bunca zamandır olduğumdu peki...? Ne değişmişti...?
Yürüdükçe, soruları geride bıraktım, güneşin beni ve içimi ısıtmasına izin verdim. Kendimi biliyordum, yüreğimden emindim. Tam bu sırada kırmızı ışıkta durdum, ulu çınarın gövdesine ve dallarına baktım. Sevmek ve var olmak biçimleri üzerine aklıma gelenlere takıldım. Sevmek neydi...? Soruyu kendime sordum, cevabım netti. Sevmek, bencesi tabi, biraz da gönüllü bir kendini teslim etme haliydi. Hayatında olmasını istediklerinin mutluluklarından mutlu olma haliydi bir parça. Benim sevme biçimim, bazılarına göre aşkla açıklanırdı, bazılarına göre esaretle, bazılarına göre boğmakla... Ben sevmenin, kendini adama olduğuna inananlardanım. Sadece insana duyulan sevgiden bahsetmiyorum; işini severek yapanlara, yemeği severek pişirenlere, müziği severek dinleyenlere bakın, ama görerek, görmeye çalışarak bir bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Balkon çiçekleri hep güzel oldu annemin mesela - bense balkonda çiçek bakamayanlardanım - çünkü onlara ihtiyacı olan herşeyi vermeye hazırdı. Özenle her sabah kalkar, onlarla konuşur, kuruyan dallarını özenle toplar ve bir tek tomurcukta bile, yüzündeki tebessümle onlarca teşekkür ederdi. Oysa çiçeğin görevi zaten çiçek vermekti. Ama annem, bu olayı böyle algılamazdı. Çiçeğe, o çiçeği verme sürecinde gerektiği her türlü ilgiyi ve sevgiyi verirdi. Tabi ki ihtiyacı olan gübreyi, toprağı ve suyu da... Çiçek bu sevme biçimini karşılıksız bırakmazdı, çoşardı...
Sevmek, yaşamın içindeki bu haller üzerinden şekillendiğinden belki de, ve mutlaka böyle sevildiğim için, karşılıksız olma ihtimali olsa dahi, vermekten geçiyordu benim için. Adamaktan kastım kendi yüreğindeki sevgiyi sonsuzca verebilmektir aslında... Tahmin edileceği üzere o sonsuzluk hissinin de gelip tosladığı duvarlar çokçadır, hele de yüreğinde böylesine bir sevgiye hazır olmayanların ördükleri duvar; geçilmez, fethedilmez kaleler gibi yükselir karşınızda... Ama hangi kale fethedilmeden kalmıştır ki...
Laf çok uzadı farkındayım, ama bugün pazar (dı) ve düşünecek çok zaman var (dı). Yüreğin tartısı bu gibi zamanlarda doğru çalışmaz. (Bunu yazar yazmaz kafama takıldı, ne zaman doğru çalışır ki... Düşüneyim...)Hele de akıl kendi ağırlıkları ile çıkıp gelirse, iş zorlaşır. Kefeler aynı değil kuşkusuz ve ağırlıklar da kendi ağırlığını ortaya koyacak kadar cesaretli değil. Aklımın yüreği ve yüreğimin aklının hem fikir olduğu konuyla bitireyim istedim bu pazarı: İçinizdeki güzellikleri besleyenler değsin yaşamlarınıza, bir tek onlara sonsuzca ve karşılıksız açılsın kapılarınız... Bir tek onlara izin verin, gözyaşlarınıza dokunmak konusunda... Çünkü bazı parmak uçlarında gizli dikenler vardır, yürek görmezden gelir onları, akıl bilmek istemez, ama kanar içinizde bir yer... İçinizdeki kana susamış gölge uyanır derin uykusundan... Kötülük de iyilik gibidir, hangisi beslenirse o güçlenir... Güçlenenin, içinizdeki gölge olduğunu fark ettiğiniz hiç bir an geç kalmış sayılmazsınız. Sizi bataklığa sürüklemeden ve çekip almadan kuytularına, huzur veren bir ormana kaçın hem de becerebiliyorsanız dört nala...
Bu sabah bir kez daha fark ettim ki, ben kendi huzur bahçemi oluşturmuşum, büyüdükçe bir ormana dönüşecek biliyorum. Bu günden sonra, bahçemi bir tek içimdeki huzuru büyütenlere açıyorum. Sufi'nin kararnamesini Pazartesi yüyürlüğe koyacağımı söylemiştim ama bugün pazar (dı), olsundu, yarını beklemek için bir sebebim yoktu...
Yepyeni bir Evren oluşturacağım kendime, dünyama içindeki kötülüklerle değenlerin kem gözlerinden uzakta, içimin huzurlarını çoğaltacağım güneşin parmak uçlarında... İçimdeki hazineyi biliyorum, yüreğimin sevgisinin anahtarını da...
Ben bu pazar, hayatın bana sunduğu güzellikleri içime çektim: Annemle babamın kokusunu...
Dilerim sizler de güzel bir pazar geçirmişsinizdir.
Rotanızın huzur olduğu, yepyeni sevgi yolları dilerim size...
Yatağımdan kalkıp, toz pembeliğine baktım odamın, sonra aydınlığına ve en sonunda da bana verdiği huzura... Banyoma girdim, turuncunun beyazla uyumunda, göz almayan ama kırpan bir tavrın bu banyoya ve dolayısıyla bana ne kadar yakıştığını düşündüm. Huzurlu bir tebessümü yüzüme kondurup, aynadaki kendimi sevdim. Koridorda yürürken, bastığım halının burgu makarnayı andıran yapısının üzerinde, çıplak ayak ilerlerken, yatağın sıcağını bırakmak istemeyen hallerini tıpkı bir çocuk şımarıklığında sürte sürte mutfağa yöneldim. Fıstıkı yeşilin, hakim olmadan diğer yeşil tonları ile uyumlu arkadaşlığına ve bütün bunların kum rengi ile beni her mutfağa girdiğimde başka bir dünyaya taşımasına, her zamanki gibi şaşırdım. Öyle yaşıyordu ki yeşiller, derin bir nefes alsam, içimin oksijenle dolduğunu hayal edebilirdim. Bunu düşünmek huzurlu bir rahatlamanın, giderek hücrelerime yayılmasına neden oluyordu. Elimde kahve fincanım, bir gece öncenin böreklerini, fırının fanlı ayarında ısıtılmaya bıraktığımda, kokusunu çoktan içimdeki huzura ulaştırmıştı. Evet, bu sabah gözlerimi huzura açmıştım. Salonun kapısından içeri girdiğimde; lacivert, kırmızı ve kum renklerinin el ele halay çekişlerini seyre dalan yeşil salon bitkilerime yaklaşıp, merhabalaştım, hal hatır sordum, susayanlara bir yudum su verip, doya doya içerken çıkarttıkları sesi dinledim.
Balkon camına yaslanıp, mevsimine az kaldığını hatırlatan güneşin kollarına değdim. Parmak uçlarından öptüm onu. Kokladım ve bana getirdiklerini içime çektim. Teşekkürümü edip, uzaklaşırken, fırın uyardı beni: Bir görev daha başarı ile tamamlanmıştı. Akşamdan kalma, güne taze üçgen börek, kızarmış halini ve içindeki lezzetli kokusunu burnuma burnuma değdirince, bir ikincisini ısıtmam gerektiği hissine kapılıp, kahvemin kalanını bir dikişte bitirdim ve yanına çok yakışacak kokulu çayımdan demlemeye karar verdim. Sabahım güzeldi...
Az sonra yapılacak telefon konuşması mı, yoksa, kendimi bir an önce evden atma isteğim mi bilmiyorum ama biri içimdeki gölgeyi memnun etmemişti. Gölge, kabardı... Gölge, hırçınlaştı... Gölge, huzursuzdu... Bile bile ladestir ya bazı anlar... Az sonraki telefon konuşması işte tam da buydu. Kapattım telefonu. Gölge tüm karanlığı ile taştı dışıma. Nefes almakta zorlandım, hatta yutkunmakta ve hatta ağlamakta... Dışarı attım kendimi... Gölge peşimdeydi... Gölge, güneşi ters köşeye yatırmış, önümde olması gerekirken, peşimde; sinsice, gülerek ve hatta abartılı kahkalarına derin iç çekişler ekleyerek adımlarını hızlandırıyordu.
Ben de adımlarımı hızlandırdım, neredeyse koşuyordum. Güneşin ellerini tutup, hızımı daha da artırdım. Gölge, nefes nefes takibini bir süre daha hırsla devam ettirdikten sonra pes etti. Ben güneşe gülümseyip, yolumu huzur eyledim.
Kulağımdaki müziğin ritmine ayak uydurup, içimin dans etmesine izin verdim. Sürekli kendimle konuşur bulurdum kendimi böyle zamanlarda, özellikle de bir gece öncesinde Devaju gibi bir seriye kaptırıp kendimi, yazdıysam uzun uzadıya... Birden, telefon konuşmasında söylediğim geldi aklıma: Hepimizin içinde pozitif ve negatif duygular var. Hangisini beslersek, o ortaya çıkıyor. Ve bazen, besleyen biz olmuyoruz, yaşamımıza değmesine izin verdiklerimiz besliyor içimizdekileri... Neyi beslerse, o çıkıyor karşısına... Sonra da suçu bize yüklüyor utanmamacasına...
Bu konuşmanın hemen sonrasında çıkmıştı gölge... Huzursuzdu, hırçındı. Kendi dünyamı düşündüm. Sabah uyanışımdan, o telefon konuşmasına kadar olan süre zarfındaki ruh halimi... O telefon konuşmasından sonraki halimle karşılaştırdım. Hangisi bendim? Hangisi olmak istediğimdi? Hangisi bunca zamandır olduğumdu peki...? Ne değişmişti...?
Yürüdükçe, soruları geride bıraktım, güneşin beni ve içimi ısıtmasına izin verdim. Kendimi biliyordum, yüreğimden emindim. Tam bu sırada kırmızı ışıkta durdum, ulu çınarın gövdesine ve dallarına baktım. Sevmek ve var olmak biçimleri üzerine aklıma gelenlere takıldım. Sevmek neydi...? Soruyu kendime sordum, cevabım netti. Sevmek, bencesi tabi, biraz da gönüllü bir kendini teslim etme haliydi. Hayatında olmasını istediklerinin mutluluklarından mutlu olma haliydi bir parça. Benim sevme biçimim, bazılarına göre aşkla açıklanırdı, bazılarına göre esaretle, bazılarına göre boğmakla... Ben sevmenin, kendini adama olduğuna inananlardanım. Sadece insana duyulan sevgiden bahsetmiyorum; işini severek yapanlara, yemeği severek pişirenlere, müziği severek dinleyenlere bakın, ama görerek, görmeye çalışarak bir bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Balkon çiçekleri hep güzel oldu annemin mesela - bense balkonda çiçek bakamayanlardanım - çünkü onlara ihtiyacı olan herşeyi vermeye hazırdı. Özenle her sabah kalkar, onlarla konuşur, kuruyan dallarını özenle toplar ve bir tek tomurcukta bile, yüzündeki tebessümle onlarca teşekkür ederdi. Oysa çiçeğin görevi zaten çiçek vermekti. Ama annem, bu olayı böyle algılamazdı. Çiçeğe, o çiçeği verme sürecinde gerektiği her türlü ilgiyi ve sevgiyi verirdi. Tabi ki ihtiyacı olan gübreyi, toprağı ve suyu da... Çiçek bu sevme biçimini karşılıksız bırakmazdı, çoşardı...
Sevmek, yaşamın içindeki bu haller üzerinden şekillendiğinden belki de, ve mutlaka böyle sevildiğim için, karşılıksız olma ihtimali olsa dahi, vermekten geçiyordu benim için. Adamaktan kastım kendi yüreğindeki sevgiyi sonsuzca verebilmektir aslında... Tahmin edileceği üzere o sonsuzluk hissinin de gelip tosladığı duvarlar çokçadır, hele de yüreğinde böylesine bir sevgiye hazır olmayanların ördükleri duvar; geçilmez, fethedilmez kaleler gibi yükselir karşınızda... Ama hangi kale fethedilmeden kalmıştır ki...
Laf çok uzadı farkındayım, ama bugün pazar (dı) ve düşünecek çok zaman var (dı). Yüreğin tartısı bu gibi zamanlarda doğru çalışmaz. (Bunu yazar yazmaz kafama takıldı, ne zaman doğru çalışır ki... Düşüneyim...)Hele de akıl kendi ağırlıkları ile çıkıp gelirse, iş zorlaşır. Kefeler aynı değil kuşkusuz ve ağırlıklar da kendi ağırlığını ortaya koyacak kadar cesaretli değil. Aklımın yüreği ve yüreğimin aklının hem fikir olduğu konuyla bitireyim istedim bu pazarı: İçinizdeki güzellikleri besleyenler değsin yaşamlarınıza, bir tek onlara sonsuzca ve karşılıksız açılsın kapılarınız... Bir tek onlara izin verin, gözyaşlarınıza dokunmak konusunda... Çünkü bazı parmak uçlarında gizli dikenler vardır, yürek görmezden gelir onları, akıl bilmek istemez, ama kanar içinizde bir yer... İçinizdeki kana susamış gölge uyanır derin uykusundan... Kötülük de iyilik gibidir, hangisi beslenirse o güçlenir... Güçlenenin, içinizdeki gölge olduğunu fark ettiğiniz hiç bir an geç kalmış sayılmazsınız. Sizi bataklığa sürüklemeden ve çekip almadan kuytularına, huzur veren bir ormana kaçın hem de becerebiliyorsanız dört nala...
Bu sabah bir kez daha fark ettim ki, ben kendi huzur bahçemi oluşturmuşum, büyüdükçe bir ormana dönüşecek biliyorum. Bu günden sonra, bahçemi bir tek içimdeki huzuru büyütenlere açıyorum. Sufi'nin kararnamesini Pazartesi yüyürlüğe koyacağımı söylemiştim ama bugün pazar (dı), olsundu, yarını beklemek için bir sebebim yoktu...
Yepyeni bir Evren oluşturacağım kendime, dünyama içindeki kötülüklerle değenlerin kem gözlerinden uzakta, içimin huzurlarını çoğaltacağım güneşin parmak uçlarında... İçimdeki hazineyi biliyorum, yüreğimin sevgisinin anahtarını da...
Ben bu pazar, hayatın bana sunduğu güzellikleri içime çektim: Annemle babamın kokusunu...
Dilerim sizler de güzel bir pazar geçirmişsinizdir.
Rotanızın huzur olduğu, yepyeni sevgi yolları dilerim size...
Zor da olsa başarmanızı diliyorum,
YanıtlaSilisterseniz başarırsınız..evet kesinlikle.
Duygunun bazen öne çıkmasından korkmayın.Bazen katı bir akıldan çok daha iyidir,faydalıdır kişiye..hem kendine hem çevreye.
Sevgilerimle
Yan odadasın sanki..Ben de
YanıtlaSilseni gözetliyorum :)Ne güzel oturdu zihnimde yerli yerine görüntü ve kelimeler.Bana da şevk verdin.Ben de yeni bir dünya istiyorum kendime.Sevgilerimle..
Sevgili Evrenciğim,
YanıtlaSil"Su gibi akıp gittim" kelimelerini okurken...
insan en huzurlu limanının yine kendi bahçesi olduğunun farkına varıyor!yaşanılmış iç acıtan şeylerin ardından, kendi kalesine daha bir sıkı sıkıya bağlanıyor...
P.tesiyi beklemeden bu günden aldığın karar en doğru karardır canım...
Verdiğinden daha çok alacağın sevgi dolu bir baharı yaşasın yüreğin ve sonsuza dek sürsün mutluluğun...
Sana kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum canım...
Gönlüne ve emeğine sağlık...
duygularımı dile getirmek konusunda hiç zorluk çekmedim jivago... bazen belki tam aksine, aklımı kullanmak konusunda sıkıntılarım var gibi :)
YanıtlaSilDünya Kadınlar Günün kutlu olsun canım..
YanıtlaSilaslında bu bir değişim değil ebruli, bakınca kendi özümü dışa vurma isteği ve biliyorum ki senin de içinde harika bir kadın var, ulaş ona mutlaka... o kadının sana açtığı bütün kapılardan da korkusuzca geç... sevgiler benden sana...
YanıtlaSilcanım ya...
YanıtlaSilinsanın yüreği bence en güçlü kalesi esmir... ve dileğin dileğimdir, yüreği sevgi taşan herkes için... benden de kucak dolusu sevgiler sana...
senin de ebrulicim...
YanıtlaSilokudun mu bilmyiyorum ama bu yazı beni çok düşündürdü...
keşke dedim keşke, kadınların bir günü olmasa...
http://ebruliaksamlar.blogspot.com/2009/12/tad-damagnda-kalr-sevdalarn.html
bu arada linki sana verirken fark ettim, adın geçiyormuş linkte :))
Sevgili Evren'im;
YanıtlaSilBenim kararnamemi uygulamaya koyma tarihimi pazartesiye erteleyen sen; bugünden kendini yepyeni bir forma sokma bilincine gelmişsin.Kıskandım doğrusu, bari birlikte başlayıp uygulamaya elele adım atsaydık geleceğe.Şaka bir yana sevindim değişimlere açık olan o güzel gönülcüğünün kapılarını araladığına.Evren'im benim en küçük oğlum "anne beni çok sevme, zarar veriyorsun bana" der her zaman. Bizlerin elinde çiçekler bile 3-5 gün sonra soluyor. Anladım ki bizim gibiler sevgimizle zarar verip karşımızdakini boğan cinsiyiz, onun için kararnamemize ek bir madde eklememiz gerek onu da sen anladın bebeğim sevgilerimle.
anladım tontinim ve bugünden itibaren elimden geldiğince uygulayacağım... ve biliyor musun, aileleri tarafından sonsuzcasına sevilen ve yüreğinde sevgi yeşertilen bütün çocuklar bir gün o sevgiyi asla ve asla bulamayacağını anlıyor ve aramaktan vazgeçiyor...
YanıtlaSilama sunmaktan vazgeçmek için çok çalışmak lazım çokkkk...
bir de özür dilerim seni geçiktirdiğim için ama bu sabah öyle bir sabaha uyandım ki, gün bugündür dedim... bugün o gündür... hadi gün bitmeden tut ellerimi...
öperim ellerini, yüreğini...
gerçekten de bazı parmak uçlarında dikenler var.. çizsede yüzümüzü kaçıaramadığımız..
YanıtlaSilgerçekten de bazı parmak uçlarında dikenler var.. çizsede yüzümüzü kaçıaramadığımız..
YanıtlaSilSevgili Evren o kapıların ardındakilerden korkuyorum ama.Belki çok güzel,belki daha kötü..Cesur değilim,eşikte durdum kaldım.Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim..
YanıtlaSilVerdiğin linke baktım..Adaş linke :)Ahh ayrıca teşekkür ediyorum bu yüzden.Çok etkileyici..Sarsıldım,içim acıdı..Eski bir blogmuş.Keşke devam etseymiş yazmaya..İyi verdin,iyi ki okudum.Çok teşekkürler tekrar.sevgilerimle..
için için kanarken neden kaçıramaz ki bir kadın yüzünü sevdiğinden, 7.oda...
YanıtlaSilher kapıdan geçmek bir risk kabul, ama güzellikleri nasıl keşfederiz ki eşikte durusak değil mi ebrulim... sevgiler benden sana...
YanıtlaSil