30 Aralık 2011

İlham - Tutku - Mutluluk


Bugün aldığım bir maildi bu üç kelimeyi bana gösteren... 
Aşağıdaki görselde gözüme takılan üç kelime benim olacaktı 2012'de... 
Benimkiler; ilham - tutku - mutluluk oldu. 



"İlham" yazdım google... Bana Ömür Defteri'ni buldu getirdi daha ilk sayfada. Okumuştum bu yazısını ama bir kez daha okudum. Tanrının Nefesinden İlham Almış Kadın...


Hemen ardından kendi yazdığım bir yazının iki cümlesi takıldı aklıma... Hayatın içindeydim. Yaşama tutkuyla bağlı bir kadındım. 


Önce adıyla yayınlanmış bir öykümsü serinin son cümleleri... Önce Önce. Önce.. Önce... her öncenin bir sonrakine göre bir noktası az... ya da cümle tersinden şöyle ile kurulabilir: Her sonra kendinden önceden bir nokta fazladır. 

Üç kelime içinde beni gülümseten mutluluk oldu. Bu sabah okuduğum, "hayatın temeli kederdir, keder ara verdiğinde mutluluk yerini alır" minvalinde bir cümlenin üzerine düşünmüş ve "hayatın temeli mutluluktur, keder yolcu... Hana uğrar, misafir olur ve gider." Hüznü severim, geldi mi kalsın isterim. Ama mutluluğu her zaman tercih ederim... Mutluluk üzerine ne zaman düşünsem okusam aklıma Sevgili Buraneros'un şu yazısı gelir: Mutlu Mutlu Mutluluk Yazdım... 



Dilerim buluşurum kelimelerimle ve dilerim ki; 
siz de kendi kelimelerinizle buluşabilin 2012'de. 
İyi Yıllar Herkese...

28 Aralık 2011

Kurabiye Tadında Bir Aşktır Hayat



Hayat bugünlerde aşkla yapılmış bir kurabiye tadında, diyorum. Gülümsüyor. İlle aşkı karıştıracaksın değil mi, diyor. Aşk karışmazsa olmaz ki, diyorum. Aşksız olmaz. Yine gülümsüyor. Aşk ona hiç uğramamış gibi, belki de bu yüzden beni anlamıyor. Yeni bir yıl geliyor. Dileğim AŞK oluyor... Çünkü aşk olunca, sağlık da, huzur da, mutluluk da gelip seni buluyor. Ben buna inanıyorum. AŞKa... 




görsel buradan

27 Aralık 2011

Küçük Bir Not




Ara verdim. Yorgun gözlerimi dinlendirmek için kısacık bir ara. Önümde duran not kağıtları arasından pembe olanı seçtim. Küçük bir not kağıdına sığdıramadığım onlarca kelimenin özeti gibiydi: Özledim. Yazdım ve kağıdın üzerini ellerimle kapattım. Düşüncelere daldım: 

Kaç mevsim önceydi,
Sararmış yaprakların sesleri eşlik ediyordu yüreğimize
Kaç mevsim önceydi söylesene...
Ses gelmeyecekti. Aramayacağım artık seni demişti. Arayamam. Anla beni.
Meraktadır şimdi.
Neyler benim yüreğim kış soğuğunda diye meraktadır.
Oysa her yürek ısınır o da bilir. Bilir de işte yine de meraktadır gözleri: Durgun sulara dalgın bir bakış...
Akşam olunca bulutsuz gökyüzünün tek yıldızı belirir: Aşk
Hep orada durmasını ister, ister istemesine de o da bilir: Yıldızlar da bazen ölür.

Ellerimi küçük not kağıdının üzerinden çektim. Aklımdan geçen cümleleri, aklıma geldikleri gibi ardı ardına sıraladım. Not kağıdı doldu, taştı. Kalan ne varsa masaya yazdım. Yazdıkça ağırlaştı dünyam, dönmez oldu. Durdu. 

Ağladım... Az önce kahkahalarla gülen kendim değilmişcesine, ağladım. Küçük bir not kağıdına, "özledim"i tam da o anda yazdım. Sonra masaya baktım, boştu. Dünyaya baktım, dönüyordu. Gökyüzüne baktım, güneş vardı. Gündü, aydındı... 

Güne dair gerçek olan şey: elimde küçük bir not kağıdı, yüreğimde sadece özlem vardı. 

Not kağıdını buruşturup attım. Telefonda tuşlara basarken yüreğimin sarı yaprakları çıtırdadı. Diren Collection Shiraz ödül almış duydun mu dedim. Sesimi duymuş olmaktan rahatlamış sesiyle: Şapşahane der gibiydi... Biliyorum bunu derken "en" gözleriyle bana gülümsedi. Aramızda ipince, uzunca ve yüksekçe bir bar vardı. Fonda o şarkı çalıyordu. Gözlerimi kapadım. Anın beni kanatlandırıp da hiç bilmediğim o kıyılara kadar götürmesini diledim. Gözlerimi açtığımda bilgisayarın başında raporumun sonuç kısmına gelmiştim. Sonuç yazıp iki noktayı -bir noktayı sen, diğerini ben niyetine- özenle üst üste koydum. Usulca öpmekti seni. Öptüm ve anın aralık kalan pencereden uçup gitmesine izin verdim. 

Güne dair bir not düşüp kaldığım yerden devam ettim: 
Hayal etmek özlemenin fotoğrafıdır...



22 Aralık 2011

İç Ayçekirdeği




Çocuktum. En sevdiğim şey, kabuklarından çıtlatmak yöntemi ile ayırdığım iç ayçekirdeklerini bir kenarda biriktirip avucuma sığmayacak kadar çok olduklarında bir çırpıda yemekti. Çocuktum. Annem Almanya'dan dönerken bir kırmızı bisiklet ve bir paket iç ayçekirdeği getirmişti. Kırmızı bisiklete mi yoksa iç ayçekirdeğine mi daha çok sevinmiştim hatırlamıyorum. 

Akşama kalınacak bir mesai için tost yaptırmak için uğradığım o küçük bakkalda iç ayçekirdeğini gördüm. Dayanamadım aldım. Leblebi tozu bulsam onu da alırdım. Çalışmaya başlamadan hemen önce, avuç avuç iç ayçekirdeğini yerken yine çocuktum.

"Dışı kadın içi çocuk" diye bir cümle okumuştum köşe yazılarından birinde... Ben de dışı kadın içi çocuk olanlardandım.



20 Aralık 2011

Kırık Ayna




Proje ödevini yapıyoruz... arkadaşımın 6. sınıfa giden oğlunun "Haydn'ın Hayatı ve Eserleri" üzerine teslim edeceği powerpoint sunumu hazırlamak bizi hem güldürüyor hem de eğitim sistemi üzerine düşündürüyor; çünkü yan masada bir anne de oğlunun soy ağacı ödevi ile meşgul... 

Gülmekten akan yaşlarımı silebilmek için arkadaşımın uzattığı aynanın kırık döküklüğü ile dalga geçmeye hazırlanıyorum ki o benden önce davranıyor; "sakın ola ki gülme; o ayna benim evde kalmışlığımın ve üzerimdeki yalnızlık lanetinin elimde kalan tek ve  kırık kanıtı..."

Ayna ve kehanet... İnternetin sunduğu sonsuz olasılıklar içinde, bilginin doğruluğundan pek emin olamadan besleniyorum. En ilgimi çeken ise şu adreste karşıma çıkan bilgi oluyor. 

Ayna; Balkan halkları arasında genel olarak önemli bir yere sahiptir. Çeşitli adetlerin zaman zaman başkahramanı olur. Örneğin bizde gelin sandığına, çeyiz bohçasına muhakkak bir ayna konur. Aydınlık, parlak bir geleceğin sembolüdür. Mutlu bir birlikteliğin olması için bu adet uygulanmaktadır. Ayrıca kına yakılırken şami altından gelinin yüzüne ayna tutulur. Yüzü aydınlık, ak, pak olsun diye...

Ayna, böylesine güzel ve özel anlamları bünyesinde barındırırken "kırık ayna" da tam tersine kötülüğün ve olumsuzluğun bir simgesidir. Kırık ayna, yahut ayna kırılması uğursuzluğun hoşnutsuzluğun alametidir. Aynayı kıran eğer bekâr bir kız ise onun 7 yıl evlenemeyeceğine, evde kalacağına dair bir inanç vardır. Rüyada kırık ayna görmek de uğursuzluk sayılır.

Arkası sırlı yansıtıcı bir cam parçası olan ayna, halk tasavvufunda yansıtıcı bir cam parçası olmakla beraber, aynı zamanda manevi sırlarda içermektedir. Balkan Türkleri arasında Aynanın cinleri topladığı inancı vardır. Bunun içindir ki gece aynaya bakılmaz, çocuklara aynaya bakılma izni verilmez.. Bazı hallerde ayna örtülür.
Nerede, nasıl, hangi anadan,babadan, hangi toprak parçası üzerinde doğacağımız kararı bize ait değil elbet. Ama neye inanacağımız, nasıl yaşayacağımız, neleri önemseyip, neleri dikkate almayacağımız kararı her seferinde bize ait. Yeni bir yılı karşılamak üzere hazırlıklar yaparken bir arkadaşımın çam ağacı kuracağımı söylemem üzerine "sen yakında Christmas da kutlarsın" demesine sadece gülümsedim. İç sesim, "her toplumun bana güzel  gelen adetini dinine, diline, inanışına bakmaksızın içerdiği anlamdan çok yerine getirdiği güzellikleri öne çıkartarak yapmanın nesi kötü" dedi. 

Mesela ben ilk evliliğimde gelin hamamı yapmadım, kına da... Ama bu sefer kesinlikle gelin hamamı yapacağım. Uğursuzluk getirir diye aynalardan uzak duracağım. Yeni yılı karşılamak için, çam ağacımı bu akşam dostlarla birlikte yenilen bir yemek sonrası güle eğlene, aşk ve bereket ama en çok sağlık dileyerek kuracağım. Bir çocuğum olsaydı, sallanan dişi düşünce gece yastığının altına "Diş Perisinden" diye hediye de koyardım. Cezayir'de yaşarken gördüğüm; kız çocuklarına her doğumgününde bir ata lira yapmak ve evlenirken o ata liraları kemer yapıp beline dolamak fikrini de çok sevmiştim. 

Batıl inanışları da olmalı insanın, mesela kavga olur diye bıçağı tükürerek uzatır bir arkadaşım, ayakkabıları terlikleri işi rast gitsin diye düzeltenler var... Sırf inanışa inat, onlarca düğmemi üzerimde diktim, kısmetim ona bağlansın diye... Bağlanmadı. Arkadaşım üzerimdeki bir söküğü dikerken ip parçası tutturuverdi ağzıma, bir diğeri gelip başının üstüne koy dedi... Alıp koydu... Kısmetim bağlanırmış... Eee bağlanmasın dedik, dediklerini yaptık. Göreceğiz sonucu. 

Bir kırık aynadan yola çıkıp, güzel gelenek ve görenekleri düşünürken, komşuda pişen bize de düşen aşurenin üzerine serpilen tarçın kokusunu duyar gibi oldum. Hakkıyla pişirilmiş bir aşure bereketinde, çeşitliliğinde, lezzetinde güzel günler dilerim hepinize diye cümleyi bağlayıp huzurlarınızdan şimdilik ayrıldım.  





15 Aralık 2011

Kıskanmak Üzerine Bir Deneme

Sabah uyandığımda akşamdan kalma kelimeleri cümlelerdeki yerlerine koymaya çalışıyordum. Yüzümü yıkamam da pek çözüm olmadı. Kahvaltı ederken takılıverdi çatalıma bir bordo rengi "en", zeytine uzandığımda bıçağımın ucundaydı "sen" kelimesi. Akla yığılan kelimelerle yüreğe sızanları bir araya getirip, birikmiş onca kelimenin ağırlığında, yazanın yazdığı gibi eksiksiz bir cümle kurmanın ne zor olduğunu o zaman fark ettim. Belki de akşam akşam o mektubu okur okumaz telefona sarılsam, ya da atlayıp da yanına gidip, tek başına demlendiği masada karşısına otursam ve "kıskanıyorum ulan" desem... sabah bu baş belası ağrı ile uyanmış olmayacaktım. Siz ulanı bir kadının ağzına yakıştırmayabilirsiniz, ama bazı tavırlar "kıskanıyorum" kelimesinin sonuna ekleyiverir "ulan"ı... Tıpkı kadehi kaldırırken gözlerinin içine dik dik baktığımı hayal ettiğimdeki ben gibi... Evet! Ben bu cümleyi böyle kurardım: "kıskanıyorum seni" ve o duyumsardı "ulan" kelimesini. 


Mevlana boşuna dememiş "kıskançlık ateşten meydana gelir" diye... O ateş bütün gece yaktı düşlerimi. Aşka mı aitti duygum yoksa çok sevmeye mi diye düşünürken, düşüverdiler avuçlarıma bir cümleye bağlaç bile yapmayı beceremediğim kelimeler. Ah o kelimeler! Başından beri kıskanılan, bana söylense, yazılsa, okunsa dediğim kelimeler... Böylesine yazabilsem, anlatabilsem derdimi dediğim kelimeler... Böylesine öpülüp okşansa duygularım dediğim haller... Her bir kelimede, her bir cümlede hayaller... hayaller... hayaller... nasıl da bir anda gelip bir anda geldikleri gibi yitip gittiler...

Mektubu yırtılmaya yüz tutmuş kat yerlerinden özenle katlayıp yerine kaldırdım. Zaten bende bulunmaması gereken bir anı-kanıt üzerine fırtınalar koparamayacak oluşumun gururumla bir alakasını kuramadım. Olası bir  gururun, "ne olursa olsun, açıp okuma içindekileri" diye güvenle bırakılan o ahşap kutuyu  açtıran merakıma dil uzatmasına izin veremezdim. Açmıştım, okumuştum, kıskanmıştım... Evden çıkarken, Moilere'e kulak kabartıp; "kıskançlar daha çok sever ama kıskanç olmayan daha iyi sever" cümlesini arabaya bininceye kadar tekrarladım. Onu hem çok sevmek hem de iyi sevmek istiyordum, aramak üzere telefonu elime aldığımda sanki karşımdaymışcasına, gözlerine dimdik ama sevecenlikle baktığımı hayal ettim: "seni böyle bir adam olduğun için hep çok seveceğim" cümlesindeki, "ulan"ı o duydu mu bilemedim.



08 Aralık 2011

Geçmiş Olsun, Ben Mumları Yaktım



Karışık duyguları oluyor insanın. Nasıl anlatmalı diyorum. Bu soruyu sorarken bile, aslında nasıl anlatırsam anlatayım, senin beni anlayacağını da biliyorum. Senli vakitleri var günün, nasıl olmasın ki... Bulutsuz bir gecenin yıldızında, bir kuşun kanadında, radyonun frekanslarından birinde, bir kitabın giriş cümlesinde, çınarın sararmış yaprağında, bir şelalenin her bir damlasında, bir şarkının sözünde... Nasıl sana denk gelmeden geçip gider ki, yelkovan... Diyelim ki geçip gitti, ya akrebe ne demeli... İlle bulur getirir senli bir vakti. İşte o vakitlerde mideme kramplar girdiği de olur, dudaklarımın hafifçe ama biraz da buruklukla yanlara doğru genişlediği de... Ama galiba en ciddi tepkimi, kendime "ne için vazgeçmiştim" diye sorarken veriyorum. İşte o anlarda gözümde bir damla yaşla yakalıyorum kendimi anılar dehlizinde. Yok yanlış anlama, varılan noktanın bugün bile doğru bir kararın sonucu olduğunun farkındayım ama bilirsin işte, insan bazen yenilir kendine bile.

Anıları silip atmanın en doğru yolu, onları yenileri ile değiştirmektir demiş amcanın biri... Bilirsin isimleri pek aklımda tutamam. Senin adını ise bugünlerde sıklıkla dilimin hemen ucunda tutmak zorunda kalıyorum. Unutsam ya... Sadece adını mı? Mesela geçenlerde biri "oğlum" diye seslendi. Dönüp baktım gayri ihtiyari... Gülümsedim. Ne içten bir sevgi sözcüğüdür: Oğlum.

İnsan ne kadar sevilirse sevilsin, sevildiğinden emin olamazmış. Hep de sanırmış ki, bir tek kendisi çok seviyor.  Yazdıklarımın karmaşıklığındaki anlam bütünlüğünü saklı kalmış kelimelerin arasından çıkarıp; yalın bir algı ile okuyacağını biliyorum. Bütün bunları yazmak yerine, aslında hissettiklerimi sadece iki kelime ile sana anlatabileceğimi de... Ama bazen insan uzatıyor işte, uzatamadığı günlerin hatrına, kelimeleri çekiştiriyor birbiri ardına. Oysa nasıl da kolay çıkıverir bazen o kelimeler bir yüreğin kuytusundan, çıkar da yerleşiverir tüm yoğunluğu ile içtenlikli sesin tınısına.  Tını batıverir kadının gözüne... O anda görsen kadını, sanırsın ki ağlamaktadır içli içli... Sanırsın ki, geçmişedir göz yaşı... Dile gelse, konuşsa yani o anda, belki o zaman fark edersin, "geçmemiş"edir yüreğinin aşkı.




Görsel / buradan

01 Aralık 2011

Aralık

Bir kapı aralığından bakıyorum hayata bugünlerde... Biraz durgun biraz halsizim. Kafamın içindeki tilkilere sorsan, onlar bile yorgun artık dolanmaktan. Değil kuyrukları, kulakları bile birbirine değiyor soğuktan. Sıklıkla, kendimi ananemin çorbasını hayal ederken buluyorum gün ortasında. Kimse tarifini bilmiyor. Kızıyorum. Hadi ben çocuktum, siz hiç mi dikkat etmezdiniz nasıl yapardı... 

İçimi ısıtacak tek şeyin, bir tas çorba ya da gülen bir çift göz olması acaba tesadüf mü? Kapıyı kapatmak gerek belki, bak koca bir yıl da bitiyor diyorum kendime... Koca bir yılın biteceğinin haberi ilk günden de verilmez ki diyorum sonra... Daha ne de olsa üç onluk günler var yeni yıla. Biraz umutsuz muyum ki... Biraz kırgın. Belki de biraz ne istediğini bilmez bir halim vardır benim. 

Aralık da gelmiş diyorum. Kapıyı usulca kapatıp, ağlıyorum. 



görsel / buradan



23 Kasım 2011

Gün Ortası




Sabahın erken saatlerinde başlayıp da gün ortasına uzanan toplantıda aniden gerilen seslerdi; beni yazdığım nottan alıkoyan. İçimde bir yer gülümsedi halime. Kim bilir kaç dakika olmuştu o salondan uzaklaşıp da vardığım yerde düşünceler boyu oyalandığım.  Ajandamın geçmiş günler sayfalarından boş bulduğum birine düştüğüm notu bir kez daha okudum.

Hayatın içinde bir yerde donup kaldı zaman, tam o anda belirdi: kırmızı bir kapı.
Hani şu fantastik filmlerin bulutlar üstü ülkeleri olur ya, işte öylesine bulutlar iniverdi göz hızama.
Böyle zamanlarda zaman donup kalır mı bilmem ama, gören artık yürektir.
İnsanın yüzüne bir gülümseme gelip oturur, sesine bir ses rengi daha eklenir.
Görenler buna aşk der -yüzlerinde müstehzi bir gülümseme ile- ben de gülümserim ama ışıldayan gözlerimle.
Bir önceki akşamın gergin konuşmalarının peşi sıra gidilen bir dost evinde, yudumlanan sıcak çay arasına katık ettik göz göze gelişimizi... Uzun uzun baktık birbirimize, uzun uzun ve pek çok şeyi bir çırpıda anlatıverir gibi. Önce kimin gözleri özür diledi hatırlamıyorum. Bunu önemseyecek ve sıraya koyacak da değilim. Benim için değerli olanın çaba harcamak olduğunu biliyorum. 

Ajandanın başka bir sayfasında karşıma çıkan bu kelimelerin nasıl bir gecenin sabahında yazıldığını hatırladım. Toplantı devam edip giderken, o geceye uzandım. öylesine soğuktu ki, pencereyi açtığım gibi kapattım. 

Toplantı notları, günlük planlar, yapılacak işler listelerinin arasında özlü sözlere de rastladım:

Neye inanırsanız, onu elde edersiniz. (W. Rudolph)
O özlü sözü not aldığım eğitimde, en ön sırada oturuyordum. Konferans salonunun kadife bordo koltuklarında, yine sayamadığım dakikalar boyunca, nelere inandığımı ve ne yaşadığımı bulmak için girdiğim dehlizlerde kayboluşumu  hatırladım. İçimde nasıl bir gerginlik oluştuysa, üst yöneticimin, Evren Hanım siz aynı fikirde değilsiniz galiba deyişi ile kendime geldiğimde, utandım. Gündemdeki iş süreçleri maddesi ile ilgili bir şey düşünüyordum, dedim. Ne de olsa o madde benim konumdu ve o konuda can sıkacak ve yüzümün gerilmesine sebep olacak sorunlu iş süreçlerine ilişkin bir sunum yapacaktım.   

Bilgi ve ilgi alanım dışında olan konular ardına ardına geldikçe, ajandanın geçmiş günler sayfalarındaki gezintime de büyük bir merakla devam ediyordum. Neler neler olmuştu koca bir yıl... Bazı notlarda gülümsemem, bazılarında ise gerginliğim hep yüzüme yansıyordu. Kahkaha atmama sebep olacak küçük notlar bile mevcuttu. Kendimi, dersi dinlemeyen bir öğrenci gibi hissediyordum. Aslında bu cümleyi çok rahat şöyle kurabilirim: ben o anlarda dersi dinlemeyen bir öğrenciydim. 

Her an azar işitmem mümkün olduğundan mı bilmem dikkatimi çeken son notla, ajandamın kapağını kapattım:

Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak, doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve değer şekilde kızmak, işte bu kolay değildir. (Aristo)




görsel / buradan

19 Kasım 2011

Uzak Kalmak

Bu aralar teknoloji ile arama giren kara kediyi okşuyorum. Nasıl da mırıl mırıl ve keyifli... Haliyle ben de. Yazmak üzerine yazdığım yazıları şöyle bir okudum geçenlerde. Yazmak bir tedavi benim için cümlesinin derdimi anlattığını bilmek güzel bi'şey kendi adıma. Teknolojiden uzak kalınca nelerden uzak kalmışım diye öncelikle bloglarda ve diğer sosyal ortamlarda kısa bir gezintiye çıktım.... Readerımdan daha sonra okumak için yıldızlar koyduğum yazıları bir çırpıda okudum. Okurken okurken fark ettiğim ve hep savunduğum -ya bizden olanı ya da bizden uzak olanı okuruz tezimden hareketle- benden uzak olanları izlediğim blog listemden kaldırmaya karar verdim. Böyle zamanlarda mucizeler yaratmayı sevdiğimden olsa gerek, mucizevi bir şekilde, izlediğim bütün blogları silmeyi başardım. Böylece geçtiğimiz haftayı -vakit buldukça- yenilerine yer açmak için bir fırsat olarak gördüm. Şu anda listemde olanlardan son derece memnunum.

Blog yazdığım günden beri yüzyüze tanıştığım bloggerlar dışında kalanlar için düşüncem şu olmuştur: kelimelerinden ötürü kendime yakın bulduğum bu insanları tanısam ne olur... Her ne kadar sanal bir ortamda paylaşsak da, duyguların sanal olamayacağı bir gerçek -burada bir parantez açmalıyım belki de, çünkü duyguları sanal pek çok insandan da söz edilebilir, ben bu noktada kendini yazarken, kendinden yazarken mümkün olduğunca samimi, içten ve yürekli olanları ayırmak isterim sadece.

Gündemin bir pamuk ipliği gibi sürekli koptuğu-koparıldığı ülkemde, nefes alırken bile zorlanmaya başlayınca -belki doğru, belki yanlış- insan uzaklaşmayı bir çözüm sanıyor. Önce çevresinden sonra kendinden... Sıralama içinde bulunduğumuz ruh haline göre farklılık gösterebilir elbette. Sebep ne olursa olsun, sonuçta belki de temelde yatan aslan; kendinden yeni bir "ben" yaratabilmek. Kendinden yepyeni birini yaratma süreci sancılı ve kişinin becerileri ile orantılı olarak göreceli bir zaman istiyor... Burada "ben"i tırnak içinde kullanmamın şöyle bir sebebi var: benden uzaklaşabildiğin sürece kendin oluyorsun aslında. Yani ben buna inanıyorum. Söylediğim şey biraz karmaşık gibi gözükebilir. Daha yalın anlatabildiğimi fark ettiğim gün bu konuya yeniden döneceğim.

Kendime dönük gözlemlerimi bir kenara yazabilmek istiyorum, ama bunu kağıt kalemle yapma isteyim ağır basıyor, belki de bu yüzden de "Evrenin Dünyası" bir öküzün boynuzunda şu sıralar, öküz başını çevirse, dünya da dönecek. Ama o şimdilik, sabitlemiş bir şekilde hayatından gelip geçen trenlere bakıyor.

Balkon için havalar soğudu ama içimin balkonunda güneşli bir bahar sabahında kahvemi yudumladım bu sabah. Yaşam-ölüm, hayaller-gerçekleşenler, yitip gidenler-elde kalanlar üzerine uzun uzun düşündüm. Çıkarımlarımı yazacak kadar düzenli bir düşünce süreci değildi. Ama belirtmek isterim ki; yazmak istediğim şeyden şu satıra kadar bahsetmemiş olmam ama gene de çevresinde dolanıp durmam kafamın içinde dolanan ondokuz tilkinin eseridir. Düşünceler, kelimeler ile buluşamıyorsa, bir süre daha susmak gerek.

Yaşamak;
Kandırmadan, sınamadan, üzmeden, üzülmeden...
Yaşamak;
Bir sevgiyi çoğaltmak için çabalayarak...
Yaşamak;
Elindekinin değerini bilerek ve koruyarak...
Yaşamak;
Her şeyin içinde,
Yaşamak;
Bir o kadar da dışında kalarak...


İşte! Tam da böyle bir yaşamak diliyorum kendime.


görsel / buradan


04 Kasım 2011

Hastasıyım Bu Kekin

Bünye hastalandı gene. Laranjit. Yatıp dinlenmeyi ve bol bol ıhlamur içmeyi gerektiriyor. Doktor istirahat dedi. Bünye de dedi ki, eyvallah ama nasıl? Beni bilen bilir, dinlenmek bünyeme ters. Yattığım yerden ve hatta uykumda sorun çözme canavarına dönüşürüm ben. Aklıma bin bir türlü iş gelir ve tabi onlara ait pratik çözümler. Dinlenemem. Kafam sürekli çalışır, bünye bu çalışmaya ayak uydurur. Sonuç, bir hafta sürünürüm. Gene öyle olmasın istedim. Yani bu sefer adam gibi iki gün yatayım ve dinleneyim. Malum bayram geliyor. 

Bünye gene beni dinlemedi. Kronik köle... Bünyeyi bu gibi durumlarda arka odalara kapatasım geliyor. Dün bahanesi hazır bir sebze çorbası pişirdim önce. Hemen ardından yoğurt da yiyebileyim diye bulgur pilavı. Tam yattım uzandım aklıma şöyle bol elmalı havuçlu cevizli bir kek çırpıvermek gelmesin mi? Hem de ıhlamurun yanına katık olur, enerji olur... Yorgun ve bitkin düşen bünyeyi ayaklandırır dedim. Cümlem bittiğinde tarife göz gezdiriyordum, tabi ki elimde mikserimle. 



Tarif basit:

3 yumurtayı bir kap (ben ölçü kapları kullanıyorum. Bir su bardağına denk geliyor) şeker ile kar beyazı oluncaya kadar çırpıyoruz. (İlk defa bu sefer şekeri bir fincan kadar  az kullandım (3/4 kap), sonuç daha başarılı oldu sanki. Kekten ne kadar tatlılık beklediğinizle de ilişkili bir durum bu tabi.) Öncesinde bir tatlı kaşığı tarçının da eklendiği, 3 adet orta boy rende havuç, 2 adet (ben golden kullandım) rende elma ve bir kap dövülmüş cevizi hazır etmekte fayda var. 

Kar beyazı karışımımıza önce bir küçük kahve fincanı fındık yağını ekliyor ve kaşıkla şöyle bir karıştırıyoruz. 1+ 1/4 kap unu (ben kepekli kullandım) eleyerek bu karışıma ekliyoruz. Bu aşamada bir paket vanilya ile kabarta tozunu eklemekte fayda var. Hoş koku katsın diye limon kabuğu rendesi de gene bu aşamada ekleyebilirsiniz. Kaşıkla gene aynı yöne olmak koşuluyla, ıslak karışımla kuru karışım birbiri ile sarmaş dolaş oluncaya dek karıştırıp, elma-havuç-ceviz karışımını eklemek gerekli. Özenle karıştırdıktan sonra kekimiz pişirme aşaması için hazır hale gelmiş oluyor. 

Ben önceden 220 derece ısıtılmış fırına koyup ısıyı 170'e indiriyorum. Böylece daha güzel kabarıyor. (Ya da bana öyle geliyor) 40-45 dakika kontrollü (kürdandan yardım alıyorum) olarak pişiriyorum. Karışımı kek kalıbına dökmeden önce kalıbı sadece fındık yağı ile yağladığımı belirtmemişim ama zaten siz bunu biliyorsunuz. Kekiniz yattığınız yerden gelen kokuları ile baş döndürürken çözdüğünüz havuz problemine ara verip ıhlamur kaynatmaya ne dersiniz? Sakın ola benim gibi yazıya başladığınız anda ıhlamuru da kaynamaya koymayın, hastalıktan dolayı tıkalı olan burnunuz koku almadığından buram buram kokan yanık kokusunu duyamayabilirsiniz. (Evet! Ihlamur yaktım. Pişman değilim. Yazı güzel oldu. Bünye yazarken dinlendi. Ihlamur dediğinde bir kere daha kaynar.)

Son söz;
Bayram üzeri hastalıklar hanenizden uzak dursun... Çalan her kapı, telefon ise huzur ve mutluluk versin. Yüzünüz gülsün. Yuvanız şen olsun, aşk dolsun. Ben kurban bayramını sevmiyorum, o yüzden diliyorum ki, şeker gibi bayramlarınız olsun, dilinizden yüreğinizden hep tatlı kelimeler çıksın. Aşkla kalın. Aşkta kalın. 



03 Kasım 2011

Duygu Seli




Neydi kıskandığım bilmiyorum. Ama hissettiğim duygunun kıskanmak olduğuna eminim. Bir erkeğin böyle bir duygu seline kapılma ihtimalinin çok zayıf olduğunu söyleyebilecek kadar kadınca bulduğum bir durum bu.

Belki adamı çok iyi tanıdığımdan, belki onun naif kelimelerinin yüreğime değmişliğinden, belki adamı çok sevmiş ve hatta aşkın en halini yaşamış olduğumdan, belki de yıllar sonra onu bir kadınla görmenin bende böylesine bir gelgit yaşatacağını hiç hesaplamamış olduğumdan, titredim. İçimden bir cız sesinin her hücreme çarpa çarpa geçtiğini hissettim. Sarsıldım. Ayaklarım aşktan değil de, onun ona yaşatabileceği duyguların yoğunluğundan kesildi. Bilmek bazen ne kötü. 

İnsan bir zamanlar sahip olduklarını bir zaman sonra sahip oldukları ile kıyaslamamalı. Çünkü hiç bir artı birbirini tutmadığı gibi, eksilerin de denk gelme şansı çok düşük. Ama dedim ya, kadınca bir duygu ile kıyasladım. Pişman mıyım? 


01 Kasım 2011

Garip




Yazmak istiyorum. Günlerdir yazıp siliyorum. Bu hal garip. Ama zaten günlerdir garip günler yaşadığımın altını çiziyorum. Bu garip günlere az önce bir de garip bir gece eklendi. Genelde ne diyeceğini, nasıl diyeceğini bilen biri olarak, bu aralar ne diyeceğini, nasıl diyeceğini ve hatta neden bir şeyler demek istediğini bir türlü anlayamayan bir ben var ki, işte bu her şeyin bir parça daha garip olmasına sebep oluyor. Garip bir duygu ile boğuşuyorum. Sanki; tüm gece rüya görüyor, sabaha karşı bu rüyaların özeti şeklinde daha kısa bir rüya görüyor ve sonra gördüğüm her şeyi unuttuğum ama bir şey gördüğümden emin bir şekilde uyandığım için de daha uyanır uyanmaz ne garip bir durum bu diye söylendiğim sabahların sayısı çoğalıyor. Gördüğüm rüyaların bana anlatmak istediği ve bence bu garip halden beni kurtaracak olan mesajlarımın bana ulaşmasını diliyorum. Bu aralar gördüğüm her rüya dilini bilmediğim bir ülkenin sokaklarında kaybolmuşken yol bulmak için çırpınmak gibi. Garip diyorum ya, aslında önüne çok eklemeliyim.

Bu hal üzerine yazıp çizebilirim ama ne garip ki, yatıp uyumak dışında aklıma yaratıcı bir fikir gelmiyor. Bağlantısız gibi durabilir, yani; yazıp çizebilecekken yatıp uyumayı istemek... Ama dedim ya garip bir hal içindeyim. Kısaca bir yanım kalk gidelim diyor öbür yanım uzun bir bip sesinin ardından otur diye yaygarayı basıyor. 

Hoş diyelim ki uyudum, ne malum rüyalarımı hatırlayıp da bu halden kurtulacağım. Rüyalarımı hatırlasam bile mesajları doğru algılayacağıma dair iyimser bir hal içinde olmama siz de gülümsüyor musunuz? Lafı fazla uzattım. Şimdilik hoşçakalın. Bir kaç güne sesim çıkmazsa bunun garip bir hal olduğunu bana hatırlatın olur mu? Bilirsiniz, susmak pek bana göre değil. 



20 Ekim 2011

24



bir anneydi kocatepeden el sallayarak oğlunu uğurlayan ve bir abiydi bağıran
BİZ VARIZ!
"Oğuz var, Yavuz var, Deniz var"

dimdik duruyorlardı ayakta... 
anneydi onlar babaydı, abiydi, ablaydı, kardeşti. 
nişanlıydı, eşti, çocuktu onlar.
ayakta dimdik durdular.

gözlerindeki yaşı, yüreklerine taş yapıp bağırdılar:
şehitler ölmez!

şehitler ölmezdi bu ülkede
sonsuza giderlerdi...
sonsuz acıyı yüreklere 
gömüp giderlerdi...

artık gitmesinler!
artık
oğullar, 
eşler, 
babalar 
abiler
kardeşler
ÖLMESİNLER

17 Ekim 2011

Önce...



Neredeydim...?
Kimdim..?

Oteldeydim.
30lu yaşlarında, bakımlı bir kadın.

Saatler sonra, kendimce çok vurucu olan giriş cümlesine şu yukarıdaki iki üç cümleyi daha ekleyebilmiştim.

Kahvemi tazeledim. Hayatın kendisinin de benzer bir biçimde bazen, anı geldiğinde, aynı çarpıcılıkla bize kapılar açtığını ama o kapıdan geçip de ileriye giderken bazı şeylerin umduğumuz gibi olamayacağının düşüncesi üzerinde yoğunlaşmıştım.

Yaşamak yazmak gibidiydi... Sen istediğin kadar kurgula, yazı kendi yolunda akıyordu. Seni senin istediğine değil de kendi varması gereken yere vardırıyordu. Ve belki de sen, kendi seçtiğin kelimelerle önceden tasarladığını sanarak -ki bu ancak her şey bitip de zaman geçtiği vakit anlaşılacak bir şeydi- yarattığına, geçmişine ve kendine gururla bakıyordun.

Kalemi kağıdı bir kenara bıraktım. Bana ait olamayacak sokağın çığlığını ve kelimelerini perdesi yarı açık pencereden özgürlüğüne bıraktım. Her bir kelimenin bembeyaz bir güvercin gibi havalaşına baktım. Kanat seslerini dinledim, bir karıncanın fısıltısı ile irkildim. Sarı papatyanın üzerindeki arının tutturduğu şarkının mısralarında gezindim. Endişeli bir annenin çocuğunu bulma sevincine uygun bulduğum toz mavi bulutlara baktım... Camı kapatıp, elimde kalemle cama görünmez bir yazı yazdım. 

Günler sonra, kendi iç sesim kulaklarımda yankılandı: Bilmediğim bir dünyada kaybolmak, bildiğim bu dünyada kendimi arayıp bulmaktan daha kolay geliyor.

Kapının kapanma sesi ile kendime geldim. Doktor sizi görmek istiyor dedi bir ses. Günlerdir sanrılar içinde uyanmalarımdan hoşnut olmamış ve belki de başa döndüğümüzü sanmıştı. Hemşireye beni neden ispiyonladığını soran gözlerle baktım. Üzerime bir şal alıp, aynada saçlarımı düzelttim. Oldukça iyi gözüküyordum. Bu bakımevine yerleştiğim günden beri kendimi evimde, salonumda ve yalnız hissediyordum. Yan odamda kalan ve geçkin yaşına rağmen erkeklerle oynaşmayı seven kadının bahçede dolanırken yardımcısına sinirlenip, "pek ala ben bir orospu da olabilirdim" diye bağırışının üzerinden neredeyse bir hafta geçmişti. Yalnızlık duygumun derinliği beni uzaklaştırmıştı. Önce gözlerimi, sonra da ellerimi... Elimi eteğimi çekmiştim hayattan... Bana ait olamayacak sokağın çığlığını ve kelimelerini perdesi yarı açık pencereden özgürlüğüne bıraktığımda, üzerime bir kaç beden dar gelen kabuğumu da attım. Kırıldı... Böylece bilmediğim bir dünyada önce kendimi kaybetmiş sonra da yeniden bulmuştum. Basit iki soruydu sorduğum...

Hayatın içindeydim...
Yaşama tutkuyla bağlı bir kadındım.


Üstelik kazanmak için okeye dönmek gerekmediğini de öğrenmiştim.





Görsel / deviantart

16 Ekim 2011

Önce..



Telefondaki sesin, sevdiğim, içimi ısıtan birinden geldiğini algılamamla, yüzümde yeni duştan çıkmış birinin ardından banyoya girdiğim ve o temizlik kokusunu aldığım andaki gülümseme oluştu. Nasılsın?

Zor bir sorudur. İnsan; iyiyim diyerek geçiştirmekle, olduğu gibi içindekini akıtmak arasındaki koca bocalamadan genellikle iyiyim yenilgisi ile çıkar. Hele de benim gibi boşlukta sallanırken bir ılık rüzgara teslim olmaya ramak kalmışsa.

İyiyim.

Günlerdir sesin soluğun çıkmayınca, uğrasam bir kahve içer miyiz diyecektim.

İçerdik içmesine de... Masa başındayım. Bir öykü yazmayı deneyeceğim. Bilmediğim bir dünyada kaybolmak, bildiğim bu dünyada kendimi arayıp bulmaktan daha kolay geliyor. Demedim.

İçmeyiz. Saol.

Hayata karışma zamanın gelmedi mi?

Neden azarlıyorsun ki beni... Sana ne zararım var benim. Git kendin karış. Hepimiz hayata karışmak zorunda mıyız sanki. Ben karışmayacağım. Sizin hayat dediğiniz şey benim çok uzağımda. İçimdeki hayatı söküp aldınız, ille sizin gibi bir hayatım olsun diye beni ait olmadığım bir dünyaya hapsetmeye kalktınız şimdi de kalkmış bunun hesabını beni azarlayarak benden çıkartıyorsunuz. da demedim.

Demek ki gelmemiş, teşekkür ederim aradığın için. Görüşürüz. dedim ve telefonu kapattım. Gülümsememi, buharla kaplı banyo aynasından alıp, doğruca, henüz soğumamış yatağıma geri döndüm, yatağıma serildim, yorganımı beni nefessiz bırakacak kadar başıma çektim.

Gelen telefonun beni soktuğu ruh halini hiç sevmedim. Yaşadığım bu duygu kaosundan çıkmak için telefonun fişini çektim. Cep telefonunu sessize alıp kendimden uzak bir köşeye koyup üzerine de bir yastık kapattım. Telefonu tamamen kapatabilirdim ama kendimi iyi tanıyordum: Aranmak, sorulmak istiyor ama bulunmamak istiyordum. Birilerinin beni merak etmesini içten içe bir karşılık olarak görüyor ve bunu hak ettiklerini düşündüğüm için de öç alma duygusu ile karışık bir haz yaşıyordum. Bu ben miydim?

Masanın başına bir kez daha oturdum. Soğuyan kahvemi tazelemiştim. Kalemi elime alınca, neden bilgisayarda değil de, kağıt kalemle dedim... Bir kapıdan geçmeye niyetliydim. Nedenleri, niyeleri ile uğraşmaktansa neredeyimi çözmeliydim. Neredeydim? Kimdim?









Görsel / deviantart

15 Ekim 2011

Önce.



Bunun bir faydası olur mu bilmiyorum... Yani "hayata karışmanın"... Gündelik yaşamın göbeğinde olup da yine de hayatı kaçıranlar yok mudur? Bunca zaman hayatın içindeyken ve hayat da benim içimdeyken "hayatı kaçırıyorsun" diyenler, onların yöntemi ile hayatı yakalamaya çalıştığımda başıma gelenlerden sonra bir kabuklu gibi içime kapanışıma çözüm olarak "karışmayı" uygun görüyorlar(dı.) Oysa ben yeterince karışığım. 

"Ben bir orospu da olabilirdim..." sokaktan duyduğum, bağırmaktan çok çığlık gibi yükselen sesle yankılanan bu kelimelere takılı kaldım. Yerimden kalkıp meraklı bakışlarla perdenin hemen ardından olanı biteni anlamaya yönelik bir kaç kare fotoğrafı yakalayacak mecalim yoktu. Hem ne yapacaktım; de ki kalktım, de ki gördüm... De ki bir kaç kelime daha uçuştu havada ve ben pencereden onları yakaladım... Oturup üzerine öykü mü yazacaktım. Fena fikir de değildi hani... Nasıl olsa yapacak daha iyi şeylerim yoktu.  Belki de sokaktan gelen bu kelimelerdi "karışmanın" kapısı, yemek kursuna gitmek de iyi bir fikir olabilirdi, hatta belki de daha faydalı. Ama ben günler sonra ayağa kalkma enejisi bulduğum kelimelere bir kahkaha atınca fark ettim: Zoru seviyordum. Bu kadar "hayatıma" uzak bir durum hakkında neler uydurabileceğimin merakındaydım. O kapıyı aralamak arzumu bastırmadım.

Oldum olası kırtasiye meraklısı bir tip oldum. Kokulu silgiler -alerjim olmasına rağmen- rengarenk kalemler ve defterler... O defterlerden büyük boy, sarı sayfaları gri incecik çizgiler ile kare kare çizilmiş olanını aldım elime. Londra'dan taşımaya üşenmediğim o hasır sepetin içinde, taze açmış çiçekler gibi renkleriyle beni cezbeden kalemlere baktım uzun bir süre... Hayat o kadar dışımdaydı ki, saksı çiçeklerim bile solmuştu ve ben nesneleri yaşayan, nefes alan bir şeylerle özdeşleştirecek kadar zayıf düşmüştüm. Turkuaz ve lacivert renkli bir kalemi, bir çocuğu elinden tutup parka götürmenin sevinci ile aldım elime. Özlemlerin su yüzeyine çıkma anları herkesi şaşırtabilir... Ama ben şaşırmakla kalmadım. Salona giderken biriken iki damla yaşımı, mutfak tezgahındaki kağıt havluya bıraktım. 

Masa başında çalışma disiplini ile donatılmıştım: Bir fincan koyu filtre kahvem, defterim, kalemim, giriş cümlem ve ben... Hazırdık "hayata karışmaya"

Giriş cümlemi özenle yazdım: Ben bir orospu da olabilirdim...




Görsel / deviantart

14 Ekim 2011

Önce



Önce ben uzaklaştım belki de... Gözlerim zaman zaman uzaklara dalar, düşünürdüm: Neredeyim? Kendimi onun yanındayken, omuzunda değil de, başka bir yerde sanırdım. Mesleğim gereği otel odalarında  uyanmaya alışık olan ben, onun omuzunda uyanmaya bir türlü alışamamıştım. Pazarlama departmanına ilk girdiğim günden beri istikrarlı bir yükselişin sonucunda on yıl gibi kısa bir sürede, şirkette adı sıklıkla "başarılı, titiz, mükemmelliyetçi" sıfatlarıyla  anılır bir bölge müdürü olmuştum. Üç bölge, sekiz şehir, kırkaltı satış noktası... Yurt dışı fuarları da bu işin dışarıdan bakınca "kaymaklı ekmek kadayıfı"...

İnsan ellisinde evlenmeye kalkınca böyle oluyor herhalde... İşi eşi gibi olunca yıllarca -dile kolay otuz yıl aynı şirkette- günü gelince eşiyle birlikteyken boşlukta kalıyor. Sabahları uyanınca kaç kadın benim gibi çığlık atarak uyanmıştır acaba. Ben günlerce süren bir alışamamazlıkla çığlık attım yatağımdaki yabancıya. Neyi kaçırıyordum bilmiyorum. Herkesin cevabı "hayatı" oluyordu. Oysa ben hayatımdan bunca zamandır memnundum ve yaşadığım elli yıl benim hayatımdı. Neyi kaçırdığımı anlayamıyordum.

Belki de ellerimi... Önce bakışlarım sonra ellerim uzaklaştı.... Bana öyle geliyor da olabilirdi... Kocam dediğim adama duyduğum uzaklık duygusu, -işten, arkadaşlarımca zamanı geldiği, bence çok zamansızca- emekli olup hayatı yakalamak telaşına düştüğümden midir nedir... beni ondan her geçen gün biraz daha uzaklaştırıyordu. Uzaklık duygusu her geçen gün uzaklaştırır... önce gözlerini sonra ellerini...

Of... Hep aynı şeyleri anlatıyorum değil mi? Kafamın dağınıklığına fazla takılmamak gerek. İnsan hayatı ellerinden alındığında sığındığı şey kendi değil de, kocası olduğunda, kocası da bir gün daha genç ve güzel bir kadınla "aşk" yaşayınca... benim gibi dağınık oluyor.

Evet... Günlerdir, bu evde yemek pişmedi. Zaten geriye dönüp bakıyordum da, benim otel yemekleri ağız tadım gelişmiş... Annemin tarhana çorbası, ananemin mantısı dışında ev yemeği tatmamış olma ihtimalim bile yüksek. Yağda yumurtayı yemekten saymıyor değil mi ev kadınları...

O sabah yağda yumurta yerken: Sen akıllı bir kadınsın, pek becerikli olduğun söylenemez ev işlerinde falan ama senden de beklediğim bu değil...  dedi. Ardından gelecek bir "aşık oldum" cümlesi okeye beklenen dördüncünün kapıda belirmesi gibiydi... Belirdi. Yetmedi masaya oturdu ve ilk elden okey attı.

Hayat böyledir. Sen nerede olduğunu bilmezsen, sana nerede olman gerektiğini gösterir.

Evimdeyim. Salonda. Yalnız. Ne yapıyorsun diyenlere: Hayatı kaçırıyorum... diyorum. Ayrıca, okeye dönmek için hiç bir zaman iyi olmadı ki benim elim.


görsel / deviantart 

09 Ekim 2011

O Şehir




O şehre hiç gitmemişsinizdir... Ama o şehri, sokak sokak bilirsiniz. O şehrin denize sıfır sayılabilecek bahçelerinden birindeki buram buram çiçek kokularına uyanacak kadar seversiniz o şehri. Yürümediğiniz sokaklarında ağlarsınız bir gece vakti. O şehri öyle çok seversiniz ki, güneş rakı burcuna o şehrin gün batımında girer sizin balkonunuzda da...

Başka bir vakit; öğleninin sıcağı, denizinin rüzgarı vurur yüzünüze... Öyle çok seversiniz ki o şehri, adını duydukça birikir gözünüzde bir damla taşımı gözyaşı hiç akmamacasına. O şehirle nefes alır, o şehrin düşünü kurar, o şehre yakıştırırsınız en büyük aşkları. Ve bir gün gelir bir şerh düşersiniz hayatın ortasına, o şehri görmeden ölmemek adına. 




görsel / devianatart

06 Ekim 2011

YAZILANI YORDUM / 10







Bir gün boyu,

Yüreğine dokunurken;
Saçına, yanağına da dokunmak istedi...
ve bazen;
tutup çıkartmak istedi...
şefkati, sevgisi, aşkı
yanağını okşasın istedi.

En çok da umursandığını bilsin istedi...
Yüreğini öptü...
Severkenki, aşık olurkenki, aşkıyla uyurken ki
halini çok sevdi...

Akşam oldu ruhuna dokundu,
gece oldu diğer yarısına...
Sabah oldu korkularına,
öğlen oldu umutlarına...
Akşamüstü oldu geçmişine,
akşam oldu oturdu rakı masasına.

Konuştu, sevdi, aşık oldu, ağladı, baktı, gördü, tuttu, sarıldı, kahkaha attı, şarkı söyledi, bağırdı, küfretti, kavga etti, akşam sızdı kaldı bir koltukta.

Sabah uyandı,
bütün hallerini çok sevdi...





görsel / deviantart

01 Ekim 2011

Evrenin Dünyasındaki 1000 İnci



Bu sabah bir yazı yazayım dedim... Taslaklara ve ardından da yayınlanmış olan yazılarıma şöyle bir göz gezdirdim. O sırada fark ettim. Şu anda okumakta olduğunuz yazı yayınlanan bininci yazım... Bir kaç yazı -ki sanırım iki elin parmaklarını geçmez- birden fazla yayınlanmış olsa da, 2006 yılından beri -dile kolay- yazıyorum. 

Onlarca başlık altında duygularımı karalamışım kelimelerin ışığında, bugün geriye dönüp baktığımda - kuşkusuz benim için- hepsi birer inci tanesi. Bazıları umutlarım, bazıları aşklarım, bazıları korkularım, bazıları düşlerim adına akıvermiş kalemimin ucundan. Bir elin parmaklarını geçecek kadar veda mektubu bırakmışım bu yazıların arasına... Hatta öyle ki bir gidişimde pek kararlıymışım ki; şöyle yazmışım:

Her kaçışımda çok geçmezdi geri dönüşüm. Bazen bir fısıltı, bazen bir rüzgar alıp getirirdi gene beni tamamlanmamış çemberimin içine. Ben hep olmam gereken yere, merkeze geri dönerdim: Evrenin Dünyası. Kendi turunu tamamladı.

Dolayısıyla bugünkü gidişim bir kaçış değil. Bu blog yani benim dünyamı yansıtan bu evren ömrünü tamamladı artık. İçine; kırık bir sevda öyküsünü, gündelik yaşamın sıradan yansımalarını, bir aşkın yeşermesindeki sonsuz heyecanları sığdırdı. Kendime yenik üzüntülerimi, yaşama tutkun mutluluklarımı, yarına panik kaygılarımı ve daha nicelerini taşıdı sizlere.

74'ü taslak olmak üzere 998 yazı ve 7000'e yakın yorum kalacak bu evrende. Ne çok yer kaplamışım. Ne çok sözcük eşlik etmiş gelişimime. Ne çok yürek atmış yüreğimle birlikte.

İnsan kendini ararken türlü çeşitli yollar, patikalar ve kapılarla karşılaşıyor. Arayışın tükenmeyişinden yolların, patikaların ve kapıların çokluğu. Oysa insan gün geliyor kendine kavuşuyor. Belki de bu yüzden Evrenin Dünyası yeni bir tura başladı -günler aylar öncesinden- sessizce ve kendiliğinden... 

Tut Ellerimi blogunda yazmaya başladığımda içimde bir acı vardı, Novellada ise umut... Değişmeyen tek şeyin yüreğimdeki aşk olduğunu fark etmem zaman aldı. Kendimden ne kadar kaçarsam kaçayım kendime dönüşümün tek açıklaması da bu belki de; yüreği kocaman bir kadınım ben -İYİ Kİ- Bunu ben söylediğim için değil, bunun bana böyle olduğunu söyleyenler çoğaldığı için inanıyorum buna. İnanmanın ötesinde artık bunu biliyorum. Belki de sırf bu yüzden kendimden kaçmamayı, kendime sığınmayı, kendime sarılmayı, güvenmeyi ve sevmeyi ve hatta kendimle barışmayı da başardım. 

Bir başka veda yazısını şöyle bitirmişim; 

Rüzgar esmezse yapacak bir şey yok ama eserse gene görüşürüz buralarda...


Emin olduğum bir şey var, rüzgar esiyor... Sen kuytularına saklansan da, rüzgar seni buluyor. Sen bazen yıldıza, bazen poyraza, bazen lodosa, karayele, bazen keşişlemeye, kıbleye, bazense gündoğusuna ya da batısına denk gelebilirsin bu hayatta. Yeter ki, yüreğini AŞKa kapatma... Anlayacağınız sıklıkla görüşeceğiz bu dünyada. 


Bu yazı, yazıyla binincidir. 1000 inci diye okunur. 





görsel / deviantart

22 Eylül 2011

Geceye Kanmaca





Uzun zaman olmuştu koltuğun bir köşesinde oturup da düşünmeyeli... Stella Starlight Trio çalıyor: Tanted Love! Kısık, sarı bir ışık vuruyor sol yanımdan yüzüme doğru. Güzel gözüküyor muyum acaba? Kim bilir... belki!

Kendimle "yalnız kalmanın huzuruna teslim" oyunu oynuyorum. Ama oyuna dahil olmak gibi bir niyeti olmayan aklımın kaba saba konuşmasına engel olmak isteğim şiddete meyl eden bir hal almaya başladığından beridir, kendimden korkuyorum. İnsan kendinden korkar mı? Korkar... İnsan belki de aslında bir tek kendinden korkar. Yok yok! Cümleyi şöyle kuracağım: İnsan, gün gelir bir tek kendinden korkar. 

Geceye kanıp, kendimle kalmanın huzurunu çıkarabilecekken aklımın köşe kapmacasından yorgun düştüm. Uykuya mı sığınsam? İnsan, kendi kendine konuşurken uyuya kaldığında rüyasında kendi ile didişmeye devam eder. Evet! Ben bunu daha önce deneyimledim. Bir köpektim. Rüyamda yani... Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir köpek. Nasıl da salak görünüyordum kendime. Uyandığımda gördüğüme gülmek isterdim. Ama ben bildiğin ağlıyordum. Kuyruk diye ısırdığım yüreğimmiş. Kanıyordu. Oh olsun sana, dedim. Yüreğim elimdeydi. Kanıyordu ve ben en büyük kötülüğü kendime yapıp, tuzlu gözyaşlarımı üzerine serpiyordum. İlk o zaman kurmuştum o cümleyi; İnsan, gün gelir bir tek kendinden korkar. 

Beklemiyorum desem de... Gözümün, saatin tik taklarında salınmasının kendime yaptığım bir kötülük olduğunu biliyorum. O kapı belki de bu gece hiç çalmayacak ve ben yine rüyamda bir köpek olup kuyruğumu yakalamaya çalışacağım. Elimde tuzluk uykuya dalıyorum. Olur da gözyaşlarım kalmamışsa diye kendimi büyük bir acıya hazırlıyorum.

Ne demiştim yazının bir yerinde: İnsan, gün gelir bir tek kendinden korkar...
Yok yok! Cümleyi şöyle düzeltmeliyim; insan bir tek kendinden korkmalıdır. Kendinden ve kafasının içinde tuzlukla dolaşan hayal gücünden.



Edit: Kapı çaldı... Dudağımda bir kavun kokusu... Uykuya az kaldı. 




Görsel / deviantart

19 Eylül 2011

Saat Beş Mektupları - III




Canım Evren,

Çıktığın yolculuğun keyfini çıkartmayı bileceksin biliyorum. Sendeki değişimi, vardığın huzuru, içinde bulunduğun dinginliği görüyorum. Hırçın ve hüzünlü kız çocuğundan "gözlerinde kaybolmayı her defasında isteyecek kadar huzurluyum senin yanında" denilen bir kadın yarattın. İyi ki, değil mi? 

Hayat her zamanki gibi sana yardım etti. Teşekkürlerini sunmayı unutmuyorsun değil mi? Darda kalınca değil de, yüreğinde hissettiğin her an teşekkür et; et ki, gözlerinin içi hep gülsün. Kaç kadın vardır, sabah sabah uyansın diye beklenirken, seyredilen ve seyredilirken bir şarkının mısrası ile yüzü okşanan...

Keyfini çıkart... Sen güzelsen, olan biten her şeyin bir sebebi vardır, ve olan biten her şey senin daha güzel olman içindir. İnanmaya devam et... 

Senin;
xxx


Kısa Not: Seni sevdiğimi unutma. Hep.

17 Eylül 2011

Küsmek Üzerine



geçmiş zamanın birinde denk geldim sana
bir yaprağın üzerinde 
donmaya yüz tutmuş anılardık seninle
yeşildik belki hala 
ama mevsiminde değildik işte



16 Eylül 2011

YAZILANI YORDUM / 9



yazılan

sen bilmezsin yüreğimin hafızası yok benim, o nedenle dün akşam oturup düş kırıklarından bir çiçek yapıp kendime, koydum yazdığım romanın içine, bir ayraç niyetine. kendime kendimde kaldığım yeri hatırlatsın diye. uslanmaz yüreğime, s/us payı verdim bir süre. senin de dediğin gibi, onlarca yanlış beden ve defalarca sessizlikten sonra bir bildiğim olmalı mutlaka.




Yanlış nerede başlar... Nerede biter peki hiç düşündün mü? Neyin peşinden gidersin bir ilişkide, nedir peşini bıraktığın peşin peşin. Söylesene sırf güzel uyanıyorsun diye, tut ki güzel de uyuyorsun, inanır mısın bir ilişkinin geleceğine. Hayat akıp gidiyorken, karşına çıktı diye nazik bir adam, ağlar mısın bir sabah çalan müzikle. Ağladığın yanlışın mıdır? Yanlışı görüp de doğru yapacağım diye uğraştığın mı? Peki düştüğün yine ve yeniden kocaman bir yanlışlıksa... Aşksa... Gider misin peşinden?


15 Eylül 2011

Kuşlar ve Çığlıklar



Bir kaç sabah önceydi... Bir yazıya istinaden yazdığım iki satır kelimenin ardından geldi: "güzel, güzele güzel bakar." Hayata gülümsersen hayat da sana gülümsüyordu. İşte kanıtı, dedim: Son zamanlarda karşına hep güzel insanlar, gülümseyen insanlar, aşka yakışan insanlar çıkıyor.


Sevmek üzerine dillendirilmiş onca kelimenin gücüne bir kanıttır davranışlar. Ve kelimelerin gücü diziminden çok yaşamın o anki denk gelişiyle açıklanabilir. Şarkılar da öyle değil midir? Bir ayrılık sonrası dinlenen; geri dön geri dön... ne olur geri dön... Ah olur da bir gün sen de özlersen,Olur da bir gün sen de gözlerimle buluşmayı istersen... Sözlerinin yer aldığı bir şarkı, aşkın ilkbaharını yaşayan biri için hiç de dertlenilecek bir şarkı değildir... o muhtemelen, belki yine Sezen'den; "Damarlarımda yine aşk var, Gözlerim yine bir manalı, Başladı güneşli yağmurlar, Islandı umudumun saçları" şarkısının sözlerine takılıp dinlerken anlamsız gülüşüyle etrafına bakıyor olacaktır. Kelimeler güçlüdür ama inandırıcılığını durumdan alır.

Benzer savunuyu davranış için de düşünürüm. Davranış ve söylem birbirini tamamlar, birinin eksikliği diğerinin inandırıcılığını sorgulatır. Seni seviyorum dildedir. Yüreğe inmedikçe, davranışa dönüşmez. Eksik kalan da budur. Sevgili Buraneros'un "Sahi Kadınlar Ne İster?" diye sorduğu yazısı bu anlamda tüm kadınlarca ve tabii ki erkeklerce de okunması gereken hayatın inceliklerine dair bir ders kitabının soruya cevap arayan bölümü gibidir.

Sevmek üzerine düşündüğüm her seferinde, "sözün özle bir olması" ilkesi karşımda bir ışık gibi durur. Sevmek bir tercih midir? Sevmek ön koşulları olan bir bağıl ders midir? Sevmek okuldan mezun olmak için vereceğiniz bitirme teziniz midir? Yoksa sıklıkla dile getirildiği gibi; nedenleri olmayan bir hal midir?

Kimi niye sevdiğimiz değil belki de çözülmesi gereken, kendimizi niye sevdiğimizdedir asıl gizem. Onu çözebilirsek, hayatın anlamını -kuşkusuz genel olarak değil, özel olarak bizim için anlamını- çözer miyiz?

Kendi kişisel notlarıma bakarken bulduğum iki satırın, yazıldığı andaki çarpıcılığını düşündüm de, bu sabah okurken ki ruh halim, o sabah endişelenen, yükleri omuzlarında yatağa zımbalanmış bendeki etkiyi bırakmadı. Zaten bu yazı da bunu fark edince yazılmaya başlandı.



"Günaydın demek için çok erken farkındayım.
Ama uyandım. Seni düşünerek uyumuştum ya, belki de ondan seni düşünerek uyandım. 05.41di.
Ezan okundu, martılar havalandı, çığlık çığlık adın yankılandı gecede.
Sol yanıma döndüm. Hep yalnız kalan sol yanıma.
Dediğin geldi aklıma; "geçsene bakayım sen benim sol yanıma"
Belki de ilk o zaman fark ettim; önemli olanın bir adamın sol yanında olmak olduğunu...
Martılar havalandı, çığlık çığlık adını haykırdı(m)...
Önce martılara baktım, biraz ürkek, sonra kafamı çevirip sağ yanıma baktım:
Halim yok, dedim...
Halim yok, gelmeyin yüreğime daha fazla."





görsel / deviantart

11 Eylül 2011

Eksik Kalsın



Sabahın erken saati. Bir taksi durağının önünde bekleyen iki kadından biriyim. O işten çıkmış belli, ben henüz yeni gidiyorum. İkimizde de kısa etek. İkimiz de makyajlı, onunki biraz akmış. Ben ona bakıp kendi göz altımı siliyorum. Bana bakıyor. Ona bakmama mı bozuldu bilemem ama bana bakıyor, gözleri kısık ve bir parça gergin. Gülümseyen bir bakışı, 'sana ne be' edasıyla omuzunun üzerinden gözlerimin içine bırakıyor. Ben bakışlarımı kaçırıyorum. Ürktüğümden falan değil, utandığımdan.

Üzerine hikaye yazmayı sevdiğim sokaklardan birinde, yağmurlu bir İstanbul sabahında, karşıya geçmeye hazırlanırken, gideceğim mesafelerin hesabında değilim. Tek istediğim, az önce bana bir gülümseme bırakıp giden kadının üzerine bir öyküyü yazabilmek:

Durağa yaklaşan taksinin ışığı almasa gözümü, dalıp gittiğim o otelden çıkasım yok... Taksiye bindim, her hangi bir sabahtan farkı yok bu sabahın benim için. Arka koltuğun, yağmurun neminden nasibini almış kokusu siniverdi üzerime. Yer: Gene o otel odası...  Hikaye: Her hangi bir kadına ait olabilir... Mesela; Aysev... Metruk bir beden gibi uzanıyor kadınlığı akşamdan kalma sarı lekelerin arasına. Odanın kokusu, az önce bitmiş bir adamdan kalanlarla kadının acılarının yoğrulması ile havaya karışmış, ağırlığı teni yakan asidik bir alkol. Kadının uzanan bedeninden damlayan kan mı? Uzağında kalıyorum. Delilleri bozmadan yazabilmeliyim bu öyküyü. Dağınık çarşafların arasında parlayan, ucu sivri metale takılıyor gözüm. Bir kaç adım atıp, yerdeki iç çamaşırlarına basmamaya özen göstererek eğiliyorum o parlaklığın üzerine. Bir bıçağın saplanırken kırılmış ucu gibi... Belki de gördüğüm bir yürek kırığı. Neresindeyim bu öykünün. Kahramanını nereden tanıyorum. Çocukluk arkadaşım olsun Aysev...
Çocukken hangimiz biliyor ki kaderini... Hangimiz alın yazısını biliyor... Hangimiz? Sence de böyle sonlar alın yazısı ile açıklanmamalı değil mi Aysev... Kaderi olmamalı kadınların okşanmak isteyen ellerce öldürülmek.
Adın ne güzeldi senin. Ya o buğday sarısı saçların. Bulutsuz günlerdeki ay gibiydi yüzün, nasıl da parlardın daha çocukken bile. Söylesene kimler boyadı saçlarını kızıla senin...Yokluğumu fırsat bilen polisin... "o yolun yolcusuymuş zaten" demesine patlayan öfkemle, yatağın başında duran komodinden düşen su bardağının tuzunda toparlanıyor ekip buzunda bir kez daha dağılıyor. Onlar otel odasını terk ederken Aysev'den kalan geceliğin duruşunda takılı kalıyor gözlerim. Üzerindeki lekenin şarabi tonu yakıyor boğazımı. Duvarlarındaki iri çiçekli desenli kağıtların kalkan uçlarında, sıvası dökülmüş bir duvar... Nasıl da özetliyor her şeyi diyorum, tek bir cümle: Zaten o yolun yolcusuymuş... Polisin demesi, 80 tane aşkım kayıtlıymış. Aşkım1... Aşkım2... Aşkım3... ve böyle uzayıp giden 80 AŞK!
Bütün kadınlar gibi tek bir aşkla yetinecekken, neydi seni 80 aşka iten... Nasıl büyüdün sen o elma ağacından düştükten sonra... Nasıl koştun o sokakları... Nasıl yürüdün kaldırımlarda, kimlerle karşılaştın okuyup da adam olamadığın sıralarda...
Aysev, çocukluğumun oyun arkadaşı. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuğu. Elimizde bebekler, onlara giydirilen mendil elbiseler ve bir eşi olmayan küpeler, bozulmuş kolye uçları ve boncuklar... Ne zaman büyüdük biz. Nasıl bu kadar acımasız bir dünyada karşılaştık yeniden.
 Neydi o durakta o kadınla beni karşı karşıya getiren... Ondan sana uzanan hikaye neydi Aysev... Neydi benim öykümü senden, seninkini benden farklı kılan. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuklarıydık biz. Beni hayatın içinde bir kadın olarak var eden ve seni hayat kadını olmaya iten neydi Aysev.
Gazete haberlerinde okuduğum o otel odasında 'aşığı tarafından 8 bıçak darbesi alan hayat kadını' başlığının kırmızı neon ışıkları ile duvarına yazılan 'aşk yuvası'na takılı kalıyor gözüm... Sen her oyunda yuvanda bir anne olmayı dilerdin... İçi boşaltılmış bir sevdanın, kenara itilmiş bez bebeklerinden biri gibi, saçları dağılmış, üstü başı parçalanmış, gözleri oyulmuş bir halde hayatın ortasına bırakılmasaydın aşıklarından biri tarafından acımasızca sonlanır mı hikayen yine de... Ve ben o sabah, o kadında görmesem yüzünü, gözlerini ve bana; "sana ne be" deyişini... Sahiden Aysev... Dile gelip söylesene... Bize ne mi... Yoksa bize mi her şey. Anlatmak istediklerin aslında hep bize miydi senin ve senin gibi aşıkları tarafından öldürülmesi hak görülen o yolun yolcularının öyküleri hep bize miydi... Biz mi yazmayı bilemedik Aysev... Biz mi okuyamadık... Biz mi anlayamadık... Dile gelsen de söyleyebilsen keşke Aysev... Belki, belki bu sefer, belki de ilk defa anlardık ölümün diz çökmüşlüğünü... Belki acımaktan fazlasını yapardık. Belki bize dokunmayan yılanın başını ezerdik, senden farklı bir çocukluk yaşamadığımız için. Hem yaşasak ne fark ederdi ki Aysev... Bir zamanlar hepimiz sokaklarda evcilik oynayıp da anne olmayı kuran güzel yüzlü çocuklar değil miydik.

***



Bazı şeyler eksik kalsın isteriz. İsteriz ki, o hikayeyi okuyup geçip gidelim. Ama bir de gerçekler var... Üçüncü sayfa haberlerinin gerçeği. Çoğalıyorlar, artıyorlar, sanki dil birliği yapılmışcasına meşrulaştırılıyorlar... Bir öykü başlamışım sonu gelmemiş, üzerinde çalışamamışım. Arşivi karıştırırken buldum, 2009 yılında Ağustos ayında  düşmüş taslağa... Okuyunca,  Aydan Atlaya Kedi'nin yazısını hatırladım. Yorum olarak şunu yazmıştım:

nasıl da anlamsız kalıyor iyi dilekler... gün be gün artıyor şiddet ve sadece üzülmekle kalınıyor. temenni cümleleri havada asılı. kimse o cümlelere sahip çıkamıyor. geçen biri demişti; üzülme süremiz bile kısaldı öylesine sıradan artık ölümler.


Değişen olmamış... Kadınların sayısı artmış.. Bıçak darbeleri çoğalmış... Yorumda da yazdığım gibi azalan bir tek üzülme süremiz olmuş. Bir de bu öykü ile diğerlerini ayıran: Aysev bir hayat kadınıymış!


görsel / deviantart

09 Eylül 2011

Hayatla Sevişmek



Geceleri açık fırın görünce içinde birden ekmek alma isteği uyananlardan mısınız?
Yani bütün dertlerine, sıkıntılarına karşın hayatı seven, hayatla sevişenlerden misiniz?...

Size biraz anlamsız gelebilir ama benim garip bir Haşmet Babaoğlu okuma alışkanlığım var... Aylarca aklıma bile gelmiyor onu okumak. Sonra aniden, hiç de sebep yokken neler yazıyor bu adam diyorum. Onlarca birikmiş yazılarına şöyle bir göz atarken sihrine kapıldığım kelimelerin ardından gidiyorum. Bu seferki kelimeler; Fotoğraflar, ağaçlar ve biz...

Kendi yazıma başlık seçtiğim kelimelerin algılanma açısından taşıyacağı tüm risklere hazırlıklıyım. Sevişmek tabu bazı beyinlerde. Oysa sevişmek yürek işi, becerebilene tabii... Her şeye rağmen sevmek, her şeyiyle sevmek, ille ki sevmek gerek hayatı. Belki de en önemlisi; yoğrulmak, tüm duyguları harmanlamak ille de ürpermek gerek hayatın karşısında. Tıpkı sevişirken; yıkılmaz o koca benliğinizin bir parmak ucunun değişi ile sarsılması gibi...

Maya'nın bir önceki yazıma yazdıklarına takılı kaldım uzun süre... Bu sabah Babaoğlu'nu okurken aklıma takılan ve bu yazıyı yazmama sebep sorularına verilmiş bir cevap gibiydi: "yüreği kocaman olanlar her şeyi kocaman yaşar. acıyı da, sevinci de, ağlamayı da gülmeyi de...

Başı boş sokaklarda yüreği çizikler içinde, elini kolunu sallayarak gezen koca yüreklilere -bütün dertlerine, sıkıntılarına, tasalarına, endişelerine yani hayatı olumsuzlayıp, yaşamaya es verdiren negatifliklere- iyi gelir; bir gece vakti fırının birinin önünden geçerken çıtırtısı köşe başından duyulan buram buram bir somun ekmeğin kokusu...




görsel / Taş Fırın

08 Eylül 2011

Ufak Şeyler



Ufacık şeylere kocaman tepkiler veriyorum... Koca yüreklisin deseler de bazen ufacık şeyleri yüreğime sığdıramıyorum. Enerjim düşüyor, ışığımsa hemen soluyor. Kısa zaman içinde yeniden koşuştururken soran gözlerle bakanlara, enerjimi kıskanacağınıza sabahları gülümseyerek uyanın diyorum. Gülümsemenin sihrine inanıyorum. Çevremdekileri sıklıkla bana teşekkür ederken duyuyorum. Onlar teşekkür ettikçe teşekkürlerim çoğalıyor daha da kocaman gülümsüyorum. Söylemiş miydim, bu kadar kocaman gülümseyen ben kolaylıkla ağlıyorum. 



görsel / deviantart

07 Eylül 2011

Aynadaki Aşk



İnsanın en büyük mutluluğu unuttuğu kendiyle karşılaşması galiba hiç beklemediği bir anda... 
Adına ne dersen de, AŞK olunca içinde bir başka bakıyorsun hayata. 
Anlamlandırdığından çok başka yere götürüyor seni gördüklerin. 
Sen heyecanlarına yenik düşüp, içindeki yeni yetmeye söz geçiremezsen de, içinin başka bir yerinde soluklanan kadını dürtüveriyor köşe başında oyun oynamak isteyen çocuk... 
Gülümsüyorsun hayatın denkliğine; bir gün bir yerde unuttuğun bir sesle çıkıveriyor hayat yine karşına. 
Ve sen seviyorsun kendini, ilk günkü gibi... 
AŞKla... 



ne güzel bir aynasın bir bilsen...




görsel / deviantart