21 Haziran 2009

LE ZAHIR

Paulo Coelho’yu 1990’larda Simyacı ile tanımıştım ve hemen arkasından Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’ı okumuştum. Neden bilmem etkilendiğim halde takipçisi olduğum bir yazara dönüşmedi. 2006 yılı hayatımın akışının değiştiği bir yıl olacaktı, ben henüz ocak ayında bunun farkında olmamakla birlikte aralık ayına geldiğimde gerçekle yüzleşmek için güzel bir tarih seçmiştim: 25 Aralık…

Zahir dilini bilmediğim bir ülkeye bir kez daha denemek üzere yola çıkarken her zaman kitap aldığım dükkandaki çok satanların köşesindeydi. Bana bakıyordu. Simyacının etkisi ile hatrıma gelen Paulo Coelho’nun kitabını elime aldığımda – her zaman yaptığım gibi – önce kitap arkasını okudum.

Bilmediğim bir kitapsa, sonrasında mutlaka şöyle hızlı bir göz geçirme ile yakaladığım cümlelerin beni alıp götürüşüne göre almaya karar veririm. Eğer belli bir kitabı alma niyeti ile gittiysem de davranışı farklı olur tabi ki…

Zahir için kitabın arkasındaki; italik times new roman karakteri ile yazılmış 4 satır, kitabı alınacaklar çantasına atmam için yeterli olmuştu:
‘Seni kendimden bile daha çok seviyorum.’ Bunu söylersem kendimle barış içinde yaşayabilirim; çünkü bu aşk beni rehin aldı.
Zahir, Jorge Louis Borges`in ünlü bir hikayesi aslında. Söyleşisinde okuduğuma göre, sadece adından çok etkilenmiş Coelho… Bense ‘çünkü bu aşk beni rehin aldı’ ya takılıp kalmıştım. O dönemki ruh halimin; yaklaşık 11 yıl süren bir aşk hikayesinde rehine rolünü üstlenmem ve kendi durduğum yerden baktığım da beni derinden sarsan, hem mutluluk, hem mutsuzluk anlamında, bu aşk hikayesinin öznesinin: Seni kendimden bile daha çok seviyorum” olduğunu fark edemeyecek kadar karmaşık olması ve ‘ben’den ötürü ‘sen’in varlığının yüceltildiği bir nefes alma halini algılayabilmesi mümkün değildi.

Kahramanın çok sevdiği karısının ortadan kayboluşu ile başlayan; Fransa’dan Orta Asya’ya uzayan yolculuğunun “iç yolculuğa” dönüşen satırlarında kayboluşumu benzer bir yolculuğa Bursa’da başlayıp Afrika Kıtasının dilini bile bilmediğim bir ülkesindeki kayboluşuma eş değer tutuşumda tahmin edeceğiniz üzere; erkek kahramanla kendini özdeşleştiren bir sevda yolcusuyken ben; Zahir elimdeydi...

Kitaba adını veren Zahir`in Buenos Aires`te 20 centavo değerinde çok rastlanan bir para olması zahirin kaburgasını oluşturan; aşkta rehin olma durumuna gönderme olma olasılığı nedir bilemem ama TDK sözlüğünde 'açık, belli, dış yüz, görünüş' ile kısıtlanan zahirin, öyle hafife alınacak bir kavram olmadığı da aşikar sanki… Zahir bu romanda takıntıya - ki bilenler bilir bir önceki blogum Evrenin Takıntılı Dünyası idi – vurgu yapıyor ve bu hali ile; bilinenin ötesinde, hani görünen, var olan halinden farklı bir algıyla Zahir’i okumama neden olucağını takdir edersiniz herhalde. Takıntılı olma halimin uzunca bir roman olacak anlatımlarını parça parça yazılarımda bulmanız mümkün kuşkusuz ama takıntının o esir olma haline dönüşme sürecinin kolay anlatılabilir bir iç hesaplaşma olacağından çok da emin değilim… Belki biraz daha büyüyünce…


Dönelim Coelho’nun Zahir’ine…
Birbirini seven, ihtiyaçları olan her şeye sahip, ama birbirleriyle artık konuşamayan bir çiftin hayatla kavgacı olan erkek kahramanıydım ben. Ve evet kavga ettim ben; adam için; adamla evlenmek için, adamla onun istediği gibi yaşamak için, adamla denemek, bir daha denemek ve bir kez daha denemek için, sonrasında bitirmek için… İşte Zahir tam da o denemelerin orta yerinde o kapak arkası tek bir cümlesiyle esir etmişti beni kendine. Akıcı olmayan bir dilde, yayınevinin özensiz baskısı sonucunda okumamak için defalarca elden bırakılacak ki tanıdığım ve okurluğuna inandıklarımın okuyamadık biz o kitabı demelerine inat ben 2 günde bitirmiştim. Roman; sıkıcı diyalogları, zorlama kurguları ve araya zorla sıkıştırılan mistik öğeleri ile okunamaz bir iteklemeye sürüklüyor gerçekten de okuyucuyu hele de benim gibi bir ruh halinde değilseniz – tavsiye edilmezler listesine bile girebilir kitap…

`Kaybedecek daha fazla bir şeyim kalmadığında, bana her şeyi verdiler. Ben olmayı bıraktığımda kendimi buldum. Rezil olduğumda ve hala yürümeye devam ettiğimde, kendi kaderimi seçmekte özgür olduğumu anladım. Belki de, bende yanlış olan bir şey var, bilmiyorum, belki evliliğim biterken bile anlamadığım bir düştü. Bütün bildiğim, onsuz yaşayabildiğim halde, hala onu yeniden görmek, birlikteyken hiç söylemediğim şeyleri söylemek istediğim: Seni kendimden bile daha çok seviyorum. Eğer bunu söyleyebilirsem, o zaman kendimle barış içinde yaşamayı sürdürebilirim, çünkü bu aşk beni rehin aldı…. `

Bu paragrafın altını kaç kez çizdim bilmiyorum… Kaç kez okudum dönüp dönüp… Sevgiye bürünmüş sevgisizliklerle karşılaşmak bir iç yolculuktaki en büyük hayal kırıklıkları; kabul… Ama bu yolculuğa hiç çıkmamak, sevgisizlikle örülmüş kozalardan hiç çıkamamak demek ki, roman tatmin etmeyen sonunda; o yolculuğa çıkmanın insanın kendi sevgi ve sevgisizlik hallerini resmetmesi gerektiğine vurgu yapıyor ki dediğim gibi bu benim ruh halimin o yolculuğa denk düşer zamanları için iyi bir tesadüftü… Yoksa tesadüf diye bir şey yok muydu?

Amaca ulaşmada yolun önemini hatırlatan bu romandan sonra hayatta ne istediğimi sorgular bulmuştum kendimi… Ve amacımın içinde olduğum halde o amaca beni götüren yoldan ne keyif almıştım ne de keyif almaktaydım o anda. Oysa amaca giden yolda yaşama sevincini, dokunmayı, konuşmayı, hissetmeyi, hayal kurmayı, duyarlı olmayı, farkında olmayı bir kenara bırakmamak gerekiyor… Amaca ulaşılmasa da yolun kattıklarından alınan lezzet, o yaşamdan alınan zevki katlıyor kendi içinde…

Ne mi kaldı bu romandan: Aşk; tüm hesaplaşmalardan, amaca odaklanmadan bağımsız geliştiğinde ve bir sonlanma halinin resmedilmediği durumlarda bir anlam buluyor kendine ve esir etmiyor birini yek diğerine…

20 Haziran 2009

SÖZ MÜ GÖZ MÜ?

bazen ağır bir sözü tercih edersin
o bakışı hissedince sen, kör olsam dersin...

öyle anlar vardır ki;
sana bakan bir çift göz yerine yerin yedi kat dibinde yalnızlığı tercih edersin...

bir daha bakma öyle... göz koyma sözümün üstüne... n'olur...










_______________________

Mysterious Eyes © :::momoclax:::

19 Haziran 2009

Rengi Var mı Gözyaşının?


Ağlarken renkler ton ton akıyor pınarlarından... Hüzne, mutluluğa, kedere, aşka, şeffate...

İnsan mutluluktan ağladığından gözyaşı pembe akarmış öğrenmiştim bir seferinde... Bu sabah uyandım ve fark ettim ki beyazı yok gözümün, çevresine bir pembe yayılmış hare hare... Bebeğine bir pembe oturmuş ama ne pembe...

Döndüm sağ yanıma. Sırtımı yalayıp geçtiğinde sabahın ayazı, bir damla düştü yanağıma; ala çalıyordu rengi... Gülümsedim...



Fotoğraf : deviantART

18 Haziran 2009

İFADE

Yüzünde masum bir kız çocuğunun hınzır bir gülümsemesi belirdiğinde...
Onunla uyanmak mı yakışır yüzüne
Ona uyumak mı
Onunla uyumak mı gülümsetir yüzünü
Ona uyanmak mı
Bilemedim...

_________________


17 Haziran 2009

SUSMAK



Kusursuz bir manzaranın el değmemiş tenhalığında susmak ne anlama gelir ?

Peki ya çığlık atmak...











______________________

Fotoğraf / silence© kregon

16 Haziran 2009

GÜNE BAKAN


Gecenin etkisiyle uyandı güne kadın, kafasını kaldırıp camı açtı. Güneş ilk ışıklarını yansıtıyordu sanki bir tek kadına doğru.... Ya da kadın öyle sandı...

Yukarı kaldırdı başını, savurdu saçlarını... Bugün öyle güzel bir sabaha açmıştı ki gözlerini, güneş gözlerindeki ışığı kıskandı... Ya da kadın öyle sandı...

Sırtı ürperdi, adam tarifsiz bir gülümsemenin içine sıkıştırılmış, sevebilme ihtimali ile kadına sarıldı ve omzuna küçük bir öpücük verdi... Ya da kadın öyle sandı...

Döndü adama yüzünü, yeşilin ve sarının en güzel tonunda baktı uzun uzun adama, eğildi adam kadının dudağına... Öyleydi, güzeldi...









____________________________________

Fotoğraf

15 Haziran 2009

ŞEFKAT

Yazmak üzere oturdum klavyenin başına. Tuşlara dokundum. Aklıma gece evvel çalan müziğin ritmine kendini kaptırmış adamın tuşlara dokunuşunu hissedişim geldi. Kendi çarpık el yazımla aldığım an notları...

Bu sabah uyandığımda gerçek hayatla yüzleşen ben, biraz hüzünlüyüm. Anları resmedişteki kusursuzluğun yarattığı keyfi geride bıraktım.

Mutluluk ve heyecanla bakan gözlerimi kapadım. Evvel gece açıkhava tiyatrosunda sadece ikimize özel verilen konserin ritminde salınırken aklımdan geçenleri, yüzümde bir gülümseme ile anımsadım. Üşüdüğümü fark ettiğinde kolunu rahatsız etmeden omzuma atışındaki naifliği, dönüp sana şefkatle bakışımı, senin aşkla gülümsemeni, benim sana mutluyum dememi, senin daha da mutlu ol istiyorum deyişini...

Sarmaş dolaş yüyürken konser bitiminde, kentin ışıklarının soluklaştığı bir noktada iki soğuk bira içmek için mola verdiğimizde ve sen hala gözlerime bakarken: Gidişini resmettin ya..., tam hatırlamıyorum ama galiba o anda kapandı benim gözlerim. Bildik tanıdık bir hüzne gömdü kendini. Sesim düştü yere. Dimdik duran omuzlarım kapandılar masaya. Bu halim, gidişin olmayacak olan dönüşüne bedenimin verdiği tepkiydi. Yüreğiminkini anlatmaya dilim varmıyordu ama sen zaten yüreğimi eline aldığında ve artık atmadığını fark ettiğinde, hani tam da avuçlarının arasındayken öptüğünde, çektim kendimi hayatın içinden. Belki de o anda kapandı gözlerim bilmiyorum.

Eve dönmek üzere taksiye bindiğimizde, ne konserden arta kalan keyif, ne tenin tene canın cana değmesinden oluşan kıvılcım ne de konuşacak kelimeler kalmıştı. Hani o yıllar süren sessizlik anlarından biriydi yaşadığımız. Benim evimde kalıyorduk günlerdir ve sen sadece evine yeni giysiler almak için uğruyordun, belki yeni maskeler... Konserden önce bende kalalım dediğinde ne kadar farklıydı o kalma anına yüklediklerim, oysa o bira şişesinin soğukluğu kendini garip yapış yapış bir sıcaklığa bıraktığında ve artık keyif vermediği anlarda fark ettim ki; o kalış terk edenin ben olma halini yaşatacaktı bana...

Taksiden indiğimizde, elimi tuttun ve taksi hareket etmeden az önce seninle gelip gelmek istemediğimi sordun. Baktım yüzüne aşkla ve sen şefkatle bakıyordun bu sefer. Ne değişmişti dedim. Roller ne çabuk değişiyordu hayatta. Taksiye bindin tekrar. Kapısını kapattın. Camı araladın, uğrarım yarın dedin. Belki o anda kapandı gözlerim bilmiyorum.

Sabah hüzne açıldıklarında gözlerim gidişine de çabuk alışmak istedim.
Alışamayacağımı bilerek...
___________________________________

Fotoğraf / 1x.com

14 Haziran 2009

IŞIK HÜZMESİ


Yola çıkmadan az önce aklının zaman sandığına kaldırdığı anıları teker teker çıkarttı. Anıların o eskiye özgü kokularının ve sandık lekelerinin üzerinde çok da durmadan ve kendisini kaptırmadan geçmişin girdabına düşündü: O anları yaşamasam, bende bıraktıklarının farkında olmasam, bugün ben, ben olur muydum? Olmazdım deyip gülümsedi... Aklına takılanları yaklaşık 12 saat sürecek bir yolculukta tekrar tekrar ele alacaktı nasıl olsa...

Zaman zaman içini saran o korkuya baskın gelen heyecanı ve arkadaşının kulağına sürekli fısıladayan sesi; 'rüzgara bırak' ile korkusunun kendisini ele geçirmesine engel oluyordu. Yeni yerler keşfetmenin heyecanına ara veren bir maceracıydı o... Bundan yaklaşık 13 yıl önce çıktığı yolculukta, yaşadıkları bir roman tadındaydı. Ta ki, o talihsiz kazadan sonra hayata küsene kadar. Oturduğu masadan kafasını kaldırdığında gördüğü tek bir ifade, onu bu yolculuğa çıkmaya ikna etmişti aslında ve hiç düşünmedi sonrasını. Hiç hesap yapmadı üzerine. Yola çıktı ve yol onu nereye götürdüyse gitti. Yaşadıklarına kaç maceracı bu kadar göğüs gererdi bilemedi ama o 3 yıl önce tamamlanan yolculuğundan; biraz büyümüş, biraz hayattaki beklentileri şekillenmiş, çokca incinmiş, yaralanmış ve hatta hayata küsmüş dönse de, bugün olsa gene çıkardım o yolculuğa bütün sonuçlarına diyecek kadar da isteyerek ve severek yaşamıştı...

Bir geceyarısı gelen bir mesajın, kendisini tekrar maceraya atılacak kadar sarıp sarmalamasını, içinde derinlerde gömdüğü o maceracı kadını uyandırmasını beklemiyordu. Hele de artık 20 yaşlarında olmadığı gözönünde bulundurulursa böylesine bir yola çıkış delilik bile sayılabilirdi. Günlerce detaylarını öğrendikten sonra bu yeni yolculuğun ruhani tarafını bir yere bırakıp, kendi kişisel tarihinde bir dönüp noktası sayılabilecek özellikte ve güzellikte oluşunun heyecanına kapılması kaçınılmazdı.

Bir akşam annesine tekrar yola çıkmaya hazır olduğunu söylediğinde, annesi "uzakmış" diyebildi ve kadının gözlerinin parladığını görünce başka bir şey ekleme gereği duymadı. O vahim kazadan sonra ilk defa gözleri parlıyordu. Annesi bir şey sormadan kadın anlatmaya başladı;
"hani uçsuz bucaksız tepeler vardır ya, bulutlar zirvesinde buluşur dağların... Güneş yüzünü bir tepeye gösterir sadece. Sen kurumuş otlardan, ayağına dolanacak dikenlerden korkmadan ve onların farkında olarak, güneş gitmeden varmak istersin ya o tepeye... O ışığın hüzmesinde bulursun ya hayatın anlamını, içindeki boşluğun ancak ve ancak aşkla dolabileceğini bildiğin gibi bilirsin ya o güneşin seni yakmayacağını ama ısıtacağını... O hüzmeyi yakalamaya gidiyorum... Bana şans dile... "

Kadın geceyi plan yaparak geçirdi. Rotayı belli belirsiz çizdi kafasında. Notlar aldı. Nereden başlayacağına karar verdi. Kuzeyde bir nokta belirledi. Çıkış noktası orası olacaktı. Yanına sadece küçük bir sırt çantası ve an defterini aldı. Yolculuğunu silinmemek üzere kayda almak istiyordu. Bir önceki yolculuğun bütün kayıtlarını yok etmiş olmak onu üzüyordu ve bir daha bu hataya düşmeyecekti. Büyümüştü. Farklı bir algısı vardı yaşanacaklara. Her çıkılan yeni yol kendi macerasını da beraberinde getirirdi. Bazen gitmeyi planladığın yerle vardığın yer farklı olsa da yolun ve yolculuğun kattıkları ile tamamlarsın sen gelişimini, eğer farkındaysan ve o anı yaşıyorsan dedi kendine. An defterine bir not düştü... 25'ini 26'sına bağlayan akşam üstü: Yolcuğumu başlatabilmek için kuzeye yol alıyorum. Bu yolculuğumun, başladığı andan itibaren beni hayatın bütün renkleri ile tanıştıracağı bir maceraya dönüşmesi için sabırsızım... Belli mi olur belki gökkuşağının altından geçen bu sefer ben olurum...


_________________________________________________



Fotoğraf / Mt Feathertop moroning© Shane

13 Haziran 2009

FIRTINA



Kapıdan çıkarken duyduğu iyisine karşılık yere düşen sesini bıraktı...


Eve geldi... Köşe koltuğuna oturdu ve an defterini açıp şu satırları ekledi....


Fırtınanın ortasında attığın çığlık duyulur mu sanıyorsun

Bir yokluğu büyütmek tamamlar mı içindeki boşluğu

Sen gün ortasındaki karanlıksın

Gece kayan bir yıldız

Issız bir sevdayı fısıldayarak büyütüyorsun içinde

Ki o sevda senden yana bile değil


Bir doluya tutuluyorsun

Sabahları kalkarken

Güneyli bir kızın dediği gibi duacı oluyorsun

Geceye kavuşmaya

Gece ona kavuşmaya

Gece ona kavuşmaya alışmaya

İnsan sana çabuk alışır

Biliyor musun...



11 Haziran 2006, Altınşehir



_______________________________________



Fotoğraf / Lichterflug© Kaveh H. Steppenwolf

12 Haziran 2009

SONRASINI BİLİYORSUN ZATEN

Hani aşkın ilk halleri vardır ya… Gözünü onunla açarsın sabahları ve en son onu düşünüp dalarsın uykuya… Onun gibi bir durumdu benimkisi. Kendimi en güçsüz hissettiğim zamanlarda; uçurumun kenarına son köküyle tutunmuş dikenli bir bitkinin, kurumaya yüz tutmuş çiçeğinin sert rüzgarlara direnişini görebilirdin bende. Öylesine dik başlılıkla ve cesaretle duruyordum ki ayakta, bazen ben bile şaşıyordum kararlılığıma.

Bir gece yarısı, gecenin en karanlığında, henüz yarasalar çığlıklarını atmıyorken, bir baykuşun parlayan gözlerini gördüm karşımda; korkuyordum ama dokunmak istedim. İçimde o karşı konulamaz dokunma isteğiyle bir satranç oyununa girişen kolumun köşede bekleyen filin önü açıldığında yapabileceği en uzun hamleyi yaparak, uzattım kolumu boşluğa, bir dostmuşçasına.

Titreyen kolumun parmak uçlarımdaki uzanımları bir mumun silik alevini hatırlattığında; gözümde canlanan sahne beni geçmişe, geçmişin derinlerine götürdüğünde, burnumda gene aynı kokuyu, arabaya bindiğimde diğer kadının koltuklara bıraktığı parfümünün kokusunu, hissettim. Sarsıldım olduğum yerde. Önce baykuşun gözlerini kaybettim karanlıkta, sonra koca bir boşluğa açtım gözlerimi.

Salonda, babaannemden kalma oymalı koltuğun anılarla yüklü sol kolçağındaki başımı kaldırmaya çabalarken; uçurumun kenarına son köküyle tutunmuş dikenli bir bitkinin, kurumaya yüz tutmuş çiçeğinin sert rüzgarlara direnişi bile kalmamıştı artık bende. Koca bir boşlukla savaşmaktan yorgun bedenimi son bir hamle ile kaldırdım yattığım yerden. Öğlenin yakıcı güneşi vuruyordu halının üzerine, renkleri solmasın diye kalın perdeyi çektim. İçerisinin gölgeli hali içimi karartsa da sendeleyerek yürüdüm koridorda.

Yatak odasına geldiğimde, yatağın üzerine bıraktığım, buruşuk beyaz kağıdın üzerindeki notu okudum. "Herşeye rağmen seviyorum seni" Bana yazıldığını zannetmemle olmadığını gözüme sokan dipnotta takılıp kalışım arasında geçen 5 saniyenin bendeki etkisini sana kelimelerle anlatamam. O beyaz kağıt, onun evrak çantasının kenarında tek taş pırlanta gibi parlıyordu adeta, bir baykuşun gözleri gibi geldi bir anda. Sonrasını biliyorsun zaten. 

Kendimi en güçsüz hissettiğim zamanlardı. En savunmasız. En kırılgan. Hani aşkın ilk halleri vardır ya... Gözünü onunla açarsın sabahları ve en son onu düşünüp dalarsın uykuya. Onun gibi bir durumdu benimkisi. Uzun bir süre böyle geçti günlerim. O kadınla uyuyup o kadınla uyanıyordum. o kadınsız nefes bile alamıyordum. İkna etti beni bittiğine ama ben bir türlü kurtulamıyordum. 3 gece öncesi hala onunla zaman geçirdiğini öğrendiğimde, önce mutfağa gittim sonra bıçağı elime alıp, soğuk, keskin kenarında parmağımı gezdirdim. Ucunu parmağıma batırıp kanattım. Kan akarken aklımda geçenleri bir bilsen… Korkma! Hiç birini yapmadım, yapamadım. Onu o kadar çok seviyordum ki... Ne yaparsa yapsın onu acıtamazdım. Yere damlayan kanı sildim. Elimde bıçakla yatak odasına ilerledim. Uzun koridorda yürürken, ölümün de bir şölen olabileceği kararına varıp geri döndüm salona. Kapağı açılırken ses çıkartan içki dolabını olabildiğince sessiz açtım. Üstte duran votka şişesini elime aldım. Dolabın altından krem renkli iki kısa kalınca mumu alıp yatak odasına doğru ilerledim. Mumları pencerenin altındaki boşluğa koydum ve yaktım. Pencereyi üsten rüzgar alacak şekilde yarı yarıya açtım. Votkadan bir yudum aldım. Sonra bir yudum daha… Kenarda duran perdeyi muma değmeyecek ama rüzgar eserse de tutuşturacak bir mesafede bıraktım. Perdeye biraz votka döktüm. Birkaç yudum daha aldım kendime. Yatağa uzandım. Çekmecemde duran uyku haplarımdan 10-12 tanesini avucuma aldım. Perdelerin tutuştuğunu görebilmek ve itfaiyenin o çıldıran sesini duyabilmek isterdim ama bir tercih yapmıştım. Şölenin baş konuğu ben olsam da eğlencenin tadına varamayacaktım. Votka şişesinin dibinde kalan son yudumu içtim. Buruşmuş beyaz kağıdı özenle parmaklarımla düzelttim. Votka şişesinin içine koydum. Kapağını kapattım. Şişeyi sol yanıma koydum. Bıçağı elime alıp sol kasığıma sapladım. 

Sonrasını biliyorsun zaten.

_______________________________________________

Fotoğraf / Up against your will© Stefano Corso

BİR KERE DAHA DÜŞÜN



Kendi içinde bir rutine dönüşüyorsa yaptıkların
Sabırsızlanıyorsan yelkovan senin istediğin hızda dönmüyor diye
Gözlerini sabit dikip bakakalıyorsan boşluğa
Yitip gittiğini fark etmiyorsan o boşlukta
Düşüyorsan inatla ve tutunmuyorsan hayata
İlla bir dal mı lazım sana?

Ya da

Her düştüğünde tutunduğun dal aynıysa
Her tutunduğunda dal kırılıyorsa
Dal kırıldı diye üzülüyorsan
Üzülürken ağlıyorsan
Ağlama
Düşün sadece
Bir kere daha...

Belki...

Dalı kanırtmıştı biri önceden ve sen tutununca kırıldı belinden
Olamaz deme olur...

Tutunmadan önce bir iyice bakmak lazım dala, kendi tutunabilmiş mi hayat denen koca gövdeli ağaca... Bir iyice tartmak lazım çeker mi bir de senin yükünü...

Belki dala faydan olmaz tutunmamakla ama sen hiç dalla birlikte düştün mü 100 metreden?

Bence bir kez daha düşün karar vermeden...
____________________________________

Fotoğraf / Moon tree© jure

11 Haziran 2009

Bİ HABER

Bi haberdi olanlardan
O sadece bekliyordu
Bi haber...

Sabahın serinliğine açtı gözlerini kadın... Geceye uykuya dalışındaki rahatlık yoktu uyanışında, bi haber uyandı günün getireceklerine. Bi haber var mı diye baktı telefonuna sonra mail kutusuna...


Henüz bi haber gelmemişti...

Olacaklardan bi haber güne devam etti...
Endişeliydi...

10 Haziran 2009

HEP BİRŞEYLER EKSİK

Hızla kalktı yataktan... Sabah rüzgarı ile irkilen bedenine dokunanın, dün gece boynuna doladığı fuları olduğunu fark ederek...

Kadının çocukluğuna dair hatırladığı tek şey, babasının ona doya doya sarılmayışıydı... Babası kollarında öldüğünde, doya doya sarılmıştı cansız bedenine ta ki soğukluğunu hissedene kadar... Hiç hissedememişti babasının sıcaklığını... Hep bir şeyler eksik kalmıştı büyürken...

O günden sonra hayatına giren adamların dokunuşlarına takıldı bir tek... Sıkı sıkı sarılıp sarmalarına... Her bir yenide eskinin sıcaklığını aradı, bazen de sıcak zannettiğinin aslında soğuk olduğunu bildi sonrasında...

Bir arkadaşı vardı lisedeyken, Kanadalı... Mektuplaşırlardı... Birbirlerini hiç görmemişlerdi ama bilirlerdi.. Aylarca beklenen; satırların arasına sıkışıp kalan duygu yoğunluklarını okurken yaşardı kadın, çocuktular ama adam gibi gelirdi mektupları yazan... Bildik, tanıdık kelimelerin ardına saklanmış duyguları bulup çıkartırlardı. Hiç yüzyüze gelmemiş olmak; bazen, o anda, hani hissettiğinde sarılmamak değildi. Sarıldılar çoğu zaman ve ağladılar hatta omuz omuza... Geceleri korktuğunda kendiyle başbaş kalmaktan, her bir mektuba sarılırdı uyurken, her bir satıra... Onun da sarıldığını bilerek... Hep bir şeyler eksik kalmıştı o günlerde...

Yıllar sonra, yalnızlığının ortasında ve artık çığlık çığlığa bağırıyorken, hayata tutundu kadın... Sadece kelimelerinden bildiği bir adama... Kelimelerle paylaşıyorlardı hayatı... Kah yaramaz çocuklar oluyor, kah adam ve kadın... Kah rakı masasında berduş, kah şarap kadehlerinde hüzün... Kah bir partini ortasında buluyorlardı kendilerini, kah yalnızlıklarının koynunda... Günleri gecelere eklerken ve geceler hiç bitmesin isterken ve sarılmışken birbirlerine ve hissetmişken üstelik: Zamana ayak uyduran aşıklardı onlar... Her seferinde susup kaldıkları, çok şey anlattıkları ve belki giderken yataklarına yanlarında götürdükleri çok şey olurdu da... Hep birşeyler eksik derdi kadın, hep birşeyler eksik kalacak derdi adam... Tenin tene dokunması, canın cana dokunmasıdır dedi kadın... Olmadı mı hep eksik kalır birşeyler...

Vedalaştılar başladıkları yerde... Adam giderken sen hep gül dedi... Kadın giderken tamam dedi. Kadın sarıl bana dedi, adam sarıldım zaten dedi... Zaman geçti... Kendi yansımasını seyrederken bulunca kendini, kapattı bilgisayarın ekranını kadın. Uzandı yatağına. Kıyafetlerini çıkarttı tek tek... Sabah ışığı vurdu uykusuna. İrkildi... Sabah rüzgarı usul usul giriyordu pencereden ve kadın rüzgarın tenini her yalayarak geçişinde adamı düşlüyordu, adamın ona sarıldığını hissediyordu... Adamın ona dokunduğunu... Aniden hızla kalktı yataktan: Sabah rüzgarı ile irkilen bedenine dokunanın, dün gece boynuna doladığı fuları olduğunu fark ederek... Hep dedi, birşeyler eksik kalacak...


______________________

09 Haziran 2009

GÜNÜN GETİRDİKLERİ


Akşam
Karşılıklı oturmuş bir ağacın altında; uzakları yakın etmiştik... Ne gitmek mümkün oldu ne kalmak o saatten sonra... Gitmek gereklerle keşke kanılabilseler arasındaki sohbetin doyumsuz anlarında, tutunmuştuk birbirimize... Geçmiş zamanın unutulmaya yüz tutmuş anılarından bağımsızdı anda yaşananlar...
Andı yaşanan ve güzeldi...


Gece Yarısı
Düşümde dolanıyordun belki, belki ben senin düşündeydim ama ne fark ederdi... Düş gibiydi işte... Güzeldi...

Sabaha Karşı...
Sabahın ilk ışığı ile yüzüme akşamın keyfi vurduğunda, beynimin kıvrımlarında dönüp duran onca konudan biriydin... Sadece sana sarılıp biraz daha huzurlu olmak istedim... Bir dönüm noktasının endişesiydi taşıdığım... Sığınmak nasıl bir şeydir unutmaya yüz tutmuştum ki; sen sarıp sarmaladığında hatırladım: Güzeldi...

Öğle Üzeri...
Bugün gün güzel başladı... Güzel haberlerle devam ediyor...
Hayata dönüşün ilk ağrıları ile uyanmaya çabaladığında gönderdiğin öpücüğün, içine saklanmış aşkı, minnettarlığı, içtenliği, güzelliği gördüm de... Düşündüm... O kadının ne kadar şanslı olduğunu ve adamın böyle bir kadına sahip olmaktan duyduğu mutluluğu...
Böyle bir şeydi hayatta aradığım ve işte buydu aslında sevda...
Hastanenin koridorlarında gündelik ritmin telaşına doğru yürürken, aklımdan geçen tek şey: İyi bir kadın olmaktı, iyi bir adamla hayatı kucaklayan...



_________________

Fotoğraf / 1x.com

08 Haziran 2009

MUTLULUK MU DEDİN?


Mutluluk,
karşındakini her zamankinden farklı
resmettiğinde içine dolandır...

Mutluluk,
bir gece saat üçte pencerenden yansıyan aya içinde herşey olan çok şey sığdırmandır...

Mutluluk,
aynaya baktığında her zamankinden farklı yansımandır...

Mutluluk,
en zamansız zamanlarda yüzünde garip, açıklanamaz, tuhaf bir tebessümün kararlı asılıp kalmasıdır...

GÜL


- Gülümsemek yakışıyor sana...
- Herkese yakışır gülümsemek...
- Kuşkusuz ama hayır hayır... Sen gülümseyince gözlerinin kahverengisi renk cümbüşüne dönüşüyor adeta...
- Eeee güleyim ben o zaman hep...
- Sen gül hep... Ben de seyredeyim...
- Hep mi?
- Hep...
- Ya ağlarsam...
- Gene gülersin...
- Ya donup kalırsa bakışlarım...
- Hayat bu donup kalır tabi bakışlar... Ama buz gibi erir zamanla...
- Ya gidersen...
- Gene gülersin...
- Sen gidince de mi?
- Ben gidince de...
- Anlamadım ki...
- Ne aptal adammış dersin arkamdan, beni bırakıp gidebildi...
- Aptal...
- Aptal...
- Demem?
- Demelisin eğer bırakır gidersem... Ve gülmelisin ardımdan...
- Ağlarım ben...
- Ağladığın onca andan sonra geriye ne kaldı?
- Hüzün...
- Başka?
- Keder...
- Kaybedilen zaman?
- Çok...
- Kazanılan?
- ???
- Bak gördün mü her gidenin ardından ağlarsan kaybedersin zamanı, oysa gülersen, gülebilirsen, kazanan sen olursun... Bilirim kaybedince zordur ve anlarım kolay değil başa sarmak... Ama her gidiş bir gelişin habercisidir ve sen ne kadar az kaybedersen o kadar çok kazanmaya yaklaşırsın hayatı...
_____________________
Fotoğraf / 1x.com

BİRLEŞME

Evvel zaman önce bir sabah uyandığımda ve yorulduğumda; olur mu olmaz, sever mi sevmez, biter mi bitmez ikilemleri ile fallar bakmaktan: Karar verdim hayatımı ayırmaya... Kendi dünyamdan çığlık çığlığa çıkan 'tut ellerimi' - ayrı bir blog olarak - geçmişi, sersenişi, kendime seslenişi ve kişisel durumlarımı anlatacaktı sadece...

İki zaman önce fark ettim ki; 'tut ellerimi', 'evrenin dünyası'ndan kopup gelen çığlıkların resmedilişiydi, tıpkı; yüreğimden geçenler, içimden dökülen sıkıntı, aşka aşık hallerim ve diğerleri gibi... Düşündüm üzerine; neden ayırmıştım dünyamı... Yazdım aslında 'tut ellerimi'nin son yazısında - yazarkenki farkındalığımı bugün anlamlandırmam ayrı bir yazı konusu bile olabilir aslında - zaman mürdüm eriklerine yol vermenin zamanı... Köşe başında durup selam vermenin aşka...

Şimdi başka bir fal bakıyorum ben papatyayla: Olur mu olur...

_________________________________

07 Haziran 2009

SEVİYORUM BEN


Şu saat oldu.... Henüz hiç birşey yapmadım güne dair, çamaşır asmak ve uyumak ve düşünmek ve okumak dışında... Dolandım durdum tanıdık bildik satırların arasında... İnsan geriye doğru düşünmeye başlayınca ne çok ayrıntıyı farklı bir algıyla yakalıyor şaşırdım: Sen bir f1 pistinde iddialı bir pilotsun hayranların kapalıda senin adını haykırıyor... Oysa ben yeni aldığım ehliyetimle sana kafa tutuyorum hem de ters virajlı özel bir pistte... Sence de biraz aptal cesareti değil mi benimkisi...

Farkındalığımla birlikte keyifsizliğim giderek artıyor... Giderek dipe vuruyorum... Kendimin bu hallerini hiç ama hiç sevmiyorum... Dünkü kadını resmedişime baktım da mutluymuş o anda... Ne kısa sürüyor dedim kendime... Bilmediğin sularda boğulman ne kadar kısa sürüyor... An itibarıyla fotoğrafımı çekmek istedim hani karşılaştırayım diye.. Hüznün fotoğrafı çekilir mi söyle... Çekildi varsay, hissedilir mi peki... Vazgeçtim o anda...

Ben zaten ne zaman aynaya baksam hep derin kederlerdeyim... Dün güzeldi... Umudun resmini görmek istersen ya da biri sana sorarsa; hani abidinin mutluluğun resmini yapmasını istemiş ya şair, hah işte o misal: Fotoğrafımı göster onlara...

Fark ettin mutlaka: Kendimi ortaya koyuyorum; 'hadi düşmanın cephesine gittin be güzel, bari bir ağacın ardına saklan' dimi? Yok ben meydanlara çıkıp bağrınıyorum
vur beni... vur beni... vur beni... diye. Sen benim samimiyetime aldanma, kim ister ki henüz 40'ında ölmeyi... Ha bu arada üçüncüye gerek yoktu belki... İkincide çoktan susturuldu sesim... Çıkıyor sandığım son şey aslında nefesim...

İçimde garip, tarifsiz bir his var...
Çıkıp gitsin diye uğraştıkça, daha da derine saplanıyor...
Oysa sabahın ilk ışıklarıyla sevişmek nasıl da iyi gelmişti yüreğime...
Bir ferahlık yayılmıştı tenime...
Bir ürperti kendime getirmişti aklımı...

Seviyorum ben sabahları sevişmeyi,
Öğleden sonraları sarılıp uyumayı,
Geceleri seninle sohbeti...

Vaktin olursa: Düşman saflarında ağaç yoksa napılır bana anlatsana...
______________________________________________________

GECEYİ SANA RESMEDİŞİM

Söylenecek çok söz yok üzerine

Ay vurdu gece yüzümüze
Umut yüreğimize
İçimizde geceyarısının en kıvrak melodisi
Yüzümüzde içten bir gülümseme
Sen takılıp kaldın gözlerime
Ben kayboldum sözlerinde

Söylenecek çok şey yok üzerine




06 Haziran 2009

KARMAŞIK

Karmaşık bir sarmaşığın birbirine geçmişliği gibiyiz seninle... Uzaktan güzel gözüken herşeyin, yakından bakıldığında içinden ne kadar çıkılamaz bir hali var bilseler: Özenirler miydi dersin...

Bağlarımız kopsun diye yaktığım bütün mektupların siliniyor aklımın köşelerinden... Fotoğrafları kesip attığım gece dışında bir görüntü kalmadı zihnimde... Seninle gittiğimiz yerlerde başka anılar biriktiriyorum ben, düşününce beni gülümseten.

En çok seni sevdim ve unutulmazdın evet lakin bu ne senden vazgeçmek ne de unutmak... Bu sadece yüreğimde durmamanla ilgili farkındalığın tam da ortasında, hayata bir kez daha tutunma umutlarını yeşermek üzere, kurumuş sarmaşığın zoraki hayata tutunuşunu resmedip, mürdüm eriklerine yol vermek... Yeni yepyeni bir sevdaya yol almak üzere yola çıkarken; senden daha çok, senden daha unutulmaz, senden daha büyük bir aşka selam durmak için... Selama bir selam veren olur mu bilinmez ama köşe başına çıkmadan köşeyi dönmek mümkün değil gibi gelir bana...


SANA KENDİMİ RESMEDİŞİM


Gecenin ilerleyen saatlerinde iki çift sözeydi hasretin, bir dokunuşa, bir sarılışa... Bilmediğin sularda yüzmekten ürkek halin, bir gece öncesinden kalan uykusuzluğun, heyecanla eve gelişinden arda kalan kırıntılarınla, oturdun köşe koltuğuna... Yorgun göz kapakların kapanmasınlar diye aralarına sıkıştırdığın kurdanlar eşlik ediyorlardı o gece sana. Sen, nedenini bilmediğin bir çaresizlikle kıvranırken abinin sözleri geldi aklına; 'insan seçimleriyle şekillendirir yaşamını' derdi sana kızdığında... Kızgın değildin ama sanki bir parça kırgındın. Bu, üzerinde durup düşünülemeyecek kadar küçüktü, ağır gelen onca yaşanmışlıktan öğrendiğin bir şey olmalıydı. Aklına abinin sözü geldi... İnsan seçimleriyle şekillenir.


Üzerine uzun upuzun bir yazı yazabilecekken, sen bir not düştün an defterinin artık giderek sararan yapraklarına... İnsan seçimleriyle şekillenir.... 06.06.2009 / 21:00 / Bursa / Köşe Koltuk / Gözlerimde kürdan... Bekliyorum...


Beklediğin iki çift lafın gelmeyişi aklına takıldığında, bir not daha düştün an defterinin artık giderek sararan yapraklarına... İnsan yek diğerinin neden vazgeçtiğini bile bile, bir seçim yapması gerekse, öteleyebileceğini mi seçer, yoksa diğerini mi? 06.06.2009 / 21:30 / Bursa / Hala aynı koltuk / Gözlerime batan kürdan... Bekliyorum...


Kafanda hayaller kurarken ve gözkapakların hayatın yorgunluğuna direnirken, delip geçiyor sol gözünü kürdan, akan bir damla kanla kendine geliyorsun. Hayat hep sol yanından vurdu diye dem vuruyorsun. Sol yanı kalmayan sen, üstelik solakken, sağ elinle, karşı tarafın durumu değersizlik olarak atfetmesinden çekinerek ama biraz da korkak, bir mesaj atıyorsun... Anlamaktan ve ağlamamaktan dem vurduğun cümlenin sahiciliğini henüz yazarken akan iki damlaya bertaraf ettirip, göndere basıyorsun... Bir "ya..." düşüyor yüreğine, bir not daha düşüyorsun an defterinin artık giderek sararan yapraklarına... Yek diğerinin kurması gereken cümleleri kurmaktan ve taşıması gereken ağırlığı sırtlanmaktan ne zaman vazgeçeceksin... 06.06.2009 / 22:00 / Bursa / Banyo / Kürdan gözlerimi kanattı... Bekliyorum...


Yüzüne çarptığın iki avuç suyun ardından, parmaklarına takılan gözlerin, uçlarında birer damla su kalmış olduğunu fark edince, gece önceye dönüp de hatıranda kalanlara şaşıyor ve parmağının ucundaki bir damla suyu dudaklarına götürüyorsun... Kurumuş dudaklarının, çatlayan iki noktasına iki parmağını koyuyorsun. Aynadaki aksinin bir gece önceyi resmedişindeki kusursuzluğa şaşırıyor, telaşla salona dönüyorsun. An defterinin artık giderek sararan yapraklarına bir not daha düşüyorsun... Sanmalarının sonu geldiğinde, yaşamaya başlayacaksın... 06.06.2009 / 23:30 / Bursa / Köşe koltuğun en kuytusu / Gözlerim kan çanağı... Vazgeçiyorum...

04 Haziran 2009

KONUŞAN KELİMELER İŞİTEN YÜREKLER








La Paragas'ın harika hizmeti; ‘Hayırlı Bir İş’ ile başlayan sesli blog yazıları fikri, görme engellilerin de blog dünyasının bir parçası olmasını amaçlıyor…

‘Tüm engelleri aşan bir tam olmalıydık’ ortak fikrinde birleşen bloggerlar;
Buraneros, Uzağa Giden Kadın, Bugünü Yaşama Arzusu, Kırmızı Günlük ve Evrenin Dünyası; fikre logo desteğini esirgemeyen Pinonun Yeri, teknik destek konusunda araştırmacı Erkan Bal ve fikri duyar duymaz sahiplenip, sitelerinde duyuran Kara Kalem, Ateş Böceği, Persona Non Grata, tutsak, delfina, Hayat İzlerim ve Gereksiz Yazar'la giderek çoğalıyor olmanın heyecanı ile bugün sizlere de soruyoruz:

Sizce de harika değil mi?

Ben fikri sevdim diyorsanız…
Fikir sahibinin izni var kulaktan kulağa yayılması konusunda...

Kendi sesinizden ya da sevdiklerinizin sesinden yazılarınızı bloglarınıza ekledikten sonra ‘konuşan kelimeler’ etiketi ile etiketlemeniz, yarınlarda oluşabilecek bir ortak blog platformunda buluşmamızı kolaylaştıracaktır diye düşlüyoruz….

Peki benim blogumda sesli kayıt olduğu nereden bilinecek diyorsanız, logoyu kullanmaya ne dersiniz?

Kararsız kaldım ne olur ki bunun sonu diyenlere, beyaz yavru tavşanın niyet kâğıdını okumaları tavsiye edilir...

Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler

Kulaktan kulağa oyununun gönüllü bir oyuncusuyum ben
Benim yüreğimden gelen senin yüreğinden duyulduğu gün
Gönülün gördüğünde buluşup
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırında paylaşıyor olacağız hayatı…



Konuşan kelimelerin işiten yüreklerini çoğaltmak için
Biraz daha beklemek mi yoksa bugün hemen seslenmek mi?

________________________________________________

CILIZ / ÜRKEK / TİTREK


oysa keyifliydi gün
ve keyifliydi gece bir o kadar
belki gene olmaz bir anın olmaz olsun bir diliminde
kendime sırdaş edişim seni yersizce ama anlarsın sen beni, dinlersin... belki...

keyfin bir uçtan bir uca gidişini resmetmek zor değil ne senin için ne benim için
aniden gidişinin benden bağımsız bana yansımasıdır bu gece umuyorum
yoksa keyfin yansıması gereken bir midnight jazz cdsine
keyifsiz bir anıyı yüklemek çok acımasızca olacak

gece tam da yarısına yaklaşmışken ve ben balkonumdaki serinliğin nedenini
az önceki yalın, bir gece önceki iyi gecelerden uzak ve
belki öpücüğe sarılıp uyumuş adamdan olamayacak kadar soğuk gibi cümlelerin neresinden nasıl bir açıklama gelir diye beklerken
söndürüyorum sana yaktığım mumları tek tek
sonuncusuna kıyamıyorum
zamana yayılmış bir bekleyişin zamana yayılan alevi olarak kalıyor köşede
cılız, ürkek, titrek

oysa dün gece…
bir öpücüğün sıcaklığına ne kadar da yakın hissetmiştim kendimi...
ne yanılgısın sen yürek
ne koca bir saçmalık
şimdi keyfin yerini keder almışken
sanmalarının kapısını kapat ve
cılız, ürkek, titrek
zamana yayılmış bir bekleyişin zamana yayılan sanrıları ile bekle köşende
ne cüretti ki seninki zaten
söylesene nasıl bir cüret

02 Haziran 2009

TAŞ

Kadın sahilde yürürken ayağına takılan taşı alıp avucuna, tuttu bir süre... Taşa sıcaklığı geçmek üzereydi ki, aniden taşı fırlatıp attı... Taş suda 3 kere sekerek, her vurduğu darpede hareler yarattı. Keyif aldı seyretmekten hareleri kadın... Sonra aniden taş battı.

Yansımasını fark etti suyun yüzeyinde... Seyretti bir iyice... Hayattan keyif aldıkları da bir çizik atmıştı, sıkılıp üzüldükleri de. Melodisini mırıldandığı şarkının sözleri aklına gelmeyince pek de kafasına takmadı. Ayağa kalktı. Yansımasını suda bıraktı.

Havanın güzelliğine kanıp sanılarak yürümeye başlamıştı ki, bir rüzgar esti saçlarını savuran... Umursamadı. Soğudu hava ve karardı gökyüzü. Karardı deniz. Karardı yüzü. Sıkıldı içi. Çok sıkıldı. Çıkarıp içini havaya fırlattı.

Bir gece önce keyfe yattığı düş ne de çabuk kedere bırakmıştı yerini. Aldı düşlerini yüreğinden, söktü tek tek kederinden. Bir yumak yaptı. Önünden geçen kara kediye verdi yumağı. Kedi yumağı oyuncak etti kendine. Oynadı, oyalandı bir süre. Parçaladı yumağı. Ardına bile bakmadan oradan uzaklaştı.

Kadın yürümeye devam etti. Ayağına bir taş daha takıldı. Aldı eline taşı. Sıcaklığı taşa geçiyordu ki, durup bekledi. Soğudu bedeni, hissetmedi elleri, taş yuvarlandı avucunun içinden. Kadın yığıldı olduğu yere. Avucundan düşen taşa geldi başı. Kanadı... Kanadı... Kanadı...

Acımadı canı, hissetmedi yüreği, bilmedi aklı, duymadı kulağı, ağlamadı yaşı...

Güçlü bir dalga parçaladı kadının taşa dönmüş bedenini. Sahilin binbir yerine dağıldı kadın. Sahilde yürüyen bir adam aldı bir taşı eline. Tuttu elinde sımsıkı önce. Sonra savurdu denize doğru. Taş sadece bir kez vurdu denizin yüzeyine. Hareler oluştu yüzeyde... Adam seyretti hareleri... Daldı derinlere. Geçen yıl bu zaman dedi, kaybetmiştim seni bu sahilde.

EVET BEN KADINIM



ben KADINIM
duygulu, şefkatlı, dürüst

ben kadınım
dimdik ayakta duran

ben kadınım
mükemmeli arama yolculuğunda dikenler olduğunu bilen

ben kadınım
kralın çıplaklığını yüzüne söyleyen

bu nedenle hormonlarıma sahip çıkmam isteniyorsa
bu nedenle sinirlenmemem bekleniyorsa
bu nedenle ağlamalarım rahatsız ediyorsa
boşuna!

kadınım ben
ağlayan, kızan, sinirlenen...

kral çıplak olduğu için suçlu değil...
kralın çıplaklığını görüp yalakalık yapanlar suçlu değil...
ben "ee bu kral çıplak" dediğim için mi suçluyum

eyvallah der geçerim
duydun mu hayat
adaletin buysa
eyvallah der geçerim
cezam neyse çekerim
ama bana karaya ak dedirttemezsin
fark etmedin belki ama ben aynı zamanda
ilkeli, hayata karşı duruşu olan, ayakları yere basan bir İNSANIM






___________________________________

Fotoğraf / 1x.com

01 Haziran 2009

NEDEN ?








Neden bir sorudur ?

Neden olmasın da öyle...


Sen şimdi sorular soruyorsun kendine...

Ben de...


Benim bir nedenim var.

Ya senin ki ne?


____________________________________


Kafanda sorularla uyandığında güne ve cevabın sadece sende olduğunu bildiğin zamanlarda, kime gidip sığınırsın?

Kendine mi?

Ona mı?

Bir dosta mı?

Anne ya da babana mı?

Bir kilisede mum yakar, bir camide dua mı okursun?

Türbe türbe dolaşır çaputlar mı bağlarsın dilek ağaçlarına?

Sen daha birini cevaplamamışken doğru düzgün, yenileri eklenir mi aklına?

Basit, cevabı sende bir soru; bir sabah uyandığında içinden çıkılmaz bir hal alır mı dersin, dönüşür mü kaosa...

NEDEN OLMASIN?

____________________________________





Fotoğraf / 1x.com

31 Mayıs 2009

AKLIMA DÜŞMEK





Öylece oturmuş, uykunun bana gelmesini bekliyordum. Sen aklıma düşmeden az önce miydi tam hatırlamıyorum telefon çaldı. Açtım.

Eski bir arkadaşla telefonda konuştuklarımız değildi beni medcezirlere sürükleyen, ben onun sesinin tonundan etkilenmiştim daha çok; kırılganlıkla kızgınlık arasındaydı, aldanmışlıkla adamışlık... Bildik hallerimin tanıdık yansımasıydı sesi... Konuştuk uzun uzun, kelimelerinin arasına hıçkırıklarını sıkıştırmasaydı belki daha kolay olurdu onu anlamam ama onun derdi benim onu anlamam değildi, o kusmak istiyordu içindekileri...

O kapattıktan sonra telefonu, uzun upuzun bir sessizliğin ortasında aklıma düştün... Kelimelerin ardı ardına sıralandığı mektuplarını alıp okudum teker teker... Önemli tarihlerin üstünden geçtim. Yaşanmışlıkların arasına sıkışıp kalan hüzün ve mutluluğu resmedişin miydi beni sana sürükleyen bilemedim.

Gecenin o saatinde aklımda geçmişin kırık plakları dönüp duruyordu. Gecenin o saatinde, hem de sen uykunun en derininde, yarın sabaha uyanacağın düşün içinde, en kahramadan daha kahramanken belki de, ben usulca sokuldum sıcağına. Kısa saçlarında dolandı parmaklarımın uçları ve yüzünün yaşanmışla yaşlanmışlık arasına sıkışan çizgilerinde... Ne çok şey sığdırılmış dedim. Kendi çizgilerimde dolaştı parmak uçlarım... Ne çok şey sığdırmışım şu kısacık ömrüme... Yanından usulca kalktım.

Aklımda dönüp duran cızırtılı sesin sahibi kırık plağı çöpe attıktan sonra balkona çıkıp bir sigara yaktım. Yük olanı attı ki demişti bir arkadaşım, taşıyabileceğine yer açılsın... Stevie Wonder bestesi, Living For The City çalıyordu fonda, Noil Pointer yorumu...

Sen, gecenin o saatinde, hem de uykunun en derininde, yarın sabaha uyanacağın düşün içinde, en kahramadan daha kahramanken belki de, ben balkonumda tek başıma yeni doğan ayı selamlıyor ve şehrin ışıklarının aydınlattığı ucu yanık mektubumu okuyordum bir kez daha...
____________________________________

Fotoğraf / cigarette© robillard laurent

30 Mayıs 2009

KABUL


__________________________________________



Sence güzel güneşli bir gün değil mi?

Süpriz yapacaktım ama..
Kahvaltıya geliyorum çıktım yola...
Teklifin hala geçerli değil mi?

28 Mayıs 2009

SANDAL

Senden gelecek bir haberin tarifsiz sıkıntılı bekleyişiyle kıyaslanır mı bilmem ama kıyıda terk edilmiş bir sandalın sonbahar aşıklarını bekleyen hallerinden birinde, tam da gün ortasında sağanak bir yağmurun içime yağışını seyrediyorum, kederle...

Yorgunluktan ve ıslanmaktan ağırlaşan yüreğimin soluklanacağı bir limana, şaşalı yelkenim olmayışından alınmayışımı çok da sorun yapmadan, hız yapmaya müsait olmayan motorumun çıkarttığı yüksek desibelli pata pata sesleri içinde, arkamı dönüp de giderken, aklımda karşı kıyıdaki köhne barakanın yıkık dökük tahtalarından birine tutunmak vardı...

Bekleyip beklemediğini anlayamadığım halinden biraz şaşkın, hallice meraklı koşuşturmam seni ürkütmüş olacak ki, başının ağrısını bahane edip kuytulara çekilmen sonra da kapılarını teker teker kapatışına şahitliğim mahkemede sayılmadı delilden...

Hakimin gözyaşları içinde benim sana gelişimi resmedişimi, kendi babasına sarılışı ile eş tutmasına değildi alık alık bakışlarım, ben hakimlerin de gözyaşları olabileceğini hiç düşünememiş oluşuma tuhaflaşmıştım...

Mahkeme duvarlarında asılı duran tablonun bana çağrıştırdıklarını kaleme almayı düşündüğümde, delilikle masumiyet arasında sıkışıp kalan ince çizginin, ne kadar daha inceltilebileceğine odaklanmış olan kısık gözlerimin görebildiği son noktada gözlerinle beni seyrediyor oluşun, içselleştirmekle eş değerdi benim için...

Kararsızlığım; senin mi beni, benim mi seni içselleştirdiğim noktasındaki soruların yarattığı doğal bir afetken sadece beynimi etkileyeceğini sandığım tusinaminin artçı dalgaları yüreğimin kıyılarına vurduğunda, şezlongları savrulmuş turistik bir sahil kasabası gibiydim...

Herkesin terk ettiği kumsalımda, senden gelecek bir haberin tarifsiz sıkıntılı bekleyişiyle kıyaslanır mı bilmem ama kıyıda terk edilmiş bir sandalın sonbahar aşıklarını bekleyen hallerinden birinde, tam da gün ortasında sağanak bir yağmurun içime yağışını seyrediyorum, kederin dışa vurumunun yasak olduğu bir yerde, yağmursuz topraklar gibi çatlamışım da kalmışım gibi...


_____________________

Fotoğraf /1x.com

27 Mayıs 2009

SENDEN GİTMEK



Kalanları toplamak için uğradım sana
Ağlıyordun gitme diye...
Ağladım kalamam diye...

Senden gitmek değildi beni ağlatan
Yüreksiz kalacağımı biliyordum da ona ağlıyordum ben

Benim gitmem değildi seni ağlatan
O yüreği yaşatamayacağını biliyordun da ondan ağlıyordun sen

Kalanları toplamak için uğradım sana
Kapıdan çıkarken son bir kez dönüp baktım arkama
Ağlıyordun hala
Elinde yüreğim
Bana ağladığını sanarak gittim ben

Cama vuran her yağmurda
Bana ağlarsın sanırım ben hala
Çıkarım sokaklara
Islanırım yağmurda
Ağlarım
sanmalarıma
kanmalarıma
yüreksiz kalışlarıma
___________________
Fotoğraf /1x.com

GÖZYAŞINI ÖPMEK


Aldığı haberle sarsıldı ağladı bütün gece kadın...
Önce içine aktı gözyaşları, sonra dışına, sonra aniden

Durdu... Sandı...



Sabah yatağından kalktı kadın...
Önce akan gözyaşlarının bıraktığı izleri sildi yüzünden
Sonra avuçlarında kalan acıyı

Bitti...Sandı...



Evin içinde öylece dolandı, amaçsız, kaygısız, sessiz gibi...
Oysa çığlık çığlığa bir haykırışın tam ortasında
Sonu gelmez baş döndürücülüğünde hayatın

Sustu...Sandı...



Sokağa attı kendini kadın...
Bir umut, küçük bir çare için
Dolaştı da kapı kapı
Ölüm olmayan bir tek eve rastlamadı

Yıkıldı...Sandı...



Akşam eve döndü kadın...
Gitti kendinin en kuytusuna

Yorgun, umutsuz...

Gözyaşları aktı akacak beklerken kapıda
Bir el uzandı kadına
İşaret parmağı ile aldı kadının gözünden yaşı
Götürdü dudaklarına
Bir tek masallar da olacak değil ya
Umut doldu kadının içine
Sonra yüreğine
Yansımasını gördü de gülümsedi kendine

Hayat devam edecekti

Anladı...




____________________________________________

Duruyoruz, susuyoruz, bitti diyoruz, yıkılıyoruz
Sonra tekrar ayağa kalkıyoruz
Hayat diyoruz düşe kalka...

Kaldıracak bir el uzanmıyor her zaman
İnsan kendi kendinin eli olmalı
Uzanıp kendi yaşına
Öpmeli gözünden
Devam etmeli hayata kaldığı yerden

______________________________________
Fotoğraf / 1x.com